Read Time:41 Minute, 8 Second
DEVLETİN MERKEZİLİĞİ
James PETRAS
Küreselleşme ve Direniş
Cospolitik Kitaplığı
Çev: Cevdet Aşkın
Günümüzün en yaygın ve sinsi mitlerinden biri de, ulus-devletlerin artık varolmadığı bir dünyada yaşadığımız fikridir. (l) Gerçeklerden bu kadar kopuk başka bir iddia daha olamaz. Dünyanın bütün bölgelerinde (emperyal, kapitalist ya da yeni sömürge, hangisi olursa olsun) devlet güçlendi, faaliyet alanını genişletti, ekonomi ve sivil topluma müdahalesini yaygınlaştırdı. Bizim emperyal devlet dediğimiz, emperyalist ülkelerdeki devlet, özellikle ülke içinde iktidarın yoğunlaştırılmasında ve (bu iktidarın) denizaşırı bir dizi kurum ve ekonomik ve politik durumda izdüşümünün yaratılması ve geniş nüfuz ve hakimiyet alanlarının kurulmasında hala faaldir. ABD emperyal devleti yolu açar, Almanya ve Fransa önderliğinde Avrupa Birliği ve Japonya onu izler. Emperyal devletin iktidarı, Uluslararası Para Fonu (lMF), Dünya Bankası (DB), Asya Bankası (AB), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası finans kuruluşlarına dek uzanır. Emperyal devletler, bu uluslararası finans kuruluşlarının fonlarının çoğunu sağlar, başkanlarını atar ve onları kendi ü1kelerinin çokuluslu şirketlerinin lehine politikalar uygulamakla yükümlü tutarlar.
Ulus-devletlerin artık varolmadığı bir dünya fikrinin savunucuları ya da küreselleşme teorisyenleri, uluslararası finans kuruluşlarının, ulus-devletin ötesinde daha gelişkin ya da yeni bir hükümet biçimi olmayıp, güçlerini emperyal devletlerden alan kuruluşlar olduklarını bir türlü kavrayamıyorlar.
Bu çalışma, küreselleşmeci teorilerin mesnetsiz iddialarını tanışmaya açacak ve onları eleştirerek devletin bugünün dünyasındaki, bölgesel ve yerel ekonomilerdeki(2) önemini ayrıntılı olarak incelemeye çalışacak. Tartışmanın üçüncü bölümünde ise, dünyadaki neo-liberal ekonomiler yükselen devletçiliğin nedenlerinin açıklanması üzerinde duracak.
‘ULUS-DEVLETSİZ DÜNYA’ MİTİNİN İDDİALARI
Bizim ”küreselleşmeci teorisyenler” diyeceğimiz ”ulus-devletsiz dünya” tezinin savunucuları, çok kuşkulu bir dizi varsayımdan yola çıkar. Kuşkusuz aralarında çeşitli farklılık ve nüanslar bulunuyor. Örneğin kimileri ulus-devletin bir anakronizm olduğunu ileri sürerken, kimileri inişte olduğunu iddia ediyor, kimileri de artık bir gerçeklik olmaktan çıktığını" söylüyor. Bu görüş farklılıkları tartışmayı kışkırtmaya devam etse de, daha önemli olan, küreselci teorileştirmeyi biçimlendiren odak varsayımlardır.
Bu kuşkulu varsayımlardan bazıları şunlardır:
1. Varsayım: Çokuluslu şirketler, belirli herhangi bir ulus-devlette özgül bir yerleri olmayan küresel şirketlerdir. Bu şirketler, ulusal denetimlerden kurtulmuş yeni bir dünya ekonomisi oluşturur ve yeni bir dünya yönetici sınıfının parçasıdırlar.
Bu varsayım, geniş ölçekli şirketlerin bir dizi ülkede faaliyet gôstermeleri, hareketli olmaları ve bir çok ulusal hukuksal yaptırım ve vergilendirmeden kaçabilecek güçte olmalarına dayanır. Bu varsayımda bir kaç kavramsal ve ampirik sorun vardır.
İlk olarak, çokuluslu şirketlerin pek çok ülkede faaliyet göstermesi stratejik kararların, yöneticilerin ve karların büyük kısmının yoğunlaştığı şirket genel merkezlerinin ABD, AB ve Japonya’da bulunduğu gerçeğini asla değiştirmez.(3)
İkinci olarak, şirketlerin hareketli oluşları, emperyal devletlerde üslenmiş şirket genel merkezlerindeki yöneticilerin aldığı stratejik kararlara dayanır. Bu kararlar, emperyal devlet ve onun uluslararası finans kuruluşlarındaki temsilcileri tarafından oluşturulan siyasal ve ekonomik koşullara bağlıdır ve devletlerarası ilişkilerle belirlenir.
Üçüncü olarak, vergilendirme ve hukuksal yaptırımlardan kaçabilme, emperyal devletler ve onların çokuluslu bankalarındaki kasıtlı politikalar sayesinde olanaklı olabilmektedir.(4) Örneğin yeni sömürge ülkelerden elde edilen yasadışı kazançların emperyal devletlere transferini engelleyecek yasaların uygulanmaması, emperyal ekonomilerin harici hesaplarını kabartarak zenginliğin geniş ölçekte merkezileşmesini sağlayan bir devlet faaliyeti biçimidir. Çokuluslu şirketlerin, yeni sömürge devletin düzenlemelerini çiğneyebilmesi, emperyal-yeni sömürge devlet ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı daha geniş bir iktidar ilişkileri ağının parçasıdır.
2. Varsayım: Eski ulus-devlet hükümetlerinin yerini, uluslararası finans kuruluşları, DTÖ ve çokuluslu şirketlerin başındaki kişilerden oluşan yeni bir dünya hükümeti aldı. Bu varsayım, iktidar yapısına ilişkin daha derin bir analitik görüşten ziyade tali bir fenomenin yüzeysel tanışmasına dayanır. Uluslararası finans kuruluşlarının pek çok coğrafi mahalde önemli ekonomik ve toplumsal kesimleri etkileyen çok sayıda önemli karar aldığı doğru olsa da, bu kararlar ve kararları alanlar, emperyal devletler ve onları etkileyen çokuluslu şirketlerle yakından bağlantılıdır. Uluslararası finans kuruluşlarının tüm üst düzey yetkilileri kendi ulusal/emperyal hükümetleri tarafından atanır. Bu kurumların kredilerini ve kredi açma koşullarını dikte ettiren can alıcı politika ilkelerinin tümü, emperyal devletlerin maliye, hazine ve ekonomi bakanları tarafından tespit edilir. Uluslararası finans kuruluşlarının fonlarının çok büyük bölümü emperyal devletlerden gelir, bu kuruluşların yönetim kurullarında temsil, emperyal devletlerin sağladıkları fonların oranına dayanır. IMF ve Dünya Bankası’nı daima ABD’li ya da AB’li kişiler yönetmiştir.(5)
Uluslararası finans kuruluşlarının iktidarına ilişkin küreselcilerin görüşü, onun emperyal devlet kaynağına değil, bir türev iktidar tartışmasına dayanır. Bu anlamda, uluslararası iktidar, ulusüstü varlıklarda değil, emperyal devletlerde temellenir. Ulusüstü varlıklar kavramı, uluslararası finans kuruluşlarının özerkliğini fazla, onların emperyal devletlere tabi oluşunu ise eksik değerlendirir. Uluslararası finans kuruluşlarının gerçek önemi, emperyal devletlerin iktidarını nasıl büyüttükleri, genişlettikleri ve derinleştirdiklerinde ve emperyal devletler arasındaki rekabet alanı haline nasıl geldiklerinde yatar. Uluslararası finans kuruluşları eski devletlerin yerini almak şöyle dursun, onların konumlarını güçlendirmiştir.
3. Varsayım: Küreselci teorisyenlerin en yaygın argümanlarından biri, devlet sınırlarını ortadan kaldıran ve yeni bir küresel ekonomi yaratan bir enformasyon devriminin gerçekleşmekte olduğudur. Küreselci teorisyenler, yeni bir teknolojik devrimin, üretici güçlere yeni bir itki sağlayarak kapitalizmi dönüştürdüğünü ileri sürüyor. Enformasyon teknolojilerinin ekonomilerde köklü değişiklikler yaparak ulus devletlerin ve ulusal ekonomilerin fazlalık haline geldiği yeni bir küresel ekonomi yarattığı iddiaları son derece kuşkuludur.
Örneğin ABD’de geçen yarım yüzyıldaki üretkenlik artışına ilişkin bir karşılaştırma, küreselci argümanı desteklemez. ABD’deki sözde enformasyon devrimi öncesi 1953-73 yıllarında, üretkenlik ortalama yüzde 2.6 arttı; 1972-95 arasında bilgisayarların üretim sürecine sokulmasına rağmen üretkenlik artışı bunun yarısından az oldu.(6) 1995-99 arasındaki sözde patlama döneminde bile, üretkenlik anışı, yüzde 2.2 ile hala bilgisayar öncesi dönemin altındaydı.
Öte yandan bilgisayar ve robotlardan en yaygın biçimde yararlanan Japonya, on yıllık bir durgunluk ve kriz dönemine tanık oldu. 2000-2001’de, enformasyon sektörü derin bir krize girdi, on binlerce kişi işten çıkarıldı, yüzlerce firma iflas etti, hisse senetleri yüzde 80 civarında değer kaybetti. Sözde enformasyon ekonomisini karakterize eden spekülatif balon patladı. Dahası, küreselcilerin iddia ettiği büyük üretkenlik artışının kaynağı, bilgisayar üretim alanının kendisinin bilgisayarlaştırılmasıydı. Araştırmalar, bürolarda bilgisayar kullanımının fikir alışverişinden ziyade kişisel kullanıma yönelik olduğunu, bilgisayar başında harcanan zamanın tahminen yüzde 60’a varan kısmının işletmeyle ilgisi olmayan faaliyetlerle geçtiğini gösteriyor. Bilgisayar üreticileri, ABD ekonomisinin yüzde 1.2’sinden ve -borsa kapitalizasyonu- nun yüzde 5’ten daha az bir bölümünden sorumludur.(7)
Öte yandan ABD nüfus sayımları, yüksek üretkenlik rakamlarına bir başka açıklama daha sağlar. çoğu yasadışı göçmen olan 5 milyon ABD işçisi 1990’lı yıllarda ABD emek piyasasını istila etmiştir. Üretkenlik, işçi başına düşen çıktıyla ölçüldüğünden, sayılmayan bu beş milyon işçi kitlesi üretkenlik verilerini şişirmiştir. Bu işçiler de hesaba katılırsa, üretkenlik rakamları yüzde 2’nin altına düşer.
Enformasyon ekonomisi ve onun borsadaki hisse değerlerinin gerilemesiyle birlikte, enformasyon devriminin yeni bir dünya düzenini şekillendirmek şöyle dursun, büyük emperyal devletlerin ekonomilerini belirleyen üstün bir güç olmadığı da açık bir hal alır. Çoğu insanın bilgisayara sahip olması ve internette gezinmesi, kimi firmaların envanterlerini daha iyi kontrol edebilmesi vb., iktidarın Ulus-devletin ötesine kaydığı anlamına gelmez. Dünya borsalarındaki yatırımcılar, kar etmeyen ve zararları giderek artan uyduruk yüksek teknoloji firmalarından fonları çekip reel ekonomi şirketlerine aktardıklarına göre borazancıbaşlarının ”enformasyon devrimi”ne ilişkin iddiaları ancak mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benzer.
4. Varsayım: Önceki varsayımla ilintili olarak küreselciler, imalat, madencilik, tarım ve toplumsal hizmetlerden oluşan Eski Ekonominin yerini alan bir Yeni Ekonomi’de yaşadığımızı iddia ediyorlar. Küreselcilere göre ”piyasa”, ”sıradan insanlar”ın kendi geleceklerine ilişkin seçimler yaptıkları ve yeni teknolojilerin getirdiği verimliliğin yüksek büyüme oranlarını garantilediği ”gerçek demokrasi”yi yaratır. 2000 yılının sonlarında başlayıp 2001’de devam eden durgunluk, Yeni Ekonomi ideologlarının iddialarını çürütür:
Ekonomik çevrim işlemeye devam ediyor ve üstelik, özellikle ”Yeni Ekonomi”nin çok spekülatif doğası çevrimin şiddetini artırıyor. ”Yeni Ekonomi”, sonunda görüldüğü gibi, ifrat düzeyine varan yüksek getiri iddialarının sürüklediği oynak, spekülatif bir ekonominin tüm özelliklerini gösterir. Ortada kar ya da gelir dahi olmadığından, ”Yeni Ekonomi” diye reklamı yapılan şeyin büyük bir bölümünün, ilk yatırımcılara yüksek getiriler, sonrakilere ise finansal yıkım getiren çok büyük bir finansal dolandırıcılık olduğu görülür.
”Yeni Ekonomi” borazancılarının vaat ettiği yeni verimlilikler, kapitalist ekonomik çevrimin mantığına direnememiştir. "Tam zamanında üretim” istikrarlı ve kesintisiz talep arttığı varsayımına dayanıyordu: 2001 durgunluğu, talepteki ani düşüş, üreticilerin ve satıcıların envanterlerinde şişmeye ve bunun sonucu işten çıkarmalara yol açtı. Nakit-akışı sorunları, "Eski Ekonomi”nin karakteristiği olan borçluluğu ve iflasları arttırdı.
Sözde ”Yeni Ekonomi”nin kapitalist krizleri aşamadığı, aslında eskiye göre daha zedelenebilir olduğu ve nakit akışının büyük kısmı sürekli yüksek getirili spekülatif beklentilere dayandığından başvuracak çok az kaynağa sahip olduğu açıktır. Web sitelerine verilen ticari ilan gelirlerindeki keskin düşüş ve bilgisayar piyasasının doyması, donanım ve yazılım üreticilerini yapısal bir krize sokarak ”endüstri”de muazzam bir sarsıntı yarattı. Hisselerin aşırı şişmiş ”kağıt değeri” tepe taklak düşerek çok küçük düzeylere indi ve önde gelen İnternet şirketleri ”Yeni Ekonomi”nin doğasını karakterize etmek şöyle dursun ayakta kalma mücadelesi vermeye başladı.
5. Varsayım: Toni Negri gibi bir kısım küreselci teoriysen, (sanki biri olmadan diğeri olabilirmiş gibi) emperyalist devletlere karşıt olarak bir ”emperyal sistem”den söz ediyor.(8) Tüm devletlerin, piyasalara hakim olan kadiri mutlak çokuluslu şirketler karşısında özgün anlamlarını yitirmeleri nedeniyle ”sistem”in bir "merkez”i yoktur. Bu dünya sistemleri yaklaşımı, ulusal mülkiyet ve yönetimdeki banka ve sanayilerin sınıfsal ve kurumsal iktidarını anlayamıyor. Daha da tehlikelisi, sistem teorisyenleri, emperyal devletler, çokuluslu şirketler ve onların uluslararası finans kuruluşlarındaki uzantıları arasındaki yapılan, faaliyetleri, yasal kuralları birbiriyle ilintilendirmede başarısız oluyorlar. iktidarlarının geniş erimi, kar, faiz, rant ve patent ödemelerinin emperyalist ülkelerde toplanmasını sağlıyor. Oysa ki, ”Sistem”, emperyal devletler ve onların çokuluslu şirketlerinin birleşik güçlerinden türer ve onlar tarafından sürdürülür.
Emperyal bir sistem betimlemek için mülkiyet ve devlet iktidarının özgüllüklerini soyutlamak, temel çelişki ve çatışmaları, devletler arası emperyal rekabetleri ve devlet iktidarı için halk mücadelelerini göz ardı etmek gerekir. "Devletsiz imparatorluklar” ucubesi, ”ulus-devletsiz dünya” nosyonuyla aynı sorunları içerir. Sermayenin devletten özerkliğini abartır ve "piyasa”nın, ya da Negri’nin ifadesiyle "kolektif kapitalist”in, emperyalist sisteme hakim olduğunu ileri süren ”serbest piyasa ideologları”nın yanlış önermelerini papağan gibi tekrarlar.
6. Varsayım: ”Küreselciler”, iktidar bileşimlerini tanımlarken, rejim, devlet ve sınıf bileşimlerinin en önemli çeşitlemelerini birbirine karıştıran bir soyutlama düzeyinde hareket ederler. Bu nedenle sosyo-ekonomik değişime ilişkin çok ikna edici bir kavrayışları yoktur. En aleni yanlış anlayışları, "çekirdek” ya da "merkez” ve yarı-çevre ve çevre kategorilerine sahip dünya sistemi yaklaşımında görülür.(9) Dünya ekonomisi ve iktidarına ilişkin bu tip basitleştirici bir soyut tabakalandırma, sınıf ilişkileri dinamiğini pazar paylarının statik bir dağılımına tabi kılar. Bu soyut kategoriler, her bir kategorideki uluslar arasındaki temel sınıf çıkarlarını, uluslar arasında pazar paylarının dağılımını, mülk sahipliğini, yaşam standartlarını ve dinamik ve durgun ülkeleri ayrıştıran farkları gizler. Daha da önemlisi küreselciler, piyasa konumlarına bakarak, devletin, devletler ve ekonomiler arasındaki ilişkinin sürdürülmesi ve değiştirilmesinde ve dünya ekonomisinin yeniden şekillendirilmesinde her yerde hazır ve nazır oluşunu gözden kaçırır.
DEVLETİN MERKEZİLİĞİ
Günümüz dünyasında, hem emperyal hem de yeni sömürge biçimiyle "ulus-devlet”, faaliyetini artırmış ve yaygınlaştırmıştır. Devlet, anakronizm olmak şöyle dursun, dünya ekonomisi ve ulus-devletlerde merkezi bir unsur haline gelmiştir. Bununla birlikte, ister emperyal ister yeni sömürge olsun, devletin faaliyetleri sınıf karakterine göre çeşitlilik arz eder.
Emperyal Devletler: Son yıllarda, emperyal devletin merkeziliği(1O), emperyal güçlerin özellikle de ABD’nin konumunu tahkim eden ekonomi-politik, kültürel ve ekonomik temel faaliyet alanlarında kanıtlandı.
Kriz Yönetimi: Son on yılda, dünyanın çeşitli bölgelerinde bir kaç büyük finansal ve ekonomik kriz patlak verdi. Hepsinde de emperyal devletler, özellikle de ABD devleti, çokuluslu şirketleri kurtarmak ve finansal sistemlerin çöküşünü önlemek için buralara müdahale etti. Örneğin Meksika mali sisteminin iflasın eşiğine geldiği 1994’te, zamanın ABD Başkanı Clinton, ABD’li yatırımcıları kurtarmak ve pezoya istikrar kazandırmak amacıyla Meksika devletine 20 milyar dolar verilmesi için müdahale etti. İkinci olarak, 1998 Asya krizinde ABD ve Avrupa hükümetleri, ekonomilerin, özellikle de Güney Kore ekonomisinin, temel sanayilerinin yabancılar tarafından satın alınmasına açılması karşılığında IMF-Dünya Bankası’nın milyarlarca dolarlık kurtarma paketlerine onay verdi. Washington, 1999 yılındaki Brezilya ve 2001’deki Arjantin krizlerinde, uluslararası finans kuruluşlarına rejimleri kurtarmaları için baskı yaptı. ABD içinde, büyük bir uluslararası yatırım bankasının iflas tehlikesi, ABD Merkez Bankası FED’in müdahalesine ve özel bir bankanın kurtarılması için baskı yapmasına yol açtı. Tek kelimeyle emperyal devlet, büyük yatırımcıları iflastan kurtararak, borçlarını ödeyemeyen çokuluslu şirketleri destekleyerek ve para birimlerinin çöküşünü engelleyerek daha sıklıkla ve daha büyük kaynaklarla kriz yönetiminde hakim bir rol oynamaktadır. Çokuluslu şirketler ve sözde "küresel ekonomi”, emperyal devletlerin krizi yönetmek ve avantajlar (yerel işletmelerin satın alınması) sağlamak için sürekli büyük çapta müdahalesine her zamankinden daha çok bağımlıdır.
Emperyalistler Arası Rekabet: Rakip emperyal güçler ve çokuluslu şirketler arasındaki rekabetin öncülüğünü esas olarak rakip emperyal devletler yapar. Örneğin, ABD emperyal devleti, Avrupa pazarlarının ABD sığır etine ve ABD’nin Güney ve Orta Amerika kaynaklı muz ihracatına açılması mücadelesine önderlik yaparken, Japonya ve Avrupa devletleri, çelik, tekstil vb. dahil olmak üzere bir dizi ihracat kalemine uygulanan ”kota”nın artırılması için ABD’yle müzakereler yürütüyor. Ticaret ve piyasalar ekseri devletlerarası anlaşmalarla belirleniyor. ”Küreselleşme”, yalnızca ”çokuluslu şirketlerin büyümesi”nin bir ürünü değil, ama büyük ölçüde devletlerarası anlaşmaların bir marifetidir. Kapitalist şartlar arasındaki rekabete devlet aracılık eder, etkiler ve yönetir; piyasalar devletin üzerinde değil, ama onun belirlediği sınırlar içinde faaliyet gösterir.
Piyasaların Ele Geçirilmesi: Devlet, yurtdışı piyasaların ele geçirilmesinde ve yerel pazarların korunmasında derin ve nüfuz edici bir rol oynar. İlk olarak devlet, ihracat sektörlerine dolaylı ya da dolaysız sübvansiyonlar sağlar.(11) Örneğin ABD’de tarım ürünleri ihracatı, su ve elektrik enerjisi indirimlerinin yanı sıra vergi muafiyetleri biçiminde sübvansiyonlarla da desteklenir. İkinci olarak emperyal devlet, Üçüncü Dünya’da kredi alan devletlere, ticaretin önündeki engellerin azaltılması ya da kaldırılması, işletmelerin özelleştirilmesi ve ulusal denetimden çıkarılması yolundaki koşullu anlaşmalarla uluslararası finans kuruluşları kanalıyla baskı yapar. Bu durum ABD’li, Avrupalı ve Japon çokuluslu şirketlerin piyasalara nüfuz etmesine ve yerel işletmeleri satın almasına olanak sağlar. İhracat kalemlerinin büyük kısmı devlet kurumları tarafından finanse edilir. Devlet müdahalesi olmasaydı ne dedikleri gibi bir ”küreselleşme” olurdu, ne de, emperyal devletin askeri ve seçimlerle ilgili müdahalesi, politik-ekonomik tehditleri ya da baskıları ve emrindeki yerel yandaşları olmasaydı piyasalar açık kalırdı. Emperyalizm pek çok biçim alır, ama benzer hedefler güder: Üçüncü Dünya piyasalarının ele geçirilmesi, rakip ekonomilere sızma ve kendi iç piyasalarının korunması. ABD , Avrupa ve Japonya’da, stratejik öneme sahip ürünlerde geniş kapsamlı ticari engeller vardır. Otomobil, şeker, tekstil, çelik vb. ithalatı kotalarla sınırlanır.(l2) İhracat ülkelerinin ABD piyasalarına girmesini kısıtlayan ve hepsi de devletlerarası temelde müzakere edilmiş bir sürü kuraldışı sınırlama ve gayri resmi anlaşma vardır. Örneğin ABD devleti, Cardoso yönetimindeki Brezilya gibi yeni sömürge rejimlerle ilişkisinde, karşılıklılığı pek çok durumda reddeder ve Brezilya’nın çelik ihracatını, ”anti-damping” vergisi uydurma bahanesiyle sınırlarken, bu ülkenin enformasyon sektörünün serbestleştirilmesini talep ve temin eder.
Ticaret Anlaşmaları: Ticareti serbestleştiren ve yeni yatırım mevzuatları oluşturan tüm büyük ekonomik anlaşmalar, devletler tarafından müzakere edilir, uygulanır ve değiştirilir. ”Küresel ticaret ağları” için ticaret kurallarını ve çerçeveyi oluşturan GATT, DTÖ, Lome vb. anlaşmalar, devletler tarafından formüle edilmiştir. Ayrıca emperyal devlet, çokuluslu şirketlerine yeni pazarlar açmak için iki taraflı olduğu kadar, NAFTA, LAFTA vb. gibi bölgesel çok taraflı ticaret paktlarına da öncülük eder. Emperyal devlet, çokuluslu şirketleriyle sinerji içinde faaliyet gösterir. ”Piyasa1arda yayılma”nın çokuluslu şirketlerin anakroniktik devletlerin yerini almasıyla bir ilgisi yoktur. Tersine, sermayenin yeni piyasa1ara hareketinin büyük bölümü, devletin ticaret engellerini kaldırmak için müdahalesine ve bazı hallerde ulusalcı rejimleri istikrarsızlaştırmasına bağlıdır.
Yatırım Anlaşmaları: İki taraflı ve çok taraflı yatırım anlaşmaları, çokuluslu şirketlerin onayı ve aktif katılımıyla devlet düzeyinde formüle edilir. Bunun nedeni açıktır: Çokuluslu şirketler, sermayelerine el konulmaması, ”ayrımcı" vergilere tabii tutulmamaları, ya da kar transferinde sınırlamalarla karşılaşmamaları için devletin müdahalesini isterler. Devlet, şirketlerin yatırım genişlemesinde çok önemli bir unsur olan yatırım garantilerinin uygulattırıcısıdır. Pek çok durumda emperyal devletler ”istikrar” ya da kalkınma kredilerinin koşulu olarak yeni yatırım yasalarını kabul ettirmekte uluslararası finans kuruluşlarındaki temsilcilerini kullanırlar.
Koruma, Sübvansiyonlar ve Mahkeme Kararları: AB emperyal devletleri, tarım ürünleri için korumacı nitelikte güçlü engeller koyarlar. ABD ve Avrupa devletleri, elektrik ve su kullanımına düşük tarifeler uygulayarak tarıma büyük çaplı sübvansiyon sağlarlar. Yeni teknoloji araştırma ve geliştirmesi büyük ölçüde devlet tarafından finanse edilir ve sonra çokuluslu şirketlere teslim edilir. Çokuluslu şirketlerin uluslararası piyasada genişleme öncesi, sırası ve sonrasında her bir evrede, devlet derinlemesine bir şekilde işin içindedir. Üstelik, ulusal işletmeler rekabet edebilir durumda olmadığında emperyal devletler, onları daha etkin üreticilerden korumak için bahaneler icat ederler. ]Japonya, fiyatları tüketiciler açısından on kat daha pahalı olsa bile kendi pirinç üreticilerini korur. ABD, Kaliforniyalı tarım ürünleri ihracatçılarına, araştırma, ucuz su tarifeleri ve ABD tahıl ihracatının satın alınması şartına bağlanan krediler biçiminde muazzam sübvansiyonlar sağlar. AB, yüksek teknoloji sektörlerinin oluşumunu, tarımı vb. sübvanse eder.
Devletçilik ya da neo-devletçilik, çokuluslu şirketlerin ”küresel yayılması”nın merkezi unsurudur. Devlet büyümüş, iktidar alanı genişlemiş, uluslararası ekonomideki rolü esaslı ve vazgeçilmez noktaya ulaşmıştır. Muhafazakar ideologların sözcülüğünü yaptığı ”serbest piyasalar” kof retoriğine ”küreselci sol” dört elle sarılarak takılmış plak gibi aynı şeyleri tekrar edip duruyor. Oysa sol, devletin gerileyen rolünden bahsederken, Sağ, çokuluslu şirketlerin çıkarlarını arttırmak amacıyla devlet faaliyetinin genişletilmesi için aktif bir şekilde çalışıyor. Sol, piyasaların ”küreselleşmesi"nden söz ederken, emperyal ülkelerin çokuluslu şirketleri ve onların devletleri, piyasalardan pay kapıyor, hakimiyet ve kontrol alanlarını genişletiyorlar.
Her şeyden önce emperyal devlet, salt ekonomik bir kurum değildir; çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılması, büyük ölçüde emperyal devletin askeri ve politik rolüne bağlıdır.
Emperyal Devletin Politik ve Askeri Gücünün Genişlemesi: Çokuluslu şirketlerin yurtdışında genişlemesi, Avrupa-Amerikan emperyalizminin NATO ve Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki kukla ordular aracılığıyla askeri-politik genişlemesiyle olanaklı kılındı. Rusya’da (eski SSCB) ve Doğu Avrupa’da uydu rejimler, emperyal devletçe finanse edildi, desteklendi ve stratejik sektörlerin, enerji kaynaklarının vb. geniş çaplı satın alınmasının zemini oluşturuldu. ABD emperyal devletinin SSCB’ye karşı zaferi, Avrupa’daki refah devletlerinin ve ABD’de bir refah devleti gibi görünenin ortadan kaldırılması için itici güç sağladı. Körfez Savaşı ve Balkanlar’daki Avrupa-Amerikan savaşları, emperyal devletlerin hakimiyetini pekiştirdi ve nüfuzunu muhalif devletlere genişletti. Eski komünist rejimlerin istikrarsızlaştırılması, Güney Afrika, Latin Amerika ve başka yerlerdeki ulusalcı rejimlere karşı yıkıcı savaşlar, bu bölgeleri neo-liberal politika reçetelerine açtı. Devletin askeri aygıtlarıyla dolaysız biçimde ilintili olan emperyal askeri yayılma, çokuluslu şirketlerin yurtdışında yayılmasına eşlik etti ve onu geliştirdi. Sözde küreselleşme, bir silahın (emperyal devlet silahının) namlusundan çıkıp yayıldı. Yurtdışındaki sermayenin daha iyi korunması için ABD ve Avrupa Birliği, Avrupa’nın içinde ve dışında, yaşamsal ekonomik çıkarları (çokuluslu şirketleri) tehdit eden herhangi bir ülkeye karşı saldırı savaşlarını meşru kılan yeni bir NATO doktrini oluşturdu.(l3) NATO, Doğu Avrupa’daki yeni kukla devletleri ve Baltık devletleri ile eski SSCB Cumhuriyetleri’nden (Gürcistan, Kazakistan, vb.) yeni "barış ortakları”nı bünyesine katarak genişledi. Diğer bir ifadeyle, emperyal devlet askeri ittifakları, Avrupa ABD’li çokuluslu şirketlerin piyasalara güvenli girişini sağlamak ve elde edilen karların ABD ve Batı Avrupa’daki şirket merkezlerine sorunsuz bir şekilde transferini garantilemek için yeni devletleri bünyesine katar ve silahlı devlet aygıtını eskisinden daha fazla işin içine sokar.
Devlet ve Kitle İletişim Araçları: Kitle iletişim araçları ve onun politik-kültürel aygıtı eskisinden daha çok sayıda sınırı aşarken, sahiplik ve kontrol, ABD’li ve Avrupalı çokuluslu şirketlerde merkezileşiyor. Haberler giderek artan biçimde homojenleşmiş durumda. Haber kaynakları ve içeriği Washington, Berlin, Londra gibi başkentlerdeki politika yapıcılarca yakından koordine ediliyor. Küresel akış, emperyal kontrol, günümüz iletişim araçlarının özüdür, Çokuluslu kitle iletişim araçları şirketleri, karları cebe indirirken, belirli bir siyasal çizgiyi yerleştirme ve tartışma parametrelerini belirleme konusunda emperyal devlet ve yetkililerinin ağzına bakıyor.
Sonuç olarak emperyal devletler, sermayenin yurtdışında yayılmasıyla aşılmak şöyle dursun, büyümüş ve dünya ekonomi politiğinin asli bileşenleri haline gelmişlerdir. Buna karşılık küreselci teorisyenler, çokuluslu şirketlerin imtiyaz ve iktidarının savunulmasının ön cephesindeki temel bir hasmın, yani emperyal devletin rolünün anlaşılmasını güçleştiriyorlar.
Birkaç küreselci yazar, emperyal devletin önemini kabul etse de, yeniden sömürgeleştirilen devletlerin, karar alma ve ulusal ekonomileri düzenleme kapasitesini zayıflatan küresel şirketler karşısında gücünü yitirmekte olduklarını ileri sürüyor.
YENİDEN SÖMÜRGELEŞTİRİLEN DEVLETLER: MÜCADELE ALANI OLARAK DEVLET
Üçüncü Dünya Devletleri’ne ilişkin her tartışmanın başlangıç noktası tarihseldir: Üçüncü Dünya Devletleri’nin çoğu, 1945-1975 döneminde IMF ve Dünya Bankası reçetelerine ters düşen sosyo-ekonomik politikalar geliştirmişlerdi. Bunun temel nedeni, SSCB’nin varlığı ya da yokluğuyla çok az ilgilidir. Esas neden, Üçüncü Dünya Devletleri’nin politikasını yônlendiren toplumsal sınıflar, siyasal ittifak ve ideolojiler ve kitle hareketlerinin baskısıdır. Bu otuz yıllık dönem boyunca emperyal devletler, özellikle de ABD, Üçüncü Dünya Devletleri’ne, yine ekonomilerini serbestleştirme, kamu işletmelerini vb. özelleştirme baskısı yaptı. Ama Üçüncü Dünya Devletleri’nin bir çoğu, bu emperyal baskılara (bugün buna küreselleşme deniliyor) direndi. Bu senaryo, iki temel olayla değişti: ABD önderliğinde emperyalist güçler, ekonomileri tahrip etmek ve liberal programı reddeden ulusalcı ve sosyalist rejimleri ‘devirmek için Güney Afrika, Ona ve Güney Amerika ve Asya’daki paralı, kukla askeri-siyasi güçleri kullanarak askeri bir saldırı dalgası başlattı. İkinci değişiklik de, Üçüncü Dünya’da uluslararası mali çevrimlere bağlantılı, denizaşırı bankalarda hesapları ve yatırımları olan ve esas olarak ihracat piyasalarına angaje olmuş (Üst düzey siyasi görevlileri de içeren) yeni bir ulusaşırı kapitalist sınıfın yükselişiyle gerçekleşti. Emperyal güçlerin neo-liberal programını paylaşan bu ulusaşırı kapitalist sınıf, Üçüncü Dünya Devletleri’nde hakim sınıf durumuna geldi ve emperyal güçlerin çıkarlarını gôzeten politikalar uygulamaya girişti Ulusaşırı kapitalist sınıf ile emperyal güçler arasındaki karşılıklı dinamik etkileşim, hatalı biçimde küreselleşme olarak betimlenen şeyi üretti. Aslında ortaya çıkan, Üçüncü Dünya Devletleri’ndeki ulusaşırı kapitalist sınıfın yaşamsal önemdeki rolüyle Üçüncü Dünya’nın yeniden sömürgeleştirilmesiydi.
Üçüncü Dünya Devletleri, küreselleşme teorisyenleri tarafından, genellikle, iktidarsız, devlet olma özelliklerinden yoksun ve küreselleşme güçlerine karşı koyma kapasitesi olmayan devletler olarak betimlenir. Bu yaklaşımda da ciddi sorunlar vardır. Her şeyden önce bu yaklaşım, bütün Üçüncü Dünya Devletleri’ni aynı torbanın içine koymasıyla, geçmişteki sömürgelerle çağdaş yeni sömürge devletlerin özelliklerini ayrıştıramaz. İkinci olarak, Üçüncü Dünya Devletleri’nin bizatihi kendilerinin, ekonomilerinin serbestleştirilmesini kolaylaştıran politikaların geliştirilmesinde aktif roller üstlendiklerinin üzerinden atlar. Üçüncü olarak, küreselleşme teorisyenleri, Üçüncü Dünya Devletleri’nin politikalarıyla emperyal güçlerin liberal gündemleri arasındaki kimi farklılıklara bir açıklama getiremezler. Dördüncü olarak, devlet içinde hakim konuma geçen ve liberal gündemi öne çıkaran yeni sınıf bileşimini yani ulusaşırı kapitalist sınıfı görmezden gelirler. Beşinci olarak küreselciler, zayıf bir devleti, sosyal refah devletinin yokluğuyla eşitleyerek, devletin liberal ekonomi ve topluma müdahalesinin çapı ve derinliğini olduğundan eksik gösterirler. Aslında yeni sömürge devlet, halkçı devlet ya da refah devleti kadar aktif bir şekilde düzenlemeci ve müdahalecidir, ancak onun aktifliği, kuralları ve müdahalesi farklı sınıf çıkarlarına (yabana sermaye ve ulusaşırı kapitalist sınıfa) hizmet etmeye yöneliktir.
Yeniden sömürgeleştirilen devletler, yabancı kapitalistler, bankacılar ve devletler namına hareket ederken, misyonlarını yerine getirmelerine imkan veren önemli kaynaklar ve beraberinde gelen vasıfları da talep eder ve ellerinde tutarlar. Aslında güçlü bir (yeniden sömürgeleştirilmiş) devlet olmadan emperyal hedefler tehlikeye girer. Bu bağlamda, güç, devletin aktör ve kurumlarının temel yapısal değişiklikleri gerçekleştirme ve halkçı toplumsal hareket, sendika ve siyasal partilerin çoğunluğuna karşı İstikrarlarını garantileme kapasitelerine göre ölçülür. Yeniden sömürgeleştirilen devlet, uluslararası finans kuruluşlarının talepleri karşısında zayıf görünmesine karşın, bu taleplerin ulusal politikalara tahvil edilmesinde güçlüdür. Aslında yeniden sömürgeleştirilen devletin, emperyal devletin politikalarını paylaşması ve kendi çokuluslu şirketlerinin ortaklarından (ulusaşırı kapitalist sınıf) oluşmasından ve bu nedenle de uluslararası finans kuruluşlarına teslim olduğu ya da bu sözde ”küresel güçler” tarafından hakimiyet altına alındığından söz edilemeyeceğinden, zayıf devlet kavramı kuşkulu bir değerlendirme olarak kalmaya mahkum olacaktır.
Yeniden sömürgeleştirilen devletin liberal karşı-devrimdeki merkeziliği, birbiriyle içsel olarak ilinti1i bir kaç politika alanında açıkça görülür. Özelleştirme: Yeniden sömürgeleştirilen devlet, uluslararası finans kuruluşlarına danışarak, stratejik ve karlı kamu işletmelerinin özelleştirilmesi yoluyla liberal gündemini uygular. Özelleştirme, siyasal ittifakların kurulması, sendikalara baskı yapılması ve/veya militan işçilerin işten atılması, işletmelerin borçlarının toplumun sırtına yıkılması, satışların organize edilmesinde yabancı yatırım bankalarının tavsiyesinin alınması, gözde alıcıların avantajlı bir şekilde satın almasını garantilemek için müdahale edilmesi ve kamu işletmesinin sabit tarifelerle çalışması halinde tarife ya da fiyat kontrollerinin kaldırılmasını içeren yoğun devlet müdahalesini gerektirir.
Yapısal Uyum Politikalarının (YUP) Dayatılması: Esas olarak YUP, salt ekonomik ”uyum"dan çok daha fazlası demektir ve ”yapısal” sözcüğü, sınıf iktidarı, zenginlik ve kontrol anlamına gelir.(l4) Bu durumda YUP, mülk sahipliğinin (kamudan özele, ulusaldan özele) değiştirilmesini, matrah artarken oranı düşen vergiler (zenginlerin ve yabancı sermayenin matrah artarken oranı yükselen vergilendirilmesi yerine KDV’nin artırılması) konmasını, gelir ve mülkiyetin yeniden merkezileşmesini (gerici ücret politikaları, asgari ücretin dondurulması, köylü tarımının aleyhine tarımsal büyük işletmelerin desteklenmesi vb.), gümrük engellerinin kaldırılmasını (ulusal üreticilerin iflas ettirilmesi, çokuluslu şirketlere yerel pazarlardan daha fazla pay almalarına izin verilmesi vb.) sağlık ve eğitim için yapılan sosyal harcamaların azaltılmasını ve ihracatçılara sübvansiyonların arttırılmasını içerdiği için, yeniden sömürgeleştirilen devlet son derece önemli ve aktif bir konumdadır. YUP, Ulusaşırı kapitalist yönetici sınıf ve yabancı sermaye için ve onlar tarafından, yerli üreticiler, işçiler ve köylülerin büyük çoğunluğuna karşı yürütülen bir stratejidir. Eşitsizliği ve yoksulluğu artırır. YUP’un uygulanması, çoğunluğun muhalefeti karşısında yolundan sapmayacak kadar güçlü bir devleti gerektirir. Bağımsız bir varlık olarak tarihsel rolünü terk etmeye ve politikalarını kanun hükmünde kararnamelerle otoriter yöntemlerle uygulayabilmek için halk egemenliği fikrinden vazgeçmeye hazır, ideolojik olarak adanmış bir devlet.
Dolayısıyla, her kim ki neo-liberal bir rejimden söz eder, o aslında neo-liberal politikaları dayatan ve uygulayan güçlü bir devletten söz ediyor demektir.
Esnek Çalışma: Bu kavram, iktidarın işverenler ve yeniden sömürgeleştirilen devletin elinde merkezileşmesini sağlamaya dönük bir kelime oyunundan başka bir şey değildir. Yeni sözde Çalışma ve Emeklilik Reformları, işverenlerin işçileri güvencesiz sözleşmelerle işe alma ve çok az ya da hiç tazminat ödemeden işten çıkarma güçlerini artıran politikanın adıdır. Emeğin sermayeye tam anlamıyla tabi olmasını ifade eder, bu kavram altında işçiler çalışma gün ve saatlerine, işyeri güvenlik ya da sağlık koşullarına ilişkin söz sahibi olma hakkından mahrum bırakılır. İstihdam, tatil, emeklilik vb. konuları içermeyen kısa dönemli sôzleşmelerden ibaret olduğu için işçilerin iş güvencesi yoktur. Emeklilik fonlarının özelleştirilmesi, milyarlarca dolar, akıl almaz yönetici ücretleri alan ve fonları, bir kaç kişiyi zenginleştirirken, milyonlarca insanın emeklilik gelirini tehlikeye sokacak şekilde spekülasyon ve dolandırıcılık amaçlı kullanma imkanı olan özel yatırım kuruluşlarının avuçlarına bırakır. Gerici çalışma ve emeklilik mevzuatının uygulanabilmesi, halk kesimlerine karşı müdahale edebilecek ve güçlü sendika muhalefetine direnip, bastırabilecek güçlü bir devletin varlığını gerektirir. Yasaların uygulanması, kapitalist sınıf arasındaki desteğin pekiştirilmesi ve uluslararası finans kuruluşlarının desteğinin alınmasını (zaten hazırdır) gerektirir. Zayıf bir devlet, halk sınıflanın baskılarına direnemez, tavizler verir. Güçlü bir devlet ise, karşı çıkışları görmezden gelir ve gerici çalışma ve emeklilik yasalarını uygulamaya koyar.
Yeniden sömürgeleştirilen devletin izlediği en önemli politikalar incelendiğinde, devlet müdahalesinin çapı ve derinliğinin eskisinden daha da güçlü olduğu açıkça görülür. Esas fark, devletin faaliyet ve müdahalesinin sosyo-ekonomik yönündedir: Liberal neo-devletçilik, zenginlik ve mülkiyetin özel zenginlere, özellikle de yabancı sermayeye transferi için müdahale edilmesini gerektirir. Yeniden sömürgeleştirilen devlet, ekonomiyi kuralsızlaştırmamış, aksine gelir politikasını, emekliliği, çalışma ilişkilerini, ithalat-ihracat politikalarını, sermaye akışını vb. düzenleyen pek çok yeni kural koymuştur. Ulusaşırı kapitalist sınıf ve yabancı sermayeyi kayıran bu yeni kurallar, emek-sermaye halkçılar-ulusalcıların yerini yeni liberal yönetici sınıf temsilcilerinin aldığı yeni bir düzenleyici rejim gerektirir.
Yeniden sömürgeleştirilen devlet, ônceki düzenleyici rejim ve toplumsal ekonominin ortadan kaldırılması ve yeni liberal ekonomi ve toplumun inşasında (emperyal devletin hakimiyeti altında olsa da) faal ve müdahaleci temel bir rol oynar.
Devlet Neden Merkezi Bir Rol oynar: Emperyal güçler ve Üçüncü Dünya’nın ulusaşırı kapitalist sınıfı, (ister emperyal, ister yeniden sômürgeleştirilen olsun) devletin merkeziliğine ilişkin, Sol görünümlü sözde küreselci teorisyenlerden çok daha gerçekçi ve pragmatik bir anlayışa sahiptir. Yönetici sınıfın sözcüleri, küreselci retoriği yineleyip dururken, pratikte, çıkarlarının devamı ve genişlemesi için gerekli olduğundan, devlet iktidarını güçlendirmek ve genişletmek için hummalı bir çalışma yürütürler. Devletin günümüz dünyasında temel bir rol oynamaya devam etmesinin bir kaç nedeni vardır:
‘Piyasaların İstikrarsızlığı: Günümüz dünya ekonomisi, finans sektörlerinden ve bir hayli istikrarsız ve belirli bölgelerdeki dönemsel finans krizlerinin tüm dünya ekonomisine yayılmasını ônlemek için sürekli olarak devlet müdahalesini gerektiren spekülatif faaliyetten derinlemesine etkilenir. Emperyal ülkelerdeki borsa spekülatörleri, Merkez Bankaları’nın belirlediği faiz oranlarına büyük ölçüde bağlıdırlar. Finans ve bankacılık sistemlerinin çöküşü, Japonya, Güney Kore ve Rusya’da olduğu gibi bankaların geri dönmeyen kredilerinin yeniden yapılandırılması için devlet müdahalesini gerektirir. Durgun ekonomiler, Japonya ve Çin’de olduğu gibi büyümenin uyarılması için devlet müdahalesine ihtiyaç duyarlar. Örnekler çoğaltılabilir, ama esas nokta, spekülatif sermaye hareketlerinin çoğalması ve devletin mevcut her kaynaktan her türlü imkanı seferber ederek piyasadaki anarşik durumu istikrarlı hale getirme çabasındaki rolünün artmış olmasıdır.
Finansal Deregulasyon: Finansal işlemler üzerindeki devlet kontrolünün azaltılması, devletin krizlerin altüst ettiği finansal sistem ve işletmelerin kurtarılmasındaki müdahaleci rolünü artırdı. Sermaye kontrollerinin olmaması ve serbest konvertibilite, para birimleri üzerinde spekülasyona ve panik koşullarında kitlesel sermaye kaçışlarına olanak veriyor. Devlet para birimlerini desteklemek için müdahale eder, para birimini dalgalanmaya bırakarak ve/veya faiz oranlarını artırarak kredileri daraltır. Krizlerin sıklığı ve artan yoğunluğu, devleti polislikten finans yangınlarını söndüren itfaiyeciye çevirmiştir.
Emperyaller Arası Rekabet: Emperyal devletler, her biri kendi çokuluslu şirketlerini koruyarak, pazar payı mücadelesine giderek artan şekillerde katılmaktadırlar. Yeniden sömürgeleştirilen devletler, kendi ulusaşırı kapitalist işletmeleri ile çokuluslu şirketler arasındaki ortak girişimleri aktif biçimde teşvik ediyorlar. Devletler, çokuluslu şirketlerini rakiplerinin aleyhine olacak şekilde güçlendirmek için, ithalat kotaları müzakere ediyor, rakiplerini Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet ediyor, boykotlar vb. düzenliyorlar. ABD emperyal devleti, boykot ve misilleme tehdidinde bulunarak AB’ye karşı sığır ihracatçılarının safında mücadele ediyor; şeker üreten tropik ülkelerden tarımsal ürünler ithalatını kısıtlıyor. Tek kelimeyle, ulusal çokuluslu şirketler arasındaki rekabet, devletin nihai hakem olduğu devletlerarası çatışmalar haline gelmiştir. Daralan pazarlar ve derinleşen durgunluk göz önüne alındığında devlet müdahalesinin daha da artmasını ve korumacılığın da ondan geri kalmamasını bekleyebiliriz.
Dönüşümlerin Çap ve Derinliği: Çokuluslu şirketlerin ne bir tekinin ne de tümünün, sermayenin kitlesel olarak yurtdışı piyasalara akmasına olanak veren ekonomik ve toplumsal yapılan dönüştürme gücü ve yetkisi vardır. Devlet, sermayenin içinde akacağı kabuğu yarattı ve yurtdışına yayılmaya rehberlik eden oyunun kurallarını koydu. Bu yapıların kırılganlığı göz önüne alındığında, devletin sürekli olarak sermayenin kurtarılması, yeniden sömürgeleştirilen rejimlerin desteklenmesi işiyle uğraşması zorunludur.
Uluslararası Finans Kuruluşlarının Desteklenmesi: Uluslararası finans kuruluş, yönetici, program ve öncelikleri yönünden emperyal devletlere doğrudan bağlı olduklarından, uluslararası finans kuruluşlarının yeniden sömürgeleştirilen devletlere müdahaleye devam edebilmeleri emperyal devletlerin desteğine bağlıdır. Uluslararası finans kuruluşlarının fonları, emperyal devletlere bağımlıdır, bu fonlar olmadan reçetelerini uygulatacak ne güçleri ne de otoriteleri olur. Uluslararası finans kuruluşlarının emperyal ve yeniden sömürgeleştirilen devletlerin birbirine bağlanmasında gördüğü hizmet ölçüsünde, bir iktidar merkezi olarak pozisyonları, emperyal merkezlerden türeyen güce dayanır. Bu nedenlerden dolayı devlet, dünya ekonomi politiğinde temel enstrüman olmaya devam ediyor ve edecektir de. Geçmişten kalan artık bir güç olmak şöyle dursun, devletin ekonomiye süregiden ilgisi, yapısal olarak, çağdaş emperyal sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
SONUÇ
Küreselleşme paradigmasından türeyen teoriler, devletin günümüz dünyasının ekonomi politiğinde oynadığı merkezi rolü açıklamakta başarısızdır. Keza, emperyal devletin faaliyetlerini ve onun kendi çokuluslu şirketlerinin yayılması için piyasaların açılmasında oynadığı rolün çeşitliliğini anlamadığımız sürece emperyal sistem nosyonunun hiçbir anlamı yoktur.
Temel teorik nokta, dünya ekonomisinde bugünkü iktidar bileşiminin, "devletsizlik”e ya da ”küresel şirketler”e değil, ama kendi emperyal devletleriyle yakın bir şekilde çalışan çokuluslu şirketlere dayandığıdır. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finans kuruluşları, yeni bir küresel devlet oluşturmaz, ama güç ve fonlarını emperyal devletlerden alırlar.
Devletlerarası çatışmaların ve şirketler arası rekabetin anlaşılmasında anahtar kavram küreselleşme değil, emperyalizmdir. Emperyal devlet ve çokuluslu şirket, karşıt kutuplar değil, neo-devletçilik ve neo-liberalizm arasındaki sinerjidir.
Bugünün dünyasında, neo-liberal serbest piyasa ideologlarının tersine, hem emperyal hem de yeniden sömürgeleştirilen devletlerdeki politika yapıcı1ar, belli büyük kapitalist gruplaşmaların yayılmasıyla ve küçük ve orta ôlçekli firmaların yanı sıra rejimle yakın bağları olmayan büyük firmaların çöküşüyle sonuçlanacak şekilde teşvikler, sübvansiyonlar ve tarifeler aracılığıyla kazananları ve kaybedenleri tayin ederler.
Burjuva ekonomistleri arasındaki tartışma, çokuluslu şirketlere geniş çaplı, uzun dönemli müdahale ve kurtarmaların bir ”ahlaki tehlike” olup olmadığı, yani şirket yöneticilerinin devletin kurtaracağını bilmesinin ”pervasız spekülasyon”u teşvik edip etmediğiyle sınırlıdır. Yeni ekonomi iktisatçıları, bir krizle karşı karşıya kalındığında serbest piyasa ideolojisini bir tarafa bırakır ve iflası savuşturacak finansal kaynak için devletten medet umarlar. Diğer taraftan fundamentalist neo-liberaller, karların, yatırım riskleri temelinde kazanıldığını ve devletin riski ortadan kaldırmasının bu nedenle piyasanın kaynakları etkin tahsisini baltalayacağını ve yıkıcı spekülasyonu teşvik edeceğini ileri sürerler.
Küreselleşme teorisiyle ilgili temel sorun, onun, tali bir fenomene (ulusal şirketlerin yurtdışında çok sayıda coğrafi bölgeye yayılmasına) bakması ve onların, alım ve satımı küresel olarak yapan, ama teknoloji ve yatırım konusundaki stratejik kararları emperyal devletteki ulusal merkezde alınan bu küresel şirketlerin merkezleriyle olan bağlarını hesaba katmamasıdır.
Çokuluslu şirketler, bilhassa çokuluslu şirketin merkezi ile emperyal devletin üst düzey yetkilileri arasındaki sıkı bağlar analiz edilince, bunların biçimde çokuluslu, ama içerikte ulusal oldukları görülür. Küreselcilerin, uluslararası finans kuruluşlarının üstünlüğüne dayanan yeni bir ”küresel rejim” iddiası, IMF ve Dünya Bankası’nın faaliyetlerine ilişkin daha geniş emperyal devlet ağından ve onların bir ikincil nokta oluşturduğu matristen yüzeysel bir anlam çıkarmaya dayanır. Sonuç olarak küreselci teorisyenler, uluslararası finans kuruluşlarının gücünü şişirir ve devletin, bilhassa emperyal devletin gücünü de azaltırlar.
Küreselciler, devlet faaliyetinde sosyal refahtan şirket sübvansiyonlarına kayışı, ”devletin gerilemesi” ya da ”devletin zayıflaması”yla karıştırarak hatalarını daha da ağırlaştırırlar. Gösterdiğimiz gibi, yeniden sömürgeleştirilen devlet neo-liberal gündemin uygulanmasında çok aktif, müdahaleci ve güçlüdür. Küreselciler, refah devletinin neo-liberal devletin gölgesinde kalması nedeniyle ”devlet”i silerek, en önemli alanlardan birini mücadelenin dışına atarlar.
İleri sürdüğümüz gibi devlet, büyük kaynakları, kapasiteyi ve üreticiler ile dünya ekonomisi arasında stratejik bir konumu potansiyel olarak elinde tutar. Bu nedenle mesele, mücadelenin küreselleştirilmesi değil, ama devletin, çokuluslu şirketler ve ulusaşırı kapitalist sınıfla ilişkisinin yeniden harmanlanarak sınıf doğasının dönüştürülmesidir. Bu, zenginliğin yeniden dağıtımı ve ulusal pazarların yeniden oluşturulması için ekonomik kaynakların (teknolojik araştırma merkezlerinin, üretim araçlarının, toprağın) ele geçirilmesinde ulus içinde devlet iktidarı için sınıf mücadelesinin temel önemde olduğu anlamına gelir.
Yeniden sömürgeleştirilen devletin ve emperyal devletin, çokuluslu şirketler ve ulusaşırı kapitalist sınıf için gerçekleştirdikleri çoklu ve derinlemesine faaliyetler, onların, kaynaklar, güç ve emekçi halkın yaşamını dönüştürebilen ve iyileştirebilen faaliyetler alanı olduklarına işaret eder. Devletin gerilemesi ya da ortadan kaybolması ideolojisi, halk hareketlerini, gücünü devletten alan ikincil kurumlara yöneltmek amacıyla planlanan emperyal bir saptırmadır.
Solcu küreselcilerin enternasyonalizmi, olaylara (grupların geniş bir şekilde bir araya geldiği, protesto ettiği ve dağıldığı IMF; Dünya Bankası toplantılarına) dayanır.
Reklam değeri yüksek olsa da, bu eylemciler, emperyal ve yeni sömürge iktidarlarının temellerine ve yapılarına meydan okumazlar.
Enternasyonalizm, sadece ulusal siyasal hareketler güçlü olduğu sürece, ezilen sınıfların devlet iktidarına sahip olduğu ve yurtdışındaki yoldaşlarına destek için müdahale edebildiği sürece güçlüdür. Güçlü uluslararası dayanışmayı, ancak ulusal çaptaki güçlü hareketler inşa edebilirler.
DİPNOTLAR
1. Bu görüşün en meşhur teorisyenleri Le Monde Diplomatique’ten Ignacio Ramonet ve Bernard Cassen ile onların ATTAC örgütündeki müritleridir.
2. Küreselleşme teorisinin daha geniş bir eleştirisi için bkz. James Petras ve Henry Veltrneyer, Globalization Unmasked (ZedIFemwood: Londra 2001). Ayrıca bkz. James Petras, Globaloney, (Antidote: BuenosAires, 2000)
3. Paul Doremus, Wilham Kelly, Louis Pauly and Simon Reich, The Myth of the Global Corporation (Princeton University Press 1999) chapter 5.
4. "Private Banking and Money Laundering: A Case Study of Opportunities and Vulnerabihties", ABD Yüz altıncı Kongresi Senato Hükümet İşleri Soruşturmalar Daimi Alt Komitesi Oturumları 9-10 Kasım 1999. Ayrıca "Repon on Correspondant Banking: A Gateway to Money Laundering," ABD Senatosu Soruşturmalar Daimi Alt Komitesi Azınlık Grubu, Şubat 2001.
5. Washington, Dünya Bankası başkanını atar, Avrupa IMF direktörünü. IMF’nin son direktör seçiminde, ABD, kendi adayını kabul ettirmeye çalıştı ancak Avrupa sonunda ilk adayını değiştirmek zorunda kalarak kendi adayını yine seçtirdi.
6. Bkz. Martin Wolf"Not so New Eronomy” Financial Tımes , August 1, 1999, p.l0.
7. Martin Wolf, op.cit.
8. Tony Negri "The Imperial System," Brecha Marth 15-22, 2001.
9. Immanuel Wallerstein’ın yıllık üretimine başvurun.
10. Daha geniş tartışma için bkz. James Petras, "The Imperial State," Review, Fall 1980.
11. 2000 yılında ABD Eximbank, ABD ihracat satışlarına 15 milyar dolardan fazla finansman sağladı. Hali hazırda ABD , ihracatı sübvanse eden ülkeler arasında Japonya, Fransa, Almanya, Hollanda, Kanada ve Güney Kore’nin ardından 7. sırada geliyor. Bkz. Financial Times 6 Man 2001, 5. 4.
12. Hem ABD hem de AB, rekabetçi olmayan sektörlerini daha etkin üreticilerden korumak için "anti-damping" kurallarını maniple ederler. Bkz. Financial Times 6 Man 200 1, 5. 4
13. "The Strategic Concept of the Atlantic Alliance" (Washington’da devlet başkanları tarafından onaylandı) NATO Zirve Toplantısı, 23-24 Nisan 1999.
14 .James Petras, Henry Veltmeyer and Steve Vieux, Neo-liberalism and Qass Confhct in Latin America (Londra: MacMillan 1997) chapter 3.
(www.sendika.org sitesinden alınmıştır. )