0 0
Read Time:35 Minute, 36 Second
AB VE KÜRDİSTAN SORUNU

Gerçekler ve Yanılsamalar

Geçtiğimiz yılın son günlerine kadar AB, TC’nin AB’ye üye olma ve bununla ilgili müzakere tarihini alma, AB’nin Kürt sorununa getireceği “açılımlar” gibi alt başlıklar gündemin en çok tartışılan konuları oldu. Biz de bu konudaki görüşlerimizi birkaç makale ve bildiride ifade etmeye çalıştık.

AB, AB-TC ilişkileri, AB ve Kürt sorunu eksenindeki tartışmalar belli yönleriyle devam ediyor, birçok politik eğilime damgasını vurmayı sürdürüyor. Ancak bu tartışmalarda ve buna yön veren politik eğilimlerde gerçekler ile yanılsamalar ve sanal “gerçekler” karışmış bulunuyor. Dolayısıyla süren bu tartışmayı, gerçekleri ve yanılsamaları net ve kesin çizgileriyle ayrıştıracak bir biçimde sürdürmek gerekiyor. Özellikle bu konuda “bizim” Kürtlerde derin bilgi yetersizliği ve liberal yanılmaların olduğunu peşinen teslim etmemiz gerekiyor. Bu nedenle tartışmayı daha kapsamlı bir biçimde yapmak ve derinleştirmek durumundayız.

AB hakkındaki yanlış bilinç, zincirleme yanlışların da temel nedeni olmaktadır.

AB nedir?

İşte can alıcı ve merkezi soru budur!

AB nedir sorusuna doğru bir yanıt verilmeden AB ile Kürdistan sorunu, AB ile TC arasındaki ilişkilerin özü, özellikleri, bu ilişkilerin getirip götürecekleri konularında da sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşılamaz; bu bağlamda doğru politikalar da geliştirilemez! Ne yazık yaşanan da bundan başkası değildir!

AB’yi “demokrasi ve barış” merkezi olarak algılarsanız, temel işlevinin bu olduğunu vaaz ederseniz, tutumunuz, bunun gönüllü savunuculuğunu yapmaktan başka bir şey olmayacaktır.

Yok, AB’yi dünya çapında “Rekabet gücü yüksek sosyal piyasa ekonomisini” (AB Anayasası) geliştirmeyi “en yüksek amaç” olarak belirleyen kapitalist ve emperyalist bir “uluslararası ittifak” veya “Birlik” olarak değerlendirirseniz, “Demokrasi ve barış” hayallerini değil, ABD karşısında rekabet etme gücü kazanmayı eksen alan, dünyayı paylaşma kavgasını, emekçileri sömürme düzenini yeni bir aşamaya taşımaya hazırlanan bir blok gerçeğini görürsünüz!

Elbette AB’ye nereden, hangi göz ve perspektifle bakıldığı, kimin çıkarlarının esas alınarak yaklaşıldığı önemlidir.

Ezilen halkların ve emekçilerin durduğu yerden ve onların perspektifiyle mi, yoksa burjuva liberal bir eksenden mi bakılacak? Ya da gerçeklerin ışığında mı, yoksa yaratılan “sanal gerçeklerle” mi?

İşte yukarda sözünü ettiğimiz can alıcı sorunun doğru kavranmasında diğer bir can alıcı soru da budur!

AB nedir sorusuna, gerçeklere sadık kalarak ve objektif bir perspektifle bakmaya ve bu sorunun özünü ve ana çizgilerini ortaya koymaya çalışacağız. Bunu başarabildiğimiz ölçüde yaratılan yanılsamaları, sanal sis perdesini yırtabileceğiz…

 

I. AB Nedir?

 

19. ve 20. yüzyıl, Avrupa için savaşlar yüzyılları olmuştur. Savaş ve çatışma, kendisiyle birlikte “Barış” ihtiyacını ve istemini de getirmiş ve bunun hep ilgi odağında kalmasında tetikleyici bir rol oynamıştır. “Birleşik Avrupa” ya da “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganı, 20. yüzyılın başlarında birçok çevrenin gündeminde yer tutmuştur. Aslında Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesi, Fransız Devrimi ile birlikte burjuva ideologları tarafından dile getirilmiş ve tartışma konusu yapılmıştır. 1867 tarihinde İsviçre’de kurulan “Barış ve Özgürlük Birliği” adlı oluşum, Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin Avrupa’da savaşları önleyebileceğini savunmuştur. Aynı tartışmanın I. Paylaşım Savaşı’nın arifesinde “Sosyal demokrat” partileri ve onun önemli şahsiyetlerini kapsayacak şekilde alevlendiğini görüyoruz. II. Enternasyonalin en önemli otoritesi sayılan Kaustky, bu tartışmaya “Ultra emperyalizm” teorisiyle katılır. Bu teoriye göre, kapitalizmde yaşanan “uluslararasılaşma” eğiliminin, giderek bir dünya tekeline, bir dünya devletine, ultra emperyalizme götüreceğine, dolayısıyla rekabet ve savaşların yerini uzlaşma, dünyayı ortak sömürme ve barış eğilimine bırakacağını, bu anlamda Avrupa Birleşik Devletleri sloganının bu genel eğilimin teorik ve politik dışavurumundan başka bir şey olmayacağını anlatır. Yine Kaustky, “silahlanma ve savaşın mutlaka emperyalizmin bir ürünü olarak görülemeyeceğini” ileri sürer ve Avrupa Birleşik Devletleri sloganı ile “Sürekli barış” arasında kopmaz bir ilişki kurmaya çalışır.

Roza Lükasmburg, ulus-devlet ve ekonomik rekabetin, kapitalizmin bir ürünü olduğunu, bunun da ulusal düzeyde sınıf savaşlarını, uluslararası düzeyde ise hegemonya savaşlarını koşulladığını vurgular, sürekli barışın koca bir yalan ve demagoji olduğunu belirtir.

Lenin ise, Avrupa Birleşik Devletleri sloganını, 1915 tarihinde yazdığı bir makalede ana çizgileriyle eleştirir. Bu sloganın ekonomik bakımından ya olanaksız ya da gerici olduğunu savunur.

 

AB, gerçekleşme yolunda olan Avrupa Birleşik Devletleri mi?

AB, ulus-devletlerin aşılması, onun inkarı mı? Bu anlamda AB, ulus ve ulus-devlet olgularını aşma iddiasında olan globalizmi doğrulayan en çarpıcı örnek mi?

Yoksa AB, ulus-devletlerin gerçekleştirmek istedikleri bir “devletler konfederasyonu” mu, ulus-devletlerin toplamı mı?

Bu önemli soruların yanıtı geniş bir tartışmayı gerektirmektedir. Bu soruların geniş tartışmasına girmeden bu konudaki yanıtımızı çok kısa bir biçimde özetlemek istiyoruz.

Bu soruların yanıtı, AB’nin kat ettiği tarihsel gelişim çizgisinde, onun oluşum ve kuruluş gerekçelerinde, Birlik ile ulus-devletler arasındaki ilişki ve çelişkilerde, Birlik’in işleyiş, karar süreçleri ve kurallarında, bunların dile getirildiği temel belge ve kurumların kendisinde gizlidir!

Bilindiği gibi II. Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa baştan sona bir yıkıntı içinde ve harap haldeydi. Doğu Avrupa ülkelerinde ve Doğu Almanya’da Sovyet ordularının da desteğiyle sosyalist sisteme bir geçiş süreci başlamıştı. ABD savaştan güçlü olarak çıktı, kapitalist-emperyalist sistemin lideri olarak dünya siyasetinde rol oynamaya başladı. Avrupa, ABD’ye muhtaç durumdaydı. Hem ekonomik açıdan, hem de siyasal ve askeri açıdan… 1947’de ABD tarafından geliştirilen Marshall Planı, başta Batı Almanya olmak üzere Avrupa ekonomilerini yeniden canlandırmak içindi. Avrupa ABD’ye muhtaç olduğu kadar ABD de Avrupa’ya ihtiyaç duyuyordu. Sovyetlerin varlığı, ekonomik ve sosyal çöküntü içindeki Avrupa’nın karşı karşıya kalacağı toplumsal devrim korkusu, bu iki korkunun birleşik etkisi, ABD’yi Avrupa’ya destek vermeye zorluyordu. Avrupa ülkeleri ABD’nin liderliğini, siyasal ve askeri vesayetini kabul ettiler; bu, on yıllar boyunca böyle devam etti, Sovyet siteminin dağılışına kadar…

 

Öte yandan belli başlı Avrupa ülkeleri, kendileri için stratejik değerde olan ve ekonomileri için kilit önemde olan kömür ve çelik sanayini korumak ve rekabet gücünü artırmak amacıyla 1952 tarihinde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdular. Bu anılan topluluk bugünkü AB’nin de ilk çekirdeği niteliğindedir. Başka bir deyişle AB, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun bugüne doğru evrilmesidir. Bu topluluğun altı kurucu üyesi var ve “Altılar” olarakanılmaktadırlar. Fransa, B. Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lükasmburg, bugün aynı zamanda AB’nin eksenini oluşturmaktadır. Altılar, 1957’de Roma Anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET)’nu kurdular. Anılan anlaşmada Topluluğun temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını sağlayacak ortak bir pazarın ve gümrük birliğinin kurulması olarak tanımlanmaktadır. 1968’de gümrükler kaldırıldı ve ortak bir gümrük tarifesi belirlendi. 1980’lerden itibaren AET, bir kez daha adını değiştirdi, Avrupa Topluluğu (AT) adını aldı. 1980’lerin sonlarına kadar AT’ye damgasını vuran ekonomik kaygılar ve beklentilerdir, “ekonomik” kimlik daha öndedir. Politik kimlik çok belirleyici bir öğe olmamaktadır. Ancak Sovyet sisteminin dağılması ile birlikte AT, politik kimliğini de örme, geliştirme ihtiyacını duydu ve bunun bir sonucu olarak adını bir kez daha değiştirerek Avrupa Birliği (AB) adını aldı. AB, ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir güç, dünya çapında rakip bir blok haline gelme amacında olan kapitalist-emperyalist bir uluslararası ittifak, ulus-devletler topluluğu veya “Devletler konfederasyonu”dur.

AB’nin ekseninde ekonomik amaçlar her zaman önemli bir rol oynamıştır, “malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını sağlayacak ortak bir pazarın ve gümrük birliğinin kurulması” öncelikli hedef olarak belirlenmiştir. Ortak para birimi olarak EURO’nun kabulü de bu bağlama oturmaktadır. Euro’nun ortak para birimi olarak kabulü, AB’nin ABD karşısında ekonomik ve giderek siyasal bir güç hedefi doğrultusunda atılmış bir önemli adımdır. Bu adımı, ortak “savunma gücü” oluşturma, “ortak dış politika” geliştirme çabaları izlemektedir. Bu konularda Fransa ve Almanya ekseninin motor rol oynamaları rastlantı değildir.

AB, açık ki, ABD emperyalizmine karşı ekonomik ve politik bir güç olma amacıyla geliştirildi. Bir dünya gücü olma, rakip bir blok olarak dünya hegemonyasında yer alma hedefi, AB’nin en temel varlık nedenidir.

Bu ne kadar doğruysa, AB’nin eşitler ilişkisi olmadığı da bir o kadar doğrudur. Bu noktanın açılımına geleceğiz, buna geçmeden önce “ulusal parlamentolar” tarafından onay bekleyen AB Anayasası hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Anılan anayasa, AB’nin amacını çok net ve tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor: “Rekabet gücü yüksek sosyal piyasa ekonomisi en önemli amaç”!

Rekabet gücü yüksek bir ekonomi için, ekonomi politiğe göre yapılması kaçınılmaz olan “önlemler” şunlardır: Bir, işçilik, işgücü maliyetlerini düşürmek; iki, teknolojiyi daha da geliştirmek ve yükseltmek; üç, bu ikisini birlikte yapmak!

Bu üç önlemin anlamı, daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik ve yoksullaştırmadır. “Sosyal devlet”in terk edilmesi, emekçilerin işsizlik ve esnek çalışma kıskacına sıkıştırılması, kazanılmış hakların tek tek gasp edilmesi, neo-liberal politikalarla çok boyutlu saldırıların gerçekleştirilmesi boşuna değildir; anılan amacın gereğidir.

Somut olarak yaşandığı ve sıradan bir okuyucunun bile gözlemlediği gibi, AB ülkelerinde, sosyal haklar kısıtlanıyor, haftalık çalışma saatleri 40-45 saate çıkarılmak isteniyor, AB anayasasıyla “sosyal sorumluluk” ilkesi kaldırılıyor, sendikalar zayıflatılıyor, kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler budanıyor, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı körükleniyor, AB anayasasıyla “demokratik yapıların” içi boşaltılıyor, yine bu anayasa “Yürütme” erkine karar alma ve uygulama yetkisi veriyor, Parlamentonun gücü, Komisyon üyelerini onaylamakla sınırlandırılıyor, politika belirleme hakkı tümden ortadan kaldırılıyor, yine bu anayasa ile demokratik örgütlenmeler üzerinde baskılar arttırılıyor. Bütün bu neo-liberal saldırıların sonuçları bugünden ortaya çıkmaktadır. Basına da yansıyan rakamlara bakılırsa, AB’nin motor ülkelerinden biri olan Almanya’da toplumun %13,5’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor, bu yılın başında yürürlüğe sokulan Hartz IV ile bu yoksullaşma süreci daha da derinleşecektir. Yine Almanya’da 1,2 milyon çocuk yoksul. İlaç için para ödeme zorunluluğu getirildi, sosyal ve sağlık sistemi neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden düzenleniyor. Sınıflar arasındaki farklar büyüyor, zenginlerle yoksulların okulları birbirinden ayrılıyor… 1990’lı yıllardan önce emeğe, soysal haklara karşı bu kadar pervasız saldıramıyorlardı. Her şeyden önce Sovyet bloku şahsında sosyalizm ciddi ve caydırıcı bir tehdit olarak algılanıyordu. İkincisi sendikalar bu kadar düzenle bütünleşmemişlerdi. Ama Sovyet sistemi dağılınca, neo liberal politikalarla sendikaların da son güç kırıntıları ortadan kaldırılınca karşılarında yakın ve orta gelecekte engelleyici barikat da kalmamış oldu. Yine dünya dengeleri daha saldırgan olmalarını koşullayan ideolojik, moral, politik ve ekonomik olanaklar, fırsatlar sundu…

Kuşkusuz AB, salt bunlar değil, dahası var…

Dünya çapında hegemonya mücadelesinde kendine bir yer edinme hedefi, ABD karşısında ikinci bir kutup olma eğilimi, kaçınılmaz olarak militarizmi körükler. Bu, yeni savaş veya savaşlar demek! AB anayasasının silahlanmayı zorunlu hale getirmesi de bundandır. Militarizm, büyük bir savaş bütçesi gerektirir, bu ise daha fazla sömürü, talan ve kazanılmış hakların gasp edilmesi demektir. Bugün yürütülmekte olan ekonomik ve sosyal politikaların bir yönü de budur! Siyasal düzeyde ise militarizm, en genel anlamda anti-demokratizm demektir, siyasal gericiliğin, ırkçılık ve şovenizmin derinleştirilmesi demektir. ABD nasıl ki, “Terörizme karşı mücadele” adına “önleyici savaş doktrinini” resmen benimseyip açıkladıysa, AB de “Önleyici savaş” doktrinini benimasmiş bulunmaktadır.

Bütün bunlar neyi gösteriyor? Kapitalist-emperyalist bir blok olan AB üzerine içi boş hayaller kurmanın bir anlamı yok. AB, geleceğe ciddi bir biçimde hazırlanıyor, ortaya çıkan işaretler, sınıf mücadelelerinin şiddetleneceği, dünya çapında rekabet ve savaş hazırlıklarının giderek tırmanacağıdır. Dolayısıyla AB’yi bir demokrasi seçeneği olarak görmek, ABD karşısında bir barış şansı olarak değerlendirmek, liberal ham hayallerden başka bir değer ifade etmiyor.

Eğer bu eğilimler ve gelişme yönleri birer olguysa, devrimcilerin sosyalistlerin yapması gereken, bunları görmek, değerlendirmek ve geleceğin sert mücadelelerine hazırlanmaktır. Yoksa boş hayaller kurmak, liberal düşlerle avunmak değil…

 

Devam ediyoruz. AB’ye üye olan ülkelerin ilişkisi bir “eşitler ilişkisi” mi?

Gerçeklere sırt çevirmeden bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildir. AB’ye üye ülkeler arasındaki ilişki, eşitler arası bir ilişki değildir. AB’nin merkezinde Almanya-Fransa eksenindeki “çekirdek ülkeler”, Hollanda, Belçika ve belli ölçülerde İtalya var. İskandinavya ülkeleri Euro’yu kabul etmediler. İngiltere ise belli bir ekonomik ve siyasal ağırlığı, geçmiş sömürge deneyimlerinden gelme refleksleri olsa da daha çok ABD’nin AB içindeki uzantısı konumundadır. Portekiz, İspanya ve Yunanistan ikinci derecedeki halkada konumlanmaktadırlar. 2004 yılında kabul edilen ve kabul sırasını bekleyen ülkeler ise sözcüğün gerçek anlamında “çevre” konumundadırlar. Burada sözünü ettiğimiz ilişki, kendine özgü ve her gün yeniden üretilen bir sömürgecilik ilişkisinden başka bir şey değildir. Bu ülkeler, “Merkez” ülkeler için ucuz emek deposu işlevini görmekte ve aynı zamanda metropollerdeki “emeği terbiye” etmede bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. “Biz zaten tüm Avrupa’yı kesen tek bir pazarda hareket ederek, üretimi farklı yerlerdeki tesislere dağıtmanın yarattığı büyük avantajlardan yararlanıyoruz” (ERT, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası) [Aktaran Çiğdem Çidamlı, www.sendika.org] sözü gerçekliği çok çarpıcı bir biçimde özetlemektedir. Çiğdem Çidamlı’dan yapacağımız uzun bir aktarma bu konuda önemli bir bilgi ve fikir verir kanısındayız.

“AB henüz bu tür bir sürecin başındadır ve Avrupa işçi sınıfının geleceğini belirleyen de artık eski toplumsal sözleşme düzeni değil, AB’nin genişlediği bölgelere ithal etmekte olduğu radikal pazar merkezli neo-liberal modeldir. Batının “sosyal modeli”, çok ağır bedeller karşılığında girdikleri müzakere süreçlerinden sonra nihayet 2004 Mayıs’ında AB’ye kabul edilen 10 adet eski Doğu Avrupa ülkesine ithal edilememiştir. AB’ye katılım sürecine “Avrupa’ya geri dönüş” ideolojisi altında önce büyük bir umutla bel bağlayan Doğu Avrupalı işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında önemli iyileşmeler elde edileceği beklentisi, büyük bir hüsranla sonuçlanmıştır. Doğu ile Batıyı birbirine bağlayan üretim hiyerarşisi, bu durumun geçici olduğu iddialarını geçersiz kılmakta; Doğu Avrupa’daki endüstriyel ilişkiler sistemi AB’den çok ABD’dekini andırmakta ve Doğu, AB açısından ABD’nin NAFTA bölgesiyle kurduğuna benzer bir ilişkiyle tanımlanmaktadır. Sosyalizmin yarattığı insani mirası ve sosyalizmin yıkılmasının yol açtığı çöküntüyü alabildiğine suiistimal etmekte olan AB kurumları ise, bu durumun vebalini yine “sosyalizmin geri yapısına” yüklemeye çalışmaktadırlar.

Bu ideolojik çarpıtmalar bir yana bugün Avrupa’nın her iki parçası, farklı çalışma koşulları, farklı endüstriyel ilişkiler sistemleri ve refah düzeyleri ile karakterize olmaktadır. 2002 yılında doğudaki ortalama işsizlik batının iki katı (yüzde 11.7 ve yüzde 6.7) iken, çalışma saatleri daha uzun (43 saate karşı 37.7 saat) ve ücretler çok daha düşüktür (ortalama 394 euro aylık ücrete karşılık ortalama ayda 1930 euro). Bu ülkelerdeki işçilerin 2011 yılına kadar diğer AB ülkelerinde serbest dolaşım hakları bulunmamaktadır ve 1990’larda yüzde 51 olan sendika üyeliği 2002’de yüzde 26’ya düşmüştür. Üstelik bu ülkelerle çekirdek AB üyeleri arasındaki gelişmişlik farkı da azalmamakta tersine derinleşmektedir: Her yıl yüzde 4 büyüseler bile AB’yi yakalamak için Slovakya’ya 40, Polonya’ya 60 yıl gerekmektedir. Müzakere sürecini 10 yeni aday ülkenin hepsini birbirine karşı kışkırtma, rekabete sürükleme ve bütün bunlar karşılığında en yüksek tavizleri koparma yoluna dönüştürmüş olan AB, bu bölgede köklü ekonomik ve politik temellere dayalı bir bağımlılık sistematiği ile güvence altına alınan bir “sömürge kapitalizmi yapısı” yaratmıştır.

Ekonomik bütünleşmenin yaşam standartlarını yükseltmemesi ve “sosyal modelin” doğuya doğru yolculuk etmemesinin sahici nedeni, Doğu’nun AB sistemi içinde çokuluslu Avrupa sermayesinin emek-yoğun üretim atölyesi olarak işlevlenmesi; bu bütünleşme biçiminden doğan ihracat merkezli ekonomik yapının derinleşmesi ve bütün bunların emekle-sermaye arasındaki herhangi bir “uzlaşma”yı tamamen gereksiz kılmasıdır. Doğuya ithal edilen, Batı Avrupa’da 1945 sonrasında kurulan “toplumsal uzlaşmanın” temelini oluşturan sermaye-yoğun tüketim ve üretim malları sanayileri değil, emeğin yalnızca bir üretim ve maliyet öğesi olarak önem taşıdığı emek-yoğun ihracat malı sanayileridir. Tekstil, ayakkabı, mobilya, elektronik Doğu’nun motor sanayileri haline gelirken, çokuluslu Avrupa sermayesinin tüm meta zincirlerinin en emek yoğun parçalarını da bu ülkelere kaydırmalarıyla birlikte, 1994-2000 arasında emek yoğun sanayilerin bu ülkelerin genel üretimleri içindeki ortalama ağırlığı yüzde 34’den yüzde 44’e yükselmiştir. 90’lı yıllarda çok büyük yabancı sermaye yatırımları çekerek AB ile bütünleşen bu ülkeler, gerek ÇUŞ’ların doğrudan yatırımları, gerekse emek yoğun sanayilerde egemen olan alt-taşeronlaştırma sistemleri sonucunda kalıcı biçimde yarı-çevre ekonomilerine dönüşmüşlerdir. Doğu Avrupalı tekstil ve giysi sanayi işçilerinin, kendi ürettikleri ürünleri değil, ancak Çin ve Türkiye’de üretilen daha ucuz tekstil mallarını tüketebiliyor olmaları, bu durumun gerçek anlamını özetlemekte ve Türkiye’nin de geleceğine ışık tutmaktadır. Ancak bu sürecin bazı ülkelerde nasıl gerçekleştiğine bakmak birçok bakımdan çok daha aydınlatıcıdır.

AB ile bütünleşme sürecinde “dünyanın en dinamik 10 ekonomik bölgesinden birisi” ilan edilen ve elektronik alanındaki yoğun yatırımlar nedeniyle “General Electric ülkesi” adı verilen Macaristan, bu süreçte Mannesmann, Philips, IBM, Kenwood, Samsung, Siemens gibi birçok ÇUŞ’un öncelikli yatırım bölgesi haline geldi. Macaristan’ın en büyük yerli elektronik şirketi olan VİDEOTON ise bu şirketlere tesis sahibi ve işgücünün işvereni olarak üretim altyapısı ve emek gücü kiralayan iki ayrı ağ oluşturarak, ÇUŞ’ların asgari sabit maliyet ve azami esneklikle çalışmalarını sağlıyor. Bu sistemde örneğin IBM, Ericson ve Philips gibi ÇUŞ’lar mevsimlik göçmen Slovak işçi kiralama, işçileri sürekli işten çıkartarak kıdem düşürme sistemleriyle çalışırken, ücretler asgari ücrete doğru bastırılıyor ve Macaristan’ın Doğu’nun en büyük elektronik ihracatçısı olması yarı vasıflı, çoğunlukla kadın bir işgücünün güvencesiz koşullar altında çalıştırıldığı bir istihdam rejimi yaratıyor.” ( Çiğdem Çidamlı, "Sosyal Avrupa" İthal Edilemez Doğu Avrupa Deneyimi, www.sendika.org)

Aktardığımız bu uzun alıntı, AB ülkeleri arasındaki ilişkilerin ne düzeyde eşitsiz ve dengesiz olduğunu anlatmaktadır. Dolayısıyla bu konuda daha fazla söze gerek olduğunu sanmıyoruz. AB’ye girecek Türkiye’yi Doğu Avrupa ülkelerinden daha iyi bir gelecek beklediğini düşünmek, kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.

 

Özetlemek gerekirse; AB, çekirdek devletlerin çıkarlarını esas alan, kendi içinde “merkez-çevre”, başka bir ifadeyle yeni türden bağımlılık ilişkisini kurumlaştıran, ABD karşısında rakip bir güç odağı olarak çıkmaya hazırlanan, bu nedenle neo-liberal politikalarla sosyal ve demokratik hakları sistematik bir biçimde tırpanlayan, sömürü ve baskıyı derinleştiren, geliştirmek istediği hukuksal, siyasal yapısıyla militarizmi körükleyen, ulus ve ulus-devletleri aşan değil, yeni bir örgütlenme düzeyine çıkarma çabası içinde olan kapitalist-emperyalist bir birliktir! Böyle bir oluşumdan, ekonomik gelişme, sosyal adalet ve refah, demokrasi, özgürlük ve barış beklemek tarihsel ve güncel gerçeklerle alay etmekten başka bir şey değildir!

AB, kendi içinde çelişkili ve paradoksal bir “birliktir”! Kısaca:

Bir: Ulus-devlet (Çok uluslu tekellerin) çıkarlarının yönlendirdiği politik reflekslerle ortak davranma, uluslararasılaşma eğilimi arasındaki paradoks;

İki: “Merkez devletler ile çevre ülkeler” arasındaki kapanmaz hiyerarşi, çelişki ve paradoks;

Üç: Her gün biraz daha açılan ve büyüyen emek sermaye çelişkisi;

Dört: Neo-liberal politikalar ile “sosyal devlet” mevzileri arasındaki çelişki;

Beş: Oligarşik kurumlaşma ile demokratik haklar ve özgürlükler çelişkisi;

Alt: Militarizm, savaş ve ırkçılık ile barış ve demokrasi arasındaki çelişki;

İşte AB gerçeğini özetleyen çelişki ve paradokslar bunlardır!

 

II. AB ve TC ilişkileri

 

AB-TC ilişkileri, kendi tarihi boyunca düz bir yolda ilerlememiştir. Bu ilişkileri, AB ve TC’nin stratejik yönelimlerinden, bunların aldığı biçimlerden, dönemsel politikalardan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Bugünkü ilişkilere bakarken bu gerçekliği gözlerden ırak tutmamak gerekir.

TC’nin AB’ye üye olma eğilimi uzun bir süreci kapsar. Satırbaşlıkları biçiminde özetlemek gerekirse;

1959’da TC, AET’ye tam üye olmak için başvururda bulunur.

1963 tarihinde Ankara Ortaklık Anlaşması imzalanır.

13 Kasım 1970 tarihinde Katma Protokol imzalanır ve bu, 1973 tarihinde yürürlüğe girer.

12 Eylül askeri darbesiyle AET ile ilişkiler buzdolabına kaldırılır.

14 Nisan 1987 tarihinde TC, AET’ye tam üyelik başvurusunda bulunur.

1 Ocak 1996 tarihinde Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girer.

1999 Helsinki Zirvesinde AB, Türkiye’ye bazı şartlar çerçevesinde aday ülke statüsünü verir.

TC ile AB arasında çetin pazarlıklar yapılır, TC dayatılan koşulları belli yönleriyle ve şekli olarak yerine getirir, “uyum paketleri” ile denilenleri yapmaya çalışır.

Ve sonuçta 17 Aralık tarihinde TC’ye belli koşulları yerine getirmesi koşuluyla 3 Ekim 2005 tarihinde müzakereler için gün verir.

TC’nin AB’ye üyeliğiyle ilgili çeşitli görüşler var. Bunları üç başlık altın toplamak mümkün. Birinci görüş, TC’nin AB üyeliğine taraftar olan, bunu her düzeyde savunan görüştür. İkinci görüş, bu görüşün karşısında duran, AB karşıtı görüştür. Üçüncüsü ise, kendisini bu ikileme sıkıştırmadan iki cephenin de kuyruğuna takılmayan, AB’nin emekçiler ve ezilen halkları için ne olduğunu ortaya koyan, onun emperyalist-kapitalist bir birlik olduğunu vurgulayan, TC’nin AB üyeliğini neden istediğini kavrayan, bu ilişkinin çeşitli boyutlarını gören ve soruna emekçiler ve ezilen halkların penceresinden bakan görüştür.

AB’yi “barış ve demokrasi” merkezi olarak gören liberal görüşlere göre, TC’nin AB üyesi olması durumunda Türkiye demokratikleşecek, ordunun iktidar üzerindeki vesayeti son bulacak veya son derece zayıflayacak, Kürt sorununun barış ve demokratik yöntemlerle çözülmesi gerçekleşecek veya kolaylaşacak, vb… Aynı görüşler Kürt liberalleri ve reformistleri tarafından da dillendirildiğini geçmeden hemen belirtmeliyiz. Bu konuya başka bir alt başlıkta değinmeye çalışacağız.

Yukarda da kısaca özetlemeye çalıştık, AB’nin merkezi devletlerinde gelişen demokrasi, sosyal haklar, özgürlükler değil, tam da bunların karşıtı bir süreçtir. Bununla birlikte merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasında geliştirilen ilişki, eşitler arası bir ilişki değil, tersine eşitsizler arası bir ilişkidir, yeni türden bir sömürgecilik ilişkisidir! Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra AB’nin Türkiye’den ne istediğini, stratejik olarak nasıl bir çizgide olmasını dayattığını; buna karşılık TC’nin AB’den ne beklediğini açmamız gerekiyor. Bu temel sorulara yanıt vermeden söylenecek her söz, belki de gerçeklere bir değinme olabilir, ama bu değinme, teğet değinmeden başka bir şey olmayacaktır!

Bir tekrar daha: AB, ABD karşısında ekonomik ve politik bir güç olma, rakip bir odak olarak dünya hegemonya kavgasında yer tutma temel amacına sahiptir. Bu temel amacı göz ardı edilerek şu veya bu ilişkiyi, ya da gelişmeyi kavramak mümkün değildir, mümkün olsa bile yanılgılı sonuçlara götürür.

AB, TC’ye de bu perspektiften bakıyor, ondan beklediği temel şey de budur!

Yani en genel bir ifadeyle dış politikasında kendisine sadık, tam anlamıyla kendisiyle uyumlu, ABD karşısında kendisinin yanında bir “sadık dost” olmasını, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya uzanan mızrak başı olmasını istiyor. Bütün pazarlıkların ve dayatmaların odağında bu stratejik istem var. Demokratikleşme, azınlık hakları, insan hakları, Kürt sorunu ve diğerleri hem görüntüyü kurtarmaya, hem pazarlık marjını yükseltmeye yarayan, ideolojik ve politik araçlardır.

TC de kendisinden istenileni biliyor. Fakat bu istemi tam ve kesin bir biçimde yerine getirmenin güçlüklerini de…

TC’nin, “evet, senin dış politika stratejisine uygun ve uyumlu bir dış politika izlerim, bu konuda hiçbir sorun çıkmayacak” sözünü vermesi inandırıcı olabilir mi ya da ne kadar? Bunun önündeki engeller nelerdir? Kuşkusuz sorun basit değil, bir iki sözle halledilecek kadar tek boyutlu değildir. Süreç içinde test edilmesi gerekir. Bu da yetmez ABD eksenindeki duruşu konusundaki kaygıları gidermesi gerekiyor. Ama nasıl? Olayın karmaşık ve çelişkili boyutları salt TC ve ABD arsındaki ilişkilerden kaynaklanmıyor, AB’nin kendi içyapısından, henüz bütünsel bir dış politika duruşunu sağlayamamasından da kaynaklanıyor. Bu noktayı biraz açmakta yarar var.

Bilindiği gibi, AB, dünya siyaseti içinde bütünlüklü bir politika izleme konumundan uzak görünüyor. Bunun en çarpıcı tablosu Irak savaşında çıktı. AB üyesi İngiltere, ABD ile birlikte hareket etti ve işgal hareketinin içinde yer aldı. İtalya, İspanya, Danimarka ABD’nin Irak politikasının arkasında durdular, politik desteğin yanı sıra belli büyüklükte askeri birlik de bu işgal hareketine kattılar. İspanya bu tutumundan vazgeçti, ama diğerleri hala aynı konumlarını sürdürüyorlar. 2004 yılında AB’ye üye olan Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri ABD yanlısı bir çizgide duruyorlar. Bu çelişkili durum, AB’nin geleceğini tartışmalı hale getiriyor, aynı zamanda ondan beklenen stratejik misyonu belirsizleştiriyor.

ABD emperyalizmi, AB’nin gerçek hedeflerini çok iyi biliyor. O nedenle “içten fethetme” ve boşa çıkarma politikasını izliyor. TC’nin AB üyeliğini hararetli bir biçimde desteklemesinin altındaki temel neden de budur. Bundan dolayı bu destek Fransa ve Almanya ekseninin rahtsızlığına yol açtı.

Öte yandan Türkiye’nin egemen tekelleri, AB üyeliğinden yana… Ekonomik ilişkilerin önemli bir bölümü AB ülkeleriyle olmaktadır. Bunu daha üst düzeye çıkarmak ve kurumsal bir yapıya kavuşturmak istiyorlar. Politik ve stratejik açıdan AB üyesi olmanın iç politikalarına olduğu kadar dış politika açılımlarına denge getireceğini ve güç verebileceğini düşünüyorlar.

Kuşkusuz bu süreç uzun, karmaşık ve çelişik boyutlara sahip bir süreçtir. Unutmamak gerekir ki, bu uzun pazarlık sürecinde temel pazarlık konuları demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, Kürt sorunu olmayacaktır. Pazarlığın ana konusu, AB’nin dünya hegemonya siyasetine uyumlu ve bu eksenden çıkmayan, çıkamayacak bir konuma getirilmiş bir Türkiye “yaratmaktır”! Diğer pazarlık konuları bu ana unsurun tamamlayıcı ayrıntıları olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir!

 

III. AB ve Kürdistan Sorunu

“Avrupa Birliği bir uygarlaşma projesidir. Türkiye’nin bu projeye dahil olması parti olarak bizim de isteğimizdir. Fakat Avrupa Birliği aynı zamanda bir barış ve istikrar projesidir. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’de istikrar olmaz. Bu sorun çözülmeden Türkiye Avrupa Birliği’ne alınırsa buradaki istikrarsızlık AB’nin siyasal kurumlarına sirayet edecektir. Kürt muhalefeti Brüksel’e taşınacak. Bunu önlemenin yolu müzekkere sürecinde Türkiye’yi  Kürt sorununun siyasal çözümüne ikna etmekten geçer.” (HAK-PAR’ın 29.11.2004 tarihli Bildirisinden)

AB ile ilgili bu yanılsamalı değerlendirme ve beklenti hemen hemen bütün Kürt liberal ve reformist çevre ve kişilerin üzerinde buluştukları ortak görüştür. Bu görüşte olan çevre ve kişiler, Avrupa sürecinin Türklere ve Kürtlere yeni ve umut vaat eden olasılıklar sunduğunu, halen var olan devlet sınırlara saygı çerçevesinde Kürt sorununa barışçı çözüm şansı verdiğini, bu fırsatın kaçırılmaması ve değerlendirilmesini vaaz etmektedirler.

“Türkiye yoğun pazarlıklar sonunda AB üyeliği için görüşmelere başlama tarihi almayı başardı.

Görüşme tarihinin alınması, Türkiye’nin değişim ve demokrasiden yana olan güçlerin yolunu daha da açtığı gibi bu güçlerin önüne yeni görevler de koymuştur.

Görüşme tarihi almak amacıyla yapılan ama hayata geçirilmeyen yasal değişikler, tam üyelik için yetmez. Bunun için gerçekten azınlık haklarına saygılı, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlere bağlı bir yapıyı oluşturmak gerekir.

Bu nedenle AKP hükümeti değişir gibi yapıp değişmeye ayak diretmeyi bir yana bırakmalı, yapılan yasal ve anayasal değişiklerin hayata geçirilmesi için ciddi adımlar atmalıdır.

Türkiye’nin başta gelen sorunu Kürt sorunudur. Kürt meselesi ülkenin öteki sorunlarını da doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin tam üyeliği, çağdaş ülkeler seviyesine yükselmesi aynı zamanda Kürt sorununun çözümüne bağlıdır.

Hükümet, AB tam üyeliğinin olmazsa olmaz koşulu demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlere bağlı bir yapıyı oluşturmanın yanı sıra, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda da adımlar atmak zorundadır.

Kürt sorununun köklü çözümü, eşitlik temelinde, uluslararası sözleşmelerde öteki uluslara tanınan hakların Kürtlere de tanınmasıyla mümkündür.”

Bu görüşler de PSK’ya ait, 18 Aralık 2004 tarihli bildirilerinden aldık.

Temel yanılgı aynı: AB’yi “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerler”in merkezi olarak değerlendirme ve gösterme…

İmralı Partisinin de aynı görüşte olduğunu hemen vurgulamamız gerekir. 1999’dan bu yana TC’nin AB üyeliği konusundaki politikasının “Kraldan daha kralcı” bir tutumla desteklediğini, bunun için yapılan eylemleri, kitle gösterilerini de biliyoruz. Öcalan ve partisine göre, AB demokrasi merkezidir, TC’nin AB’ye üye olması, onu demokratikleştirecek ve Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünü de getirecektir. Bundan dolayı Kürtler TC’nin AB üyelik sürecini etkin bir biçimde desteklemelidir!

Elbette Öcalan’ın bu yaklaşım ve tutumunu sıradan bir yanılgı olarak değerlendirmek safdillik olur. O, söz verdiği gibi, “devlete hizmet etmenin” gereğini yapıyor.

Ağır yenilgi ve tasfiye sürecinde, yani umutların kırıldığı, özgüce inançsızlığın geliştiği bir ortamda dış merkezlere bel bağlanması ve onlar hakkında ham hayallerin genel bir eğilim ve giderek ortak bir ruh halini alması şaşırtıcı olmamalıdır. Yine bu dönemde liberal hayallerin ve düzen içi arayışların gelişmesi de şaşırtıcı olmamalıdır. Bu düşünce biçimini ve ruh halini görmek, içinde geçilmekte olunan koşullarla bağlantısını görmek, görece ve geçici yönlerine parmak basmak önemlidir, devrimcilerin en önemli görevlerinden biri de budur!

Bir kez daha vurgulamalıyız ki, AB hakkında liberal hayaller, içi boş umutlar, kendini avutan değerlendirmelerin yapılması, halkın mücadele bilincini gölgeliyor, devrimci mücadelenin önüne ideolojik ve politik handikaplar dikiyor. Bu nedenle anılan yaklaşımlar üzerinde durmak, ulusal kurtuluş mücadelesine bir şeyler kazandırmak bir yana yaptığı olumsuz etkilerin altını çizmek gerekmektedir.

Bu kısa hatırlatmalardan sonra konunun başka boyutlarına geçebiliriz. AB’nin en genel anlamda ne olduğunu en genel çizgileriyle özetlemeye çalıştık. Türkiye ile ilişkilerinde belirleyici etkenin dünya hegemonya kavgasında kendisine sadık bir çizgi izlemek olduğunu vurgulamaya çalıştık. Demokrasi, insan hakları ve Kürt sorununa yaklaşımını belirleyecek de budur. Bununla birlikte ekonomisi ile “Merkezin” çıkarlarına uyumlu bir Türkiye, bir “çevre ülke” olarak kalacak bir Türkiye istedikleri de bir olgudur! Elbette iç sorunları çözmüş veya çözüm yoluna koymuş bir Türkiye istedikleri de bir gerçektir. Bu anlamda düzen sınırları içine ekilmiş ve devrimci dinamikleri ezilmiş, kimi kültürel kırıntılarla düzene eklemlenmiş bir Kürt sorunu görmek istedikleri de bir olgudur. Bütün bunları, demokrat oldukları, burjuva anlamda da olsa demokrasi ilkesine sadık oldukları için değil, ekonomik ve politik çıkarları bunu gerektirdiği için istiyor.

Dikkat edilirse, Kürdistan sorunu TC’nin en temel sorunu olmasına rağmen, bu, 15 yıllık savaş ve on yılları bulan mücadele pratiği tarafından doğrulanmasına rağmen AB ile TC arasındaki tartışmaların önemli bir gündem maddesi olmadı, herhangi bir AB belgesinde söz düzeyinde dahi geçmedi.

Neden?

Nedeni çok açık ve yukarıdaki değerlendirmemizi doğrulamaktadır. Kürt ve Kürdistan sorunu AB için çok temel bir sorun değildir. Bu konuda TC’yi zorlayacak bırakalım bir politikası, politik bir yaklaşımı yoktur. Özellikle mücadelenin İmralı üzerinden tasfiye sürecine alındığı, düzen içi “çözümün” bu kadar revaçta olduğu bir ortamda ve tarihsel dönemde AB, neden bir Kürt politikası geliştirsin ki?

Kürt liberal çevreleri, reformist ve düzen içi siyasetçileri, istedikleri kadar AB hayalleri görsünler, AB’ye istedikleri sıfatları atfetsinler, bunların Kürt halkının bilincini ve mücadele ufkunu karartmaktan başka hiç pratik ve politik değeri olmayacaktır.

Güney Kürdistan’ın alacağı biçim, bunun Irak ile ilişki düzeyi ve daha önemlisi, ABD’nin genel Ortadoğu politikası içinde tutacağı yer AB’nin Güney Kürdistan ve bununla bağlantılı olarak genel Kürdistan sorununa politik yaklaşımını etkileyecektir. Ancak bu konuda bugünden çok somut değerlendirmeler yapmak çok güçtür.

Bir iki noktaya daha dokunmakta yarar var:

TC’nin AB’ye üye olması ile Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümleneceğini düşünenler, büyük bir yanılgı içinde oldukları gibi, bilerek veya bilmeyerek Lozan statüsünü de nihai olarak onaylamış oluyorlar. Türkiye’nin olduğu gibi AB’ye alınması demek, AB’nin Kürtleri ulus olarak tanıma anlamına gelmiyor. Tersine TC’nin inkâr ve imha siyasetini, sömürge sistemini, belki de birkaç rötuşla, kabul etme ve onaylama anlamına geliyor. Bu, Lozan statüsünün ikinci kez onaylanması, bütün AB ülkeleri tarafından kabul görmesi demektir.

Şu soru sorulmadan ve Kürt halkının bağımsızlık ve özgürlük hakları bağlamından yanıt verilmeden Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemek TC’ye hizmet değilse nedir? Soru şu:

AB’ye alınmış bir Türkiye ile Kürtlerin ulusal kimlikleri, bundan kaynaklanan hakları tanınacak mı, yoksa mevcut statüsüzlükleri olduğu gibi veya birkaç anlamsız kırıntıyla devam mı edecek?

Kimileri de AB’nin TC’yi Kürtleri azınlık olarak tanımaya zorlayacağını savunuyorlar. Bu da başka bir yanılgıdır, başka bir yazımızda değerlendirilmişti. “İnkârdan azınlık olarak tanınmak bile bir başarıdır” avuntusu içinde olanlar da az değil. Ama bunlar, ilke ve düşünce düzeyinde bile temel haklardan vazgeçtiklerinin farkında değiller mi?

 

Sonuç olarak ham hayaller kurmak yerine, halkımızın öz gücünü esas alan, halkların ve emekçilerin dostluğunu öne çıkaran devrimci bir seçenek geliştirmek, Kürt halkının ve emekçilerinin temel ihtiyacıdır. Liberal ve reformist yaklaşımların hiçbir değerinin olmadığı, olmayacağı bu son yenilgi yıllarının en temel dersi niteliğindedir!

 

Şubat 2005

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter