0 0
Read Time:24 Minute, 51 Second

ZİNDAN DİRENİŞLERİ VE TASFİYECİLİK…

 

2000 yılının Ekim ayında F Tipi zindan politikasına karşı direniş başladığında onlar, olup biteni izlemekle yetindiler. Biraz da burun kıvırarak… Nede olsa “Yüce Adam” her şeyi biliyordu. “Devleti zora sokacak bir davranışta bulunulmamalı” demişti. “Oyuna gelememek gerekti. Barış süreci oynanmayacak kadar büyük ve hayati bir süreçti, herkes buna uygun davranmak zorundadır. Hücre Tipi cezaevi uygulaması abartılmamalı, ben de tek başıma bir cezaevinde değil miyim? Kaba ve basit direnişlere gelmemek lazımdır!” Böyle diyordu, İmralı’daki “Önderlikleri”…

Image19 Aralık’ta 20’den fazla zindana saldırıldığında ve Türkiye zindan tarihinin en büyük katliamlarından biri gerçekleştirildiğinde yine seyirci konumundaydılar. Bazıları yeni çizgilerinin ne denli doğru olduğunu, zamanında gerekli değişikliği yapmanın ne büyük bir iş olduğunu, bunun ancak büyük adamların yapabileceği bir şey olduğunu düşünüyorlardı. İçlerinde bazıları vicdan azabı çekiyordu, en azından seyirci kalmakla, hatta İstanbul’da 19 Aralık saldırısının hemen öncesinde süren açlık grevi eylemlerine son vermenin katliamlara çanak tuttuğunu, saldırıların önünü açtığını düşünüyordu. Ama bu vicdanlarında ortaya çıkan cılız isyan seslerini kendilerinden başka duyan olmadı, onlar da “genel akışa” ayak uydurdular, kendi iç çatışmalarıyla…

19 Aralık ve F Tipi Zindan saldırısı, genel bir saldırıydı ve 20 yıllık zindan direnişlerine yönelik bir rövanştı. Salt bu kadar da değil, tecrit, mutlak denetim, siyasal kimliğe ve onun zindan koşullarında yeniden üretimine, sosyal varlığa dönük kapsamlı bir saldırıydı ve yeni bir zindan sistemini oturtmayı, kurumlaştırmayı hedefliyordu. O güne dek devrimci mücadelelere katkı sunan zindan direnişlerinin bu rolüne son vermek için yapılan çok boyutlu bir stratejiydi. Dolayısıyla onları da doğrudan ilgilendiriyordu.

Imageİmralı’daki “Önderlik”, pişmanlık karşılığı bazı kırıntılara çoktan razıydı, ama bu tutumunu ödüllendirecek değillerdi. Ona “hizmete devam et, hizmette yoğunlaş ve derinleş” diyorlardı, o da öyle yapıyordu. Bunun bir gereği olarak tutsaklara ve partisine talimat gönderiyordu. “Karışmayın, direnmeyin, devleti zorlayacak davranışlardan kaçının!”

Onlar da öyle yaptılar…

Aradan yıllar geçti. Direnişlere rağmen F Tipi zindanlar açıldı, ardı ardına… Önce direnenleri götürdüler, katliam ve görülmemiş işkenceler eşliğinde… Çıplak şiddet ve zorun yanında hile yollarını da devreye sokarak zindan direnişlerini etkisizleştirdiler, toplum nezrindeki prestijini ve etkisini son derece sınırlandırdılar. Gelinen noktada bu alanda belli bir mesafe aldılar, hücre tipi zindan sistemini önemli ölçüde oturttular ve bunu derinleştirme çabalarını da aralıksız sürdürdüler…

19 Aralık katliamının 3. yıldönümünde artık sıra kendilerine gelmişti. Başka bir tür hücre tipi cezaevi olan D Tipi zindanlar ve üç yıl önce açılmış F Tipi zindanlar onları bekliyordu. Onlar “sağlığı sağlığımızdır” güç ve enerjiyi boşa akıtma kampanyalarıyla oyalanırken “devletimiz” dedikleri TC, onlar için harıl harıl D ve F tiplerini hazırlıyordu. Onların ise bir hazırlıkları, düşünsel ve ruhsal bir donanımları yoktu. İçleri yıllardır uygulanagelen öz boşaltma seanslarında boşaltılmıştı. “Direnmek mi”, bu artık kendilerine çok uzak bir kavramdı, “eski mahpuslar” için nostaljik bir anlamdan öte bir değer ifade etmiyordu. “Yetkililer” gelip “Beyler hazırlanın, yeni mekanlarınıza, beş yıldızlı otel konforundaki D ve F Tipi cezaevlerine gidiyorsunuz” dediklerinde bir zorluk çıkarılmayacak, tam bir kadercilikle hazırlanıp yola koyulacaklardı; çaresiz… Büyük yerden emir öyle gelmemiş miydi?

ImageVe bir şafak vakti, henüz gün ağarmamışken geldiler, “hazırlanın, gidiyorsunuz” dediklerinde son derece çaresiz ve yalnız hissettiler kendilerini. En kötüsü binlerin, belki de milyonların içinde tanımsız, iç acıtan bir yalnızlık duygusu yaşamalarıydı. Fark ettiler ki aslında yıllardır F tiplerini yaşıyorlardı, onlar, on binlerin içinde yalnızlığa mahkum edilmiş, kendi bireysel dünyalarına, ham hayallerin içine sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarılmışlardı. Yani mahkumiyetin içinde mahkumiyeti yaşıyorlardı. Şimdi yola çıkacaklardı, sonu belirsiz değil, D ve F tiplerine götürülüyorlardı…

Neler oluyordu? Hani barış süreci ve sonuçları?

Ya birlikte kurduğumuz denilen devletimiz bu muydu?

Sorular, soruları kovalıyordu. Ama hepsinin hiç bir yanıtı yoktu. Her şey anlamsızlaştırılmıştı, kavramların içi boşaltılmıştı. Bilinçleri çarpıtılmış, bellekleri büyük bir silginin altına alınmıştı, ruhları uyduruklaştırılmıştı.

Eskiden olsa böyle çaresizleri oynarlar mıydı? Derlerdi ki;

Tamam, düşmandır, o kendi sömürgeci politikasının gereğini uygulayacaktı, bize düşen de siyasal kimliğimize ve sosyal varlığımıza uygun bir çizgi izlemek, doğru bir direniş çizgisine uygun davranmaktır.

ImageAma heyhat! Bu belli belirsiz hayaller çok uzaklarda kalmıştı… Şimdi boyun eğiş zamanı, barış süreci denilen de tastamam bu değil mi ki?

“Hazırlanın, gidiyorsunuz” komutu ve yarattığı şaşkınlık, bu çatışmalı, çaresiz, umutsuz çatışmalı hayallere yöneltti, kısa bir an için… Hemen gerçeklere döndüler, telaşla sağa sola koşturarak çantalarını, valizlerini, öteberilerini hazırladılar. Artık çıkmaya hazırdılar…

Yeni bir dönem mi açılmıştı? Hayır, dün F Tipi zindanların kanlı açılışında sessiz kalmış, hatta buna çanak tutmuş ve oturmasında dolaylı dolaysız destek sunmuşlardı, böylece büyük katkılarıyla hazırlanan yeni mekanlarına gidebilir ve bir bakıma kendi eserleriyle gurur duyabilirlerdi!

Hiç kuşkusuz kimlerden söz ettiğimiz açık olmalı…

Dünün PKK’li, bugünün KADEK, PRD ve Kongra-Gel’li tutsaklardan söz ediyoruz, İmralı Partisinin fiziki, düşünsel ve ruhsal tutsaklarından…

 

Biraz diramatize ettiğimiz bu utanç verici teslimiyet sürecini biraz daha yakından değerlendirmemiz gerekir. Kısa bir tarih gezintisiyle… Çünkü bugünkü teslimiyetin kökleri yıllar öncesine dayanıyor…

 

I.

Zindan Direnişleri ve Zindanlarda Tasfiyeciliğin Kısa Tarihçesi

 

Zindan direnişleri, Kürdistan ve KUKM tarihinde çok önemli bir rol oynamıştı. 1980-84 kritik döneminde Zindan Direnişleri öncü bir rol oynamış, “Geri çekilme” döneminde ortaya çıkan boşluğu doldurmuştu. Bu öncü rol, oynanmasaydı, 15 Ağustos Atılımı bir hayal olurdu. Zindan Direnişleri toparlayıcı, harekete geçirici, örgütleyici bir rol oynamış, ülkeye dönüş, gerillaya hazırlık ve giderek 15 Ağustos adımlarının atılmasında tetikleyici bir etkide bulunmuştur.

Anılan dönemde zindanlar, tarihsel bir hesaplaşma alanı haline gelmişti.

12 Eylül faşizmi, devrimci yurtsever tutsaklar şahsında Cumhuriyetin Kürdistan stratejisini uygulamak ve kesin sonuç almak istiyordu. !970’lerin ortalarından itibaren yeniden yeşeren ulusal kurtuluş umudunu, bilinci ve inancını yok etmek istiyordu. Amacı bu kadar korkunç olan bir politikanın araç ve yöntemlerinin korkunç olması boşuna değildi. Diyarbakır zindanında akıl almaz işkencelerin yapılmış olmasının nedeni anılan bu amacın kendisidir. Yoksa şu veya bu “yetkili”nin sadizimiyle ya da herhangi bir kişilik özellikleriyle açıklanamaz.

Tutsaklara dayatılan teslim alma, davaya ihanet ettirme ve oradan teslimiyet ve tasfiyeciliği bütün topluma yayma ve egemen kılma politikasına karşı ya direnilirdi, ya da teslim olunurdu. Orta bir yol yoktu. Dayatılan politika ve uygulama yöntemlerinin kendisi bütün ara yolları ortadan kaldırmıştı.

PKK tutsakları kararlarını kesin bir biçimde verdiler: Bedeli ne olursa olsun, sonuna kadar direnilecek, ulusal imha politikasına karşı ulusal kurtuluş devriminin, sosyalizmin ve partinin onuru, davası savunulacaktı. Ve dediklerini kararlılıkla yaptılar. 1981 Direnişi, Mazlum Doğan ve Dörtlerin Eylemleri, 14 Temmuz, Eylül 1983 ve Ocak 1984 Direnişleri anılan direniş kararının en somut ve görkemli zirveleri niteliğindeydi. Bu direnişlerin bir sonucu olarak TC’nin zindanları teslim alma, onlar üzerinden PKK ve Kürdistan halkını teslim alma politikası o tarihsel süreçte boşa çıkarıldı. Bunun bir sonucudur ki direniş bayrağını devralan gerilla, 15 Ağustos ve devrimci savaş sürecini başlatmış oldu.

Diyarbakır zindanı tam anlamıyla bir laboratuar işlevini gördü. Zindanlar, TC’nin, özel savaşın bütün çıplaklığı ile kendisini sergilediği bir platformu olduğu gibi, ulusal kurtuluş devrim çizgisinin ne olduğunu, ne olması gerektiğini bütün çıplaklığı ile gösterdi. Daha sonra özel savaşta denenen tüm politikalar, taktikler, yöntem ve araçlar Diyarbakır zindan laboratuarında denemiştir. Aynı biçimde kazandıran çizginin devrimci direnişçilik olduğu tartışmaya yer vermeyecek bir biçimde kanıtlanmıştı. Devrimci savaş süreci de bu gerçekliğin doğrulanmasıydı.

“Teslimiyet ihanete, Direniş zafere götürür” şiarı zindan direnişlerinde doğrulanmasına ve devrimci savaş bu anlayışın daha üst düzeyde bir üretimi ve uygulaması olmasına rağmen direniş anlayışı sistematik bir biçimde tasfiyeye alındı. Bu sürecin kahramanı A. Öcalan’dan başkası değildir.

Zindan direnişleri organik olarak dışarıdaki parti ile ilişkili değildir. Öcalan, bu alanı henüz tam anlamıyla kendi sitemine bağlamamıştır. Zindan kadroları 1970’li yıların devrimci eğitimini almış, direnişler sürecinin sınavından geçmiş, kendisine güvenen, toplum nezdinde de haklı bir saygınlık kazanmış kişiliklerdi. Bu durum mücadelenin diğer alanlarında sistemini kurmuş ve oturmuş Öcalan için bir tehdit olarak algılandı. Hem direniş bilinci ve ruhunun, hem de onun ortaya çıkardığı saygınlığın kırılması ve yok edilmesi gerekiyordu. Yoksa kendi sistemini tam güvencede görmüyordu. Bunu IV. Kongrede çok net görmüştü. Mehmet Şener’in de çabası ile parti merkezi belli bir denge unsuru haline getirilmeye çalışılıyor, Öcalan sistemini sınırlandırıcı bazı kararlar alınıyordu. Bunu gören, anlamını derinden hisseden Öcalan hemen harekete geçti. Şener’e karşı geliştirilen imha operasyonu ile aslında zindanları ve devrimci tutsakları teslim alma sürecinin düğmesine basmış oluyordu. Uyduruk gerekçeler ve tarihte eşine az rastlanan bir “yargısız infaz” ile Şener’i tasfiye eden Öcalan, bu noktada kazandığı “başarı” ile zindanlara yöneldi ve Zindan Direniş Konferansı (ZDK) ile sistemini zindanlara taşıdı ve bu alanı da kısa sürede teslim aldı. Bu konuda Bir Yanılsamanın Sonu adlı kitapta şu değerlendirme yapılıyor:

“Zindan Direniş Konferansı (ZDK) ile zindanları ve zindan direnişlerini teslim alma, rehabilite etme hareketi başlatır. Zindanlar için yapılan eleştiriler özet olarak şunlardır: "Grup döneminden kalma, amatör, resmiyete gelmeyen, kendini farklı merkez hisseden, rehabiliteye uğramış kişilikler! Zindanlar çizgi karşısında sapmalı bir durumu yaşıyorlar…" (…) Gerçek olmadığı halde, yapılan değerlendirmelerde zindanın gerçekliği ile Şener’in kişiliği özdeşleştirilmiş, onunla açıklanmıştır. 14 Temmuz direnişinde direniş önderlerinin şahadetinden sonra Şener’in zindan önderliğini ele geçirdiğini ve böylece zindanların sapmalı bir sürece alındığını belirtmiştir. Burada Öcalan gerçekleri açıkça tahrif etmekte sakınca görmedi. Zaten onun için önemli olan gerçekler değil, kafasındaki politik kurgu ve sonuçlarıdır. Öyle olmasaydı ZDK’yı gerçekleştirirken zindan merkezinden bilgi alma gereğini duymaz mıydı? Oysa zindan konferansı yapılmış, ancak başından beri zindanı yaşayan, zindan politikasını belirleyen, bütün ayrıntılarını bilen arkadaşlardan ve merkezden bilgi alınmamış, alınma gereği duyulmamıştır Burada amaç gerçekleri açığa çıkarmak, bu gerçekler ışığında zindanları partiyle bütünleştirmek değil. Amaç, ilkesel, organik, politik bir bütünlüğü yakalamak değil. Amaç, Öcalan sistemini oturtmaktır! Amaç, kendisine alternatif olabilecek, kafa tutabilecek, ideolojik ve ruhsal açıdan teslim olmamış zindan kadrosunu teslim almaktır!

Amaç bu olunca olguları tahrif etmek de zor olmuyor. (…) Yaşamıyla, eylem çizgisiyle zindanlar, Öcalan tarafından tamamen teslim alınıyor. Bu da rehabilitasyona karşı mücadele bayrağı altında yapılmıştır. Hem düzene, hem de “önderlik gerçeği” denilen sisteme doğru zindanlar rehabilite edildi, uyumlulaştırıldı. Bu, zindanlar eylemsiz bırakılarak, devrimci, direnişçi yönleri sürekli aşındırılarak yapıldı. "Ekonomist eylem anlayışına kayılmamalı" gerekçesiyle PKK’nin devrimci çizgisinden reformist anlayışlara kayıldı; bu yaklaşımın sonucu, on bini aşan zindan yapısının rehabilite edilmesi ve düzene eklemlenmesi değilse nedir?

ZDK ile zindanların tarihini Öcalan istediği gibi yazdı. Tıpkı resmi parti tarihinin yazılışı gibi. "Direndik, kazandık diyorsunuz, fakat ben olmasaydım bunlar olmazdı" diyebilmiştir. Bu yaklaşımla yapılan Zindan Konferansı, Öcalan “sisteminin” bütün alanlara ve kadrolara egemen kılındığı bir platform niteliği taşımıştır.

’80-’84 dönemi ve ’91’e kadar olan zindan direnişleri gerillaya, mücadelemize muazzam katkılar sunmuşlardır. Bu direnişlere katılan arkadaşlar her şeylerini ortaya koymuşlar, defalarca ölümün ucundan dönmüşlerdir. İşte bu direnişleri ve direnişçileri Öcalan, kendisi için potansiyel bir tehdit olarak görmüş, iç mantığı gereği her açıdan kendine ait gördüğü mutlak iktidarını bu alanlara bire bir taşımayı yaşamsal önemde değerlendirmiştir. ZDK’yı bu değerlendirme ışığında yapmış, ardından İç Koordinasyonu bu temelde kurmuş ve görevlendirmeyi bu amaç bağlamında yapmıştır. Kısacası Öcalan sisteminin mantığı, denetim dışı hiç bir alan bırakmamak, ruhlara kadar her şeye hakim olmaktır. En son ZDK ile zindanlara “çekilen operasyon” bundan başka bir şey değildir!

ZDK’nın tamamlanmasıyla birlikte zindanlar da “sisteme” çekildi. Artık teslim alınmamış, bağlanmamış, denetim dışı tek bir alan ve kişilik kalmamıştır. Bundan sonra önderlik “sisteminin” derinleştirilmesi, teorisinin oluşturulması ve bunun ruhlara yedirilmesine geçilmiştir.”

Evet, 12 Eylül faşizminin başaramadığını Öcalan ve sitemi başarmıştır. Direniş çeşitli gerekçelerle ve tumturaklı laflarla mahkum edilmiştir. 1991 tarihinden sonra on binler zindanlara alınmasına rağmen bu kadar büyük bir kitle eylemsizliğe, direnişsizliğe ve zamana yayılmış bir çürümeye bırakılmıştır.

Eylemsizlik çizgisiyle on binlerin direniş ruhu yok edilmeye çalışırken, “Çözümlemeler” direniş bilinçleri katledilmiştir. Dolayısıyla 1991’den bu yana tutsakların ciddi, etkili, tutarlı ve sonuç alıcı bir eylemi olmamıştır. Aynı şekilde Tutsak aileleri ve yakınları hareketi etkili politik bir güç haline getirilememiştir. Oysa 1991’den önce güçlü bir zindan direniş hareketi geliştiği gibi, onunla birlikte etkili bir tutsak aileleri ve yakınları hareketi de yaratılmıştır. Oysa 1991’den sonra genelde mücadele gelişmiş, on binler zindanlara alınmış ve buna dayanarak daha etkili ve güçlü bir zindan ve aile hareketi geliştirilebilirdi. Ancak ne yazık, ZDK tasfiyeciliği zindan direnişlerinin özünü boşaltmış, tuksak yakınları hareketini etkisizleştirmiştir. Bu çok bilinçli bir tasfiye hareketidir, çünkü Öcalan, kendi denetimi dışında veya denetimi dışına çıkma potansiyeli taşıyan hiç bir siyasal harekete ve oluşuma izin vermemeyi, kendi “iktidar teorisi”nin kaçınmaz bir gereği saymıştır.

İmralı süreciyle birlikte bu tasfiyecilik daha üst boyuta çıkarılmıştır. Öcalan’ın yakalandığı ilk dönemde zindanlarda kimi tartışmalar, kimi soru işaretleri belirmesine rağmen, hatta “PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları” gibi bir çıkış gerçekleşmesine rağmen bu, mevcut gidişi durdurmaya ve çıkışın güçlü bir direnişe dönüşmesini sağlayamamıştır. Kuşkusuz zindanlardaki küçük çaplı bir çıkışın tek başına çok kapsamlı bir tasfiye hareketini önlemesi ve ona karşı politik bir alternatif geliştirmesi çok güçtü. Kuşkusuz bu başka bir tartışmayı gerektiriyor. Şunu vurgulamaya ve hatırlatmaya çalışıyoruz: Zindanların kendi doğasından kaynaklanan tasfiye etkenlerin ötesinde Öcalan çok sistemli bir öz boşaltma ve ruhsuzlaştırma hareketini gerçekleştirmiş ve yakalanıp “Devlete hizmet” sözü verdiğinde zindan direnişlerinden geriye pek bir şey kalmamıştı; kendi sistemi bu alanda da mantıki sonucuna varmıştı. Zindan yapısının hiç bir direniş göstermeden İmralı çizgisine yatmasının ve daha sonraki teslimiyetçi çizgide yürümesinin temel nedeni budur!

 

II.

F Tipi Zindanlar ve Zindan Direnişleri

 

Aslında TC, zindan direnişlerinden kesin bir rövanş almak ve 12 Eylülün zindan programını hayata geçirmek için sayısız kez saldırmış, sayısız Genelge hazırlamış, bir çok denemede bulunmuştur. 1988 1 Ağustos Genelgesi ve bu eksende bütün cezaevlerine yapılan saldırı, 1991 Eskişehir Hücre Tipi zindanının açılması, 1996 yılında aynı cezaevinin yeniden açılması ve yeni bir saldırı dalgası zindanları teslim almanın, direnişleri yok etmenin belli başlı adımları niteliğindedir. Bu saldırılara karşı genel olarak direnilmiş ve saldırılar ağır bedeller pahasına da olsa püskürtülmüştür. Zindanların kararlı bir biçimde direnmeleri, hiç kuşkusuz sonucun tayin edilmesinde belirleyici öneme sahiptir. Ancak, unutmamak gerekiyor ki, bu “belirleyicilikte” o dönemde gerilla ve serhildanlarla sağlanan genel politik denge de sonucun belirlenmesinde göz ardı edilmemesi gereken diğer önemli bir etkendir.

Dikkat edilirse 1991’den sonra PKK tutsakları Öcalan sistemi tarafından eylemsizliğe mahkum edilerek politik etkileri sınırlandırılmasına rağmen genelde sağlanan politik denge devam ettiği için Türkiye sol gruplarının eylemleri belli ölçülerde başarılı olabiliyor, devletin zindanları teslim alma programı başarıya ulaşamıyordu. Diğer bir çok etkenin yanında sözünü ettiğimiz dengenin hatırı sayılır bir rolü var.

Ancak İmralı süreci ile birlikte bu denge tümden çöktü ve bunun sonuçları da çok dramatik oldu. F Tipi Zindan programı anılan dengenin çöktüğü, yani KUKM’nin, bütünüyle tasfiye sürecine alındığı, silahsızlandırılma sürecine ve devletin yedeğine alınmaya başladığı bir döneme denk getirildi. Dolayısıyla bu kez direnişler çok daha elverişsiz politik ve psikolojik koşullarda gerçekleşecekti. Ancak ne yazık, Türkiye sol grupları değişen bu koşulları kavrayamadılar, değerlendiremediler ve sonuçta devlet en az 20 yıllık Zindan Direnişlerinin rövanşını büyük ölçüde almış oldu! Bu konunun değerlendirmesi çok daha kapsamlı bir biçimde yapılacaktır. Şimdi bu konuda 18 Aralık 2002 tarihli PKK-DÇS imzalı, “19-22 Aralık Katliamı ve Direnişi” başlıklı bildiriden yapacağımız kimi aktarmalarla yetiniyoruz.

“Devlet, F Tipi zindan sistemini sürdürme kararından geri adım atmama eğilimindedir. Zindan direnişlerini kırmak, etkisizleştirmek ve sonuçsuz bırakmak için bugüne kadar katliam, yakıp yıkma, işkence, zorla müdahale gibi şiddet yöntemlerinin yanı sıra içten çözme, tahliye yöntemiyle yozlaştırma ve iç boşaltma taktiklerini geliştirdi. Kabul edilmelidir ki bu yöntemlerinde görece bir başarı kazanmış gibidir.

Devrimci tutsaklar teslim olmayacaklarını, ölümüne direneceklerini, onurları ve kimlikleriyle zindan yaşamlarını sürdürme kararında olduklarını kanıtlamışlardır. Bu anlamda görevlerini yapmışlar ve yapmaya da devam etmektedirler. Bu, sorunun bir boyutudur. Bir de diğer boyutları var ve bunlar şimdiye kadar pek tartışılmadı, yeterince üzerinde durulmadı.

Aslında F Tipi zindanlar sorunu, salt “içerdekilerin”, devrimci tutsakların sorunu değildir. Sorun bir devlet politikasıdır, bir sistemi oturtmaya dönük ve genel olarak devleti yeniden biçimlendirme sorununun önemli bir parçasıdır. Başka bir ifadeyle devrimci hareketleri bastırma, etkisizleştirme ve gelişme olanaklarını sınırlandırma politikasının etkili bir parçasıdır. F Tipi zindanlar, İmralı üzerinden Kürdistan’da egemen kılınmaya çalışılan tasfiye ve denetim altına alma sürecini tüm TC sınırları içinde egemen kılma politikasının bir parçasıdır. Dolayısıyla F Tipi zindanlar sorunu bütün toplumun, bütün emekçilerin, bütün devrimci yurtsever ve sosyalist hareketlerin sorunudur. Soruna bu açıdan bakıldığında şu sorular kendini dayatıyor ve kapsamlı bir tartışmayı bekliyor.

Devrimci örgütler, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesine soyunan hareketler, çevreler ve bireyler F Tipi zindanlar karşısında görevlerini yaptılar mı? Ne kadar?

Bu soru, aslında genel anlamda kendi devrimci görevlerini yerine getirip getirmemeyle doğrudan bağlantılıdır.

Bir görevin başarılması için öncelikle o görevin ve çözmekle yükümlü bulunduğu sorunun doğru ve bütün boyutlarıyla kavranması gerekir. Peki, sol, gerçekten F Tipi zindanlar politikasını tam ve yeterince kavradı mı, bu kavrayışı etinde kemiğinde hissetti mi? Eğer bu gerçekliği kavrayıp etinde kemiğinde hissettiyse gerçekten uzun vadeli ve çeşitli olasılıklara karşı geliştirdiği bir direniş stratejisi var mı? Devletin sayısız taktiği ve uygulamayı içeren bir zindan stratejisi var ve bunun nasıl uygulandığını hepimiz gördük ve yaşadık. Ya sol güçlerin?

“Ölümüne ve sonuna kadar direniriz” demek, bir direniş stratejisine sahip olmak mıdır? Bir direniş stratejisinin var olması da tek başına yetmez, bunun çeşitli taktiklerle uygulanması, sonuç alıcı ve güç geliştirici manevraların yapılması, kısacası direnişin iyi ve doğru yönetilmesi ve yürütülmesi de başarıda vazgeçilmezdir. Peki, gerçekten direniş doğru ve sonuç alıcı bir tarzda yönetildi mi? Düşmanın hangi taktiği, hangi yöntemi, hangi manevrası boşa çıkarıldı ve hangi taktik ve yöntemlerle?

Bir daha altını çizerek vurgulayalım, devrimci tutsaklar görevlerini yapmışlar, şimdi de yapmaya devam etmektedirler. Ya “Dışarıdakiler”? Yapamadıysalar, yapmadıysalar neden?

Doğru bir strateji, öncelikle doğru bir güç ilişkileri ve güç dengelerinin tahliline dayanır. Peki, genelde sol, direnişin başlarında, yani 20 Ekim 2000 tarihinden önce doğru bir güç ilişkileri ve güç dengeleri tahlili yapabildi mi? Yoksa “erken zafer” yanılsamasını mı yaşadı? En başta da İmralı ihanetiyle birlikte dengelerde yaşanan alt üst oluş, bunun sol ve halk üzerinde kısa, orta ve uzun vadede yaptığı ve yapacağı etkiler ve sonuçları yeterince değerlendirilip hesaba katıldı mı? Başlayan büyük yıkım ve tasfiyenin direnişler üzerine nasıl çökeceği önceden öngörülebildi mi? Temel dinamikler ile geçici, görece destekçiler ve son derece kaypak eğilimler ne kadar kavrandı ve aralarındaki farklılık ve ilişkiler ne kadar doğru kavranabildi?

İmralı sürecinin algılanışı, sonuçları ve etkileriyle kavranışı konusunun altını özellikle çizmek istiyoruz. Bu, aslında genelde kendi devrimci kimliği ile ayakta kalıp kalmamanın da önemli bir ölçütüdür. Direnişi doğru ve sonuç alıcı tarzda yönetmenin de çok önemli bir etkenidir. İmralı teslimiyet, ihanet ve tasfiye sürecini doğru değerlendirmek, bunun güç ilişkileri ve dengeleri üzerinde yarattığı etkileri doğru okumak ve doğru bir çizgi tutturmak için, öncelikle, bağımsız bir duruşa, kendine ait bir konuma sahip olmak gerekiyor. Kabul edilmelidir ki İmralı sürecine kadar PKK ekseninde bir denge oluşmuştu. Sol da farkında olsun veya olmasın bu genel dengenin içinde bir yer tutuyor ve kimi durumlarda kendi gücünün ötesinde bir etkiye sahip olabiliyordu. Fakat İmralı süreciyle birlikte bu denge çöktü ve sol da genel olarak boşluğa düştü. Bu boşluktan çıkabilmesi ve toparlanabilmesi için bağımsız bir duruşa sahip olması gerekiyordu. Daha da önemlisi boşluğa düştüğünü görebilmesi gerekiyordu. Ancak ne yazık sol ne boşluğa düştüğünü görebildi ne de bağımsız bir arayış içine girdi, dolayısıyla kendisinin ekseninde olduğu bir denge geliştirmek yerine belli bir bocalama ve yalpalamadan sonra İmralı çizgisine, İmralı partisi KADEK’e yamandı. Geleceğini burada gördü. Zindan direnişleri ve en son seçimlerde ortaya çıkan tablo bunu kanıtlıyor. Bu, bir çöküş ve bitiş değilse nedir? Varlığını ve geleceğini teslimiyet ve tasfiyeciliğe yamanmakta bulanların geleceği olabilir mi? Daha da önemlisi kendilerine ait bir yerleri, duruşları ve siyasetleri olabilir mi?

Devrimci tutsaklar, 19-22 Aralık katliamı karşısında ölümüne direndiler, gerçekten de destan yarattılar. 28 şehit ve onlarca yaralı pahasına bunu gerçekleştirdiler. Bu direnişte Sultan SARI ve Fahri SARI adlı arkadaşlarımız devrimci çizgimizi en iyi şekilde temsil ederek ölümsüzleştiler. Sultan, Fahri ve diğer onlarca devrim şehidi devrim, özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm davasında ısrarı, sonuna kadar yürümeyi anlatmaktadırlar. Özellikle bu yenilgi, gericilik ve tasfiye sürecinde devrimci ilkeler ve kimlikte ölümüne ısrar, bu büyük direnişlerimizin öğrettiği ve her koşul altında mutlaka yerine getirilmesi gereken en temel derstir. Bu dönemde en önemli nokta budur. Dönemin görevi de budur! Devrimci çizgide ve devrimci ilkede ödünsüz bir direniş, işte Sultanların, Fahrilerin ve yüzü aşan son zindan direniş şehitlerimizin işaret ettiği temel görev budur!

Devlet, tarihinin en büyük ve vahşi zindan katliamını gerçekleştirdi, gerçek yüzünü, kimliğini ve niteliklerini gösterdi. Bu katliamı unutmamak gerekir. Bu katliamı ve dolayısıyla gerçek devleti unutanlar devrimci siyaset yürütemezler, ancak içi boş reformlarla kendini avuturlar.

F Tipi zindanlar politikası hala bütün şiddetiyle sürdürülüyor. Buna karşı direnişler de… Ama daha çok sınırlandırılmış, etkisi azaltılmış, genel kamuoyu tepkisizleştirilmiş olarak. Kuşkusuz F Tiplerine karşı direnmek esastır. Ancak bu direniş uzun vadeli bir stratejiye, kendi içinde esnek yöntemlere sahip mücadele taktiklerine sahip olmak durumundadır. Dikkat edilirse özel savaş rejiminin F Tiplerini oturtmak, direnişleri kırmak, içten yozlaştırmak için sayısız yöntem deniyor, sayısız manevra çeviriyor.

Devrimci güçlerin de öncelikle süreci daha soğukkanlı değerlendirmeleri, direniş süreciyle ilgili siyasal bir muhasebe yapmaları gerekmiyor mu? Bunun zamanı değil mi? Elbette kırıp dökmeden, devrimci değerlere özenle sahip çıkarak bu yapılmalı. Direnişlerde yeni açılımlar yapmak ve kendini aşmak için bu kaçınılmazdır. Devrimci değerlere sahip çıkmanın, şehitlerin anılarını yaşatmanın ve amaçlarını gerçekleştirmenin yolu da buradan geçer. Yoksa sonuçsuz kendini tekrardan değil…

(…)

Kısacası bu süreç ayrıştırıcı, netleştirici bir rol oynadı, diri, yaşayan yanlarla ölen, çürüyen yanları kesin bir biçimde ayrıştırdı ve netleştirdi…

19-22 Aralık Katliamını lanetle anmak ve 19-22 Aralık Zindan devrimci direnişçiliğinin güncel temsilini yapmak çok önemli. Bu, devrimci yurtseverliğin kaçınılmaz bir gereğidir. Ama bunun için bu iki yıllık sürecin ayrıntılı bir değerlendirmesini yapmak ve temel derslerini bilince çıkarmak gerekir.”

 

III.

Sonuç Yerine

 

19 Aralık Katliamının üzerinde tam üç yıl geçtikten sonra Türk devleti, yeni bir operasyon başlattı. Bu kez sıra devletten af dilemeyi bekleyenlerdi, bunu “barış süreci” saptırmasıyla yapanlardaydı. Elbette İmralı çizgisinin bir gereği olarak direnmeyecek, devlete zorluk çıkarmadan D ve F tiplerine gideceklerdi. Gerçi oyalayıcı ve hiç bir politik değeri olmayan bir kaç günlük açlık grevleri yapacak, ailelere ve insan hakları çevrelerine “direniş” çağrılarını yapacaklardı. Ama bunlar görüntüyü kurtaramaya bile yetmeyecekti. Bu etkisizlik o kadar belirgindi ki, Kongra-Gel’in kimi yönetenleri bile bu durumu eleştirmekten geri durmuyordu. Tutsaklara ve yakınlarına daha etkili direnme çağrısı yapıyorlardı. Ancak bu çağrıların hiç bir politik anlamı yoktu. İmralı çizgisi reddedilmeden, daha doğrusu ZDK tasfiyeciliği ve sonuçları devrimci bir bakışla aşılmadan direniş çağrıları direnişle alay etmekten başka bir şey değildir.

Hiç kuşkusuz TC’nin zindan saldırıları devam edecek, hem de daha da boyutlanarak… Tecrit ve teslim alma politikası Tek Tip elbise, “yeni” infaz yasaları ile yeni boyutlar kazanacaktır. Bu saldırılara, teslimiyetçi anlayışlara karşı yapılması gereken bellidir:

Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin ve diğer binlerce direnişçinin çizgisini günün koşullarına göre kararlı, ödünsüz ve etkili bir biçimde uygulamak! Bunun yolu ise teslimiyet sürecini bütün boyutlarıyla değerlendirmek ve bilince çıkarmaktan geçer…

Şu anda İmralı tasfiyeciliğinin etkisinde olan tutsakların yapması gereken de bundan başkası değildir!

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter