Read Time:35 Minute, 52 Second
KAPİTALİZMİN YENİ AŞAMASI
(ya da bunak kapitalizmi gençleştirme çabası)
(ya da bunak kapitalizmi gençleştirme çabası)
Samir AMİN
-
Kapitalizm, büyük bir istikrarlılık örneği resmeden önceki sistemlerle karşılaştırıldığında, sabit ve göreli olarak hızlı değişimler kaydeden bir sistemdir. Dolayısıyla, etkin bir analiz ve eylemi garantilemek için sistemde her seferinde neyin yeni olduğunu saptamak elzemdir. Kimi zaman gerçekten nitel boyuta sahip değişimler, buna rağmen, kapitalizmin en temel mantık çerçevesi içinde kapalı kalmaktadır. Bu, göz ardı edilmemelidir.
Sanal kapitalizmin egemen ideolojik söylemi, teknolojik yenilikleri ilerlemenin beşiği kabul eder ve sermayenin piyasadaki rekabetçi dolaşımını bu gerçekliği somutlaştırmanın bir yolu olarak alır. Buna karşılık, bu maddi ilerleme, tüm sosyal kategorilerin faydalandığı büyük başarılara ulaşır ve böylece demokrasiyi daha da güçlendirir, barışı güvence altına alır; bununla birlikte, sistemin dünya çapında genişlemesi tüm halklara “aklın” süreğen zaferinin (tarihin sonunun) keyfini çıkarma fırsatını sunar. Egemen söylem (kabul edilebilir) başka bir alternatifin olmadığı sonucuna varır; [bunun için] sosyal hayatın tüm yönlerinin kapitalizmin tek taraflı mantığına özgü zorunluluklara itaatinin kabul edilmesi gerekli ve yeterlidir.
Kendi reel haliyle kapitalizm tarihi, herhangi bir bilimsel temeli olmayan bu ideolojik söylemin Epinal suretini reddeder. Bu, kapitalist birikim mantığı ile diğer çıkarlar (sosyal ve ulusal) tarafından ifade edilen mantık arasındaki sürekli çatışmanın tarihidir. [Söz konusu tarih] kapitalizmin tek yanlı mantığının yıkıcı veçhelerinin, bunlardan ayrıştırılamayan yaratıcı veçheleriyle aynı hızda yayıldıklarını göstermektedir. Bu nedenle, toplumlar, her seferinde, onları uzun bir dönem temelinde, kapitalizmin bitimsiz yayılışının sürekli yıkımından kurtarmaya muktedir başka bir sistem tasarlamakla yüz yüze bırakan zarurete rağmen, aralarından seçim yaptıkları çeşitli alternatiflerle karşı karşıyadırlar. Bu evrimin belirli bir aşamasında ortaya çıkacak olan yeni sistem, söz konusu çözümleme çerçevesine yerleştirilmelidir.
- Modern dünya, 1500’den başlamak suretiyle kapitalizm diye tanımlanan edilen yeni bir düzen temelinde örgütlendi. Üç yüzyıllık (1500-1800) merkantilist devir boyunca, Batı Avrupa inisiyatifi ele geçirip kendi sistemini örgütledi, aynı zamanda önceki sistemi, (ipek yolları denen) ticaret yollarının yerine kendi denetimindeki okyanus ötesi keşifleri ikame ederek tasfiye etti. Böylelikle, 19. yüzyılda kapitalist ekonomik düzen haline gelen şeyin temelini oluşturdu. Bu sistem, daha önce tarihte rastlanılmayan, devasa çapta bir fenomeni beraberinde getirdi: dünya ölçeğinde kutuplaşma. 20. yüzyıl, büyük oranda, bu ekonomik düzene karşı oluşan iki yönlü başkaldırı ile karakterize edildi: sistemin kapitalist bağları (sosyalist devrimlerle karşı durulan) ve Asya ve Afrika’daki ulusal bağımsızlık hareketleri tarafından tehdit edilen değişim halindeki kutuplaşma. Yüzyıl boyunca, çeşitli kapitalist düzenler gözlendi.
19. yüzyıl sonundan, yaklaşık olarak 1880’den -ortaya çıkan kapitalist tekellerle- 1945’teki yeni düzene kadar, kapitalist ekonomik düzen, “tekellerin ulusal liberalizmi” olarak tanımlanabilir. Liberalizm, bir yandan zamanında uygulanan uygun devlet politikaları çerçevesinde otomatik düzenleyici mekanizma olması, öte yandan burjuva demokrasisinin politik sistemi olması itibarıyla piyasaların (oligopolistik piyasaların) hakim rollerinin çifte onayı manasına gelmektedir. Ulusçuluk, bu liberal modele şekil vermiş ve dünya sistemindeki rekabete önem veren devlet politikalarını meşru kılmıştır. Buna karşılık, liberal model, endüstriyel [sahada istihdam edilen] emekçi sınıfı tecrit ederken orta ve/veya aristokrat sınıflarla gerçekleştirdiği çeşitli ittifaklarla tekellerin egemen sermayesinin gücünü arttıran yerel hegemonik bloklar örgütlemiştir. Ulusal liberal düzenin krizi, Birinci Dünya Savaşı’na denk düşmektedir ki bu, söz konusu düzenin, “barışçıl bir küreselleşmenin” koşullarını hazırlamaktan uzak olduğunu doğrulamaktadır. Dünya Savaşı’ndan sonra, sermayenin egemen grupları, ulusçuluktan ve tekellerin gücünü pekiştiren iç sosyal uzlaşmalardan vazgeçmeden (aksine ulusçuluğu önererek) sistemin politik veçhelerini geliştirdiler. Bu nedenle, faşist düzen, kapitalizm tarihinin bu aşamasının özgün ve egemen düzeninin bir parçasıydı, bir bozulma biçimi diyelim.
Ulusçu liberal sistemin yerini 1945’te yeni bir kapitalist düzen aldı ve 1980’e kadar dünya sahnesini işgal etti. Dünya savaşı, faşizmin yenilgisiyle gücün konumlanışını, gelişmiş Batı Avrupa’da emekçi sınıfların (bu sınıflar bir meşruiyet ve o zamana kadar sahip olmadıkları bir konum kazandılar), özgürlüklerini kazanan halkların ve kolonilerin ve sosyalizmin (sovyetizmin) gerçekten ortaya çıktığı ülkelerin lehine değiştirdi. Bu yeni ilişki, Refah Devleti, Üçüncü Dünyada Kalkınma Devleti ve Plan Sosyalizmi Devleti üçlüsünün inşasını açıklar. Bu zamanın (1945-1980) ekonomik düzeni, kontrollü küreselleşme çerçevesinde işleyen “sosyal ve ulusal” bir düzendi.
“Sosyal” (sosyalist değil) ve “ulusal” sıfatları, bu dönemde hayata geçirilen politikaların ana amaçlarını yansıtmaktaydılar ve bu nedenle, kaynaklar bu doğrultuda seferber edildiler. Dayanışma, fark edilir bir istikrarlılıkla gelir dağılımı, tam istihdam ve sürekli bir artışla sosyal harcamalar üzerinden gözlemlenmekteydi. Bunun, öncelikle ulusal düzeyde sistematik devlet müdahalesi politikaları ile gerçekleştirilebileceği anlaşıldı. Bu ulusçuluk modeli, uzun erimli değildi. Çünkü, model genel bölgeselleşme (bir araya gelen Avrupa ülkeleri) ve kabul gören hatta arzulanan fakat denetlenen biçimiyle dünyanın geri kalanına yayılma eğiliminin bir parçasını oluşturdu (Marshall Planı, ulus ötesi şirketlerin yayılması, Birleşmiş Milletler Sistemi içinde yürütülen Kuzey-Güney müzakereleri-UNCTAD, GATT, vb…).
Bir yandan, bu Refah Devleti uygulamalarının temel amaçları ve bağımsızlaşan Üçüncü Dünya ülkelerinin modernleşme ve sanayileşmeleri ile ilgili amaçları arası (Afrika ve Asya için Bandung Projesi kadar Latin Amerika’nın “desarrollismo”su) karşılaştırma, bu düzeni pazar üzerinden egemen olarak tarif etmeyi olanaklı kılmaktadır, Sovyetizm bölgesi istisnası ile. Üçüncü Dünya ülkeleri için bu durum etkin fakat denetlenen bir yapıda genişleyen bir dünya sistemine dahil olarak “arayı kapamayı” da içermektedir.
Alternatif ekonomik ve politik düzen, “arayı kapatmayı” ve dünya sisteminden kopuk devlet denetiminde planlama ile “başka bir şey oluşturmayı” amaçlayan düzen, 1917’de kuruldu. Sosyalizmin, inşası için demokrasiyi reddetmeyi de içeren eksikleri sonlanmasına (Doğu Avrupa ve SSCB’nin durumu) ya da kapitalizme kaymasına (Çin’in durumu) neden oldu.
Sovyet sisteminin ve Üçüncü Dünyadaki ulusal popülizmin bu çifte yanlışı ile, durum, egemen sermayenin küresel neo-liberal sistem olarak beliren yeni bir düzeni inşa etmesi için uygun hale geldi.
Bununla birlikte, zor sosyo-ekonomik seçeneklerin yeni düzen olarak önerilen küresel neo-liberal retoriğe büyük oranda nüfuz etmelerine rağmen, gerçekte bunlar, bu retoriğin kaideleri ile tamamen çelişkili bir tarzda hayata geçirilirler. Tasavvur edilen küreselleşme mantıktan yoksun kalmaktadır; rekabetin erdemi üzerine olan söylem, (finansallaşma tarafından güçlendirilen) gelecekteki aşınmaların kabul edilmesi çevreci söylemi tamamıyla reddederken, tekellerini sistematik savunusunun uygulamalarını açıkça gizlemektedir. Son olarak, ulusçuluk karşıtı ilkenin benimsenmesine rağmen, dünya güçleri (özellikle Birleşik Devletler) tüm alanlarda askeri ve ekonomik güçlerini göstermeyi sürdürmektedirler.
Kapitalist düzenin tüm ardıl modelleri, doğası gereği her zaman eşitsiz ve kutuplaştırıcı olagelen kapitalizmin teşhiri ile örtüşür biçimde dünyanın emperyalist vizyonuna dayanmaktaydı. Tekellerin ulusçu liberal aşamasında (1880’den 1945’e), emperyalizm kendi çoğul formunda emperyalist güçler arası çatışma ile eş anlamlıydı. Bununla beraber, savaş sonrası dönemin (1945-1980) sosyal ve ulusal aşaması, bir yandan Birleşik Devletler hegemonyasının gerisinde öbeklenen ulusal emperyalist stratejilerdeki yakınsama, öte yandan emperyalizmi, “reel sosyalizm” (SSCB, Doğu Avrupa, Çin) bölgesinden çıkmaya ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın çevre devletlerindeki varlığıyla ilgili ulusal kurtuluş hareketleri ile müzakereler yapmaya zorlayan bir geri adımı tarafından karakterize edildi. Gerçekleştiği haliyle sosyalizmin çökmesi ve Üçüncü Dünyadaki köktenci popülizm ile emperyalizm yeniden saldırıya geçmiştir. Çağın ideolojisinde bu denli kibirle yayılan küreselleşme basitçe sistemden kaynaklı emperyalist doğanın yeni biçimidir.
- 20. yüzyıl, garip bir şekilde, yüzyılın başında hüküm süren (sermaye için etkin bir biçimde güzel [gelişen]) “Zarafet Devri” olarak anımsanan bir atasmfer içinde sonlandı. Çoktan tesis edilmiş olan üçlünün (Avrupalı güçler, Birleşik Devletler ve Japonya) burjuva grupları o zaman da devam etmekte olan başarılarının zaferine bir ilahi tutturabiliyorlardı. Kapitalizmin merkezlerinin emekçi sınıfları, 19. yüzyılda içinde bulundukları “tehlikeli sınıflardan” değillerdi artık. Dünyanın geriye kalan halkları, Batı Dünyasının “uygarlık misyonu” yüklenmeye davet edildiler.
Küreselleşmiş kapitalizmin merkezlerinin başarısı, Avrupa nüfusunun 1800’de %23 olan artışının 1900’de %36’ya çıkışıyla ifade bulan demografik patlama ile karakterize edildi. Endüstriyel devrimin üçlüde yoğunlaşması bir dereceye kadar tüm insanlık tarihi boyunca daha önce rastlanmayan bir refah kutuplaşmasına eşanlı bir biçimde neden oldu.
Sermaye birikimine hız katması bir yana bu ilk küreselleşme, neredeyse bir yüzyıl sonrasına tamamıyla benzer bir biçimde 1873’ten 1896’ya kadar süren bir yapısal krizle başladı. Bununla birlikte, krizi, bugün elektroniğe verilen önemin aynı bir önemle, insan ırkını değiştirmekte muvaffak olacağı umuduyla yeni bir endüstriyel devrim (elektrik, petrol, araba, uçak) takip etti. Aynı dönemde, ilk endüstriyel ve finansal oligopoller belirdi (o zamanın çokulusluları). Finansal küreselleşme altın-sterlin standardı formunda zuhur etti. Halihazırda ilginin finansal küreselleşmeye yöneldiği gibi, ilgi, yeni borsaların çok daha büyük coşkuyla müsaade ettikleri işlemlerin uluslararasılaşmasına yöneldi. Jules Verne (elbette bir İngiliz olan) kahramanına dünyayı 80 günde dolaştırdı: “küresel köy”, onun kafasında çoktan oluşmuştu.
“Zarafet Devri’nin” zaferi iki on yıl sürmedi. Kimi ünlü beyinler (o zaman genç: Lenin!), bu çöküşü önceden gördü, fakat dikkat çekemedi. Liberalizm-sermayenin tek taraflı egemenliği-, sistemde içerilen her türden çatışmanın yoğunluğunu düşüremedi, daha ziyade arttırdı.
20. yüzyılın üç çeyreği, çevrenin liberal bozma ve “Zerafet Devri’nin” küresel mirası vasıtasıyla mümkün kılınan, az çok kökten uyum ve transformasyon yönetimi projeleri tarafından imlendi.
Bununla birlikte 30 yıl (1914-1945) içerisinde, iki dünya savaşı, 1930’ların büyük krizi, iki büyük devrim (Rus ve Çin) ve tüm Asya ve Afrika’daki ayaklanmalar, gücün, “Zerafet Devri”nde sermayenin tek taraflı diktatörlüğü içindeki konumlanışını, demokrasinin faşizme, ulusal bağımsızlığın eski kolonyalizme karşı çifte zaferini takiben emekçi sınıfların ve halkların lehine değiştirdi. Bu, yine bizim çağımızı karakterize eden gücün sermayenin lehine konumlanışının “kolay kolay” değişmeyeceği anlamına gelir. Gücün bu konumlanışlarına tabi olmayı reddeden sosyal hareketlerin yüz yüze bulunduğu çok sayıda zorluk mevcuttur. Bu göz ardı edilmemelidir.
20. yüzyılın ikinci yarısı, gücün, emekçi sınıf ve halkların daha az aleyhine, sermayeye kendini, bu unsurların çıkarlarını ifade eden mantığa uydurmak durumunda bırakacak baskıyı getiren, sosyal ve uluslararası konumlanışları tarafından şekillendirildi.
Takip eden kriz (1968’den 1975’e kadar) önceki genişlemenin temellerini teşkil eden sistemlerin aşınması ve çöküşüydü. Henüz sonlanmayan bu dönem, sıklıkla dile getirildiği üzere yeni bir dünya düzenin kurulduğu bir dönem olmaktan çok aşılması zor bir kaos dönemidir. Bu şartlar altında hayata geçirilen politikalar, sermayenin yayılması için pozitif bir strateji sağlamaktan çok krizi kontrol altına almanın yollarına bakmaktadırlar. [Bu politikalar] başarılı olmayacaklar, çünkü toplum güçleri tarafından sermayeye tutarlı ve etkin tepkilerle empoze edilebilecek bir yapının yokluğunda sermayenin aralıksız egemenliğinden kaynaklı, dünya işlerini sermayenin egemen güçlerinin kısa dönem çıkarları tarafından idare edilen “piyasa” vasıtası ile yönetmeyi amaçlayan, “kendiliğinden” proje, ütopyacılık olmayı sürdürmektedir.
Bu nedenle, modern tarih, istikrarlı birikim sistemleri temelinde gelişen yeniden üretim aşamalarından sonra kaos devrelerinin geldiğine işaret etmektedir. Bu aşamaların ilkinde, savaş sonrası dönemin ortayı çıkışı durumunda olduğu gibi, olayların gidişatı, dönemin kumaşını oluşturan sosyal ve uluslararası ilişkilerin istikrar kazandığı olgusunun bir sonucu olarak bir çeşit tekdüzelik izlenimi verir. Bu ilişkiler, sistemdeki dinamiklerin işlerliği ile yeniden üretilir. Bu aşamalarda, açıkça beliren pratikleri sürekli ve dolayısıyla tepkileri, kendilerine temel teşkil eden ideolojileri ölçüsünde, her zaman öngörülebilen aktif, belirli ve kusursuz tarihsel özneler (aktif sosyal sınıflar, devletler, siyasi partiler ve egemen sosyal örgütler), ihtilafsız meşruluk arzu ederler. Bu tür şartlar altında, konjonktür değişse de yapılar istikrarlılığını korur. Bu nedenle, tahmin olanaklı hatta kolaydır. Tahminler, mevzubahis yapılar daimiymiş gibi “tarihin sonuna” kadar götürülürse tehlike hasıl olur. Bu yapıları zayıflatan çatışmaların analizinin yerini, “şeylerin normal gidişatı” [ya da] tarihin yasaları tarafından şekillendirilen doğrusal bir hareket imgelemi öneren, post-modernlerin haklı olarak “büyük öyküler” olarak düşündükleri olmaktadır. Tarihin özneleri yerlerini amaç olarak tarif edilen yapısal mantığa bırakarak yitip gitmektedirler.
Öte yandan, bahsi geçen çatışmalar, sistemi çürütmekteler, bir gün değilse diğerinde istikrarlı olarak düşünülen bu yapılar çökecektirler. Sonra tarihin sonradan “geçiş” [aşaması] olarak adlandırılacak bir aşaması başlar, fakat bu aşama bilinmeyene doğru yaşanan bir geçiştir. Çünkü, bu aşama yeni tarihsel öznelerin belirginleştiği, belirginleştikten sonra yeni pratiklere dahil oldukları ve başlangıçta muğlak olan, yeni ideolojik söylemlerle meşruiyet sağladıkları bir aşamadır. Ancak bu nitel değişim süreçleri yeterince olgunlaştığı zaman, geçiş sonrası sistemleri tanımlayan yeni sosyal ilişkiler belirecektir.
- 20. yüzyılın genişleme devresine dair bu sayfa şimdi çevriliyor… Savaş sonrası dönemin düzenlenmiş üç birikim modelinin çöküşü, 1968-1971, 19. yüzyıl sonunu oldukça fazla anımsatan sistemin yapısal bir krizine neden oldu. Yatırım ve büyüme hızları aniden yarıya düştü, işsizlik arttı, yoksulluk ve eşitsizliğin her türlüsü, her düzeyde, ulusal ve uluslararası [düzeyde], artarak yayıldı.
Kriz, artık kârların, üretim kapasitesini geliştirmeye muktedir kâr getiren yeterli yatırım olanağı bulamayışından kaynaklıdır. Böylelikle, kriz yönetimi artık kârlara, bunların devasa ve makul olmayan aşınmalarından bir şekliyle sakınarak “farklı olanaklar” bulmayı içermektedir. Krizin çözümü daha ziyade yalnız kâra dayanan projeden farklı tutarlı bir sosyal proje manasına gelen gelir dağılımı, tüketim, yatırım kararlarını idare eden sosyal kuralları değiştirmeyi icap ettirmektedir.
Kriz yönetimi, emekçi sınıflar ve çevre ülkelerinin halkları için felaket olageldiyse, durum herkes için böyle değildi. Bu yönetim fazlaca egemen sermaye yanlısıydı. Dünyanın tümünde muazzam bir biçimde artan gelirin sosyal dağılımındaki eşitsizlik, bazı halklar için fazlaca yoksulluk, tehlike ve marjinalleşme yaratırken kaygısızca “yaşasın küreselleşme” narası atan bir çok yeni milyarder de yarattı.
Bu yapısal kriz bir önceki gibi iş gücünün örgütlenmesinin örgütsel şartlarını derinden değiştiren, bu nedenle iş gücünün etkinliğini yitirmesine sebep olan, bir üçüncü teknolojik devrim devresidir. Bu yüzden, işçi ve halkların önceki mücadele ve örgütleniş biçimleri meşruluklarını yitirmektedir. Şu an parçalara ayrılmış sosyal hareket henüz [kendisine yöneltilen] meydan okumalara yanıt verir güçlü yeni bir hal alması için bir formül bulamadı. Ancak, hareket sonuca tesir eden bir kırılma yarattı: Kadının sosyal yaşamdaki ani yükselişi, tarihte ilk kez tüm gezegen için bir tehdit teşkil edecek seviyeye ulaşan çevresel yıkımın fark edilişi. Birkaç yıl içerisinde güçlenen sosyal mücadele-hala savunma düzeyinde bir strateji diyelim-sermayenin saldırısı ile karşılaştı. Seattle ve Porto Alegre’de gösterildiği üzere [bu hareketlerin] yükselişleri halihazırdaki dünya güçleri için bundan böyle bir endişe kaynağıdır.
Yeni G7 planı bu endişe ışığında gözden geçirilmelidir. G7 aniden yeni bir yaklaşım benimasmiştir. Şimdiye kadar yasaklı olan “düzenleme” kelimesi şimdi bu yapının kararlarına dahil edildi: “Uluslararası finansal hareketler düzenlenmelidir”. Dünya Bankası’nın baş ekonomisti Stiglitz, yeni bir “post-Washington Konsensüsü” tanımlamak için bir tartışma açılmasını önermektedir. Spekülatör George Soros yankı getiren bir isimle “neo-liberalizm kapitalizmini kurtarma” yakarışına benzeyen bir kitap yayımladı: “Dünya Kapitalizmi’nin Krizi-Piyasaların Köktenciliği”. Ahmaklık değil, bu, basitçe ulus ötesi şirketlerin egemen sermayelerini kontrol altında tutmayı olanaklı kılmakla aynı amaçlara yönelme stratejisidir. Ancak dilin değiştirilmesinde içerilen tehlike hafife alınmamalıdır. İyi niyetli bir çok insan aldatılıyor ve aldatılacak. Dünya Bankası yıllardır STÖ’leri kendi “yoksulluğa karşı savaş” söylemini belletmek üzere terbiye ediyor.
Birleşik Devletler’in dünya hegemonyasını yeniden kurmak ve bu nedenle dünya sistemini iktisadi, siyasi, askeri olarak örgütlenmesi de bu kaos perspektifine dahildir.
Halihazırdaki dönemin “yeni” olarak ifşa ettiği şey, temel kaygısı kendi öz çıkarlarına olan “yeniye” müsaade etmek olan sermayenin önerdiği çözümlere başka alternatifler sunmak kaygısında olan sosyal hareketlerin odak noktası olmalıdır.
İtiraf etmek gerekir ki gerçeğin labirentinde, gerçekten yeni olanla uğraşmak hiçbir zaman kolay olmamıştır, neyin gerçekten yeni olanın kaidelerini uzun dönemde empoze edeceği ve onu sadece “devrevi” ve kriz yönetimine ilişkin olandan neyin ayıracağı ile uğraşmak da. Aslında gerçek olan iki grup fenomen vardır. “Kriz ve kriz yönetimi” veçhesi ile “sistemin süreğen nitel değişimleri” veçhesi mevcuttur.
Şüphesiz, sürmekte olan bilimsel ve teknolojik devrim, emeğin örgütlenişi, sosyal ilişkiler ve yarının toplumlarının kültürüne ilişkin uzun dönem çıkarımları ile gerçekten “yeni” olanın özünü oluşturmaktadır.
Bu çağdaş devrim (ön safta bilgisayarlı bilim ile) üretken sistemlerin yeniden yapılandırılmasının hayata geçirilmesi için kati surette güçlü bir etkinlik göstermektedir (dikkate değer bir biçimde coğrafik yayılma kısımlarını uzaktan denetimle kolaylaştırarak). Sonuçta, iş süreci peyderpey, büyük oranda sarsıntıya uğratılıyor. Üretim bandı üzerinde çalışma modelleri (taylorizm), sosyal sınıfların yapısını ve bunların emek piyasasının parçalanmasına ilişkin sorunları algılayışlarını önemli düzeyde etkileyen yeni biçimlerle ikame ediliyor. Bu, etkisi uzun dönemde fark edilebilecek bir değişimi içermektedir. Halbuki, bu evrimin gayesi, kapitalizmin tarihsel gelişimle alt edileceğine işaret ederek de, “değer yasasında” belirli bir “gerileyişe” zaten sebebiyet vermektedir. Bu çeşitli yollarla olanaklıdır: Soruna tek, olanaklı, insancıl çözümü teşkil eden sosyalizm tarafından alt edilmesi ya da sosyal kimliğin, artık, refah üretimine katılım (katılım sömürüye yol açsa da) yerine parapolitik/parakültürel kriterlere dayandığı bir çeşit genelleştirilmiş ayrımcılık sisteminin hayata geçirilmesi yoluyla alt edilmesiyle. teknolojik devrimin-her teknolojik devrimin- her durumda, emek örgütlenişinin yapısını değiştirdiği doğrudur. Eğer toplum sınıflı toplum olarak kalırsa, değişim hiçbir şekilde sınıfları ortadan kaldırmaz, [sınıflar] sadece görünüşte değişirler, böylelikle sınıfların görülmesi yanılsamasının ortadan kalkması-ya da diğer gerçekliklere katışık-bugün olduğu gibi, kimi şartlar altında devam edebilir. Sonuç olarak, çeşitli grupların kendi proje ve anlaşmazlıklarını ifade ettiği sosyal örgütlenme ve hareket biçimleri yoğun olarak teknolojik devrim tarafından karakterize edilir. Her teknolojik devrimin muğlak olacağı akılda tutulursa, bu aşamada da en iyi ve en kötü bir arada vücut bulur.
Devam eden teknolojik devrimin genişlemesiyle ilişkili emek örgütlenişindeki değişimlere dair egemen söylem, yeni ağ toplumunun, bireylerin yaratıcı özerkliğini, vb. tasvip edecek bakış açılarına yol açacağı umuduyla, (hiyerarşi zinciri yerine) “ağ” örgütlenmeleri ve (hiç olmazsa kısmen, girişim olagelen birimin yerine) “projelerin” etkileşimine dayalı yeni toplumsallaşabilme ve toplum modelleriyle uğraşmaktadır. Bu toplum, bizim huzurumuzda kuruldu. Yaptığı gerçek sosyal etki nedir? Emek[-çinin çıkarı], gündelikçilik, yoksulluk ve mahrum insan yüzdesindeki artış pahasına sermaye ve mülk gelirlerindeki hızlı ve sıra dışı artış. Bu gerçekler, sınıfların ve ulusların şimdilerde modası geçmiş kavramlar halini aldığı göz önünde bulundurulursa, egemen söylemin, bireyin tarihin öznesi halini alacağı bahanesinden hiçbir şey eksiltmez. Birey, çağdaş toplumumuzun temelini teşkil eden baskı ve sömürü kısıtlarında tutsak olan sosyal bir varlık olarak kalmaktadır. Aynı tür bir söylemden hasıl olan iletişim ütopyası, doğası gereği, çatışmalara son vererek insanlığın sorunlarına çözümler bulmaya yardım etmelidir.
Ayrıca üretici güçlerin gelişmesi-aynı zamanda yıkıcı güçler-şimdi, değişimin etkisini nitel olarak dönüştürebilen ve bu nedenle bizi yeni bağlamlarda rahatsız eden bir düzeye ulaştı. Nükleer silahların tümünün kullanımı gezegen üzerindeki tüm yaşam formlarını sonlandırabilecek durumdadır. Tarihin bu yeni unsuru bunların kullanımından kaçınmamızı ve bunlardan tamamıyla kurtulmamızı gerektirmektedir. NATO, politik çatışmaları savaşla çözme ilkesine baş vurarak [bu fikre] karşı tavır aldı. Biogenetik gibi diğer alanlarda, edinilen bilimsel bilgi meçhul sonuçları olan yıkımlara da yol açabilmektedir. [Bunların] kullanımlarının toplumsal olarak idare edilmesi gerekli hale gelmiştir. Bu, insanlığın devamı için vazgeçilmez ahlaki ilkeleri sisteme eklemlemenin yegane yoludur. Beyan ettiği her şeyi özelleştirme eğilimi çerçevesinde, sistem bunun tamamı ile tersini yapmaya yöneldi. Üretici güçlerin gelişimi, kapitalizmin temel [işleyiş] kaidelerinin eskimiş ve artık, sosyal gelişmeye yol açmadıklarını, daha ziyade öz-yıkıma neden olduklarını göstermektedir.
Bu nedenle çevre meselesi dikkat gerektirmektedir. İnsanlık tarihinde ilk kez, çevrenin dönüşü olmayan ve aşırı derecede tehlikeli yıkımı gerçek oldu. Bu gerçeği göz ardı eden bir toplum projesinin yaşayabilir olması tahayyül edilemezdir. Örgütleniş sistemi ne olursa olsun, kapitalizm soruna çözüm oluşturmaya muktedir değildir. Bu, tamamen kapitalizmin, “geleceğin devalüasyonu” kavramında ifadesini bulan, kısa dönem hesabına (en çok birkaç yıl) dayanmasındandır. Halbuki, bu meseleye ciddi bir yaklaşım, oldukça uzun erimli bir mantığın (pratikte sonsuza dek sürecek) hayata geçirilmesi manasına gelmektedir. Bir çevre sorunun ortaya çıkması kapitalizmin bir uygarlık formu olarak eskidiğinin bir kanıtıdır. Ne yazık ki yalnızca az sayıda “Yeşil” bu gerçeği kabul etmiş durumdadır!
Bununla birlikte, çok sayıda-inkar edilemez-fenomen gözden geçirilmelidir; bu muhtemelen onların süreğen veçhelerinden çok geçici veçhelerini ortaya koyacaktır. Bu kısma, “devletin feragati” ve kapitalizmin “finansallaşması” dahil edilebilir.
Egemen söylem şöyle buyurmaktadır: Büyük firma devletten özerk hale geldi ve kapitalizmin halihazırdaki yeni aşamasının yegane etkin birimi halini aldı. Ayrıca, sistemin ideologları tatmin olduklarını “devlet karşıtı” bir söylem aracılığı ile ifade ettiler.
Faaliyetleri ülkelerin sınırlarını aşan çokuluslu şirketler hala ulusal şirketlerdir (özellikle sahipleri nedeniyle, kısmen sermayelerinin denetimi açısından). Faaliyetlerini sürdürebilmeleri için hala devletlerinin etkin ve olumlu desteğine ihtiyaç duymaktadırlar. Bununla birlikte, aynı zamanda kendi gelişme stratejilerini devlet politikalarının mantığı dışında (bazen karşısında) geliştirmeye yetecek ölçüde güçlendiler. Bu nedenle, devleti kendi stratejilerine tabi kılmayı istemektedirler. Devlet karşıtı neo-liberal söylem, bu firmaların özel çıkarlarını korumaya yönelik mantığı meşru kılan bu amacı gizlemektedir. İstenen “özgürlük” herkes için değil, yalnız başkalarının zararına olan çıkarlarını talep etmede, bu firmalar için özgürlüktür. Bu bağlamda, neo-liberal söylem bütünüyle ideolojik ve yanıltıcıdır. Özel oligopol sermayesi ile devlet arasındaki ilişkiler muğlaktır ve devletin, özel menfaatleri görünürde tamamı ile kendine tabi kıldığı, halihazırda geçerli olan ilişkinin, her zaman böyle kalacağı ve değişmeyeceği iddia edilemez. Bu nedenle bu geçici yöntem, bu bağlamda, sürekli ve kesin bir forma dönüştürülür. Ayrıca, ulusal sermayeye egemen bir güç halini alacak bir çokuluslu sermaye (ve bu nedenle çok uluslu bir burjuva sınıfı) hakkında konuşmak için erken görünmektedir. Üçlü birlik ancak başka bir şekilde ifade edilebilir.
Finansallaşma, büyük oranda, tamamen geçici bir fenomendir. Krizin bir sonucudur. Üretken sistemlerin genişlemesi için kullanılamayan sermaye artığı-mevcut yapıda-egemen sınıf için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır; sermayenin yoğun değer yitirmesi tehdidi. Krizin çözümü, en kötü senaryodan kaçınmak için finansal işlemlere izin verilmesini gerektirmektedir. Ancak, finansallaşma hayalciliği krizi “çözemez”, daha ziyade gelir dağılımındaki eşitsizliği fenalaştırarak ve şirketleri finansal oyunlar oynamak zorunda bırakarak vaziyeti durağanlaştırmaktadır. Öngörülemeyen büyük kriz (borsanın çöküşü?) daha ileridedir. Bu krizin sebep olacağı kaosun siyasi çözümleri-tepkisel neo-popülizm, radikal sola kayma-, aynı şekilde, öngörülemez. Bununla birlikte gelecek sistemin yapıları bu çözümlere bağlı olacaktır. Sosyal hareketler, bunlar ile yüzleşmeye hazır olmalıdır.
Finansallaşma, aynı zamanda, güçlü bir sermaye yoğunlaşması eğilimi fırsatı yarattı. Yirmi yılda, şirket birleşmelerinin ilgi duyduğu varlıkların kapsamı yediye katlandı. Bu yeni yoğunlaşma muhtemelen, büyük oranda, değiştirilemez olacaktır. Bu, yeniden, olası şeffaflığın yegane garantörü devlete ait olması gereken rolleri üstlenen (anti-demokratik esrarlı uygulamaları ile) özel sektörün elinin altında bu tür bir güç yoğunlaşmasına dikkat çekmektedir.
Krizin ekonomik yönetimi, sendikaların “esnek olmayan tavırlarını” zayıflatarak ve imkan dahilinde tasfiye ederek, fiyat ve ücret(leri) [hareketlerini] serbestleştirerek, vb. ile sistematik olarak “serbestleştirme” amaçlamaktadır. “Serbestleştirme” yanıltıcı bir terimdir. Çünkü “katıksız” iktisatçıların sanal ekonomisi dışında hiçbir serbestleştirilmiş piyasa mevcut değildir. Tüm piyasalar düzenlenen ve ancak bu şartlar altında çalışabilen piyasalardır. Ana sorun bunları kimin, nasıl düzenleyeceğidir.
“Serbestleştirme” ifadesinin gerisinde bir gerçeklik yatmaktadır: Piyasaların egemen sermaye tarafından tek taraflı düzenlenmesi. Bu serbestleştirmenin ekonomiyi dünya çapında idare edilemez ve çözemediği çatışmaları arttıran bir durgunluğa hapsettiği gerçeği, liberalizmin, “güvenli” olduğu düşünülen (gelecekteki) kalkınmaya bir başlangıç oluşturduğu sakıncasının selameti için elbette kolayca kabul edilir.
Kapitalist küreselleşme, kriz yönetiminin bu düzeyde devam ettirilmesini gerektirmektedir. Bu yönetim, iktisadi makinenin finansal kârın yegane ölçütüne itaatine yol açan devasa, hareketli sermaye sorunun hakkından gelmelidir. Uluslararası sermaye transferlerinin serbestleştirilmesi, serbest döviz rejiminin benimsenmesi, yüksek faiz hadleri, Birleşik Devletler ticaret açığı, üçüncü dünya ülkelerinin dış borçları ve özelleştirme, bunların tümü, bahsi geçen hareketli sermayeye kurtuluş fırsatı veren, böylelikle sermaye artığının devasa değer kaybı ana tehlikesinden kaçınma imkanı veren mükemmel düzeyde akılcı bir politikayı teşkil ederler.
1997 Asya Krizi, istikrarsız finansal hareketlerin sebep olduğu felaketin boyutuna aniden dikkat çekti. Yüksek tasarruf düzeyi ile karakterize edilen bölge, hareketli yabancı sermayeye ihtiyaç duymuyordu. Yabancı sermaye, olanın, arkasında mahvolmuş ekonomiler ve toplumlar bırakarak büyük karlar elde ettiği mülk ve tahvillerden kaynaklı yapay enflasyonun finansmanı olduğunu oldukça iyi bilmekteydi. Bu hususta, spekülatif finansal hareketlerin vergilenmesi (Tobin vergisi) ve “vergiden muaf cennetlerin” bertaraf edilmesi için gerekli tedbirler ile ilgili çeşitli öneriler yapıldı.
Finansallaşma, “Alman ve Japon” kapitalizmlerinin özgüllükleri ile karşılaştırıldığında onu “Anglo-sakson kapitalizmin” bir özgüllüğü olarak düşünenlerce dile getirildiği gibi, bu yeni kapitalizmin süreğen bir özelliği değildir. Finansal olan, reel ekonomi alanından ayrı, özerk bir durumda sınırsızca gelişemez.
Finansallaşmaya dair egemen söylem, üçlünün yaşlanan nüfusu ve emeklilik fonu patlaması ile ilgili tamamen farklı bir sorun kümesine vurgu yapmaktadır. Bu analizlerin bazılarında, “alacaklılar grubu” kendi çıkarlarının bilincinde evvelce oluşmuş bir sosyal güç olarak sunulur. Grup, emeklileri, başat kaygıları enflasyon tehdidini bertaraf etmek olan emeklilik fonu yönelticileri ile beraber davranan ücretlileri, yüksek faiz hadlerinden ve finansal çıkar sahibi oldukları fonlardan faydalananları kapsamaktadır. Bu grup, işsiz ve sürekli bir işi olmayan işçilerden oluşan “düşkünler” grubunun karşısındadır. Sosyal hizip artık sermaye ile emeği karşı karşıya getirmekten çok alacaklılar grubu ile (sermaye ile emeğin ilişkilendirilmesi) düşkünler grubunu karşı karşıya getirmektedir. Bu meselenin tartışılması gerekmektedir. Çünkü (Amerikan tarzı olan) fonların özel sermayeye dönüşmesi, genelde gelir dağılımı sistemini tercih eden bazı Avrupa ülkelerinin ve sol partilerin davranış kalıplarına aykırıdır. Kabul etmek gerekir ki Avrupa hükümetleri şimdilerde Amerikan sisteminde karar kılmış durumdalar. Bu [geçiş], bir evrimin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, ancak emek hareketlerinin muhtemel karşı duruşlarını kırmak amacı ile sermayenin egemen güçleri için bir avantaj olarak, (henüz) oluşmamış alacaklılar grubunu yaratmayı gaye edinen bir strateji teşkil etmez mi?
Bu şartlar altında ileriye doğru nitel bir adım olarak takdim edilen küreselleşme, üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzu olarak kalmalıdır.
Görünürde, kapitalizmin önceki aşamalarında işlediği gibi işleyen uluslararası ekonominin yerini, küresel bir ekonominin alması eğilimi vardır. Ancak, oto-sentrik ulusal üretken sistemlerin tasfiyesi her zaman başlı başına göreli ve kısmi olmuştur. Dahası, bu sistemin yerine küresel bir üretken sistem mantığı ortaya çıkmış değildir. Küreselleşen (kaotik yapıdaki) sistemi idare etmeye muktedir bir siyasal otoritenin yokluğu ve [bu tür bir gücün] ulus devletin sahip olduğuna denk bir meşruiyetinin olmaması çağımızın, yakın gelecekte çözülemeyecek, büyük bir çelişkisini teşkil etmektedir. Bu çelişki basitçe-geçici olarak-Birleşik Devletler hegemonyasına teslimiyeti beslemektedir.
Gerçekte mevcut olan küreselleşme, küreselleşmiş bir okyanus içine gömülü bir takım adalara benzetilebilir. Bu takım adalarındaki adaların yoğunluğu değişkendir: Çok uluslu şirketlerin fazlaca kurulduğu merkezi alanlarda güçlü, modern endüstrileşmede kalkınmış çevre alanlarda ortalama ve “dördüncü dünyanın” çevre alanlarında çok düşük.
Devletin yetkilerine, küreselleşmenin çerçevesi dahilinde özerk birimler olarak davranmaya muktedir yerel otoritelerin ortaya çıkması ile küreselleşme tarafından aşağıdan ve yukarıdan olmak üzere iki yönlü müdahale söz konusu olduğu olgusu inkar edilemez. Küreselleşen alt sistemler takım adasının bunlara bir bütünlük sağlayacak herhangi bir grup mantığı izlemediği hala bir vakıadır.
Ayrıca, önceki aşamanın, yani dünya savaşından sonraki dönemin (1945-1990) mirası, “sanayileşmemiş ülkeleri” (1880-1940 dönemini geleneksel çevre ülkelerini), eski üçüncü dünyayı üç gruba ayırmasıydı:
Birinci Grup: Eski sosyalist ülkeler, Çin, Kore, Tayvan, Hindistan, Brezilya, Meksika-ulusal üretken sistemler inşa etmeyi başarabilenler (bu nedenle de potansiyel olarak rekabetçi).
İkinci Grup: Sanayileşmeyi benimseyen fakat ulusal üretken sistemler yaratmayı başaramayan ülkeler: Arap ülkeleri, Güney Afrika, İran, Türkiye, Latin Amerika ülkeleri. Kimi zaman buralarda bazı “rekabetçi” endüstriyel yapılanmalar (kısmen ucuz emek nedeniyle) olsa da rekabetçi sistemler mevcut değildir.
Üçüncü Grup: Sanayi devrimine kalkışamayan ülkeler (ACP ülkeleri). Bunlar yalnız kendi nihai “doğal kaynakları” çerçevesinde “rekabetçi”dirler: madenler, petrol, tropikal tarım ürünleri.
Küreselleşme, diğer ülke grupları şöyle dursun, birinci grup ülkelerine kapitalist deyimle tamamen gelişmiş “yeni merkezler” payesi vermeye muktedir olamayacak. Çünkü, sanayileşme sürecinin derin etkiler bıraktığı çevre ülkeleri, iş güçlerinin çok yüksek bir yüzdesinin düşük üretkenlik gözlenen faaliyetlerde istihdam edilmesi (istihdam edildikleri zaman) gerçeği akılda tutulursa, hala hatırı sayılır “rezervler”e sahiptirler. Bunun nedeni, modernizasyon politikalarının-“yakalama” çabaları-(etkin ve rekabetçi olmak için) modern fakat kıt kaynakların (sermaye ve nitelikli emek) kullanımı açısından oldukça pahalı teknolojik seçenekler empoze etmesidir. Bu sistematik bozulma, söz konusu modernizasyonun gelir dağılımındaki artan eşitsizlikle ilişkilendiği her sefer daha da kötüleşmektedir.
Bu şartlar altında, modernize edilen üretken faaliyetlerin genişlemesi durumu için, düşük üretkenlik gözlenen faaliyetlerde kullanılan devasa rezervlerin kullanılması imkansız olacaktır. Açıkça modern bir okyanus tarafından kuşatılan modernize edilmiş (bunlara önemli [bölgeler] diyelim) bölgelerin birleşmesinden kaynaklı her türden temel çelişki ile uğraşmak zorunda olan toplumlar olarak, dinamik çevre ülkeleri, bu nedenle çevre olmayı sürdürecekler. Bu çelişkiler, “merkezin beş tekeline” tabi olan bu ülkelerin ikincil olarak bırakılmalarını kolaylaştırmaktadır. Bu toplumların sorunlarına ancak sosyalizmin çözümler bulabileceğine ilişkin sav, sosyalizm, belirli bir formül değil de tüm toplumlar için insanlar tarafından tanımlanan bir strateji aracılığı ile hayata geçirilen ve okyanus kaynaklarının uygar araçlar vasıtasıyla modern faaliyetlere kademeli ve örgütlü bir biçimde dönüştürülmesini garantilemeyi amaçlayan bir dayanışma hareketini ifade ederse doğrudur. Bu, dış ilişkilerde söz konusu uzun geçiş döneminin bu ulusal ve popüler aşamasının mantığına itaati ima eden “kopmayı” gerektirmektedir.
Marjinalleşen alanlar hangileridir? Bu, tarihte daha önce rastlanmayan bir fenomen midir? Ya da bu, daha çok ikinci Dünya Savaşı sonrası belli bir dönem tüm çevre ülkeleri için daha az zararlı bir güç konumlanışı tarafından engellenen sabit kapitalist yayılma eğiliminin bir ifadesi midir? Bu istisnai durum üçüncü dünya ülkelerinin, kolonyalizm, [kolonyallerin] üçüncü dünya ülkelerinin hammadde üretimlerine dair hak iddiaları ve [kolonyallerin] ülke farklılıklarına rağmen batılı ülkelerin muhafaza etmeye çalıştığı modernizasyon ve sanayileşmeyi empoze etmeye yönelik politik kararlılıklarına karşı bir dayanışma temeli atmıştır. Bu, tamamen, bu karşı duruşlar vasıtası ile kazanılan başarının, üçüncü dünyadaki uyum ve dayanışmanın aşındırdığı başarıyla aynı olmamasındandı.
“Asya Mucizesi” üzerine pek çok şey söylendi; Asya ya da Asya-Pasifik, bu gezegen üzerinde Avrupa ve Kuzey Amerika’dan hakimiyet haklarını koparmış, inşası süren geleceğin merkezleri, geleceğin süper gücü Çin, sizde ne vardı! Daha ağırbaşlı bir ifadeyle, Asya fenomeninden kimi zaman, daha fazla ciddiye alınmaları için acele ile karar kılınmış erdemler olmalarına rağmen, bazı sonuçlar çıkarılır. Kutuplaşma saldırısına cevaben oluşan kopma stratejileri gibi, küresel kapitalist yayılmada içerilen kutuplaşma teorisinin sorgulandığı düşünüldü. [Batıyı] “yakalamanın”, sanrısal bir (Sovyet faciasının nedeni olduğu söylenen) kopmadan çok küreselleşmenin içine etkin bir biçimde yerleşme ile (bu önerinin ikincil biçimi ile “ihracata dayalı” bir strateji ile) mümkün olacağı tartışıldı. İç etkenler-“kültürel” dahil-bir taraftan dünyanın nasıl şekillendirileceği hususunda kendisini etkin birer unsur olarak kabul ettiren bazıları için başarı nedeni iken, öte taraftan marjinalleşen ve “kendi arzularından kopan” diğerlerinin başarısızlık nedeni olarak düşünüldü. Asya ve Doğu ülkeleri dış ilişkilerini, küresel egemen eğilimlere “uyumu” reddederek içsel kalkınmalarının gereklerine göre şekillendirdikleri gerçeğinden hareketle başarıya ulaştılar. Bu, tam da-aceleci gözlemciler tarafından-hatalıca içe dönüklük olarak yorumlanan kopmanın tanımıdır. Sonraları, Doğu ve Güneydoğu Asya’da patlak veren kriz bu tip söyleme bir son verdi. Ancak, Çin ve Kore’nin küresel ekonominin birer parçası haline gelmeleri meselesi muğlaklığını korumaktadır.
Genelde, yeni küresel ekonomi, “farklı işleyiş biçimleri” ile karakterize edilmektedir. Bir kez daha [soralım], bu, gerçekten yeni bir fenomen mi yoksa çeşitli işleyiş biçimleri kapitalizm tarihinde standart bir işleyiş mi oluşturmaktadır? Bu fenomen, muhtemelen istisnai olarak yalnızca dünya savaşı sonrası dönemde (1945-1980), sosyal ilişkilerin, bölgesel ve sektörel transferlerin örgütlenmesi yoluyla üretken güçlerin büyümesi ve modernizasyonunu destekleyen sistematik devlet müdahaleleri (Refah Devleti, Sovyet Sistemi Devleti, Bandung üçüncü dünyasının Ulusal Devleti) nedeni ile zayıflatıldı.
Ayrıca, halihazırdaki dünya krizi, bir çok yönden, kapitalizmin kendi mantığı ile de, insanlığın yüz yüze bulunduğu saldırıları karşılamaya muktedir olmayan bunak ve atıl bir sistem olduğu gerçeğini açığa vuran büyük bir uygarlık krizidir. Krizin, sosyal hareketlere ait fikirlere gıda olması gereken tarih tarafından karşılandığı açıktır. Kriz politikaları, küresel liberalizm ve finansallaşma yaşlanan kapitalizm için dopinge benzetilebilir, kriz, bu bunak bedenin viagrasıdır.
1 Köşeli parantezler çeviren tarafından eklenmiştir.
2 Kalkınma
3 "Belle Epoque", ÇN.
4 Sivil Toplum Örgütleri, ÇN.
5 Apartheid, ÇN:
6 Afrika, Karaip, Pasifik ülkeleri, ÇN.
7 Delinking, ÇN.
2 Kalkınma
3 "Belle Epoque", ÇN.
4 Sivil Toplum Örgütleri, ÇN.
5 Apartheid, ÇN:
6 Afrika, Karaip, Pasifik ülkeleri, ÇN.
7 Delinking, ÇN.
Çev: Aydın ÖRDEK
(http://www.ozguruniversite.org adlı siteden alınmıştır.)