0 0
Read Time:26 Minute, 38 Second
2005’E GİRERKEN…

Bir yılı daha geride bıraktık. Dünyada, Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan’da önemli gelişmelerin yaşandığı bir yılı… Yeni yıla girerken bu gelişmeleri kısaca değerlendirmek, geleceği yönlendirecek ana eğilim ve çizgileri kavramak açısından önemlidir. Bu, geleneksel bir görevin değil, daha doğru, kendinden emin ve sağlam adımlarla yürümenin bir gereğidir. Kuşkusuz bu, sonuna yaklaştığımız yılın bir bilançosu değil, ana çizgileriyle kavranması olacak… O nedenle değerlendirmemizin genel ve ana çizgileri içeren bir özet niteliğinde olması yadırgatıcı olmamalıdır!

2004 yılında dünya çapındaki hegemonya kavgası hızından bir şey yitirmeden devam etti. Irak işgal ve direniş sarmalında yaşanan kaos derinleşerek devam etti. Dünya çapında emek ve halk güçlerine karşı sürdürülen çok yönlü saldırılar devam etti. Buna karşı direnişler de… TC AB’ye kilitlendi, enerjisinin önemli bir bölümünü bu hedefe harcadı. Kürdistan’da İmralı tasfiyeciliği derinleşerek devam etti, çürüme ve etkisizleştirme politikaları yeni boyutlar kazandı. 2004’un özetlediğimiz bu bazı gelişmelerin ve diğerlerinin daha ayrıntılı bir değerlendirmesine geçebiliriz.

I.

2004, 2003’ün bir devamı niteliğinde oldu. Irak işgali, işgale karşı gelişen eylemler, kanlı operasyonlar, ABD Başkanlık seçimleri, AB’nin yeni üyelerle genişlemesi, emperyalist devletlerarasında yaşanan hegemonya kavgası, kazanılmış ekonomik, sosyal ve siyasal haklara yapılan saldırılar, bu saldırılara karşı gelişen direnişler, 2004 yılına damgasını vuran başlıca gelişmeler oldu.

ABD Başkanlık seçimleri uzun süre gündemi meşgul etti. Sonuçta Bush ikinci kez başkanlık koltuğuna oturdu. Demokrat adayın, aslında Bush’tan temelde farklı bir politikası yoktu. Ancak ABD tekelleri tercihini Bush’tan yana yaptı. Bush, onların saldırgan politikalarına en iyi yanıtı veren biriydi ve bunu ilk başkanlık döneminde kanıtlamıştı. John Kerry ise Irak politikasına karşı değil, yükün bir kısmını “müttefiklerle” paylaşma eğilimindeydi. Uluslararası meşruiyete önem verilmesi gerektiğini belirtiyordu. Yani AB ülkeleriyle daha uzlaşmacı bir politika yürütülmesi gerektiğini söylüyordu. Ama temelde dünya, Ortadoğu ve Avrasya stratejisinde aynı çizgileri savunuyordu. Diğer politikalar konusunda da temelde farklı bir şey söylemiyordu. Dolayısıyla ABD seçimlerinin getireceği yeni bir unsur, farklılık olmayacaktı. Geçmeden belirtmeliyiz ki, “bizim” bazı Kürt çevreler ve bireyler, Bush’u tutkuyla destekledi, Bush’un kazanması ile Kürtlerin kazandığı denklemini kuranlar oldu. Kuşkusuz bu, ilkesel olarak yanlış olduğu gibi, pratik politika açısından da bir yanılsamadır. Gerçekten Bush’un Güney Kürdistan için çok net çizgilerle belirlenmiş, sağlam güvenceler içeren bir politikası var mı? Hayır, ortada reel politiğe, dengelere dayalı fiili bir durum var. Güney Kürtlerinin geleceği belirsizdir, dahası büyük felaketlere ve trajedilere adaydır. Dengeler Güneyin geleceğinde rol oynayacaktır. Kaldı ki John Kerry kazanmış olsaydı bile Güneye yaklaşımı Bush’tan farklı olmayacaktı. Gerçeklik bu olmasına rağmen kendini ve halkı yanıltmanın anlamı nedir? Öte yandan biliniyor ki, ABD’nin, Başkanlarından bağımsız olarak Kuzey Kürdistan politikası çok açıktır. Bu, TC’nin egemenliğini her açıdan desteklemek, Kürtlerin en sıradan direnişlerini bastırma hareketlerine güç vermek olarak özetlenebilir. Bu gerçekliği halkın gözlerinden kaçırtıp ABD ve Başkanını halka hoş ve sevimli göstermenin, Kürt yanlısı olarak yansıtmanın bırakalım yurtseverlikle, tutarlı milliyetçilikle bir ilgisi olabilir mi?

Irak işgali ve buna karşı geliştirilen direniş, hem Irak’ın geleceği, hem de Ortadoğu dengeleri açısından bilinmeyenli bir denklem niteliğindedir. Irak üzerinde süren mücadelenin kaderi, dünya dengelerini de önemli ölçüde etkileyecektir. ABD, Irak’ta mutlaka kazanmak istiyor. Bunun için her yolu meşru görüyor, kitle katliamları gerçekleştirmekten geri durmuyor. İki yıla yaklaşan süre içinde Irak’ta kontrol kuramayan ABD’nin kazanması çok güç görünüyor. Kaçınılmaz olarak bunun politik ve stratejik sonuçları olacaktır. Irak’ta ABD’nin yenilgisi, aynı zamanda, dünyayı tek başına yönetme stratejisinin de ölümcül bir yara alması anlamına gelecektir. Bu durum dört parçasıyla Kürdistan’ı ve bütün Kürtleri yakından ilgilendiriyor. Bu noktaya ileride yeniden dönmeye çalışacağız.

2004 yılının en önemli gelişmelerinden biri de İstanbul’da NATO zirvesinin toplanması ve bunun emperyalist devletlerarası güç ilişkilerini ve çelişkilerini yansıtan bir platform niteliğini kazanmış olmasıdır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, kendi denetiminde NATO’yu Irak’a çekme çabaları istenilen sonucu vermedi. Başını Fransa ve Almanya’nın çektiği kanat, ABD’nin istemleri ve dayatmaları karşısında fren işlevi gördü. Bir kez daha görüldü ki, ABD ile AB arasında, özellikle başını Fransa ve Almanya’nın çektiği kanat arasındaki hegemonya kavgası derinleşme eğilimindedir. Son dönemde Rusya’nın yeni nükleer silahlar geliştirme projesini açıklaması ve bunu dünya güç dengeleriyle bağlantılandırması anılan hegemonya kavgasının ne denli büyüme potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor.

NATO zirvesinin gösterdiği diğer bir gerçeklik de şu: Emperyalist devletler kendi aralarındaki çelişkilere rağmen ezilen sınıf ve halkların direnişlerine karşı dünya çapında ortak tavır alma konusunda hemfikirdirler. Bunu da ucu açık “uluslararası terörizmle mücadele” ile teorileştirmekte ve meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

2004 yılı içinde AB, üye sayısını 25’e çıkardı. Nüfus, alan ve güç olarak büyüyen AB, henüz her bakımdan dünya dengeleri içinde ortak bir duruşu yakalamaktan, dolayısıyla ABD karşısında hatırı sayılır bir ağırlık oluşturmaktan uzaktır. Kendi içinde parçalıdır. Irak Savaşında bu çok daha net bir biçimde görüldü. Savaşın getirdiği bölünme devam ediyor. Bu bölünme, ADB ekseninde hareket eden ülkelerin (İngiltere, İtalya, Polonya, Danimarka ve diğerleri) varlığı ABD karşısında etkin bir blok olmayı engelliyor. AB, gerçekten konfederal bir birlik olacak mı, ortak bir dış ve askeri politika oluşturabilecek mi ve giderek ABD karşısında karşı bir ağırlık oluşturacak mı soruları, yanıt bekleyen önemli sorulardır. Bu yıl imzalanan Anayasa tasarısı, bir yönüyle anılan sorulara yanıt oluşturma çabasının bir örneğidir. Ancak bu sürecin karmaşık, çelişkili ve belirsizliklerle dolu bir süreç olduğunu vurgulamak durumundayız.

Kendi içinde bu soruları yaşayan AB’ye TC katılmak için yoğun bir çaba sergilemektedir. Kürt politikasında boy gösteren parti, örgüt ve şahsiyetlerin ezici çoğunluğu TC’nin AB’ye tam üye olmasını desteklemektedir. Bu, Kürtler için bir şans, belki de “son şans” olarak değerlendirmektedir. Bu da başka bir yanılgıdır ve bu konu başka değerlendirmelerimizde ele alınmıştır.

Rusya, ABD’nin Avrasya stratejisi sonucu iyice daraltıldığını ve sınırlandırıldığını görmekte ve düşünmektedir. Bir yanda Çeçen direnişiyle uğraşırken, bu konuda her türlü bastırma yöntemini kullanmakta sakınca görmezken, bir yandan da uluslararası ilişkilerde geri kalmamaya, elindeki nükleer güçle etkin söz sahibi olmaya çalışmaktadır. Putin’in yeniden seçilmesi, son dönemde nükleer silahlanmayla ilgili yaptığı açıklama, “dünya devleti” olma doğrultusundaki isteğini çok açık bir biçimde göstermektedir. Kafkaslarda, Orta Asya’da güç yitiren Rusya, dünya hegemonya mücadelesinde ne kadar başarılı olabilir sorusunun yanıtı bugünden tam olarak verilememekle birlikte, bu doğrultudaki istemini ve eğilimini not etmek, doğru gelecek öngörüleri açısından önemlidir. ABD karşısında AB ile ittifak yapmak, Çin ve Hindistan ile ittifak geliştirmek de Rusya’nın etkin güç olma arayışları içinde değerlendirilmelidir.

Çin, dünya politikasında ve ekonomisinde etkin söz sahibi olmak için derinden derine yol almaktadır. Ekonomik alanda sağladığı hızlı büyüme, piyasaya sürdüğü ucuz mallar birçok ülkeyi kaygılandırmaktadır. Gelecek on yılların dünyasında Çin, başka bir güç odağı olarak öne çıkabilir. Afgan işgalinin bir hedefi de bu olasılığı şimdiden önlemekti. Aynı durum Rusya’nın sınırlandırılması, olası Rusya-Çin-Hindistan blokunun önlenmesi amacı için de söylenebilir.

Öte yandan Japonya’nın dünya siyasetindeki etkinliği pek tartışma konusu olmamaktadır. Öyle de olsa son yıllarda kimi sarsıntılar geçirse de Japonya sahip olduğu ekonomik gücüyle Uzak Doğuda, geliştireceği ittifaklarla hatırı sayılır bir güç potansiyelidir.

Bu kısa “ufuk turu”ndan çıkardığımız sonuç şudur: Irak işgalinden bu yana yaşanan gelişmeler tek kutuplu dünya gerçekliğinin görece ve geçici bir durum olduğunu kanıtlamakta, gelişmelerin dünyamızın çok kutupluluğa doğru evirildiğini göstermektedir. Bunun bir sonucudur ki BM’yi restore etmek amacıyla hazırlanan raporda Güvenlik Konseyinin değişen duruma göre yeniden düzenlenmesi ifade edilmektedir. Öteden beri dile getirilen Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya’nın Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri olmaları önerisi, var olan çok kutupluluk eğiliminin dışavurumundan başka bir şey değildir. ABD’nin Irak’ta yaşayacağı çok net bir yenilgi bu süreci hızlandıracak, dünyayı rakipsiz ve tek başına yönetme stratejisi ölümcül bir yara alacaktır. Emperyalist devletler arasındaki bu çelişkiyi doğru değerlendirmek, abartılı sonuçlara ulaşmamak önemlidir. Bu çelişkilerin derinleşmesi toplumsal mücadeleler açısından nesnel olanaklar sunacaktır. Yoksa bu çelişkilerin kendisinden kendiliğinden ezilenler lehine bir şey çıkmaz…

2004 yılının en önemli gelişmelerden biri de sosyal ve ekonomik kazanımlara, haklara yapılan saldırılardır. Almanya, İtalya ve diğer AB ülkelerinde çıkarılan yasalar bunun en somut örnekleridir. Bu saldırılara karşı işçiler ve emekçiler tepkisiz kalmadı. Sendika bürokratlarını aşan eylemler, eylem kampanyaları geliştirdiler. Almanya’da düzenlenen “Pazartesi Gösterileri” bunun en somut kanıtı olmaktadır. Kuşkusuz bu eylemler ve tepkiler henüz tekellere ve hükümetlere ciddi geri adım attıracak düzeyde değildir, ama öyle de olsa kapitalizmin merkezlerinde sınıf mücadelesinin yeniden gelişme eğiliminde olduğunun işaretlerini vermektedir. Bu da gelecek açısından önemlidir

2004 yılı içinde Küreselleşme karşıtı hareket varlığını sürdürmekle birlikte iç ayrışma sürecine de girdi. Mücadelenin keskinleşmesine paralel olarak bu ayrışma ve saflaşmanın daha da derinleşeceği kesindir.

Sınıf mücadelesinin kapitalizmin merkezlerinde yeniden gelişme eğilimine girmesi, sosyalist akımın da yeniden ayağa kalmasına temel oluşturacaktır. Bunun ayak sesleri çoğalmaktadır…

II.

2004 yılı boyunca Irak ve Filistin üzerinden Ortadoğu, dünya gündeminin en önemli gündem maddesi oldu. 2003’te başlayan işgalin kısa sürede istikrar kazanacağı ve oturacağı varsayılıyordu. Ancak beklenen olmadı. Irak’ta direniş boyutlandı ve derinleşti. ABD, yaz aylarında yönetimi Iraklılara devrettiğini açıkladı. “Geçici hükümet” kuruldu. Kuşkusuz bu göstermelik ve işgal yönetimini perdelemeye dönük bir manevradan başka bir şey değildi. Allavi hükümetinin herhangi bir kukla yönetiminden herhangi bir farklılığı yok. Irak’ta bütün ipler ABD’nin elinde bulunmaktadır. Direniş şimdi belli bir bölge ile ve Sunni kesimle sınırlı gibi görünüyor. Şiilerin duruşu, şu anda sessiz bekleyiş ve izleme biçiminde görünse de ABD’ye karşı da ciddi bir mesafesi var. Ocak 2005’te yapılması öngörülen seçimlerde kazançlı çıkmayı planlıyorlar. Kendi içlerinde de farklı eğilim ve grupları barındırmaktadırlar.

1991’den beri Güney Kürdistan’ın büyük bir bölümünde fiili bir devlet düzeyine gelen Kürtler, Saddam rejiminin yıkılması ve Irak’ın yeniden şekillenmesi sürecinde bu konumlarını daha da güçlendirme, Kerkük’ün başkent olduğu federe devleti meşrulaştırma çabalarını yoğunlaştırmaktadırlar. Bu bağlamda KDP ve YNK yerel yönetimlerini birleştirdi, temel konularda ortak politika oluşturma ve izleme kararına ulaştı. Ocak seçimlerine ortak listeyle girme konusunda da anlaştıkları anlaşılıyor. Yine Kerkük konusunda ortak politika izleme noktasında uzlaştıkları biliniyor. Bunların yanı sıra Güneyde ekonomi, eğitim, kültür ve diğer alanlarda inşa çabalarının yoğun bir tempoyla sürdürüldüğü kaydedilmelidir. Bütün bunlar madalyonun bir boyutudur. Bir de madalyonun öteki boyutu var. Öncelikle buna bakmak gerekir.

Kuşkusuz Kürt halkının kendi kaderini istediği gibi tayın etme hakkı var, isterse bunu bağımsız bir devlet kurma biçiminde de somutlaştırabilir. Bu hakkı tartışma dışı tutmak gerekiyor. Güneyin iki büyük partisi KDP ve YNK duruşlarını ABD’nin Irak ve Ortadoğu politikası eksenine bağlamışlardır; dolayısıyla kaderleri de bir bakıma anılan politikanın kaderine ve geleceğine bağlıdır. ABD’nin Irak ve Ortadoğu politikasının geleceği ise birçok dengeye ve gelişmeye başlıdır. Irak’ta yaşayacağı bir başarısızlık, bu başarısızlığın zincirleme sonuçları Güney Kürtlerini ve Güney federe devletinin kaderini nasıl etkileyecek? Bu çok önemli bir sorudur. Bu sorunun çok yönlü yanıtı verilmeden söylenecek sözlerin pratik bir anlamı olmayacaktır. ABD’nin Irak ve Ortadoğu politikasını etkileyen bölgesel etkenler de var. TC, başlı başına bir etkendir. Arap devletleri, İran, Filistin ve diğerleri… TC, ABD’nin bölge stratejisinde vazgeçemeyeceği temel ayaklarından biri… Bu ayağı atması için hiçbir neden yok, bu konuda herhangi bir işaret de yok. Elbette aralarında birçok çelişki var, taktik farklılıklar var, çıkarları ve politikaları her konuda birebir çakışmıyor. Bunlar doğru, ama aralarındaki stratejik ortaklık da bir o kadar doğrudur ve esas olan da budur!

Bütün bu etkenlerin birleşik etkisiyle ABD, Güney Kürtlerini bilinen geleneksel politikalara kurban ederse ne yapılacak, bunun bugünden bir yanıtı var mı? Bu sorunun yanıtı yok. Denilen sadece şu: “ABD böyle bir şey yapmaz!” Elbette son derece çocukça ve komikçe bir yanıt… Neden yapmasın? Şimdiye kadar yapmadı mı?

Öyle olduğu içindir ki, esas olarak kaderlerini ABD’ye bağlamış iki Kürt lideri, Barzani ve Talabani, ABD Başkanı Bush’a ortak bir mektup kaleme alma gereğini duydular. Bu mektupta kaygılarını, karşılaşabilecekleri tehlikeleri diplomatik bir üslupla, ama çok net sözcüklerle ifade ettiler. Bu, boşuna değildi. ABD’nin yönetimi “Geçici hükümete” devre hazırlandığı bir dönemde BM Güvenlik Konseyi, aldığı bir kararda Kürtlerden ve Güney Kürdistan’ın statüsünden söz etmiyor, bu fiili gerçekliği görmezden geliyordu. Kaldı ki, henüz işin başıydı, ama aynı zamanda bu, gelecek için olumsuz işaretler anlamına geliyordu.

Kuşkusuz şu soru da önemli: Güney Kürtleri ve genel olarak bütün Kürtler geleceklerini hangi dost ve düşman politikasında görüyorlar? Ya da dostları kim, düşmanları kim? Stratejik bir sorudur bu! ABD ile İsrail ile TC ve diğer sömürgeci devletlerle Kürdistan halkının, özel olarak da Kuzey Kürdistan’ın özgürlük istemleri, en temel ulusal hakları stratejik olarak uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Bu nesnel bir olgudur! O halde bu güçlere bel bağlayıp gelecek tasarılarını yapmak, aslında, kuzuyu kurda teslim etmekten başka bir anlama gelmiyor. ABD, İsrail, TC ve diğer sömürgeci, gerici devletler Kürt halkının dostu ve stratejik müttefiki olamaz. Güney Kürtlerine ABD’nin yaklaşımı stratejik değil, çok özgün koşulların belirlediği görece, geçici bir durumdur. Bu özgünlüğü görmeden var olan duruma stratejik bir değer biçmek, hele ABD hayranlığını yapmak, stratejik olarak Kürt halkına en büyük kötülüğü yapmaktan başka bir şey değildir.

Kürt halkının dostları, bugün egemen sistemlerin ideolojik, politik ve kültürel etkisinde de olsa ve yakın gelecek açısından politik pratik bir değer ifade etmezse de bölge halkları, emekçi sınıflarıdır. Politik olarak dini grupların etkinliği bu gerçekliği değiştirmez. Yine “ya ABD yanlısı ya da dini grupların tarafı” gibi bir ikilem de dar ufukluluktur. Halkların bağımsız duruşunu geliştirmek varken, bu eğilim bugün ne kadar güçsüz olursa olsun bunu esas almak varken neden ille de şu veya bu gücün yedekliğine oynansın ki?

Öte yandan Güneydekilerin ve genel olarak Kürt halkının işgal ve işgale karşı gelişen direniş karşısındaki görüşünü ve tutumunu netleştirmesi gerekir. Bu noktada da paradoksal durumlar ve çelişkiler var. Şimdilik bu önemli noktaları genel bir özet ve temel sorular olarak bırakıyoruz. Başka değerlendirmelerde derinlemesine tartışacağımızı belirtmekle yetinelim…

Irak’ta işgal rejimini istikrara kavuşturmadan ABD’nin İran ve Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunması güç görünüyor. ABD’nin Irak’taki başarısı veya başarısızlığı Filistin sorununu ve giderek bütün bölgedeki egemenliğini etkileyecektir. Daha da iddialı bir öngörüde bulunmak mümkün: ABD’nin Irak’taki başarısı veya başarısızlığı, aynı zamanda dünyayı tek başına, rakipsiz yönetme stratejisinin de geleceği açısından dramatik bir dönüm noktası olmaya adaydır!

Ortadoğu’da üzerinde durulması gereken diğer bir durum da Filistin sorunudur. Kasım ayında Yaser Arafat’ın yaşamını yitirmesi ile birlikte Filistin sorunu yeni bir durumla karşı karşıya kaldı… Kuşkusuz Arafat’ın ölümü Filistin dengeleri üzerinde önemli bir etkide bulunacaktır. Aynı biçimde İsrail’in politikalarını da etkileyebilir. Ocak 2005’te yapılacak seçimlerle Filistinliler yeni liderlerini belirlemiş olacaklardır. Arafat sonrasının şekillenmesi ve bunun oturması belli süre alacaktır. Ama her şeye rağmen Filistin direnişi devam edecek ve Ortadoğu’daki gelişmeleri etkilemeyi sürdürecektir. İsrail ve ABD’nin tutumu da bu direnişi bastırmak, radikal unsurlarını tasfiye etmek ve kendi politikalarına uyumlu bir Filistin yönetiminin işbaşına gelmesini sağlamaktır. Kendi yerel sopası olacak bir Filistin yönetiminin ise yaşama şansı hemen hemen yoktur. Irak’taki işgalin durumu, genel olarak Ortadoğu’daki dengeler, Araplar arası dengeler, Filistin direnişini önemli ölçüde etkileyecektir.

Gelinen noktada ABD, Ortadoğu’da tek egemen güç olarak diğer güçleri bölge dışında tutmaya çalışsa da orta ve uzun vadede bu politikasında başarılı olması son derece güçtür. AB, Rusya ve diğerleri bölge üzerinde hegemonya kavgasından geri durmayacaklardır. Kısacası bölgemiz dünya hegemonya mücadelesinin en önemli odaklarından biridir. Elbette bu durumun getireceği ve doğuracağı sonuçlar var, bu gerçekliği bilerek davranmak gerekir…

III.

Türkiye egemenler cephesinde AB’ye üye olma konusunda oluşan iki cephe var. Bunlardan biri, AB’ye tam üye olmaktan yana ve bu doğrultuda yoğun bir çaba sergilemektedir. Diğer cephe ise AB’ye karşı durmaktadır. Tekellerin ezici çoğunluğu birinci cepheden yana. Cumhuriyet gazetesinin başını çektiği daha çok askeri ve sivil bürokrasinin savunduğu karşı cephe ise bu süreci tersine çevirme gücüne sahip değil. Öyle de olsa aralarındaki mücadele devam ediyor.

3 Kasım seçimleriyle oluşan tablo bir yıl içinde değişmedi. Diğer partilerin “yenilenme” çabaları sonuç vermedi. CHP ise gerici konumunu daha da derinleştirdi. Önümüzdeki dönemde mevcut gücünü koruması hayli kuşkuludur.

AKP hükümeti, AB’ye uyum çerçevesinde bir dizi anayasal ve yasal düzenleme yaptı. Bunları “demokratikleşme” hamleleri olarak değerlendirmek mümkün değildir. Demokratikleşeme, her şeyden önce bir mücadele, birikim ve kültür sorunudur. Gerçi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da on yılları bulan bir mücadele var, bunların zorlayıcılığı, hatırı sayılır etkileri yadsınamaz, ama öyle de olsa yapılan düzenlemelerde “dış dinamiklerin” etkisi daha önde olmuştur. Uygulama düzeyinde ise geleneksel cumhuriyet anlayışı ve pratiği devam ediyor.

17 Aralıkta AB zirvesinin Türkiye ile üyelik müzakere sürecini başlatma tarihini vereceği anlaşılıyor, ancak bu sürecin koşulları üzerinde süren yoğun pazarlıkların nasıl sonuçlanacağını bugünden kestirmek çok zordur.

AKP üzerinden yürütülen ekonomik ve sosyal alandaki saldırılar devam ediyor. SSK’ya bağlı hastaneleri Sağlık bakanlığına bağlama girişimleri şimdilik askıya alınsa da bu alandaki saldırılar devam edecek gibidir. Buna karşı emekçilerin sosyal mücadeleleri devam etmekle birlikte, bu mücadelenin uzun soluklu olup olmayacağı tartışmalıdır. Sendika bürokrasisi bu mücadelenin önündeki en önemli engellerden biridir.

Türkiye devrimci hareketi, toparlanma ve günlük politikaya daha etkin müdahale etme eğilim ve çabalarına rağmen güç olma konusunda hala aşmaları gereken bir noktada duruyor. Tasfiyecilik devam ediyor. Reformist kesim de güç olmaktan uzaktır, ama kafa karıştırmayı da sürdürüyor. Türkiye devrimci hareketinin toparlanması, her şeyden önce ideolojik ve politik yenilenmenin yanı sıra, bu bağlamda düzen ve reformist kesimle arasındaki sınırları çok net ve kalın çizmesi ve sabırlı bir çalışma ile samimi devrimci güçlerin birliğini savunması, bunu bir politik öncelik olarak gündemine alması gerekir. Bu, tek başına yetmez, bununla birlikte sınıfın ve diğer emekçi kesimlerin en diri ve dinamik öğeleriyle çalışmayı öngören bir tarza sahip olması da gerekiyor. Bunların yanı sıra Kürdistan sorununa karşı doğru bir yaklaşım, İmralı tasfiyeciliğine karşı net ve kesin bir duruş almak da önemli ve halklarımızın ortak mücadelesi açısından bunu kaçınılmaz görmek gerekiyor. Kısacası Türkiye devrimci hareketi, zorlu görevlerle karşı karşıya, bunu başarmak için yapması gereken çok şey var. 2005 yılının daha zorlu mücadelelere sahne olacağı kesin gibidir. Bu nedenle daha hazırlıklı olmakta yarar var…

IV.

2005 yılı boyunca İmralı tasfiyeciliği derinleşerek devam etti. Bahar aylarında Kongra-Gel içinde belli bir tartışma ve ayrışma süreci yaşandı. Buna İmralı’nın müdahalesi gecikmedi. Her iki kanadı da hedefleyen A. Öcalan, otoritesini daha da derinleştirdi, iki kanadın temsilcilerinin son itibar kırıntılarını yerle bir etti. Bu dönemde başlayan tartışma ve arayış süreci PWD girişimiyle birlikte estirilen bastırma ve iç terörle sekteye uğratıldı. Ancak bütün bastırma çabalarına rağmen moralsizlik, çözülme ve dağılma süreci devam ediyor. Bu çözülme henüz etkin politik bir kanala akmasa da İmralı ihanetinden kopuşu önemlidir. İmralı ihaneti, ülkemizdeki devrimci gelişmelerin önündeki en büyük engeldir. Mutlaka aşılması gerekiyor.

Kongra-Gel’den kopan PWD ise Amerikancı bir çizgide durmakta ve herhangi bir politik varlık olma şansı görünmemektedir. İdeolojik olarak İmralı tezlerini tekrarlayan bu grubun gelecek vaat etmesi mümkün görünmemektedir.

İç operasyonla konumunu daha da güçlendiren Öcalan, aynı süreçte eski tutuklu DEP milletvekillerinin kendisine bağlılıklarını test etti. Sonra tahliye edilen bu eski milletvekilleri gerçekten de İmralı’nın sözcüsü olarak davrandılar, Kürdistan’da gezdiği alanlarda, çağrıldıkları AB kürsülerinde TC’nin resmi tezlerini tekrarladılar. Görevleri bununla sınırlı değildi. “Demokratik Toplum Hareketi” adlı bir siyasal parti çalışmasını başlattılar. Bu konu başka yazılarımızda değerlendirildiği için üzerinde durmayacağız. Şu kadarını belirtmekle yetinelim: Demokratik Toplum Hareketi, her açıdan İmralı’nın yasal ayağı olarak hazırlanıyor, bununla hem yasal mevziler düşürülmek isteniyor, hem de bilinç katliamı süreci yeni bir silaha kavuşturulmuş oluyor. Bu anlamda bu oyunu boşa çıkarcı bir yaklaşım ve pratik içinde olmak gerekiyor.

İmralı Partisi Kongra-Gel cephesinde yaşanan başka bir gelişme ise sözüm ona “yeniden savaş” kararını vermiş olmaları ve bunu pratikte uygulamaya çalışmalarıdır. Bu da bir Genelkurmay oyunudur! Genelkurmayın iç politikada, Irak politikasında ve AB’ye karşı duruşunda böyle bir oyuna ihtiyacı vardı. “Savaşın” bu yönlerini gören yüzlerce kadro safları terk etti, kalanlar ise isteksiz ve çaresizlikten dolayı orada durmaktadır.

Tasfiyeciliği daha rahat sürdürmek amacıyla adlar değiştiriliyor, PKK’nin yeniden inşa edileceği söyleniyor. Aylarca insanların dikkatleri boş hedeflere yöneltiliyor, enerjileri tüketiliyor. Kuşkusuz tasfiyeciliğin bu kadar rahat yol almasında, İmralı ihanetinin bu kadar pervasızlaşmasında karşısına etkin bir seçeneğin konulamaması çok önemli bir etkendir. Bunun sayısız objektif ve sübjektif nedenleri sıralanabilir, ama bunun üzerinde durmayacak, sadece bir tespit olarak vurgulamakla yetineceğiz.

Ne yazık, “muhalifler” olarak tanımlanabilecek cephe, gelinen noktada, objektif olarak “güçsüzleri” oynuyor; dağınık, örgütsüz duruyor. Bu konudaki çabalar zayıf ve kısa sürede bu zayıflıklarını aşmaları da güç görünüyor. 2005 yılı içinde bu gerçeklik değişir mi? Çok zor görünüyor.

Sömürge yönetimi ise bastırma operasyonlarını yayarak sürdürdü, onlarca insanımızın kanını akıttı, sokak infazlarını gerçekleştirdi. Özel savaş bildiğini okudu: Onun için “iyi Kürt, ölü Kürt’tü”, her fırsatta bunun gereklerini yerine getiriyordu. Yerel dillerde yayın komedisi, Kürtçe kursların açılmasına yönelik girişimler ise gerçekten de birer komediden öte bir anlam ifade etmediler…

2004 yılı da İmralı üzerinden Genelkurmay oyunlarının yön verdiği bir yıl oldu. Bu “makus talihi” yenmenin temel koşulu, devrimci emekçi seçeneği politik bir güç olarak gündeme dayatmaktan geçmektedir!

V.

2004 yılına öteden beri yürüttüğümüz çalışmaları yeni bir düzeye çıkararak, yeni bir ad ve heyecanla girdik. Her açıdan koşullar aleyhimizdeydi. Bunu biliyorduk. Mucizevi gelişmeler de beklemiyorduk. Sağlam ideolojik ve politik çizgimizi Kürdistan’ın en dinamik kesimlerine, KUKM’nin en diri ve gelecek vaat eden dinamiklerine taşımak istiyorduk. Bunun için yayın faaliyetlerini siyasal çalışmalarımızın en önemli aracı olarak düşündük ve bu bağlamda bu sayı ile birlikte 8 sayı bülten çıkardık. Bültenimiz henüz istediğimiz düzey ve nitelikten uzaktır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini Toparlama ve Yeniden İnşa BİLDİRGESİ’ni Avrupa’da ve Türkiye’de basımını gerçekleştirdik. Bu konuda bize desteklerini esirgemeyen dostlarımızı, TKİP’li arkadaşları anmadan geçmeyi bir eksiklik olarak değerlendiriyoruz.

Bütün bu çabalarımıza rağmen birçok eksiğimiz var. Olanaklarımız sınırlı, aşmak durumunda kaldığımız engel sayılmayacak kadar fazla. Ama bunlara rağmen rüzgarın tersten estiği, kimlikten kaçışın moda haline geldiği, devrimciliğin, devrimci sosyalistliğin ateşten gömlek olduğu bir dönemde kimlikte ve iddiada ısrar etmemin gelecek açısından ne kadar önemli olduğunu, dönemin en temel görevin bu olduğunu biliyoruz. Daha öncesi bir yana bu bir yıl içinde şunu kanıtladık ki, ne pahasına olursa olsun devrimci sosyalist düşüncelerin ardında durmak, bu toplumun vicdanı olmak, aynı zamanda geleceğinin nerede, hangi çizgide olduğunu ısrarla savunmak ve bütün bu noktalarda samimi olmak çok önemli ve anlamlıdır!

Elbette sorun salt bunlarla bitmiyor. Aynı zamanda etkin, profesyonelce ölçülere göre örgütlenmiş, gelişmelerin kapılarını açan, kendisini nitelik olarak büyüten bir örgütsel çekirdeğe ihtiyacımız var. Bugüne kadar harcadığımız çabalar henüz bizi bu hedefe ulaştırmadı. Önümüzdeki dönemde bu hedefimiz doğrultusundaki çabalarımızı daha da büyüteceğimiz kesindir.

Kendi olanaklarımızın yanı sıra bu süreçte bizimle aynı veya yakın hedefleri paylaşan, çizgisinde ve sözünde samimi olan parti, grup ve çevrelerle birlikte iş yapmayı, güç ve eylem birliklerini geliştirmeyi yerine getirilmesi gereken bir görev olarak düşünüyoruz.

Yeni yılda bizi zorlu görevler bekliyor.

Bu görevleri başarmak, omuzladığımız yükü hedefe taşımak zorundayız.

Başaracağımıza inanıyoruz!

Yeni yılın tüm emekçilerin, halkımızın, halklarımızın olmasını diliyoruz…

Yeni yılın başarılarla dolu bir mücadele yılı olmasını diliyoruz!

Aralık 2004

Sosyalistên Şoreşgerên Kürdistan

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter