Read Time:31 Minute, 42 Second
PKK MUHASEBESİ (1)
Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…
Bildirge’den
Bir Partinin mücadele pratiğinin muhasebesi, her şeyden önce ciddi bir iştir ve büyük sorumluluk gerektirir.
Muhasebe, bir şeyler yapma, ulusal kurtuluş mücadelesini yeniden ayakları üzerinde doğrultma iddiasında olanlar için anlamlı, gerekli ve kaçınılmazdır; aynı zamanda ciddi ve sorumlu bir görevdir.
Bu tarih bizim tarihimiz, olumluluklarıyla olumsuzluklarını doğru bir tarzda ayrıştırmak, sahiplenilmesi gereken yanlar ile reddedilmesi gereken yanlarını doğru bir biçimde saptamak, bu tarihsel sürecin derslerini bilince çıkarmak çok önemli ve bizim açımızdan tarihsel, siyasal ve ahlaki bir sorumluluk olmaktadır.
Bunu başarmanın ilk ve en önemli koşulu, doğru, tutarlı ve bütünü tam olarak kavrayan bakış açısıdır. Doğru bir bakış açısıyla yapılmayan tarihsel bir muhasebenin yüklendiği ideolojik, politik ve ahlaki sorumluluğu yerine getirmesi mümkün değildir. PKK ve tarihi, karmaşık, çelişik uçları iç içe yaşayan ve kapsayan en az çeyrek asırlık bir süreçtir. Bu uzun tarihsel süreçte sayısız olumluluk, değer yaratıldı, kahramanca direniş sergilendi, önemli gelişmeler kat edildi. Ama aynı zamanda önemli suçlar işlendi, parti ve mücadele adına önemli olumsuzluklar yapıldı. Mazlumlarda ifadesini bulan PKK ile Öcalan kişiliğinde somut ifadesini bulan PKK, bu iki karşıt uç birlikte, adeta at başı yol aldı.
PKK, böyle karşıtlar birliğini, çelişik uçları bir arada barındıran paradoksal bir bütünü anlatıyor. Bundan dolayı da doğru bir bakış açısıyla tarihimizi ele almak bizim için olmazsa olmaz niteliğindedir.
Bütün PKK’lilerin, Kürdistan halkının önünde duran temel sorular şudur:
Bu son otuz yıllık mücadele tarihinde, daha somut bir ifadeyle, PKK’de, PKK tarihinde neye sahip çıkmalı, neyi reddetmeliyiz? Bizim olan, bize ait olan ne, bize ait olmayan ne? Çıkarmamız gereken temel dersler nelerdir? Bu soruların kendisi önemli ve tarihe doğru yaklaşım, aynı zamanda gelecek projesinin ana çizgileri hakkında temel ipuçlarını verir.
Bu soruların kendisi, işin başında her tülü inkarcı, tek yanlı ve tepkici yaklaşımları dıştalar. Her türlü inkarcı, tek yanlı ve tepkilere dayanan yaklaşıma karşı doğru bir tarih anlayışıyla kendimize ve son otuz yıllık mücadelemize bakmamız çok önemli ve tarihsel bir sorumluluk gerektirmektedir.
PKK tarihinin yeniden yazılması bir zorunluluktur!
Bu muhasebe, PKK tarihinin yeniden yazılması çalışmaları için bir yöntem ve bakış perspektifini sunma iddiasındadır. Aynı zamanda resmi tarih anlayışını ve sonuçlarını ortadan kaldırma çabalarına katkı sunma anlamına gelmektedir.
Bu noktada kritik soru şudur: Bunu kim yapacak, nasıl, neyle, hangi sorumlulukla, hangi yetkiyle? Bu tarihin nasıl bir bakış açısıyla, hangi yöntemle yazılması gerekir?
Bu tarihimizin yazılmasında yöntem ve bakış açısı çok önemli. Toptancı inkar ve ret yaklaşımlarının çeyrek asırlık tarihi doğru çözümlemeyeceği çok açıktır. Ayni şekilde Öcalan’ın resmi PKK tarih yazımı ve açıklaması da inkar ve ret yaklaşımın öteki yüzüdür!
Öcalan, PKK tarihini en yalın ve özet biçimde şöyle anlatır: “Her şeyi ben yaptım, her şey benimle başladı, her şey benimle biter. PKK, benim!”
Öcalan’ın tam karşıtı, muhalifi olduğunu iddia edenler de bu resmi tarih anlayışını tersten dile getirirler. Bakış açılarının özeti şudur: “Öcalan başından beri TC’nin ajanıydı. Sonra buna Suriye’nin ajanlığı da eklendi. Dolayısıyla PKK ve pratiği Kürt toplumunun dinamiklerini açığa çıkarma ve katletme, tasfiye etme hareketidir. Gençlik ve halk süslü laflara kanarak bu hareketin peşine takılmış ve sonradan mahvolmuşlardır!”
Dikkat edilirse, birbirine ters görünen bu iki yaklaşımın özünde Öcalan var. Biri olumlayarak, diğeri olumsuzlayarak. Bu iki yaklaşım da yanlıştır, tarihimizin temel gerçeklerini açıklama yeteneğine sahip değildir.
Öcalan şu veya bu devletin ajanı da olabilir. Bu mümkün. Hatta biz daha ötesini söyleyelim. Öcalan bir ajanın yapamayacağı kadar Suriye ve belli dönemlerde TC’nin duyarlılıklarını fazlasıyla gözetmiş, dikkate almış ve politikalarını buna göre oluşturmuştur. Ama buna rağmen PKK ve tarihini Öcalan ile açıklamak mümkün değildir. Kürdistan halkının özgürlüğü için ortaya çıkarılan bu kadar değeri, direnişi ve kahramanlığı Öcalan ile açıklamak mümkün mü? Özet olarak zindan direnişlerini, Mazlumları, Hayrileri, Kemalleri, dağ direnişlerini, Agitleri ve daha binlerce kahramanı Öcalan ile açıklamak mümkün mü? Elbette Öcalan’ın da bu paradoksun içinde bir yeri var, hem de çok önemli bir yer. Ama bu yeri olduğu gibi, ne abartarak, ne de küçümseyerek yerli yerine koymamız gerekir.
Bu nedenle doğru ve bütün çelişkileri, çelişik uçları kavrayan ve her bir ayrıntıyı yerli yerine oturtan bir yaklaşım esastır. Bu da sorumlu olmayı gerektirir.
Tarih yazımı büyük bir sorumluluktur ve çok ciddi bir iştir!
Sorumluluk duymak, her şeyden önce Kürdistan’ın, halkımızın kaderi, geleceği üzerine söz ve iddia sahibi olmak, bu konuda tutarlı bir eylem gücüne sahip olmak anlamına geliyor.
Sorumlu ve ciddi tarih yazımı ile sırça köşklerinde ahkam kesmek birbirinden çok farklı şeylerdir.
PKK adına işlenen olumsuzlukları, kötülükleri, cinayetleri, ihanetleri sıralamak, bunları tekrarlayıp durmak, dahası kendini bununla sınırlamak sorumlu, ciddi, verimli ve üretken bir tarih yaklaşımı, tarih yazcılığı değildir!
PKK tarihini doğru bir biçimde yazmak, onun adına işlenen kötülüklerin hesabını tarihimize, halkımıza ve halklarımıza vermek sorumlu olmayı gerektirdiği gibi, gerçek PKK’liler için, gerçek devrimci yurtseverler ve devrimci sosyalistler için siyasal ve ahlaki-vicdani bir sorumluluktur! Bugünü ve geleceği doğru temellerde yeniden kurmak için bu vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Yöntem ve doğru bakış açısı kadar, bu tarihi “muhasebeyi kim yapar, kimler yapar” sorusunun yanıtı da çok önemlidir!
Aydınların bireysel çalışmaları, bu konuya kimi katkılar sunsa da bu tarihi muhasebeyi tam anlamıyla yapamayacağı açıktır. Ortada on binlerce şehidin, yaralının bulunduğu, binlerce köyün yakılıp yıkıldığı, bir ülkenin baştan başa viraneye çevrildiği, milyonların işkencelerden geçirildiği, yüz binlerin zindanlara tıktırıldığı, sayısız direnişin yanında büyük ihanetlerin yaşandığı, devrim, yurtseverlik ve sosyalizm adına sayısız cinayetin işlendiği ve kötülüğün yapıldığı bir savaş ve siyasal mücadele tarihinin muhasebesini yapacak güç, ülke ve halk kaderi üzerine söz ve iddia sahibi, bu mücadele tarihinin mirasına dayanan ve onun içinden gelen siyasal kadrolar ve onların oluşturduğu devrimci bir çekirdek, siyasal bir parti olabilir.
Başka bir ifadeyle 1978 devrimci çizgisine ve ruhuna sahip devrimci sosyalist ve devrimci yurtsever kadroların oluşturacağı ve geliştireceği bir çekirdek böyle bir çalışmayı başarabilir!
Bu muhasebe, hukuki bir çalışma değil, geleceği yeniden kurma projesinin çok önemli bir dayanağı olacak siyasal bir çalışma olacaktır. Dolayısıyla ciddi bir tarihi muhasebeye ihtiyaç duymak, aslında, ciddi, tutarlı, samimi, her yönüyle geçmişi aşan bir örgüt, bir öncü çekirdek ihtiyacını duymak anlamına geliyor…
“PKK” derken neyi kast ediyoruz? Hangi PKK? Sahip çıktığımız PKK, “Bizim” PKK’dir! Yani ’78 devrimci programında somut ifadesini bulan emekçilerin, sosyalistlerin PKK’si, zindan direnişlerini gerçekleştiren Mazlumların, Hayrilerin, Kemallerin PKK’si, 15 Ağustos’lara imzasını atan Agitlerin PKK’si, sehildanlari gerçekleştiren emekçilerin, yoksulların, halkın PKK’si, kısacası direnenlerin, özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm davasına gönül verenlerin PKK’si, “Bizim” sahip çıktığımız, “Bizim” olan PKK budur! Bu PKK, aslında bir bakıma partileşemeyen, organlaşamayan, III. Kongreden itibaren sistematik bir biçimde Öcalan tarafından çalınan, gasp edilen ve her şeyine el konulan PKK’dir! Öyle olmasına rağmen bütün değerleri yaratan da bu PKK’dir! Yaratan “biz” olduk, ama bir hırsız gibi yarattıklarımıza el koyan Öcalan oldu ve o, egemenlik sistemini kurdu, kendi sistemini, iktidarını devrimimizin, halkımızın ve geleceğimizin başına bela etti…
I.
PKK Nedir? Hangi PKK’ye Sahip Çıkıyoruz? Grubun Oluşumu ve Bunda Öcalan’ın Etkisi, Çok Genel Bir Değerlendirme…
Ortaya çıkış Manifestosunda, Kürdistan Devriminin Yolu’nda Kürdistan tarihi, “işgal, istila ve sömürgecilik; Kürt egemen sınıflarının teslimiyet ve uşaklık tarihi ile Kürt halkının bitmez tükenmez direniş tarihi” olarak değerlendirilir. Tarihimize damgasını vuran bu iki karşıt çizgi, son 30 yıllık tarihimizin de temel gerçeğini ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, bu iki karşıt çizgi, PKK tarihini ve gerçekliğini de belirlemektedir. Bu anlamda tarihsel bir devamlılıktan söz etmemiz gerekir…
Bu noktada, “biz” kimiz, hangi tarihsel çizginin devamı, hangi tarihsel çizginin reddiyiz; bugün İmralı’da tam ve son şeklini alan Öcalan gerçekliği, hangi çizginin devamı ve hangi çizginin reddidir sorularını yanıtlamak daha bir kolaylaşır. Kolaylık, doğru bir tarih perspektifine sahip olmak anlamındadır.
27 Kasım 1978 PKK’nin kuruluş tarihidir ve her şeyden önce asmbolik bir değeri vardır!
27 Kasım’da somutlaşan nedir? 27 Kasım, hangi tarihsel çizginin çağımızın temel özellikleriyle birleştirilerek yeniden üretimidir? 27 Kasım, hangi sınıfların, hangi ideolojinin Kürdistan gerçekliğinde somut bir politik ve örgütsel güce dönüştürülme kararıdır? 27 Kasım, tarihimizin hangi çizgilerinden bir kopuşu anlatmaktadır? Dünya çapında tuttuğu saf, kendisine belirlediği yer neydi? Peki, bugün İmralı Partisine dönüştürülen resmi PKK’nin, KADEK’in 27 Kasım ile, onun temsil ettiği çizgi ve değerlerle zerre kadar bir ilişkisi kalmış mıdır? İmralı Partisi, tarihimizin hangi çizgisine oturuyor, hangi çizginin güncel devamıdır?
Bu soruların sorulması ve yanıtlarının araştırılması, aynı zamanda doğru bir tarihsel yaklaşımın an çizgilerini de ortaya çıkaracaktır. Sık sık vurguladığımız doğru bakış açısını özet ve kısa biçiminde koymak gerekirse;
27 Kasımda, 1978 Parti Programında, Kürdistan Devrimi Yolu’nda somut ifadesini bulan PKK, her şeyden önce Kürdistan’a egemen tarihi ile ciddi, kesin ve radikal bir kopuşmayı anlatır. Sömürgeciliği ve her türlü yabancı egemenliği, bundan kaynaklanan her türlü ideolojik ve politik akımı, anlayışı ve tarzı kesin bir biçimde reddeder; bağımsızlığı, kendi kaderi ve geleceği üzerinde özgür irade sahibi olmayı, bunu her türlü düşünce ve davranışın temeline oturtmayı varlık nedeni sayar.
Her türlü yabancı egemenliği, sömürgecilik ve emperyalizmi reddetmek, buna karşı bağımsız çizgi ve özgür iradeyi esas almak tek başına yetmezdi, bunun bir sınıfsal temele, onun ideolojik ifadesine kavuşturulması gerekiyordu. PKK, aynı zamanda Kürt egemen sınıflarının tarihsel teslimiyet, ihanet ve uşaklık tarihlerine kesin bir tavır alış; varlığını ve geleceğini yabancı egemenlere bağlayan siyaset tarzlarını da reddediştir, halkımızın, Kürt emekçi ve yoksullarının tarihin derinliklerine uzanan, bir yer altı nehri gibi akarak bugüne ulaşan direniş damarını tarihsel miras olarak algılayarak dayanak noktası yapıştır. Bunu da, çağımızın en devrimci ideolojisi olan devrimci sosyalizm temelinde yapmaya çalışıyordu.
PKK, öncelikle egemen Kürdistan tarihi ile kesin bir ideolojik hesaplaşmayı ifade eder; yabancı egemenliklere karşı bağımsızlığı, teslimiyet ve ihanete karşı halkımızın devrimci direnişini esas alır. Bu anlamda PKK, radikal bir kopuşu ifade eder. Kopuş ideolojik ve politiktir; bunun süreklileşmesi, toplumsal bir temele ve örgütsel dayanaklara kavuşturulması gerekirdi. Yoksa kopuşla birlikte varlığını sürdüren ve günlük olarak üretilen olumsuz, teslimiyetçi çizgi ve kültürün yeniden egemen kılması işten bile olmayacaktı.
Evet, ideolojik kopuş sağlanmıştır, ama egemen sınıfların siyaset anlayışı ve kültürü de bir gelenek olarak güçlüdür, dahası yabancı egemenlikten, geri toplumsal yapıdan günlük olarak beslenmektedir. Buna uluslararası ortamı ve ilişkilerden kaynaklanan olumsuzlukları da eklememiz gerekmektedir.
İdeolojik kopuşun emekçi damarıyla, yoğun bir ideolojik mücadele ve örgütsel çabalarla beslenmesi ve süreklileştirilmesi gerekirdi. Evet, tarihsel bir kopuşma yaşanmıştı ve bu, henüz başlangıç aşamasındaydı, bütün doğum lekelerini üzerinde taşımaktaydı, henüz çok zayıftı, her an boğdurulabilirdi, ya da süreç içinde özü boşaltılabilirdi. Başka bir ifadeyle ortaya çıkan bu kopuşmanın kendisi bile iki tarihsel çizginin kavgasını kendi içinde taşıyordu, bu nedenle devrimci kopuşun kendisini sürekli büyütmesi ve toplumsal temelleriyle buluşturması, kendi kadrosunu ve örgütünü yaratması kaçınılmazdı. Peki bunu başarabildi mi, ne kadar?
Kürdistan’ın sömürge olduğu tespiti, ulusal kurtuluş mücadelesinin kaçınılmaz gerekliliğini anlatıyordu. Peki nasıl bir ulusal kurtuluşçuluk? Bu sorunun yanıtı da çağın ve ülkemizin somut tahlilinde gizliydi.
Özellikle Kuzeyde Kürt egemen sınıflarının bir ulusal kurtuluş sorunları yoktu, onlar, varlıklarını sömürgecilikle kurdukları işbirlikçi ilişkilere bağlamışlardı. Kent küçük burjuvazisinin ise diğer sömürge ülkelerde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş hareketi örgütlemeleri mümkün değildi, buna ne toplumsal konumları ne de güçleri yeterdi. Çünkü başından beri sömürgeci düzenle bin bir bağ içinde şekillenmişlerdi. Ancak devrimci dalganın yükselmesi durumunda ulusal kurtuluştan yana olabilir, ondan yana tutum alabilirlerdi. Kürdistan nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülük devrimin temel gücüydü, ama kendi başına bir ideoloji üretme ve siyaset yapma gücü ve konumu yoktu. Geriye toplumsal gelişme bakımından çok zayıf da olsa, Kürdistan işçi sınıfı kalıyordu. Çağımızın en devrimci sınıfı, en devrimci ideolojiye sahip olan oydu. Bu toplumsal sınıfların tahlilinden çıkan sonuç çok netti:
İşçi sınıfının önderliğindeki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi herhangi bir çözüm yolu değil, biricik çözümdür! Kürt sorunu objektif olarak bir emekçi sorunudur, dolayısıyla emekçi damgalı bir ulusal kurtuluş, sorunun ulusal ve toplumsal boyutlarının ne kadar iç içe olduğunu anlatmaktadır. 1978 PKK programı ve ideolojisi, bu gerçekliğin en özlü ifadesidir.
PKK’nin ilk çekirdek kadroları emekçi ve yoksul kökenlidir. Yine ta başında net bir şekilde kendilerini devrimci sosyalist olarak tanımlamaktadırlar. Aynı zamanda bu ilk çekirdek, 1970’li yılların başlarında yükselen Türkiye Devrimci Hareketinin içinden gelmektedir. Yani PKK, esas olarak, Kürdistan’daki herhangi bir siyasal hareketten, KDP veya DDKO’dan doğmadı. PKK, Türkiye devrimci hareketi içinden doğdu. Bu doğum özelliği, hem onun emekçi çizgisini kuvvetlendiren bir noktaydı, hem de Türkiye ve Kürdistan devrimleri arasındaki ilişkinin özünü koşullayan önemli bir etkendi. Hiç kuşkusuz, sosyal şovenizm eleştirisi ve alınan kesin tutum, geleneksel Türkiye devrimci hareketinden bir kopuşu da anlatıyordu. Ancak bu kopuş, Türkiye devrimci damarıyla bir kopuşma anlamına gelmiyordu. Sosyal şovenizme karşı ideolojik mücadele ile Türkiye devrimci hareketleriyle ilkeli mücadele birliği, ideolojik gereklilikler kadar, nesnel politik zorunlulukların da bir gereğiydi. Kuşkusuz anılan özün geliştirilmesi, somut stratejik bir ifadeye ulaşması zaman ve süreç sorunuydu. Bu konuda başarılan nedir, başarılmayan nedir?
İdeolojik şekillenişte o dönemin çeşitli akımlarının etkisi vardır. Gerçekleşen sosyalizm deneyimleri teorik ve pratik olarak PKK ideolojisini de etkilemiştir, bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Ancak bu etkilenmelere rağmen o dönemin ideolojik kamplaşmalarına karşı eleştirel bir tutum alışı önemlidir ve daha bağımsız bir politik zeminde kalmasını koşullayan önemli bir olanaktır. Kendisini dünya devrim güçleri içinde ve onun bir parçası olarak tanımlayan PKK, kendi içinde bir çok önemli zaafı taşısa da proletarya enternasyonalizmini bayrak edinmiştir. Bağımsızlık ve proleter enternasyonalizmi ilkelerini ifade eden sloganın, Kürdistan Devrimcilerinin kullandıkları ilk slogan olması anılan tanımlamanın bir sonucudur.
Kuşkusuz ideolojik tanımlanmadan, bunun ardındaki samimi duygulardan ve dayandığı emekçi damarından söz ediyoruz. Pratik uygulama, pratikte yol alış bire bir bu tanımlamaya denk düşmüyor. Pratik yol alış, çok yönlü bir sınıf mücadelesine konu oluyor; pratik, sınıf mücadelesinin gerçek zemini oluyor.
Tarihle hesaplaşma, egemen sınıflara ve orta sınıflara dayanan reformist gruplara ve sosyal şovenizme karşı net tutum ile düzen yaşam tarzına karşı duruş, yeni bir kültür ve yaşam tarzı oluşturma çabaları at başı yürüdü. Bu, grubun samimiyetini, iddialarındaki tutarlığını ve ciddiyetini anlatıyordu. Faşistlere, gerici feodal beylere ve aşiret yapılarına karşı verilen mücadele, geliştirilen ideolojik, politik ve örgütsel çalışmalara sayısız olanak sunuyor, bu mücadelelerin önünü açıyordu. Dolayısıyla 27 Kasım 1978’e gelindiğinde önemli bir kitleselliğe, hatırı sayılır bir kadroya ve siyasal prestije ulaşılmıştı. Grup örgütlenmesinin kaydedilen gelişmelere ve gündemdeki siyasal duruma gerekli karşılığı artık verememesi, partileşme ihtiyacını dayattı. 27 Kasım böyle bir ihtiyacın sonucudur. Kuşkusuz ta başında ulusal kurtuluşta Parti-Cephe-Ordu’nun gerekliliği düşüncesi kesin bir biçimde var, ancak bunun somutlaşması bir dizi etkenin ve koşulun bir araya gelmesine bağlıydı.
Partileşme kararı çok önemliydi. Çünkü bir bakıma örgütsüzlük tarihi olan Kürdistan’da örgütsüzlüğü aşmak ve örgütlü bir direniş tarihini başlatmak, ulusal ve toplumsal kurtuluşta olmazsa olmaz bir koşuldu. PKK, örgütsüzlük tarihine karşı örgütlü bir direniş tarihini başlatma iddiası ve kararıdır. Peki, bunu ne kadar başardı, kendisi gerçekten gerçek anlamda partileşti mi? Örgütsüzlük tarihini ne kadar aştı?
Kürdistan Devrimcilerini temsil eden bir grup arkadaş Fis Köyünde yaptıkları “Kuruluş Kongresi” ile partileşme kararını aldılar. Ancak henüz partinin kuruluş çalışmaları tamamlanmadan, kuruluş ilanı yapılmadan Şahin Dönmez yakalandı, çözüldü ve grubun tüm faaliyetlerini ve kadrolarını deşifre etti. Henüz oluşum aşamasında olan bir parti için bu durum çok ağır ve altından kalkılması zor bir darbe anlamına geliyordu. Kaldı ki PKK normal bir ideolojik çalışma ve partileşme sürecini yaşamıyordu, çok erkenden faşistlere ve ajanlaşmış yapıya karşı devrimci şiddet yöntemini kullanmak durumunda kalmış, bu, onu erkenden devlet güçleri ve yaptırımlarıyla yüz yüze getirmişti. Yani bir yandan yoğun bir pratik mücadele, devletin artan saldırıları ve tutuklamalar, bir yandan ise gerekli ideolojik ve politik formasyona ulaşmış, pratik deneyim kazanmış kadroların yetersizliği, işte bu iki temel gerçeklik yaşanırken Şahin’in çözülüşü ve ihaneti parti için ağır bir darbe oldu. Bundan sonra kadrodaki kan kaybı süreklileşti ve hiçbir zaman da tam aşılamadı. O dönemde kadro ve örgütsel kan kaybını karşılayacak ve aşacak bir kadro politikası, kadro eğitimi de yoktu. Bu nokta, yani “örgütsel kriz”, çok önemli, süreç içinde kurulacak Öcalan sisteminin önünü düzleyen çok önemli etkenlerden biri…
Kürdistan Devrimcileri grubunun şekillenişinde, PKK’nin kuruluşunda ve PKK gerçekliğinde Öcalan’ın durumunu da kısaca ortaya koymamız gerekir. (Öcalan sistemini, gelişimini, kullandığı yöntemleri ve işleyiş mekanizmalarını başka bir alt-bölümde değerlendirmeye çalışacağız.) Grubun ideolojik şekillenişinde kuşkusuz Öcalan’ın önemli bir rolü vardır. Ancak bu resmi PKK tarihinde abartıldığı düzeyde değildir. Grubun içinde Öcalan’ın konumu ve rolü, “eşitler arasında birinci” düzeyindedir. Henüz ortada grup üyeleri arasında açılmış bir mesafeden söz etmek mümkün değildir. İdeolojinin oluşumunda ve geliştirilmesinde grup üyelerinin de hatırı sayılır bir payı var. Daha doğrusu ortak bir üretimden söz etmemiz gerekiyor. 1975 sonunda grubun Kürdistan’a taşırılmasında ise grup üyelerinin çalışmaları belirleyicidir. Öcalan’ın bu pratik çalışmalarda kayda değer bir payı yoktur. Daha çok Ankara’dadır ve çalışmaları orayla sınırlıdır. 1977’de bir Kürdistan gezisi var ve bu, o güne dek yapılan çalışmaların derlenmesi ve toparlanması anlamındadır. Kısacası o dönemde bile işin yükünü grubun çekirdek kadrosu sırtlamıştır.
Öcalan’ın böyle bir grup çalışmasına yönelten temel etkenler ve dürtüler nelerdi? Hangi arayışlar ve eğilimler onu böyle bir çalışmaya itti? Bu sorular çok önemli. Öcalan, sık sık anlattığı hayat hikayesinde bu soruların yanıtı için bol miktarda veri sunmaktadır. Bir kez yoksul, kendi içinde çatışmalı, pek değer görmeyen bir aile ortamında, güçsüz ve anne karşısında ezik bir baba, baskı yapan, göz açtırmayan bir anne gerçekliği Öcalan kişiliğinin şekillenişinde, arayış ve eğilimlerin belirlenmesinde çok önemli etkenlerdir. Bu aile ortamı ve gerçekliği, Öcalan’ı güç ve iktidar arayışına yöneltiyor, değer görme, “adam yerine konulma” duygularını oluşturuyor ve bunları sürekli tetikliyor. Güç olmak, itibar görmek, herkesin parmakla işaret ettiği biri olmak istiyor! Peki nasıl, neyle, hangi yolla? Ayrıntılara girmek yerine, satırbaşlıkları biçiminde dokunmakla yetinelim.
Gücü ve itibari önce dinde arıyor, ama aradığını bulamıyor. Ardından askeri bir okulda okumak ve subay veya astsubay olmak istiyor, ama bu yol da daha işin başında tıkalıdır. Bu iki girişimi fiyaskoyla sonuçlanan Öcalan, 1970’li yılların başında Türkiye devrimci hareketinden, yükselen ve itibarlı bir ideoloji olarak sosyalizmden etkilenir. Kürt olması Kürt sorununa da ilgisini yönlendirir. KDP ve DDKO’dan etkilense de bu sınırlı bir etkidir; daha da önemlisi bu iki eğilimde kendisine yer olmadığını, bunların güç arayışlarına kapalı olduğunu sezer. Bu yıllarda Türkiye devrimci hareketi yenilmekle, örgütsel olarak ciddi bir dağınıklık yaşamakla birlikte görkemli direnişler ve temsil ettikleri kavramlar gençliği peşinde sürüklemektedir. Yoğun tartışmalar ve arayışlar, dönemin en karakteristik özelliğidir. Bu dönemde Kürdistan sorunu, Türkiye devrim sorunları, sosyalizm sorunları, ’71 çıkışı yoğun olarak tartışılmaktadır. Bu dönemde çok sayıda grup şekillenmiş ve “siyaset arenasındaki” yerini almıştır. Yani yeni bir grup kurmak o kadar zor bir iş değildir. Hatta bu, dönemin önemli bir eğilimi durumundadır.
Öcalan’ın da örgütsel boşluğun ve arayışların yoğun olduğu bu dönemde bir grup geliştirme istemi ve eğilimi var ve bu kısa sürede şekillenir. Sosyalist bir ideoloji ışığında Kürdistan sorununu esas alan bir hareket oluşturma düşüncesi kendisini bir ideolojik grupta ete kemiğe büründürür. Sosyalizm ve devrimcilik prestijinin en yüksek olduğu bir dönemde Kürt sorunu da bakir bir alan ve müthiş bir potansiyeli kendi içinde taşımaktadır. Dolayısıyla Kürt sorunu ve sosyalizm, güç ve itibar arayışlarına en çok denk düşen iki alandır…
Öcalan, o dönemde kendisini sosyalist ve yurtsever olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamada ve Kürdistan Devrimcileri adlı grubun şekillendirmede etken olan eğilimler, güç ve itibar arayışları mı, yoksa sosyalist ve yurtseverlik duyguları mıdır? Bu sorunun yanıtı tartışmalıdır. Öcalan’ın kişiliği bir bütün olarak değerlendirildiğinde onu sosyalizm ve siyasete yönelten en temel etkenin güç ve itibar arayışı olduğunu söylemek mümkündür. Ulusal ve toplumsal gerçekliğinin yarattığı kimi istemler ve duygular da bu arayışında yönlendirici etkenlerdir. Ancak süreç içinde grubun gelişmesi ve siyasal bir güç haline gelmesine paralel olarak Öcalan’ı belirleyen tek etken güç ve iktidar eğilimi olur. Ve artık onun için önemli olan tek şey kendisi ve iktidarıdır, her şey buna bağlanmalı ve buna göre bir anlam kazanmalıdır. Bu, emekçi bir çizgi ve hareket olarak şekillenen PKK ve onun adına yaratılan değerler üzerinde kurulan ve onun özüne tam bir karşıtlık oluşturan bir iktidar şekillenişidir. Bu iktidar, emekçi çizginin, bunun sosyalist ifadesinin örgütsüzleştirilmesi ve iktidarsızlaştırılması süreciyle birlikte gelişir ve kurumlaşır. Öcalan iktidarının mutlak anlamda kurumlaşması, aynı zamanda devrimci çizginin güçsüzleştirilmesi ve hiçleştirilmesi temelinde olur. Ama ortada bir PKK var olmaya devam eder ve mücadelenin belli kazanımları sürer. İşte paradoksal bütün dediğimiz olgu da budur!..
Gerçekte güçsüzleştirilen, örgütsüzleştirilen devrimci-emekçi çizgi, söylem düzeyinde terk edilmez, tersine özü boşaltılmış bir biçimde daha yoğun vurgulanır. Mücadeleyi yürüten emekçiler ve yoksullardır, yani “biziz”! Kürt sorununun devrimci dinamikleri açığa çıkarılmıştır ve bunlar günlük olarak değer yaratmakta, iktidar alanını genişletmektedir. Ama ne yazık, değerlerin gerçek yaratıcıları daha hiçbir şeyin farkına varmadan iktidarlaşamazlar, örgütlenemezler ve birileri onlar adına onların değerlerine el koyar, onlar adına mutlak iktidar olur.
Bu, Kürdistan’daki emekçi-devrimci çizginin daha doğum aşamasındayken büyük yenilgisidir. Ve ondan sonra da bir daha belini doğrultamaz, çalışır, çabalar, değer üretir, mücadele eder; her şeyini verir, şehit düşer, zindan yatar, işkence görür, savaşır… Ama kendisinin açtığı bu güç ve iktidar alanında iktidar olamaz, daha farkına varmadan iktidarı çalınmıştır çünkü. İktidar yanılsaması yaşar, ama bu anlamdaki yenilgili konumunu sürdürür; bu yanılsamayı görmemesi, anlamaması için de yanılsamalı ortam gerçekmiş olarak bilincine ve bilinç altına sürekli işlenir. Gelişen devrim ve yarattığı büyük alt oluşlar, bunda çok önemli bir etkendir. Öcalan bu değerleri hep kendisinin yarattığı yanılsamasını pompaladığı için iktidar sistemini kurumlaştırır ve giderek dokunulmaz bir külte dönüştürür…
Yaratılan tüm değerlerimize ve iktidar alanlarına tek başına el koyan Öcalan, kedisinin üzerinde yükseldiği bu alanı söylem düzeyde savunur. Devrim, sosyalizm, yurtseverlik, gerilla, Kürtlük ve daha bir dizi kavramı kendi iktidarını meşrulaştırmada, dokunulmaz kılmada kullanır. Gerçeklikte de değerleri açığa çıkaran ve yaratan Kürt halkı, Kürt emekçileri, gerçek devrimci yurtseverlerdir. Ama bunlara el koyan ve onlar adına iktidarını meşrulaştıran ve gizleyen ise Öcalan’dır. Burada bir ikilem, paradoksal bir durum var. Bu paradoksal bütün, kendi içinde iki karşıt tarihi çizgi, iki sınıfsal duruş ve eğilim, PKK’nin bütün bir tarihine damgasını vurmaktadır. PKK nasıl tanımlanmalı sorusunun yanıtı da bu çelişik ikilemde, paradoksal bütünde gizlidir. Yine reddedilmesi gereken ile sahiplenilmesi gereken nedir sorusunun yanıtı da bu paradoksal bütünde, çelişik ikilemde gizlidir.
Tekrar ilk yıllara dönelim:
Fis Toplantısında PKK kurulur, ancak daha kuruluşunu ilan etmeden, asgari örgütsel çalışmalarını tamamlamadan örgütsel krize girer. Sürekli kadrosal olarak kan kaybeder. Ama buna karşılık 1979 Siverek mücadelesiyle birlikte siyasal olarak gelişir, daha da kitleselleşir. Başka bir ifadeyle “gövde” aşırı bir biçimde büyür, ama buna karşılık “baş” ise sürekli küçülür. Siyasal büyüme ile örgütsel-kadrosal küçülme aynı sürecin bir birinden kopmaz iki eğilimi olarak varlığını sürdürür. Bu, PKK tarihinin her döneminde karşımıza çıkan çok önemli bir gerçekliğidir. Peki rastlantı mı? Salt objektif etkenlerle açıklamak mümkün mü? Öcalan’ın kadro politikası ve kendi iktidarını kurumlaştırma mekanizmaları ve süreci incelendiğinde bu soruların yanıtı da görülecektir.
Kuşkusuz her devrim hareketinde kadro sorunu olmuştur, var olan kadro ile örgütsel yapı hemen hemen hiçbir zaman siyasal büyümeye denk düşmez. Hele devrimci yükseliş dönemlerinde bu daha çarpıcı ve yakıcı tarzda kendini gösterir ve hissettirir. Ama bizdeki durum bu “olağan” duruma benzemez.
12 Eylül’e gelindiğinde zaten örgütlenemeyen PKK’nin kadrolarının ağırlıklı bir bölümü zindanlara alınmıştır. Buraya kadarki gelişmelerde iki çizgi, teslimiyet ile direniş biçiminde somutlaşan iki tarihsel çizgi PKK içinde henüz pek farklılaşmamıştır. Eğilimler var, bunlar gelişmeleri etkilemektedir, ama damgasını vuran emekçi-devrimci çizgidir. Henüz parti içinde “her şeyi ben yarattım” söylemi de yok. Tam kurumlaşmasa da merkezin bir ağırlığı ve etkisi var. Kadrolar ile Öcalan arasındaki mesafe de henüz açılmış değildir. Aslında bu durum İkinci Kongreye kadar sürer.
Ortadoğu alanındaki ilk yıllarda toparlanma ile tasfiye birlikte yürür. 1982’de partide başka bir kadro tasfiyesi yaşanır. Bu tasfiye hareketi Öcalan’ın kendi iktidarını kurmada önemli bir aşamaya işaret eder. İkinci Kongre ülkeye dönüş ve silahlı mücadele kararı almakla tarihi bir rol oynar, Bu, aslında zindan direnişlerine, özel olarak 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucuna verilen bir karşılıktır, onun gereklerinin yerine getirilmesidir. Bu karar, aynı zamanda PKK’nin ortaya çıkış gerekçelerinin, o güne dek sürdürülen mücadelenin mantıki bir sonucudur. Bu anlamda ideolojik ve politik olarak güçlü çıkan parti, örgütsel olarak da güçlenerek çıkıyor mu, “örgütsel kriz” olarak tanımlanan durumu aşmak için gerekli önlemleri alabiliyor mu? Hayır, kan kaybı devam ediyor, kendi ölçülerine göre yetişmiş ve deneyimli kadrolar daraldıkça daralıyor, daraltıyor. Tasfiye ile çekirdek kadrodan geriye çok az kişi bırakıyor. Bu durum Öcalan’ın kendi sistemini geliştirmede çok önemli bir olanak sunuyor.
İkinci Kongre ile Üçüncü Kongre arası süreç, bir geçiş aşamasıdır. Bu geçiş aşamasında 15 Ağustos Atlımı başlatılmış, bu eksende süren gerilla savaşı PKK’yi çok önemli bir siyasal güç haline getirmiştir. Savaştaki kayıplar büyüktür. Büyüklük hem nitelik hem de nicelik anlamındadır. ’80 öncesi katılan kadroların büyük bir bölümü şehit düşer, ilk grup döneminden geriye birkaç kadro kalır ve Öcalan, Üçüncü Kongreye geldiğinde bu dönemin bütün kayıplarının ve olumsuzluklarının sorumluluğunu bu kadrolara fatura eder; onları da siyasal olarak bitirir ve artık tektir. Her şeyin yaratıcısı ve hükmedici odağı odur. Diğer kadrolar mı, onlar, bir hiçtir, onlar karınlarını bile Öcalan sayesinde doyuran, yanlış doğmuş ve yanlış büyütülmüş birer zavallıdırlar. Artık Öcalan’ın ağzında sakız olan resmi söylem ve tarih anlayışı bu sözlerle özetlenir! Bundan sonrasında kadroları hiçleştiren ve anlamsızlaştıran ve bunu da kendi ağızlarıyla onaylatan “Çözümlemeler”, gerçek anlamda kadro ve insan yeme, kırım mekanizması işlevini görür…
1990’larla birlikte Öcalan, yüzünü emperyalist merkezlere ve Ankara’ya dönmüştür, “siyasal çözüm” olarak formüle edilen yaklaşım, aslında bir sınıf eğilimi, düzen karşısında bir ideolojik tercihi anlatmaktadır. Bu, aynı zamanda yukarda vurguladığımız Kürt egemen sınıflarına ait teslimiyet çizgisinin parti içinde dillendirilmesinden başka bir şey değildir. 1990’larla birlikte yasal parti ve günlük gazete, Avrupa’daki kurumlarda Kürt orta ve egemen sınıflarından unsurların sistematik bir biçimde “istihdam” edilmesi rastlantı değil. Tam da düzen içi teslimiyetçi çizginin, kendini siyasal ve toplumsal dayanaklara ulaştırma istemine denk düşüyor.
Bu dönemin diğer çok çarpıcı bir gelişmesi de devrimci kadro kırımının aralıksız olarak sürdürülmesidir. Gerillaya yönelik kadro politikası ve bunun sonucu yoğun kayıpları nasıl anlamak ve açıklamak gerekir? Kayıpları salt savaş ve özel savaşın acımasızlığı ile açıklamak mümkün mü? Öcalan suçu hep gerillaya yükler. Bu, gerçekliği çarpıtma ve gerçekliğin gün ışığına çıkışını önleme değilse nedir?
15 Şubatta teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilik olarak somutlaşan çizgi, görüldüğü gibi Kürt egemen sınıflarının tarihsel teslimiyet, ihanet ve uşaklık çizgilerinin çok daha utanç verici bir tarzda kendini dillendirmesinden başka bir şey değildir. İmralı Partisinin gerçek PKK ile, 27 Kasımla bir ilişkisi yoktur. Zaten 8. Kongreyi kendileri için bir kuruluş ve doğuş kongresi olarak tanımlayan İmralı Partisi, PKK adından da kendini kurtarmıştır, ama buna rağmen İmralı Partisi, partimizin ve halkımızın değerleri üzerinde, bu değerleri utanmadan sömürerek varlığını sürdürmektedir.
Özetle;
27 Kasım, 1978 Programı ve bunun yönlendirdiği mücadeleler, zindan direnişleri, gerilla, serhıldanlar ve bu büyük mücadeleler sonucu ortaya çıkan değerler, bilinç, kültür, mevziler ve sayısız olanaklar Kürt halkınındır, devrimcilerin, yurtseverlerindir, yani “bizimdir”! Ama ne yazık, bunlar bizden, emekçilerden çalınmıştır, el konulmuştur; tek kişiye dayalı despotik iktidarın mülkiyet alanı haline getirilmiştir. Bu despotik iktidar, Kürt halkını özgürlüğe götürebilseydi, bütün kötülüklerine rağmen, tarihsel bir rolünden söz edilebilirdi. Ancak, kendisini her şeyin odağına koyan ve kendisini peygamberlerle özdeşleştiren bu kişilik, İmralı’da bütün değerlerimizi, tarihimizi ve geleceğimizi altın tepside düşmana sundu, şimdi de bunun teorisini yapıyor ve başlattığı bilinç, ruh ve bellek katliamını en son noktaya kadar götürmeye çalışıyor…
(Devam Edecek…)