Read Time:7 Minute, 6 Second
NATO ZİZVESİNİN ARDINDAN
Serhat ARARAT
NATO zirvesi sona erdi. Öteden beri başlayan “Küresel Jandarma” rolünü yeniden tanımlayarak, stratejik ve güncel somut görevlerini belirlemiş olarak…
NATO zirvesinin sonuçlarıyla ilgili olarak ilk planda söylenmesi gereken nokta şudur: Emperyalist devletlerarasındaki güç ilişkileri, NATO zirvesi kararlarına hemen hemen yansımıştır. Mevcut güç ilişkileri ve dengelerinin ABD’nin liderliğine ve esas olarak belirleyiciliğine dayandığını hemen hatırlatmamız gerekiyor. Irak Savaşı, bu gerçekliğin en somut gösterisi oldu.
Fransa-Almanya-Rusya üçlüsünün itirazına rağmen ABD, hiçbir uluslararası hukuk açısından “meşruiyet” arama ihtiyacı duymadan Irak işgal hareketine girişti. Ancak işgal sonrası gelişmeler ABD’nin istediği gibi gitmedi. Tersine işgal hareketi bir çıkmaza girdi. ABD, kendi liderliğini fazla zorlamadan bunu aşmak istedi, bu bağlamda diğer devletlerin desteğini alma arayışına girdi. Ancak bu noktada ne BM’de, ne de NATO’dan istediği desteği alamadı. Bu durum son NATO zirvesinde yayınlanan bildiriye de yansıdı. NATO Irak’ta sorumluluğu paylaşamaya yanaşmadı, sadece BM Güvenlik Konseyi kararları bağlamında Irak ordusu ve polisini eğitme konusunda yardımcı olabileceğini kararlaştırdı.
Öte yandan ABD’nin dünyayı tek başına yönetme stratejisine kafa tutan Fransa ve Almanya eksenindeki AB, bu aşamada ABD’ye cepheden tavır alıp dünya hegemonya mücadelesi veremeyeceğini çok iyi anladığı için uzlaşma zemininde daha fazla pay kapma yolunu seçti, bu çizgi ile ABD’yi sınırlandırma politikasında ısrar etti. NATO zirvesinde alınan Irak kararında bu politikanın çizgilerini görmek mümkündür. AB ülkeleri ne tam ABD’nin istediği çizgiye gelmişler, ne de cepheden bir tutum içinde olmuşlardır. “Uzlaşma içinde farklılığını koruma” tutumu içinde kendi manevra alanlarını genişletmeye çalışmışlardır.
Kuşkusuz bu durum, ABD’nin tam istediği bir şey olmasa da, sonuçta onun liderlik konumunun, başka bir değişle kendisinin tepede olduğu hiyerarşik ilişkilerinin kabulü ve onayı anlamına gelmektedir. Yaşana çelişkiler, henüz bu tek kutupluluğu zorlayacak durumda değildir; öyle de olsa çelişkiler vardır, bunlar her zeminde kendini göstermektedir.
İstanbul Zirvesi, öteden beri başlayan NATO’yu “Küresel Jandarma” haline getirme çabalarını bir kez daha kesin bir biçimde ifade etmiş ve tanımlamıştır. Eskide kendisini “Avrupa ile sınırlandıran” NATO, “Batı ve Avrupa’ya tehdit teşkil eden merkezlere müdahale edecek bir yapı” olarak kendisini yeniden tanımladı. Bu rol tanımı, Afganistan’da icra edilmeye başlandı, Irak’ta da uygulanmak istendi. Ancak bu henüz tam başarılmasa da bu doğrultuda belli bir adım da atılmıştır.
İstanbul Zirvesi, NATO’nun hedefini de çok net bir biçimde tanımlamıştır: “Terör!” NATO’nun “müdahale alanı ve gerekçelerini belirleyen ana tehdit öğesi” olarak tanımlanan “Terör”, “yeni” stratejisinin belirleyici öğesidir!
“Terör” tanımının iki ucu da açıktır. ABD ve diğer emperyalist devletlerin çıkarlarını tehdit eden, düzen için tehdit olan her türlü davranış ve girişim, ezilen halkların ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri, emekçilerin sınıf mücadeleleri bu kapsamda değerlendirilecek ve karşısına emperyalist dünya düzenin “Küresel Polisi ve Jandarması” NATO diktirilecektir.
Açık ki, geliştirilen stratejiler, çok boyutlu ve kapsamlı hedefleri içermektedir. “Terör” kavramı, anılan saldırı stratejilerinin meşrulaştırıcı ideolojik ve politik gerekçesi olarak kullanılacak, böylece hem dünya çapındaki hegemonya mücadelesinin gerçek nedenleri gizlenilecek ve meşrulaştırılacak, hem de her turlu toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketi, düzen karşıtı direniş “terörle mücadele” bahanesiyle bastırılmaya çalışılacaktır.
İstanbul Zirvesinde yapılan tehdit algılamasının bir gereği olarak NATO birliklerinin yeniden yapılandırılacağı, bunların operasyonel hale getirileceği, “Terör istihbarat merkezli” bir birimin oluşturulacağı, daha hızlı müdahale edebilmek için konseptlerin hazırlanması gerektiği kararlaştırılmıştır.
Alınana bu kararlar bağlamında, başta Ortadoğu olmak üzere, Kuzey Afrika ve Çin Seddi’ne kadar uzanan bir coğrafyadaki ülkeler, emperyalist egemenliğin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilecektir. Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan ve adı sonra değiştirilen proje uzun vadeli ve karmaşık boyutları olan bir strateji niteliğindedir. Bu stratejinin uygulanmasında AB ve ABD’nin uzlaşarak ve uzlaşma içinde farklılıklarını ifade ederek davranacakları anlaşılıyor. Bu bağlamda daha önce geliştirilen proje ve girişimlerin birleştirilmesi de öngörülüyor. Örneğin AB tarafından geliştirilen Ak Deniz ülkelerine dönük proje, anılan girişimle bütünleştirilmek isteniyor. Büyük Ortadoğu Projesi ile dünyanın en stratejik, petrol ve doğal gaz yataklarına sahip havzalarında, Ortadoğu’dan Asya’nın derinliklerine, Ak Deniz’den Afrika’nın ortaylarına kadar uzanan geniş alanlarda siyasal, ekonomik ve toplumsal yeniden yapılandırma politikaları uygulama alanına konulmaya çalışılacaktır.
Bu kapsamlı projeyi sömürgeleştirme sürecinin yeni bir aşaması olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Ancak projenin kendisi kendi içinde çelişkilidir. Var olan düzenleri “reforme” etmeyi, Batı değerlerini taşımayı, toplumsal ve ulusal çelişkileri yumuşatmayı ve statükoyu yeniden düzenlemeyi hedefleyen bu proje, Afganistan ve Irak işgallerinde görüldüğü gibi mevcut sorunları daha karmaşık hale getirmiştir. Afganistan ve Irak’ta “düzeni” kurmayı başaramayan hegemonyacı güçlerin tam bir işbirliği içinde bile anılan geniş alanlarda hedeflenen temelde “düzen ve istikrar” getirmeleri çok güçtür. Getirmek istedikleri “demokrasi ve özgürlük” Irak’taki gibidir. Bu nedenle Irak’ta başarılı olmak istiyorlar.
Kısacası dünyamız yeniden sömürgeleştiriliyor; bu, 1990’ların başında “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımlandı. Bugün geliştirilmeye çalışılan Büyük Ortadoğu Projesi de bu stratejinin somut uygulama girişimidir! Son NATO zirvesinde bu projenin salt askeri-“güvenlik” boyutu değil, toplumsal, siyasal, ekonomik ve psikolojik boyutları da tartışılmış, daha doğrusu bu konuda süren tartışmalar yeni bir aşamaya getirilmiştir. Bundan sonra da bu girişim ve onun somut uygulamalarıyla daha sık yüz yüze geleceğimiz kuşkusuzdur!
NATO zirvesinin ardından kaydedilmesi gereken diğer bir nokta da şudur: Başta İstanbul olmak üzere Ankara ve başka alanlarda NATO karşıtı eylemler, etkinlikler ve protesto gösterileri sergilenmiştir. Yer yer polisle çatışma boyutuna sıçrayan bu eylemler, kendi içinde zaaflar ve eksiklikler taşısa da anti-emperyalist geleneğin varlığını ve derinlere uzanan damarını göstermiştir. En geniş ve farklı kesimler haftalar öncesine uzanan hazırlıklarla NATO ve emperyalizm karşıtı gösteri ve etkinliklerde bulunmuşlardır. Anti-emperyalist bir duruşun sergilenmesi ve meydanın sandıkları gibi boş olmadığının gösterilmesi önemlidir. Bu etkinliklerin belki de güncel planda politik etkisi çok sınırlı olabilir, şu aşamada somut sonuç alma durumları olmayabilir; ancak gelecek mücadeleler açısından önemi tartışmasızdır!
Bu anti-emperyalist, NATO karşıtı etkinliklerde ne yazık, “bizim” Kürdistanlı gruplar, hareketler yoktu. Bunda, kuşkusuz İmralı tasfiyeciliği belirleyici bir rol oynamıştır. Bunun yanı sıra Irak işgali sonrası Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmeler sonucu genel olarak Kürt gruplarında yaşanan ABD hayranlığının da bu tutumda önemli bir rol oynadığını vurgulamamız gerekir. Oysa çok iyi biliyoruz ki, TC, bu NATO zirvesinde ve ABD ile oturduğu her platformda sömürgeci egemenliğini onaylatan, Güneydeki gelişmelerin egemenliğini etkilememesini dayatan bir tutum içinde olmuştur. Kuzey Kürdistan’daki egemenliği için ABD, NATO ve AB’den tam destek aldığı da bilinen bir olgudur. Dolayısıyla Kuzey Kürtlerin çıkarı, geleceği ve özgürlüğü anti-emperyalist mücadeleden ve başta Türkiye emekçileri olmak üzere bölge halklarıyla devrimci dayanışma ve ortak mücadeleden geçmektedir. İmralı tahribatına ve esen sağ rüzgârların bilinç karartma çabalarına rağmen bunun geçmişe uzanan kökleri, güçlü siyasal temelleri vardır. Bu gelenek, bilinç ve ruhun yeniden canlanacağından kuşku duymamak gerekir!
30 Haziran 2004