0 0
Read Time:7 Minute, 13 Second

NATO ZİRVESİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Serhat ARARAT

Haziranın sonlarında İstanbul’da yapılacak NATO zirvesi, uluslararası gündemin en önemli konu başlıklarından biri oldu. NATO ve emperyalist saldırganlığı protesto eylemleri de gün geçtikçe ivme kazanmaktadır. Protesto eylemlerini gerçekleştiren güçler, ideolojik eğilimleri, politik amaçları farklı farklı olmakla birlikte NATO ve emperyalist saldırganlığa, hegemonyacılığa karşı olma noktasında buluşmaktadırlar.

Anılan NATO zirvesini önemli kılan nedir? Bu zirvede kotarılmak istenen nedir? Zirve ve Büyük Ortadoğu Projesi arasında nasıl bir ilişki var? Irak işgali, Kürt sorunu, Büyük Ortadoğu Projesi ile Zirvenin gündemi arasındaki ilişkiler nedir? Bunlar ve bunlara benzer daha bir dizi soru yanıt bekliyor. Bu kısa değerlendirmemizde bu soruların yanıtlarını vermeye çalışacağız.

Bilindiği gibi NATO, ABD önderliğindeki emperyalist sistemin Sovyetler Birliği önderliğindeki sosyalist sisteme karşı kurulan ve geliştirilen kolektif saldırı gücüdür. Soğuk Savaş döneminin etkili askeri örgütü olan NATO, dünya siyasetinde, Sovyet sistemine karşı mücadelede ve sistem içi ilişkilerde önemli bir işlev gördü. NATO, aynı zamanda ABD emperyalizminin Avrupa emperyalist devletleri üzerindeki denetimini sağlama aracı oldu. NATO’ya bağlı kurulan Kontrgerilla, Gladio türü örgütlerle bu denetim ve müdahale siyaseti kurumlaştırılmıştır.

1980’lerin sonunda Sovyet blokunun dağılması ve çökmesiyle birlikte NATO’nun varlığı ve işlevi tartışma konusu yapılmaya başlandı. “Sovyet sistemi artık olmadığına göre NATO’ya da gerek kalmamıştır” düşüncesi tartışıldı, ama ABD bu ve buna benzer eğilimlere karşı hızla önlem aldı. NATO sürmeli, hem de “geleneksel” sınırlarını aşarak genişlemeli ve yeniden yapılandırılmalıdır düşüncesini ve stratejisini diğer üyelere de dayatmaya başladı. Başını Fransa ve Almanya’nın çektiği AB, ABD vesayetindeki NATO’nun eskide olduğu gibi etkin bir biçimde sürmesinden yana değillerdi. AB’nin kendi “savunma gücü”nün olmasını istiyor ve bu doğrultuda somut projeler, stratejiler üretiyorlardı. “Avrupa Savunma Kimliği” bunun en somut ifadesi oldu.

ABD, NATO’yu dünya çapında bir polis örgütü haline getirmek istiyordu. Bu bağlamda dünya çapında kendi hegemonyasına karşı gelen veya gelebilecek güç ve eğilimleri “düşman” olarak belirliyor ve bunu NATO’nun stratejik hedefi haline getirmek istiyordu. “Uluslararası terörizm”, “Belirsizlik ve kaos durumları”, sisteme gelmeyen güçler tespit edilen “yeni” “düşmanlar” oluyordu.

ABD, NATO aracılığı ile iki temel hedefi gerçekleştirmek istiyordu. Birincisi, Avrupa üzerinde denetimini sürdürmek, AB’nin olası bir uluslararası rakip olarak sahnede yerini almasını önlemektir. Bunun bir uzantısı var: Doğu Avrupa’yı içine alan bir NATO, Rusya’nın geleneksel egemenlik alanlarının sınırlandırılması ve Rusya üzerinde bir baskı unsurunun yaratılması anlamına geliyordu. İkinci beklentisi ise kısaca şöyle özetlenebilir: Dünya çapında kendi stratejisinin uygulama aracı haline gelen bir NATO, hem askeri, siyasal ve moral yükünü hafifletir, hem de kendisinin tek egemen ve tek yöneten güç olduğu bir dünya düzeni uluslararası meşruiyet kazanmış olurdu.

ABD, bu hedeflerine belli ölçüde ulaşmış bulunuyor. Doğu Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümünü içine alan NATO, hem Rusya’yı sınırlandırmada bir rol oynamış, hem ABD’nin Avrupa üzerindeki denetimini belli ölçülerde sürdürmede etken olmuş, hem de Balkanlar ve Afganistan hegemonya stratejilerinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır.

Şimdi İstanbul’da gerçekleştirilmek istenen zirvede NATO’ya Irak işgalinde ve bölgenin ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesini öngören Büyük Ortadoğu Projesinde etkin bir rol biçilmek ve oynatılmak isteniyor.

ABD’nin istemi ve dayatması bu, ancak başta Fransa ve Almanya bu dayatmaya boyun eğecekler mi? Bu, önemli bir soru işaretidir. G-8’ler zirvesinde ortaya çıkan tablo, ABD’nin işinin o kadar kolay olmadığı yönündedir.

Irak, ABD açısında içinden çıkılması çok güç bir batak niteliğine dönüştü, her geçen gün bu durum daha da derinleşiyor. ABD’nin bu konudaki açmazı diğer emperyalist devletlerin ellerini güçlendiriyor. Öyle de olsa ABD, NATO’yu hem Irak, hem de daha uzun vadeli olan Büyük Ortadoğu Projesi içine çekme eğilimini sonuna kadar dayatmak isteyecektir. Bu, aynı zamanda Zirvenin esas çekişme noktası olacaktır. Bu çekişme, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerin derinliğini de bir kez daha su yüzeyine çıkaracaktır.

Kolektif saldırı örgütü olan NATO, aynı zamanda sistem içi çatışma ve uzlaşmaların gerçekleşme zemini olma işlevini de görüyor.

Bu saldırı örgütünün emekçiler ve halklar açısından anlamı çok açıktır. Az çok tarih bilgisi olanlar bunu kavramakta zorlanmazlar.

Bu anılan anlamın bilinciyle çok geniş kesimler, çevreler NATO karşıtı etkinliklerde bulunuyor, protesto eylemlerini gerçekleştiriyor. Bu anlamda Zirvenin öngününde anılan eylemlerin yoğunlaşması boşuna değildir.

Öte yandan bu etkinliklerin ve karşıt tutumların niteliği ve özü de önemlidir. Bu noktada da birkaç söz söylemenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Kendi başına, emperyalizme karşı tavırdan bağımsız bir NATO karşıtlığının sınırlı ve sonuçsuz bir tepkiden öte bir anlam kazanmayacağı açıktır. Tutarlı ve samimi bir emperyalizm karşıtı çizgiye oturmayan bir NATO karşıtlığının politik anlamı ve geleceği olabilir mi?

Yine bu NATO zirvesinin özel önemi, Büyük Ortadoğu Projesi ile NATO ilişkisinin somut olarak tartışılması ve somut bir planlamaya bağlamayı öngörmesidir. Bu noktada NATO’ya karşı tavır, ABD’nin Ortadoğu hegemonya stratejisine karşı tavır ve bu tavrın unsurları da üzerinde durulması gereken bir konu olmaktadır.

İşgale, emperyalist savaş ve hegemonyaya karşı tavır almak, emperyalizme ve onun saldırgan örgütlerine karşı tavır almanın kaçınılmaz gereğidir. Yine bu bağlamda İsrail’in Filistin’deki egemenliğine ve sürdürdüğü sistematik imha operasyonlarına karşı tavır almak zorunludur. Kendisini devrimci ve demokrat olarak tanımlayan grup ve çevreler açısından bu konularda büyük bir sorun yoktur. Ancak Güney Kürdistan’da KDP ve YNK’nin ABD ekseninde izledikleri politika, genelde Kuzeyde esen sağ rüzgarlar ve ABD hayranlığı ile kendini sol olarak tanımlayan grupların Kürdistan sorununa ilişkin doğru olamayan yaklaşımları “ortak mücadele” perspektifinin önüne ciddi engeller dikmektedir.

Büyük Ortadoğu Projesine tavır, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme ilkesini somut olarak içermediği sürece eksik veya topal kalmaya mahkumdur. Bunun ilke olarak doğru olmadığını ve pratik olarak da başarısız kalacağını vurgulamak durumundayız. Daha somut bir ifadeyle, Irak direnişi olarak tanımlanan hareketlerin, Kürtlerin bağımsızlık ve özgürlük haklarını peşinen, kayıtsız koşulsuz tanımadıkları sürece Büyük Ortadoğu Projesi karşısında tutarlı bir bileşen olarak görülmeleri olanaklı değildir. Emperyalist işgale karşı tavır, Kürdistan üzerindeki sömürgeci işgale karşı tavırla birleşmek durumundadır. Yoksa Kürt halkına ve her düzeydeki temsilcilerine güven vermeleri mümkün değildir. Bu güvensizlik durumu ve onun ardındaki politik-stratejik duruş, aynı zamanda, bölge çapında geliştirilmesi zorunlu olan “ortak mücadelenin” de en büyük handikabını da anlatmaktadır. Kürdistan sorunu ve Filistin sorununun devrimci çözümlerini programlarına almayan ve bu doğrultuda samimi ve tutarlı bir mücadele vermeyen güçlerin tutarlı bir anti-emperyalist mücadele perspektiflerine sahip olmaları ve bu bağlamda Büyük Ortadoğu Projesi karşısında sağlam bir barikat örmeleri mümkün değildir.

Dolayısıyla kendini devrimci, anti-emperyalist, demokrat ve sosyalist olarak tanımlayanlar, mutlaka bölge çapındaki ortak mücadelenin bütün boyutlarını kavramak ve o temelde stratejik bir çizgi izlemek durumundadırlar!

23 Haziran 2004

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter