Read Time:25 Minute, 55 Second
HALK KONGRESİ Mİ, HALKA İHANET Mİ?
M. Can YÜCE
I.
İhanetin Dibe Vuruşu: Kongra –Gel
İmralı Partisi KADEK, ancak 1 yıl 6 ay 22 gün yaşadı. Tabii buna gerçek anlamda yaşam denilirse… 4 Nisan 2002 tarihinde devrim cenazesi üzerinde kurulan KADEK, 26 Ekim 2003 tarihinde feshedildi.
Neden? Ne yapılmak isteniyor, nereye varılmak isteniyor?
Esas olarak bu sorular üzerinde durmak, yanıtlarını araştırmak ve gelinen noktada çözümün ne ve nerede olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekecek…
İmralı Partisi Kadek’in fesih kararı şaşırtıcı değil, mantıki sonucuna gidişi anlatıyor…
Aslında İmralı teslimiyeti, ihaneti ve tasfiyeciliği tarihimize, değerlerimize ve geleceğimize dayatılan çok kapsamlı stratejik bir saldırıdır. Bu karşı-devrim ve Kürdistan karşıtı strateji yıllardır adım adım uygulanıyor. Belli bir noktaya gelmekle birlikte Kürdistan sorununun karmaşık ve çelişik boyutları nedeniyle istenilen hedefe ulaşmış değildir.
Temel hedef, Kürt halkının kazandığı bilinç, bellek, ruh, değerler ve temel kazanımlarını ortadan kaldırmak, Kürt halkını “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesinin değişmez bir payandası haline getirmektir! Bu, aynı zamanda Kürdistan halkının özgür geleceğini, bu doğrultudaki istemlerini ipotek altına almak anlamına da geliyor… “Fırsat verilirse hizmet etmeye hazırım” sözünün anlamı da bu stratejik hedefe oturuyor, onun Kürt ayağını oluşturuyordu. Ayrıntıya girmiyoruz, bu konuda sayısız kez yazıldı, çizildi. İmralı çizgisinin ne anlama geldiği konusunda aydınlatılmayan bir noktanın kaldığını sanmıyoruz… Ancak, gerçeklik böyle olmasına rağmen aydınlatma hareketinin politik bir çizgi ve harekete dönüştüğünü söylemek de mümkün değildir.
Bu doğrultudaki çabalar devam ediyor, ama ne yazık, bu çabalar günlük politikaya müdahale edecek düzeye ve güce ulaşmış değildir. Politik bir seçenek yaratma ve gelişmelere günlük olarak müdahale etme mücadelesinin bir parçası olarak aydınlatma, halkımıza gerçekleri gösterme ve devrimci yurtsever değerlerine ve geleceğine sahip çıkma çağrılarını daha da derinleştirme çabalarını sürdürmemiz gerekmektedir.
Tüm değerlerin tasfiyesi, ulusal bilincin katli, belleğin silinmesi, devrimci yurtsever ruhun öldürülmesi, özgür geleceğe ipoteğin konulması sözü verilmişti. Bu hedef doğrultusunda sayısız teorik ve pratik adım atıldı. PKK 7. Kongresi ve bu platformda kabul edilen program, 8. Kongre ve PKK’nin feshi ve yerine KADEK’in kurulması, tasfiyeciliğin resmi durakları niteliğindedirler. Bu duraklar cenaze töreni ve tasfiyeciliğin daha da dibe vuruluşunu simgelemektedir.
Öcalan ve onun tapınmacıları, Türk devletine ve dünya sisteminin tek lideri ABD emperyalizmine, “Biz denileni yapıyoruz, üstümüze düşeni yaptık, yapmaya da devam edeceğiz, bunu pratiğimizle kanıtladık. Siz de üzerinize düşeni yapın. İstediğimiz çok şey yok. Yasallaşmak, düzen ve sistem içinde kendimize mütevazı bir yer edinmek istiyoruz. Yani bir biçimiyle af edilmek istiyoruz!”
Yani ne kadar değiştiklerini, demokratikleştiklerini, temel davalarından nasıl vazgeçtiklerini, nasıl sistemin güçlendirici bir parçası olmak istediklerini döne döne anlatmak istiyorlar, kendilerini kanıtlamak için renkten renge girmeye çalışıyorlar. Ancak bütün bu yalvarmalarına, tasfiyeci çabalarına, bir halkın değerlerini katletmelerine ve mücadele enerjilerini boşa akıtmalarına rağmen TC ve ABD kendilerini af etmiyor, dizleri üzerinde yalvarmalarına aldırış etmiyor…
Bundan daha utanç verici bir durum olmaz!
Kürt halkı bunu hiçbir zaman hak etmedi, bu kadar mücadele ve bedel bunun için verilmedi!
KADEK, bir cenaze üzerine ve bir cenaze töreniyle kuruldu. Bu, özgür bir iradenin değil, teslim alınmış ve Genelkurmay tarafından yönetilen bir iradenin ürünüydü. Temel işlevi tasfiyeciliği mantıki sonucuna ulaştırmaktı.
Ama KAADEK, başarılı olmadı, kendilerinin deyimiyle “dar” geldi, ya da iktidar güçlerinin istemlerine tam yanıt vermedi. Bir de ABD emperyalizminin Irak işgali ve bunun Ortadoğu dengelerine getirdiği çok farklı boyutlar vardı. Buna da ayak uydurmak, daha doğru bir değişle ABD’nin Kuzey Kürdistan ayağı olmak istiyorlardı. Bununla canlı cenaze haline gelmiş konumlarını sürdürebileceklerini düşünüyorlardı. Açıkladıkları fesih bildirisinde de bunu net olarak ifade ediyorlar. Kısaca şöyle:
“Oybirliği ile alınan kararda, KADEK’in feshedilmesi somut olarak şu gerekçelere dayandırıldı:
"1. Demokratik ekolojik sisteme denk düşecek yeni bir örgütsel yapılanmanın yolunu açmak;
2. Kapsayıcı, demokratik, özgür katılıma imkan veren ve Leninist Parti etkilerini aşan yeni bir yapılanmaya yol açmak;
3. Bu temelde Kürt halkını temsil edebilecek, uluslararası kriterlere uygun, meşru, demokratik ve yasal siyaset yapabilen bir muhataplık durumunun gelişmesinin yolunu açmak;
4. Egemen ulus-devletlerle Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü gerçekleştirmek için KADEK örgütsel varlığına son verir." (12 Kasım 2003 Özgür Politika)
Çok açık, bütün mesele düzenle ve uluslararası sistemle bütünleşmektir, daha doğrusu kendisini onlara kanıtlamak ve kabul edilebilir bir noktaya getirmektir!
KADEK’in feshinden sonra atılacak adım da bellidir: KNK ile birleşmek ve yeni bir ad ve yapı ile sistem açısından meşruiyet kazanmaktır. Kürt sorunu ve etki altına alınan Kürt hareketini tümden tasfiye etmek, her şeye rağmen geriye kalan kalıntılarını ise “sivil” ve “çevreci” bir çizgide tutmak ve çürütmektir.
Bu yeni dibe vuruş durağında TC ve ABD, yeni “oluşumu” yasallaştırma konusunda adım atabilirse, bu, pişmanlık yasasının dar bir yönetici kesim dışında daha da genişletilmesi ve bir ara basında yer alan “İskandinavya formülü”nün işletilmesi anlamına gelebilir. Bu durumda bir fesih hikayesinin arka planı da çok daha net aydınlanmış olur.
Evet, tasfiyecilikte yeni bir dibe vuruş ile, Kürt halkının değerleri ve geleceği üzerinde oynanan oyunun başka bir perdesiyle karşı karşıyayız. Bu oyunun figüranlarının yüzü TC ve emperyalizme dönüktür, bütün hesapları kendilerini onlara kanıtlamak ve kabul ettirmektir. Bu kabul ediliş karşısında tasfiyeci ve karşı-devrimci rollerine devam edecekleri de çok açıktır.
Onlar, rollerini oynuyorlar. Bütün dertleri yasallaşmak ve düzene kabul edilmek! Bu çok açık. Bunlar biliniyor ve bilinenleri söylemek bir şeydir; ama tek başına bir şey değildir. Bu gerçekleri açıklama işi devrimci bir seçenek oluşturma ve gündeme dayatma çabalarının bir parçası olarak yapıldığında anlamlıdır, değerlidir. Bütün mesele de bunda düğümleniyor.
Devrimci yurtseverler, sosyalist yurtseverlerin bütün çabası da bu nokta üzerinde yoğunlaşıyor!..
II.
Kongra -Gel Programı
Teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğin geldiği son durağın adı Kongra-Gel’dir. Ulusal kurtuluş mücadelesi açısından bu son durağın ne anlama geldiğini yukarda kısaca değerlendirdir . Bu konu önemli, çok yönlü bir saldırı, çok kapsamlı bir tasfiye hareketiyle karşı karşıyayız. O nedenle Kongra-Gel’in programı ve genel hedefleri üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor.
Açık ki devlete ve sisteme verdikleri söz doğrultusunda davranıyorlar. Daha doğru bir değişle kendilerine dikte ettirilen stratejiyi uyguluyorlar, adım adım… Karşılığında ise istedikleri tek bir şey var: Düzene kabul edilmek, yani af edilmek! Bunun için ne kadar değiştiklerini, ne kadar demokratikleştiklerini, temel davalarından nasıl vazgeçtiklerini, nasıl sistemin güçlendirici bir parçası olmak istediklerini döne döne anlatmak istiyorlar, kendilerini kanıtlamak için renkten renge girmeye çalışıyorlar. Ama bütün bu duruşları ve çabaları kendilerinin af edilmelerine yetmiyor. Gerçekliğin en kaba ve yalın özeti bu olmasına rağmen gerçekliği halkımıza farklı anlatmaya ve göstermeye çalışıyorlar. Dolayısıyla bu noktada tasfiyeciliğin gerçek yüzünü teşhir etmeyi sürdürmemiz gerekiyor.
Kuşkusuz sıradan bir tasfiye hareketiyle karşı karşıya değiliz. Tasfiye edilmek istenen hareketin karmaşık ve çelişik boyutları, denetlenmesi güç dinamikleri var. Bu da tasfiye hareketine daha ciddi ve kapsamlı yaklaşmayı gerektiriyor.
Evet, var olan değerlerimizi, kazanılan mevzileri, başta bilinçlerde ve ruhta yok etmek istiyorlar, bunu sistematik bir biçimde yapıyorlar. Ama bu kadarını vurgulamak sadece gerçekliğin özüne dokunmak anlamına geliyor. Bunun nasıl ve hangi araçlarla yapıldığı, yapılmak istendiği sorularının yanıtına da bakmak gerekir. Bu soruların yanıtı Kongra-Gel programında, tüzüğünde, bunu şekillendiren “ideolojik çizgide”, örgütsel bileşiminde ve gerçekleşme zemininde gizlidir. Kısaca programına bakalım:
Bir “Önsöz” ile başlayan program, dünya ve çağ değerlendirmesiyle devam ediyor. Bu bölümde bu dünyada durdukları, durmak istedikleri yeri anlatmaya ve ideolojik bir temele oturtmaya çalışıyorlar.
“Küresel çapta ortaya çıkan yeni gelişme düzeyi, XX. Yüzyıl ve öncesine ait klasik sınıf ve toplum tahlillerini, düşünce kalıplarını ve bunlara göre biçimlenen sistemleri aşılmakla yüz yüze bırakmıştır. Bunun bir sonucu olarak demokrasi ve evrensel insanlık değerlerini içermeyen reel sosyalizmin çözülüşü yaşanırken, küreselleşen kapitalist sistem kendisini “yenileyerek” varlığını sürdürme çabasına girmiştir. Klasik ve yeni sömürgecilik biçimleri ile bunalımını aşamayacağını gören emperyalizm, bilimsel teknolojik devrimin sonuçları temelinde, egemenliğini demokratik normlara büründürerek, kapitalizmi reformasyon yoluyla demokratik uygarlığa doğru evrime yöneltmektedir.
Küresel düzeyde sermayenin yeni egemenliğini sağlamaya çalışan emperyalizm bunun önünde engel teşkil eden ulus-devlet ve çağ dışı tüm teokratik,monarşik ve oligarşik yapıları aşma zorunluluğu duymaktadır.Tarihte ilk defa hegamon sistemle karşıtları arasında insan hakları, demokrasi ve ekolojik konularda geniş bir konsensüs oluşmuş bulunmaktadır. Sınırlı bir uygulama gücü de olsa, kamuoyunun gittikçe artan tepkisi tüm toplumsal güçleri temel konsensüslere zorlamaktadır” (Konga-Gel programından)
Kavram olarak “emperyalizm” kavramının kullanılması şaşırtıcı olmamalıdır. Özü boşaltılan bu kavram ile devrimci kökenden gelenlerin ağzına bir parmak bal çalınmak istenmektedir. Kapitalist emperyalist sisteme bu övgülerin yapılması, globalizmin bu kadar kaba ve günlük gerçeklerle alay ederek teorileştirilmesi boşuna değildir. Bu, bir ideolojik tercihtir. “Demokratik Uygarlık Çağı” olarak yüceltilen, ulaşılması gereken temel hedef olarak gösterilen emperyalist barbarizmin ne olduğunu günlük olarak görmek mümkün değil mi? Bunun için sıradan gazete okuyucusu, TV izleyicisi ve radyo dinleyicisi olmak yeterlidir.
“ABD ve İngiltere’nin Irak şahsında Ortadoğu’ya yönelik gerçekleştirdikleri müdahale, bu gelişim sürecinin en önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Tarihi kökleri çok derin olan Ortadoğu’daki teokratik, oligarşik ve otokratik rejimler, dar milliyetçi, dini fanatik zihniyet yapısı ve oluşumlar, halkların demokratik özgür gelişmesi önünde büyük engel teşkil ettikleri gibi, uluslararası sermaye ve emperyalist hakimiyet açısından da aşılması zorunlu engeller durumundadır. İç dinamikleri ile demokratik değişim-dönüşüm yeteneğini gösteremeyen Ortadoğu rejimleri, dış dinamiklerin müdahalesi ile böyle bir sürece girmiştir. Bu müdahale sonuçları dünya çapında etkili olacak yeni bir dönem başlatırken demokratik güçlerin ve gelişmenin de yolunu açmıştır.
Yeni durum bölgede değişimden yana olan güçlerle statükoyu korumaya çalışan güçler arasında kapsamlı ve yoğun bir mücadele ortaya çıkarmıştır.” (Konga-Gel Programından)
Irak işgali, ABD’nin Ortadoğu ve Dünya hegemonya stratejisi bu sözlerle değerlendiriliyor, hegemonya savaşı, saldırganlığı meşrulaştırıyor ve bu “müdahalenin” Kürtleri de kurtuluşa götürecek “çözüm” olduğu tumturaklı laflarla anlatılmaya çalışılıyor. Elbette bunları salt bir övgü, tumturaklı laf yığını olarak değerlendirmemek gerekir. Öncelikle bir taraf olma durumu, bir ideolojik ve politik tercih ortaya konuluyor. Bu, emperyalist sistem ve onun saldırgan jandarmasının yanında yer alma, onun işbirlikçiliğine soyunma duruşunu “teorik ve politik gerekçeleriyle” ilan etme tutumundan başka bir şey değildir. Efendinin, işbirlikçiliğe soyunan bu “aday”ın bu istemini kabul edip etmeyeceği ayrı bir konudur. Ancak açıkça “biz sizden yanayız, yeter ki bizi kabul edin” diyorlar, bunu herhangi bir platformda değil, resmi bağlayıcı bir metinde dile getiriyorlar.
İkincisi bu, salt bir duruş beyanı değil, aynı zamanda böyle bir hareket, böyle bir siyasal ve toplumsal temel yaratma sözüdür de! Başka bir ifadeyle Kongra-Gel programı ve kararları, Kürt egemen sınıflarına dayalı, onların damgasını taşıyan bir işbirlikçi hareket haline gelme iddiası ve kararından başka bir şey değildir! ABD’ye “sizin Kuzey ayağınız olmaya hazırız. İşte Programımız, işte yeni örgütsel yapımız ve kadro bileşimimiz bunun somut belgelenmesi değilse nedir”diyorlar…
“ABD ve İsrail’in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Stratejik, kalıcı ve giderek tüm Kürtleri bağrında toplayacak tarihi önemde bir gelişmedir. Ortadoğu’nun değiştirilmesinde Kürtler başta gelen güç olarak görülmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır.” (Kongra-Gel Programından)
ABD işbirlikçiliğine soyunmanın bundan daha somut ve yalın bir ifadesi olabilir mi? Bu sözlerle Kürtler ikna edilmeye, işbirlikçi düşünce ve hareketin ideolojik ve politik temelleri geliştirilmeye çalışılıyor…
Dikkat edilirse, burada salt bugüne kadar bilinç, bellek ve ruh düzeylerinde yaratılan devrimci yurtsever değerler katledilmiyor, aynı zamanda yerine işbirlikçi, teslimiyetçi bilinç ve ruh konulmaya çalışılıyor. Bu, geleceğimiz üzerine nasıl tehlikeli bir ipoteğin konulmak istendiğinin de somut bir göstergesidir.
ABD işbirlikçiliğine soyunma tutumuyla TC’nin yerel ayağı olma tutumu arasında bir çelişki yoktur, olsa da bu esasa, temel noktalara ilişkin bir durum değildir. Kongra-Gel, ABD işbirlikçiliği ile TC işbirlikçiliğini kendi kişiliğinde birleştirmek, kendi çizgisinde bir senteze ulaştırmak kararında görünüyor. Zaten onlar Kürt sorunu ve dinamiklerini iğdiş etmeyi, iktidarsızlaştırmayı, sıradan bazı kültürel kırıntılara indirgemeyi öteden beri savunageliyorlar. “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” nin yılmaz bekçileri olduklarını sayısız kez tekrarlamışlardır. Bunu “yeni” programlarında saklısız gizlisiz bir biçimde dile getiriyorlar.
“Kürt demokrasi hareketi, içinde yer aldığı devletleri yıkmak gibi bir amacı taşımaz. Bu devletlere yönelik tavrı kendine yönelik demokratik duyarlılıktır. Bölücülük veya ayrımcılığı değil, tam tersine özgür demokratik birliğe dayanan güçlü ülke ve devlet bütünlüğünü amaçlar. Bu yaklaşıma hem Kürtler hem de komşu ulus devletler şiddetle muhtaçtır. Çünkü bu çözüm, bir yandan çok tehlikeli milliyetçi eğilimlerin karşılıklı şiddet yöntemleriyle muazzam güç kaybına yol açmasını önlüyor, bir yandan da kriz içindeki soruna kansız, bütünlüğe hizmet eden bir çözüm yöntemi geliştirerek güç kaynağına dönüştürüyor. Büyük yaratıcı değeri buradadır.” Kongra-Gel Programından)
Bu sözleri çok öykündükleri herhangi bir “sivil toplum kurum”un herhangi bir program ve tüzüğünden çok daha geridir. Resmi ideoloji savunucuları bile “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesini bu kadar “iyi” formüle edemezlerdi. “Bizim” tasfiyecilerimiz “Kürt sorunun konuluşunu ve çözümünü” ise şu “veciz” sözlerle dile getiriyorlar:
“1- Türkiye’nin Kürt Sorunu Ve Demokratik Çözüm
Türkiye’de Kürt sorunu esas olarak milliyetçilik, inkar, isyan ve tenkil döneminin ortaya çıkardığı bir sorundur. Sorunun çözümü zihniyet ve politika değişikliği olmaksızın mümkün değildir. Milliyetçiliğin yerine demokrasi, inkar ve tenkil yerine kabul ve uzlaşı geçirilirse sorun rahatlıkla çözülebilir. Ancak dar ve şoven milliyetçi yaklaşım ile Cumhuriyet’e hakim olan otoriter ve oligarşik yapı bu çözümü engellemiştir. Sonuç Türkiye’nin topyekun bir bunalıma girmesidir. Ama, artık Türkiye demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünde bir dönemeci yaşamaktadır. Mevcut bunalımdan çıkabilmek için demokratik dönüşüm zorunludur. Bu da her şeyin kilitlendiği Kürt sorununda demokratik çözümü geliştirerek olur. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, ulusal ve siyasal gelişme düzeyi, AB’ye giriş süreci ve bölgede yaşanan ABD müdahalesinin yarattığı sonuçlar dikkate alındığında Türkiye’nin Kürt sorununu çözecek bir noktaya doğru zorlandığı görülecektir. Bütün bunlar temelinde çeşitli zorluklarla da ilerlese, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözüm sürecinin başladığı açıktır.
Türkiye üst kimliği çerçevesinde, yönetimde ve yaşamda tam demokrasi oturtularak, dil ve kültür özgürlüğü her alanda yaratılarak demokratik çözüm gerçekleştirilecektir.”
Kürt sorununu TC’nin bilinçli olarak tasarlanmış inkar, imha ve sömürgecilik programı değil, ne idüğü belirsiz “milliyetçilik” ve “Kürt isyanları olmasaydı Cumhuriyet inkar ve tenkile yönelmeyecekti” biçimindeki Öcalan’ın resmi tezleri tekrarlayan mahkeme ifadesinin başka tarzda bir tekrarı olan “inkar, isyan ve tenkil dönemi” ortaya çıkarmış!
Çözüm mü? İşte sihirli formül: “Türkiye üst kimliği çerçevesinde, yönetimde ve yaşamda tam demokrasi oturtularak, dil ve kültür özgürlüğü her alanda yaratılarak demokratik çözüm gerçekleştirilecektir.”
“Türkiye üst kimliği” hiç yabancısı olmadığımız bir kavram. Doğu Ergillerin, Sabancıların, SHPlilerin kulakları çınlasın! Onların yayınladığı raporlarda bu kavram bu programdan daha “iyi” formüle edilmişti!
Nerden nereye?
Daha da ayrıntılarıyla açıklamak mümkün. Ama bu kadarı yeterlidir. Devrimci sınıf bilinci, devrimci yurtsever bilinç ve ruhu katletme, onun yerine kaba bir Amerikancılık, globalizmin beyinlere yerleştirilmesi, işbirlikçi bir Kürt hareketi geliştirme, işte Kongra-Gel programı ve pratiğinin en kaba özeti budur!
Kogra-Gel işbirlikçi Kürt egemen sınıflarının etkili politik bir hareketi olabilir mi? Bunun olanakları ve güçlükleri nelerdir? İşbirlikçilik ve demokrasi, sistemden yana olma ile demokratlık yan yana olabilir mi? Globalizm ile demokratlık yan yana olabilir mi?
Bu sorular tartışmayı gerektiriyor…
III.
Kongra – Gel’in Hedefleri ve Açmazları…
Yukarda Kongra’Gel’in anlamını ve programının özünü kısaca anlatmaya çalışmıştık. Tekrarlamak gerekirse; Kongra-Gel, teslimiyet ve tasfiyecilikte gelinen son noktalardan biridir. Kongra-Gal’in amacı kendisini düzene kabul ettirmek, bir af karşılığında sistemin hizmetinde siyaset yapmaktır. İmralı’da üretilen ideoloji ve programın özü budur. Bunu en son Kongra-Gel’in programında somut olarak görmek mümkündür.
Belli kırıntılar karşılığında devrimci değerleri tasfiye etme, Kürt halkının gelecek dinamikleri ve umudu üzerinde tam denetim sağlama, Kongra-Gelin özü budur! Evet, ama bunu uzun vadede varlığını koruyarak nasıl yapılabilir? Bu sorunun yanıtını nasıl veriyorlar, bunun için ne yapıyorlar? Kısaca yanıtlamak gerekirse;
Belli ki Öcalan ve partisi, tasfiyeciliğin karşılığında belli bir rol istiyor. İstedikleri rol Ortadoğu çapında işbirlikçi bir roldür. Bunun için ideolojik, politik tasfiye gerçekleştirildi. Bununla yetinilmedi, aynı zamanda tersine dönüş için ne gerekiyorsa o yapıldı. Onlar bunu “değişim ve dönüşüm” olarak yansıtmaya özen gösteriyorlar. Gücü, olanakları ve bir bakıma süreç içinde oluşan iktidarı hiç bir ölçü tanımadan ellerinde tutmaya özel bir dikkat gösterdiler. Gelinen noktada ise bundan “feragat” etmeye başladıkları yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır. Ortada bir feragatten çok tersine dönüşümden, “eskiye” ait ne varsa, ne sistemin gözünü tırmalıyorsa onları bir kenara atma tutumu söz konusudur. Çünkü önemli olan kabul edilmek ve işbirlikçi bir rol koparmaktır.
Ne var ki bütün bunların TC ve ABD tarafından kabul görmediği ortadadır. Bu durum, aynı zamanda İmralı partisinin açmazını da anlatmaktadır. TC, ideolojik ve politik teslimiyetin fiziki teslimiyetle tamamlanmasını istiyor. Geleneksel, tenkil ve diz çöktürerek topluma salmak istiyor. Kongra-Gel ise ideolojik ve politik teslimiyete, “evet” diyor. Ancak yine onların çizgisinde bir rol üstlenmek istiyor. Kongra-Gel türünde “daha geniş ve kabul edilebilir” örgütsel biçime gidişin temelinde de bu anlattığımız noktalar var.
Bir kez daha gördüler ki tüm ısrarlı istemlerine rağmen sistem kendilerini kabul etmeye hazır değil, kendilerine yakın gelecekte bir rol de vermeyecek. Ama kendileri ayakta kalmak, belli bir sosyal sınıfa dayalı siyaset yapak istiyorlar. Kendini kabul ettirme sürecini, tersine dönüşümü tamamlama süreci olarak değerlendirmek istiyorlar.
Bunun anlamı çok açık: Kürt egemen sınıflarına dayalı işbirlikçi bir politik hareket haline gelme hedefi, Kogra-Gelin temel hedefidir! Bu, aynı zamanda tasfiyecilik sürecinin tamamlanması, bunun işbirlikçi bir hareket olarak ete kemiğe bürünmesidir!
Dikkate edilirse bir yandan “eskiye” ait ne varsa atılırken, “eski”yi çağrıştıracak ne kalmışsa silinmeye çalışılırken, bir yandan da işbirlikçi egemen sınıf hareketinin örgütü, kadroları ve politik zemini yaratılmaya çalışılıyor.
Özellikle ABD’nin Irak işgali, Güneydeki geleneksel çizgilerin ABD stratejisinde etkin rol almaları, “bizimkilerin” de iştahını kabartmıştır. Dün yerine dibine batırılan, işbirlikçilikle, ihanetle suçlanan KDP ve YNK, bugün öykünen, model alınan partiler haline geliyor. Bu, tarihin ironisi, belki de kötü bir rövanşı olmalı!
Ancak “bizimkilerin” tüm tutkulu istemlerine rağmen, Güney partileri, KDP ve YNK gibi bir hareket haline gelmeleri mümkün değildir. Bunun çok temel nedenleri var. TC ve ABD’nin tutumu bu nedenlerden ikisi olmakla birlikte bu olanaksızlığı salt bunlarla açıklamak mümkün değildir. Kongra-Gelin bir KDP ve YNK haline gelememesinin çok temel tarihsel, toplumsal ve politik nedenleri var. Bunları satır başlıkları biçiminde özetlememiz gerekiyor.
Öncelikle Kuzey Kürdistan’daki egemen sınıflar 1940’lı yıllara kadar süren tenkil, sürgün ve tasfiye hareketiyle politik olarak dağıtıldılar, alınan çok yönlü tedbirlerle bir daha kendilerini toparlamaları büyük ölçüde olanaksızlaştırıldı. Ekonomik olarak kendi sistemlerine eklemlendiler, politik olarak kendi partilerinin basit bir eklentileri haline getirildiler. Devrimci mücadele süreciyle birlikte Kürt egemen ve orta sınıflardan gelen unsurların hemen hemen tümünün politik geçmişlerinde düzen partilerinin yerinin olması rastlantı değildir. Yıllarca DP, AP, DYP içinde “siyaset” yaptıktan ve Kürtlük belli bir değer kazandıktan sonra Kürt siyasetine soyunanların bugün herkesten daha fazla “yurtsever” pozlar takınması boşuna değildir. Bu gerçekliği unutup onların emirlerinde siyaset yapmayı “sol” geçmişlerine yakıştıranları da sadece not etmekle yetinelim. Melik Fıratlar, Şerafettin Elçiler, Ahmet Türkler, Sakıklar ve diğerleri, Dep ve Hadep’te yöneticilik yapan önemli bir çoğunluk, 1990’lı yıllara kadar düzen partileri içinde sıradan bir rol üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra ise devrimci mücadelenin orasına burasına tutunarak politika yapmaya başladılar. Ş. Elçi ise karşıt bir konumda durarak “Kürtlük” adına politika sahnesinde boy verdi…
Ancak görüldü ki bu kadroların hiç biri içinden geldikleri sınıf adına bağımsız, kişilikli bir politika yapamadılar, politik bir harekete dönüşemediler. İster taraftar olsun, ister karşıt konumda olsun, belli bir etki kazanabildilerse bu, daha çok devrimci mücadelenin yarattığı dengelerden kaynaklandı. “Devlet baskılarından dolayı Şerefattin Elçi Kuzeyin KDP’si olamadı” demek gerçeklere yüzeysel bakmaktan başka bir şey değildir.
Tenkil ve sürgün hareketleriyle, kendi içine alarak eritme, daha doğrusu iğdiş etme politikalarıyla sınıf olarak dağıtılan, düzenle ilişkileri bireysel-ailesel ve aşiretsel düzeye indirgenen Kuzey Kürt egemen sınıflarının 1970’lere geldiğimizde bir Kürt sorunu, bir ulusal sorunları yoktu. Onlar birey, aile veya aşiret olarak, en genel anlamıyla sınıf olarak sömürgeci düzenin ülkemizdeki sosyal dayanağı haline gelmişti. Düzenle bin bir bağ içindeydiler ve öyle ki varlıkları düzenle kurdukları işbirliğine bağlanmıştı.
Bu, sömürgecilerin izledikleri çok bilinçli bir politikadır. Onlar biliyorlardı ki daha öncesinde ve 1920’lerde de görüldüğü gibi Kürt toplumunu ayaklandıracak neredeyse tek güç ve sınıf Kürt egemenleridir. Onların işi bitirildi mi, ya da düzenin basit bir eklentisi haline getirildi mi, sistemle ilişkileri sınıf düzeyinde değil, aile-birey düzeyine indirgendi mi Kürt sorununu tarihe gömmek daha da kolaylaşır.
1970’li yıllara kadar Kürdistan’da ciddi bir hareketlenmenin olmaması salt baskılarla açıklanamaz. En temel nedenlerden biri egemen sınıflarının anılan tarzda iğdiş edilmeleri ve böylece iç dinamiklerin dumura uğratılmasıdır. Ama ne zaman ki Kürdistan’da modern sınıflaşmaya ve sosyal gelişmeye benzer gelişmeler başladı ve bu gelişmeler diğer ideolojik ve politik hareketlerden etkilendi, işte o zaman Kürdistan’ın yeniden ayağa kalkışına tanık oluyoruz.
Güney Kürdistan’da gelişmeler daha farklı seyretmiştir. Irak sömürgeciliği Kürt egemen sınıflarının önderlik ettiği hareketleri tam anlamıyla bastırıp tasfiye edememiş, örgütlerini dağıtamamış ve politik etkilerini yok edememiştir. Oysa Kuzeyde bu süreç 1940’lara gelindiğinde hemen hemen tamamlanmıştır. Dolayısıyla tüm yenilgilere ve ağır kayıplara rağmen KDP ve daha sonra aynı kökenden gelen YNK Güneyin Kürt egemen sınıflarının partileri olarak varlıkları sürdürmüşlerdir. Yabancı dengelere oynamayı temel siyaset çizgisi haline getiren bu partiler, egemen bölge ve dünya dengeleriyle esasta karşı karşıya gelmemişler, tersine esen rüzgara göre yön almayı becermişlerdir.
Ancak Kuzeyde böyle bir egemen sınıf hareketi olmadı. Bugün tasfiye ve tersine dönüş hareketi ile böyle örgütlü, sistemin bir ayağı olabilecek bir hareket yaratılmak isteniyor, Kongra-Gel de bunun örgütsel formu olarak düşünülüyor.
Ama bu pek olanaklı görünmüyor. Bunun kadrosu da yok. Kongra-Gelin başkanına bakın. Tek başına bırakılsa kendisini bile idare etmekten acizdir. Hangi birinin kendilerine ait iradeleri var? Bu sözlerimizi, tek tek kişilerin kişiliklerinden bağımsız olarak, egemen sınıf kadrolarının durumunu daha iyi anlatmak için belirtiyoruz.
Dikkat edilsin, Kuzeydeki egemen sınıf siyasetçileri mücadelemizle birlikte belirmeye başladılar, ancak hep onun gölgesinde kaldılar. Bağımsız duruşları ve iradeleri hiç olmadı, fırsat bulduklarında küçük siyasal ayak oyunlarından uzak durmadılar. Hadep içinde yöneticilik yapanların ezici çoğunluğunun durumu budur. Aslında Öcalan 1990’lardan bu yana Kürt orta ve egemen sınıflarına alan açtı, onları kendi sosyal dayanağı ve politik zemini haline getirmeye çalıştı. Ama onlar hep iradesiz kaldılar. Bağımsız politik güç haline gelme olanakları da yoktu. Öcalan sisteminin kendisi bunu olanaksızlaştırıyordu.
Zaten Öcalan sistemi varlığını ve egemenliğini sürdürdüğü sürece Kongra-Gel ve daha sonra denenecek formların bağımsız siyaset ve siyasetçi üretmesi olanaksız düzeyinde güçtür!
Bütün bu etkenleri birlikte değerlendirdiğimizde Kuzeyin egemen sınıf hareketini geliştirmenin ne kadar güç olduğu ortadadır. Bu, aynı zamanda İmralı çizgisinin, tersine, karşıtına dönüşüm sürecinin açmazlarını anlatıyor!
Tabii aynı zamanda bu, emekçilere dayalı devrimci mücadelenin olanaklarına da işaret ediyor!