Read Time:19 Minute, 57 Second
BİLDİRGE’DEN:
GÜNEY KÜRDİSTAN VE DEVRİMCİ YAKLAŞIM…
GÜNEY KÜRDİSTAN VE DEVRİMCİ YAKLAŞIM…
b) Büyük Güneyin Sömürgeleştirilmesi ve Ulusal Kurtuluş Hareketi
“Türkiye ile İngiltere arasında varılan 1923 Lozan, 1926 Brüksel antlaşmaları sonucu, Güney Kürdistan’ın doğudaki büyük bölümü İngiltere’nin mandası altına girdi. İngilizler, uzun süren Irak hakimiyetleri döneminde, Kürtler ve Araplar üzerinde değişik politikalar uyguladılar. Esas olarak Arapları öne çıkarmakla birlikte, Arap kurtuluş hareketini frenlemek için, -Türkiye’de olduğu gibi- başarıya gitmemek şartıyla Kürdistan sorununu canlı tutmayı çıkarlarına uygun buldular. Tipik bir "böl-yönet" politikası ile kendi yönetimlerini sürdürdüler.
Kürdistan devrimci potansiyeliyle İngiliz çıkarları, tarihin hiçbir döneminde uyuşmadı. İngilizler, bağımsız bir Kürdistan’ın, Ortadoğu’daki çıkarları için en büyük tehlike olacağını çok iyi biliyorlardı. Feodal ve kompradorların sınıf çıkarlarıyla bağdaşmayan, dolayısıyla demokratik bir yapıya kavuşması kaçınılmaz olan bağımsız Kürdistan, emperyalizmin tüm Ortadoğu politikası için de en büyük tehlikedir. Parçalanmış, zaman zaman işbirlikçilerinden daha fazla taviz koparmak ve onları maşaları haline getirmek için bir koz olarak kullanılabilen bir Kürdistan, emperyalizmin çıkarları için en ideal olanıdır. Emperyalist basının sahte Kürt dostluğu da, temelinde böyle bir politikaya dayanır.
İngiliz manda rejimi altında yönetimdeki etkinlikleri sürekli artırılan taraf, feodal-komprador Arap kesimiydi. İngilizler ve onlara son derece bağlı olan bu kesimler, Kürdistan üzerindeki baskı ve sömürüyü oldukça artırdılar. Daha baştan itibaren bu baskı ve sömürüye karşı, Kürt feodal ve aşiret reisleri önderliğinde geliştirilen direnmeler ortaklaşa bastırıldı. Araplara karşı başarıya ulaşması çok kolay olacak olan bu direnmeler, İngiliz hava kuvvetleri tarafından etkisiz hale getiriliyordu.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra İngilizlerin dünya çapında geri plana düşmeleri, sosyalist ülkelerle ulusal kurtuluş hareketlerinin artan etkisi, içte ise Arap Baas partisi ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin kurulması, daha önce kurulmuş olan devrimci Irak Komünist Partisi gibi çeşitli güçlerin birleşik etkisi sonucu, Irak’ta devrimci hareket gelişmeye başladı. Bu mücadelenin ilk ürünü, İngiliz ajanı durumundaki Nuri El Said Paşa’nın halk tarafından linç edilmesi ile Irak’ın bağımsızlaşması ve daha demokratik bir hükümetin işbaşına geçmesi oldu. Ortadoğu halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmak amacıyla kurulan Bağdat Paktı’ndan (sonra CENTO) ayrılan Irak hükümeti, Kürtlere de sınırlı ulusal ve demokratik haklar vaat etti. Ancak Arap küçük-burjuvazisinin şoven karakteri ve o zaman Arap burjuvazisini temsilen başbakan Kasım’ın askeri diktatörlüğe yönelmesi, Irak’ın demokratikleşmesini engellemeye ve Kürtlere vaat edilen hakların çiğnenmesine yol açtı. Irak KDP ve IKP ile Baas partisinin gelişen mücadelesi, 1968’de yine demokratik görünümlü bir hükümetin ortaya çıkmasına yol açtı. Ama bu sefer de Baas’ın iktidardaki büyük etkinliği, "Demokratik Irak, Özerk Kürdistan" sloganını yine uygulanmaz hale getirdi. Yarı-burjuva, yarı-feodal Irak KDP’nin reformist karakteri, bağımsızlığa yönelmesini engelliyor, eğer uğruna savaşılsa birkaç defa kazanılması mümkün hale gelen "Bağımsız Kürdistan" sloganının hasır altı edilmesine yol açıyordu. Bu kaçan fırsatlardan sonra Irak KDP’nin emperyalizme yamanması ve Baas’ın da emperyalizme taviz vererek konumunu güçlendirmesi, 1974 yılında Kürtlerin ağır bir yenilgiye uğramasına neden oldu. Reformizmin dayandığı aşiretçi-feodal yapı sürekli emperyalizmle ve sömürgecilikle uzlaşma durumunda kaldıkça -ki kalacaktır- başka bir sonucun alınmasına olanak yoktur.
Günümüzde, revizyonist Irak Komünist Partisi’nin kuyrukçuluk yaptığı Baas diktası, Kürdistan’daki askeri işgalini sürdürmekte, Kürtleri Güney Irak’a mecburi iskana tabi tutmakta, "Arap Kemeri" projesini uygulamaya çalışmakta, başta petrol olmak üzere Kürdistan’ın kaynaklarını talan etmektedir. Bu şartlar altında, bu parçadaki halk için temel sorun, "Irak’a demokrasi, Kürdistan’a otonomi" gibi pratikte defalarca iflas etmiş ve büyük zararlara yol açmış bir slogan altında savaşmak değil, Irak Arap Cumhuriyeti ile bağımlılığa yol açan her türlü ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi ilişkiyi yıkmayı amaçlayan "Bağımsız Kürdistan" için savaşmak ve bu savaşın gerektirdiği ideolojik, örgütsel, siyasi ve askeri çalışmaları hızlandırmaktır.” (Kürdistan Devriminin Yolu, 1978)
1974 Cezayir bozgunundan sonra KDP çözülme sürecine girdi, kendi içinde ayrıştı. YNK bu süreçten sonra ortaya çıktı.
İran’da Şahlık rejiminin yıkılması sonu bölgede dengeler de değişmeye başladı. Bunu bilen Emperyalist sistem Saddam yönetimindeki Irak’ı İran’ın üzerine sürdü. 8 Yıl sürecek Irak-İran Savaşı böyle başladı. Bu savaş Güney Kürtleri açısından çok elverişli iç ve dış koşulların ortaya çıkmasına yol açtı. Ancak Güney Kürtleri ve onların temel örgütleri olan KDP ve YNK bu elverişli koşulları değerlendirme becerisini gösteremedikleri gibi, Halepçe Katliamı, Enfal katliamı gibi Kürtlerin ruhlarında derin bir yara açan katliamları önleyemediler. Dahası Cezayir yenilgisinden sonra 1988 bozgununun da önüne geçemediler. Kuşkusuz bu tarihsel olayların çok daha genişçe değerlendirilmesi gerekir. Ama bu, çok daha başka bir çalışmanın konusu olabilir.
I. Körfez Savaşında Saddam ordularının Kuveyt’te yenilgiye uğraması, Irak egemenliğinin son derece zayıflaması Güney Kürtlerinin harekete geçmesinde çok önemli bir etken oldu. Savaş ve bunun ortaya çıkardığı iç ve dış koşullar Kürtlerin bir kez daha ayaklanmalarını koşulladı . Ayaklanan Kürtler kısa sürede Irak ordularını yenilgiye uğratarak, Kürdistan’ın denetimini ellerine geçirdiler. Ayaklanma, daha çok eskiden Saddam ile işbirliği içinde olan ve “Müsteşar” olarak adlandırılan kesimin etkin rolüyle gerçekleşti. KDP ve YNK örgütleneme ve etkinlik bakımından güçsüz konumdaydılar. Bu partilerin etkinlik kazanması ayaklanmadan sonraki süreçte gerçekleşti. Bu noktada PKK’nin tutumuna da birkaç sözle değinmemiz gerekir. Aslında o dönemde PKK’nin Güneyde hatırı sayılır bir gerilla gücü vardı. Kuzeyde de serhildanlarla en güçlü dönemini yaşıyordu. Güneyde halk arasında belli bir etkinliği ve saygınlığı vardı. 1991 ayaklanması döneminde izleyeceği doğru politikalarla Güney ve Kuzeydeki gelişmeleri çok daha farklı etkileme şansına sahipti. Ancak bu tarihsel şansı tepti. Öcalan, Saddam ile geliştirdiği “taktik” ilişkinin bozulmasını istemiyordu. Bir de gelişmelerin büyümesi durumunda kendisini de aşabileceğini hesaplıyordu. Bu nedenle VI. Kongre kararlarına ve merkezin, savaş içindeki komutanların ısrarlarına rağmen Güneye ve ayaklanmaya genel olarak kayıtsız kalındı, gerekli destek sunulmadı. En örgütlü güçlerden biri olan PKK ayaklanmaya etkince katılsaydı, öncülüğü alması ve Güneyde halk iktidarlaşması çabalarına önayak olması işten bile olmayacaktı. Ancak tüm ısrarlı istemler Öcalan tarafından geri çevrilecek, ayaklanma ve halk kendi kaderiyle, daha sonra Saddam ordularının saldırıları karşısında yalnız bırakılacak ve gerilla daha çok silah toplatmakla oyalanacak ve böylece tarihsel bir fırsat heba edilecektir. Kısacası 1991 ayaklanması sürecinde Öcalan’ın kesin dayatmaları yüzenden PKK oynaması gereken rolü oynamadığı gibi, kayıtsız, “tarafsız” bir tutum takınarak tarihsel bir fırsatı heba etmiştir. Bu konuya PKK Muhasebesi bölümünde bir kez daha değinilecektir.
ABD emperyalizmi başta Kürtleri, Şiileri ve diğer halk gruplarını ayaklanmaya teşvik eden çağrılar yapmasına rağmen, Saddam rejiminin çökmesi durumunda Irak ve giderek Ortadoğu’da büyük bir kaosun başlayacağını, bu ortamda devrimci, yurtsever güçlerin büyük bir güç kazanacağını değerlendirerek Saddam’a ayaklanmaları bastırması için yeşil ışık yaktı. Zaten ABD, Sadddam rejimini yıkmak da istemiyordu. Sınırlandırılmış, boyun eğdirilmiş ve denetim altına alınmış bir Saddam kendilerinin politikalarına daha uygundu. Emperyalist güçlerden gerekli onayı ve desteği alan Saddam Şii ve Güney Kürdistan ayaklanmalarını kısa sürede bastırdı, hem de büyük katliamlar ve sindirme hareketleriyle birlikte… Halepçe deneyimini yaşayan Kürtler, Saddam’ın yeni katliamından çekinerek kitlesel olarak sömürge sınırlarına dayandılar. Kısa sürede yüz binleri bulan bir göç hareketi ne Türkiye’nin, ne İran’ın, ne de diğer emperyalist güçlerin altında kalkabileceği bir sorundu. Bu büyük insanlık dramının baş sorumlusu ABD ve diğer emperyalist devletler ile başta Irak olmak üzere sömürgeci devletlerin kendisiydi. Sınırlarda biriken yüz binlerin sorununa asgari düzeyde çözüm getirmek kaçınılmaz hale gelmişti. Bunun üzerine BM 42. Paralelin Kuzeyinde “Güvenlik Bölgesi” oluşturma kararı aldı. Anılan alanlardan Irak orduları ve devlet kurumları geri çektirildi. Bu alan “Koalisyon Güçleri” tarafından denetim altına alındı. Sınırlara yığılan halk önce oluşturulan kamplara yerleştirildi.
Böylece Güneyde fiili olarak bir iktidar ve otorite boşluğu oluştu. Güney güçleri bu boşluktan yararlanarak her açıdan örgütlenme ve kurumlaşma, devletleşme doğrultusunda bir çaba içine girdiler.
Sancılı bir süreç yaşandı. KDP ve YNK, iç çatışmalarla birbirlerini tükettiler, parçalılığı daha da derinleştirdiler. Yine TC ile geliştirdikleri işbirlikçi politikalarla gerilla ve Kuzey Kürtlerine karşı düşmanın etkili bir vurucu gücü rolünü oynadılar. Bu konuda PKK ve “Önderliğinin” de büyük hataları olmuştur. Ama hiçbir hata TC askerlerine gerillaya karşı “Azap askerleri” rolünü oynamayı haklı göstermez. Bu geniş bir değerlendirme konusudur. Şimdilik kesin bir biçimde söylenecek şudur:
İlke olarak Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletlerle işbirliği yapmak, ilişki geliştirmek yanlıştır, Kürt halkının temel çıkarlarına aykırıdır. Bunun anlamı işbirlikçilikten başka bir şey değildir. Ama kimi durumlarda ilişki geliştirmek kaçınılmaz hale geldiği durumlarda bu ilişki, kesinlikle başta ilişki kurulan devletin sömürgesi konumundaki Kürdistan halkı olmak üzere bütün parçalardaki Kürt halkının çıkarlarına, özgürlük istemlerine ve mücadelelerine karşı olmamalıdır.
Ancak ne yazık bu ilkeli duruş, bugüne dek hiçbir Kürt örgütü tarafından sergilenmemiştir. Dar sınıf, parça ve grup yaklaşımları bu ilkesel duruşu hep ayaklar altına almıştır. Bu tutumun sahipleri de işbirlikçi “unvanını” almaktan kurtulamamışlardır. Objektif olarak devletlerarası ve uluslararası Kürdistan gerçeğinden kaynaklanan bu durum, Kürdistan tarihinin en olumsuz çizgisini oluşturmaktadır.
Irak Savaşına kadar Güneyde oluşan durum şuydu: Güney Kürdistan’da kendi içinde parçalı, bağımsız bir iradeden yoksun Kürt egemen sınıflarının iktidarı olsa da, Kürt halkının kendi kaderini tayın hakkı doğrultusunda kazandığı bazı mevziler, geliştirdiği bazı ulusal kurumlaşmalar ve gelişmeler var. Fiili olarak Güneyde devletleşme yönünde belli bir gelişme düzeyi yakalanmıştır. Elbette bunlar, Kürt halkı açısından korunması gereken kazanımlardır.
Güneyde Kürtler lehine oluşan devletleşmeye benzer olguyu, salt KDP ve YNK ile özdeşleştirmek doğru değildir. Kuşkusuz bu iki parti, Güneyi kendi aralarında paylaşmış ve her biri kendi parçasında egemen-yöneten güçtür. Bu anlamda Güneydeki gelişmelere damgasına vurmaktadırlar. Bu, nasıl bir gerçeklikse aynı zamanda Kürt halkının onlarca yılı bulan direnişleri ve bunun sonucunda yakaladıkları bir ulusal bilinç düzeyi ve yarattığı değerler ile reddedilemez ulusal istemleri ve hakları vardır, bunları göz ardı etmemek gerekir.
Yine Güneyde fiili olarak oluşan durumu bire bir emperyalist politikalarla açıklamak da kendi içinde eksik ve yanlış politik sonuçlar doğurabilecek bir değerlendirmedir.
Burada vurgulamamız gereken en önemli nokta şu: Güneyin mevcut durumu, emperyalistlerin bir tercihi değil, zorunlulukların bir sonucudur. Bu zorunluluğun gereğini bir kez yerine getirdikten sonra ABD, Güneyi Kürt, Irak, İran ve belli ölçülerde Türkiye politikalarında kullanmak istediği bir alan olarak değerlendirmiştir. Ortadoğu ve Avrasya politikasında bir sıçrama tahtası olarak kullanma düşüncesi ise istenilen düzeyde uygulama ve başarı şansını bulmamıştır. Güneyi bir sıçrama tahtası olarak kullanma istemi ve düşüncesi ayrı bir şeydir, ama bunu somut ve kararlı bir politikaya dönüştürüp uygulamak ayrı bir şeydir. Bu noktada ABD’nin ve genelde emperyalist sistemin önünde engeller, boğuşmak durumunda olduğu çelişkiler var. Bu çelişkiler, genelde devletler arası sömürge Kürdistan statüsü ve Kürt sorunun kendi içinde taşıdığı devrimci dinamiklerden dolayı, Güneydeki oluşum herhangi bir siyasal ve hukuki statüye kavuşturulmadı. Bu, emperyalist sistem ve bölgesel sömürgeci güçler açısından uzlaşılan bir ortak payda olmuştur.
ABD’nin Irak ve genel Ortadoğu politikası, bununla birlikte Güney üzerinde birden çok gücün çatışması Güneyin fiili durumunu sürdürmesini koşullamış , Güneyli güçlere belli ölçüde manevra olanağı kazandırmıştır. Ancak bunun geçici ve görece bir durum olduğunu, hiçbir güvencesinin olmadığı gelişmeler tarafından doğrulanmıştır.
Ayrıca Güneyin bu fiili durumunun sürmesinde belli bir döneme kadar Kuzeydeki ulusal kurtuluş mücadelesi çok önemli bir etken olmuştur. Eğer Kuzey ve Güneydeki gelişmeler doğru yönetilseydi, komşu ve bölge halklarıyla ortak mücadele perspektifini de içeren bağımsız bir çizgi izlenseydi gelişmelerin yönü çok farklı olabilirdi, Kuzeyde ve Güneyde yakalanacak mevzilerin düzeyi farklı olabilirdi.
Genel olarak Kuzey devrimi ve gerilla, Güneyin soluklanmasında önemli bir etkenken, İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğinden sonra Güneyde toplama kamplarına hapsedilen gerilla güçleri TC’nin politikalarına yedeklenmeye çalışılmaktadır. Kürdistan için herhangi bir politik ve askeri stratejisi olmayan, tamamen Öcalan’ın varlığına ve onun üzerinden tasfiyeci çizgiye bağlanan gerillanın bu niteliği ve konumuyla Güneyde olumlu bir rol oynaması mümkün değildir.
Öten yandan Kürdistan açısından siyasal ve askeri bir anlamı bırakılmayan gerilla güçlerinin Güneydeki varlığı, TC’nin iradesinden bağımsız değildir. Öcalan’ın İmralı’dan dayattığı politikalar bu bağlamdadır. Yine Güneye sürekli saldırmanın, Güneyi işgal etmenin bir bahanesi olarak oradaki gerilla güçlerini kullanmak istediği de bir olgudur.
Sömürgeci devletler, TC, İran ve Suriye’nin Kürdistan politikaları biliniyor. Güneyde ortaya çıkan ve fiili olarak Lozan’ı aşan durumu hiçbir zaman sindirmemiş ve bunu ortadan kaldırmak, bunu yapamıyorlarsa daha ileri bir noktaya sıçramasını önlemek için her türlü oyunu tezgahlamaktan geri durmamış, Güney üzerinde kendilerine bağlı dayanaklar oluşturmaya çalışmışlardır. TC’nin Güney politikası, bütün Kürdistan’ı esas alan daha bütünlüklü ve geleneksel inkar ve imha stratejisi temelindedir. Güneydeki fiili durumu ortadan kaldırmanın çabası içinde olmuştur. Ancak bu noktada ABD’nin bilinen Irak politikası ile belli bir çelişkiyi yaşayan TC, Güney üzerinde denetimini bir çok koldan geliştirmek ve derinleştirmek için sayısız girişimi olmuştur. KDP ve YNK’yi yanına çekme ve denetimde tutma, Türkmenleri bir truva atı olarak örgütleme, Güneydeki olası iktidar ilişkilerinde etkin bir güç haline getirme, Güneyde kontrgerilla ve ajan faaliyetleri geliştirme, periyodik askeri işgal hareketleri ile bu alanı “arka bahçe” olarak görme ve bunu tüm güçlere kabul ettirme vb. yaklaşımlar, anılan çabaların başlıcalarıdır .
Kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi Güney Kürdistan’daki durum ve gelişmeler, tek boyutlu değil, çelişkili, karmaşık boyutlara sahiptir. Örtüşen, çatışan, birbirini kesen yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerin hegemonya kavgasını yürüttüğü bu alanı dar ve tek boyutlu bakış açısıyla kavramak mümkün değildir.
Irak Savaşı ve işgali ile birlikte Güneydeki durum başka ve farklı bir aşamaya gelmiştir. Bu konuda kısaca şunları söylemek mümkündür:
Kürdistan sorununun bütünlüğü stratejik bakış açısı bağlamında bakıldığında, Kuzey Kürdistan devrimci yurtsever ve sosyalist güçlerin Güneydeki gelişmelere kayıtsız kalmayacakları, tersine bu parçadaki gelişmelere karşı önemli sorumluluklar taşıdıkları açıktır. Ancak bu görev ve sorumluluğun, kendilerini Güneyli güçlerin yerine koymak anlamına gelmediğini de peşinen vurgulamak durumundayız. Esas olarak Kuzeyli devrimci yurtsever güçler, Kuzeydeki görev ve sorumluluklarını yerine getirdikleri ölçüde Güneye dönük görev ve sorumluluklarını yerine getirmiş sayılırlar.
Açık ki Güneydeki gelişmeler Kuzeyi ve diğer parçaları çok yakından etkilemektedir. O nedenle gelişmeleri yakından izlemek kadar, oradaki gelişmeleri etkilemeye çalışmak da önemlidir. Bir kez hegemonya savaşı sonrasında Saddam rejiminin yıkılışı, bu bağlamda Güney üzerindeki sömürge egemenliğinin şimdilik fiili olarak ortadan kalkması, önemli bir boşluk ve fiili fırsatlar anlamına geliyor.
ABD’nin bölge ve dünya hegemonya stratejisi bağlamında Irak’ın ve bu çerçevede Güneyin yeniden biçimlendirilmek istendiği açıktır. Bu yeniden biçimlendirmede TC’nin, diğer sömürgeci devletlerin, Arapların “istem ve duyarlılıklarının”, bir çok denge ve ağırlığın hesaba katılacağı bilinmekte ve bu, açıkça dile getirilmektedir. Bu noktada ABD emperyalizmi için esas olanın kendi stratejik çıkarları ve öncelikleri olduğunu yeniden belirtmenin gereği yok.
Bu anlamda Kürtlerin başına yeni bir Cezayir ve 1991 felaketlerinin getirilmeyeceğinin herhangi bir güvencesi yok. Dolayısıyla ortaya çıkan fırsatlar kadar belirsizlikler, tuzaklar ve tehlikeler de çok ciddi bir olasılık olarak varlığını sürdürmektedir. “Dış güçler”den kaynaklanan tehlikeler kadar Güney güçlerinin geleneksel çizgileri de olası tehlikelere davetiye çıkaran, zemin sunan nitelikte zaaflar taşımakta, bu tehlikeleri savuşturacak politik yeteneğe ve güce sahip olmamaktadır. Yani oluşan dengeler içinde manevra yapmak, belirlenen federasyon programında ısrar etmek, TC’nin dayatmalarına karşı kararlılık sergilemek, ortaya çıkan fırsatları ve olanakları değerlendirmeye çalışmak önemli olmakla birlikte bunlar, tek başına olası tehlike ve tuzakları aşmaya yetmemekte, yeni Cezayir Anlaşmaları önünde stratejik bir barikat oluşturma yeteneğine ve gücüne sahip olamamaktadır. Çünkü içinde hareket edilen stratejik bağlam “başkalarına” aittir. Bu stratejik bağlam, görece ve kısmi olarak Kürtler için kimi fırsatlar ortaya çıkarmıştır, ancak bunun kendi içinde taşıdığı tehlike ve belirsizlikleri, bunu besleyen veya bunun önünde durma olanağı ve gücü olmayan “iç zaafları” da bilmek durumundayız.
Objektif gelişmeler böyledir diye, var olan zaaflar ve tehlikeler böyledir diye devrimci yurtseverler, sosyalistler gelişmelere karşı kayıtsız mı kalmalıdırlar?
Hayır! Gelişmeleri etkilemek, hatta giderek güç haline gelmek ve sürecin etkin bir bileşeni haline gelebilmek için gelişmelerin tam da orta yerinde olabilmek gerekir. Bir kez ilke ve politik olarak ulusal kurtuluş ve özgürlük istemlerinin etkin savunucusu olmak, on yılı aşkın bir süredir kazanılan mevzileri korumak, bunları hukuksal güvencelere bağlamaya çalışmak yurtseverliğin kaçınılmaz gereğidir. Bunu yaparken bağımsız bir çizgi ve duruşu esas almak, bundan ödün vermemek bir zorunluluktur.
Anılan tehlikeler ve “iç zaaflar” karşısında durmanın en doğru ve etkili tutumun geniş halk yığınlarının yerel inisiyatifini geliştirmek, ulusal demokratik iktidarlaşma ve inşa çalışmalarının içinde ve yanında olmak olduğunu düşünüyoruz. Bu, halkın günlük ihtiyaçlarının karşılanması çalışmaları ve örgütlenmesinden yerel iktidar organlarının inşasına kadar bir dizi etkinliği kapsar. Açık ki bu dönemler kitlelerle buluşmanın, kitleleri devrimci yurtsever düşüncelere çekmenin sayısız fırsatını sunmaktadır. Bunun için kitlelerin acil günlük ihtiyaçlarından temel iktidarlaşma sorunlarına kadar çözümler üretmek, bu çözümleri günlük yaşam içinde halkla birlikte yaşama geçirmek gerekmektedir. Sınıf mücadelesinin kendisi de bundan başkası değildir. Yine geleneksel çizgiler karşısında bağımsız halk inisiyatifi ve hareketini geliştirmenin ve politik bir etken haline gelebilmenin yolu da buradan geçer…
Bunlarla birlikte genelde işgale ve emperyalist egemenliğe karşı Irak’ın diğer halklarıyla özgürlük, eşitlik, demokrasi ilkeleri temelinde ittifak ilişkilerini geliştirmek diğer önemli bir görev olmaktadır…
Bu görevlerin başarı şansı, bu alandaki devrimci yurtseverlerin gücüne, politik çalışmalarına ve etkinlik düzeylerine bağlıdır.
Öte yandan işgal rejiminin durumu, işgale karşı gelişen direniş ve giderek artan gücü, ABD’nin zorlanması ve bunun üzerine diğer devletlerin desteğine ihtiyaç duyması, diğer güçlerin hegemonya savaşında daha fazla pay istemeleri, bu süreçte TC’nin Irak ve Güneye asker gönderme hazırlıkları ve daha bir dizi bölgesel ve uluslararası dengeleri orta ve uzun vadede etkileyebilecek gelişmeler, Irak’ın ve Güneyin yeniden biçimlendirilmesi sürecini büyük ölçüde belirleyecektir. Süreç dinamik, değişken ve sayısız olası gelişmeye açıktır. Bunları değerlendirmek KUKM açısından çok önemlidir…