Read Time:27 Minute, 53 Second
DEĞERLENDİRME YAZILARI
Serhat ARARAT
c_dilbirin@hotmail.com
c_dilbirin@hotmail.com
BİLİNÇ KATLİAMI…A. Öcalan’a biçilen misyon, başka bir deyişle “hizmet” sözünün gereği olarak kendisine verilen ve belli bir strateji çerçevesinde yerine getirilen görev çok yönlü tasfiyeciliktir. Bu, Kürdistan, Kürt, yurtseverlik, devrimcilik, sosyalizm adına ne varsa her şeyi tasfiye etmek, bilinçleri katletmek, bellekleri silmek ve her Kürdü devletin “akıllı uslu” vatandaşı haline getirmektir. Bu tasfiyeci stratejinin içinde en önemli unsurlardan biri, bilinç katliamıdır, onu tanımlayan bellek silme, moral açıdan donanımsız bırakma yöntemleri sayılmalıdır. Otuz yılı aşkın biriken mücadele değerleri ve birikimleri kendi denetiminde olduğu, bu alanda tek iktidar gücü olmanın avantajlarını ve kolaylıklarını kullandığı için anılan tasfiyeci stratejinin sonuçları günlük olarak görülmektedir. Gelecekte bunun onulmaz tahrip edici boyutları çok daha korkunç olacaktır. Daha öncesi bir yana son beş-altı yılın gelişmelerini kare kare gözlerimizin önünde canlandırdığımızda yapılan tespitin anlamı daha iyi anlaşılır…Sorun, tek başına askeri güçlerin dağıtılması, siyasal ve askeri yenilgi, var olan siyasal ve askeri mevzilerin yitimi, örgütün dağıtılması, kadroların tasfiyesi olsaydı, bunun tahribatları daha sınırlı olur, etkileri belli bir dönemle sınırlı kalırdı. Ancak tasfiye uzun vadeli bilinç katliamı, ruh ve bellek yok etme stratejisi olunca, bu, bir halkın geleceğine de ipotek koymak, dinamiklerini bugünden ölüm sürecine almak demektir. O nedenle Öcalan’ın İmralı’da söylediği her söz ve düşünceyi deşifre etmek, bunun bilinç katliamına dönük yön ve özelliklerini açığa çıkarmak, bu bağlamda tasfiyecilik karşısında bilinç cephesinde bir barikat oluşturmak yaşamsal önemdedir.Daha önce üzerinde durma olanağımız olmadı. 11 Kasım 2004 tarihi görüşme notlarında A. Öcalan, bilinç katliamı konusunda bir adım daha atıyor. “Türkiye ulusu” kavramını geliştirerek, resmi ideolojiyi, Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin inkarının başka bir versiyonunu geliştirmeye çalışıyor. Bu yaklaşımının, Kara Kuvvetleri Komutanının kendisine dönük çıkışından sonra gelmiş ayrıca şaşırtıcı olmamalıdır. Evet, İmralı’da partisini yönetmeye devam ediyor. Bunun, Genelkurmayın bilgisi ve onayı dışında, hatta direktifleri dışında gerçekleşmesi mümkün mü? Peki, Kara Kuvvetleri Komutanın açıklaması bu gerçekliğin neresine oturuyor? Diğer beklentiler bir yana, bu açıklama ile Öcalan’a Kürtler cephesinde inandırıcılık kazandırılmak isteniyordu, politik ve manevi gücü arttırılmak isteniyordu. Bu, yapıldı ve bir hafta da görüştürülmedi, ondan sonra 11 Kasım 2004 günü Avukatlarıyla görüştürüldü. Bu görüşmede Öcalan, “Türkiye ulusu” kavramanı dile getirdi. Ardından onun izleyicileri bu kavramı açmaya ve kitlelere yedirmeye başladılar. Bilinç katliamının bu aşamasında konuya gereken önemi vermemek doğru olmazdı.Öcalan anılan bu görüşmede şunları dile getiriyordu:“Gelelim ulus terimine: Benim ulus tanımım çağdaştır. Türkiye somutunda konuşuyorum. Türkiyelilik değil, Türkiye ulusu kavramının daha çözümleyici olduğuna inanıyorum. Türkiye Fransa modelinden bahsediyor, doğrudur. Amerika bir coğrafi kavram olarak kullanılır. Orada yaşayan birçok ulus vardır. Hepsi Amerikan ulusu olarak ifade ediliyor. ABD’de yaşayanlar Amerikan ulusunu oluşturuyor. İngiltere’de İskoçlar, Galliler, İrlandalılar var. Hepsi İngiltere ulusu olarak kendilerini ifade ederler. İsviçre’de dört millet yaşıyor, ayrı kantonlar var, ama sonuçta İsviçre ulusu var. Türkiye’de de çeşitli uluslar olabilir, ama Türkiye ulusu kavramı olmalı. Baskın Oran’ı zorla sıkıştırsak çatlar, bölünmeyi derinleştirir. Resmi dil Türkçedir. Türkçe de öğrenilir, diğer diller de öğrenilir; eğitimde de, basında da kullanılır. ‘Bir milliyete bir devlet’ tehlikeli bir yaklaşımdır. Ne kadar etnisite, ne kadar milliyet, o kadar devlet, o kadar federasyon bölünmeyi derinleştirir. Çeçenistan, Filistin gibi sonuçlara yol açar. Biz demokratik bütünlüğü geliştiriyoruz. Devletin üst kimliği içinde bütün kültürler kendilerini ifade eder; demokratik bütünlük içinde her kültür kendini özgürce ifade eder diyoruz. Devletin üst kimliği vatandaşlık bağını ifade eder. Avrupa ulusu da bir üst kimliktir. 25 devlet Avrupa Anayasasına imza attılar. Avrupa ulusu kavramı ilan edildi. Avrupalılık bir üst kimliktir. Bu Avrupa’da nasıl oluyorsa, Türkiye’de de olabilir. Türkiye’deki farklı milletler Türkiye ulusu içinde yer alır. Her millet kendi dilini özgürce kullanır, yayınını yapar, eğitimini yapar, kültürünü özgürce geliştirir. Bir formül öneriyorum. Bundan sonra önerim şu: Üç kimlikli hareket edilecek. Birincisi Avrupa ulusu, ikincisi Türkiye ulusu, üçüncüsü her etnik kimliğin kendi kavimsel özelliğidir. Örneğin Avrupa ulusundanım, Türkiye ulusundanım, aynı zamanda Kürdüm, Türk’üm, Çerkez’im. Böyle devam eder. İspanya’da da böyledir; aynı zamanda Katalan’dır, İspanya ulusundandır ve Avrupalıdır. Aynı formülü bütün Avrupa uyguluyor. Türkiye’de de bu olabilir. Böyle bir slogan vardı: Farklılıklara evet, ayrılıkçılığa hayır! Bu benim de hoşuma gitti. Türkiye’de birleştirici kavram budur. Ben de farklılıklara evet, ayrılıkçılığı geliştirmeye hayır diyorum. Her alt kimlik de kendi asmbollerini kullanır, dilini kullanır, eğitimini yapar. Bu konu da asmbol kimlikler olabilir. Fransa’da da Korsika var, bunları açıklayarak verirsiniz. Sanırım bu konu da anlaşıldı.”“Türkiye ulusu” kavramı ile Kürtlerin ulusal bilinicini katletmek için gerçekleri alt üst etmekten çekinmeyen Öcalan, bununla yetinmeyerek başka hurafeler de “icat” ediyor… “Avrupa ulusu” gibi… Hangi Avrupalı kendisini “Avrupa ulusu”ndan sayıyor? Peki, kendini “İngiltere ulusu”ndan sayan İrlandalı var mı? Daha doğrusu Avrupa ulusu, “İngiltere ulusu” diye bir şey var mı? Çok açık ki, gerçekleri çarpıtmakta, kavramların içini boşaltmakta, özünü tersyüz etmekte “usta” olan A. Öcalan, devletin emrinde, devlete hizmet etmeye devam ediyor. Kemalizm’i her gün yeni övgülerle Kürtlerin bilincine ve bilinçaltına işleyen Öcalan, şimdi de resmi ideolojiyi, resmi ulus teorisinin geliştiriciliğine soyunuyor…Bu kadar çıplak ve yalın oynayan Öcalan’ı müritleri, zavallılaşan izleyicileri kendisini anlamakta zorlandıklarını, en büyük kusurlarının da bu olduğunu söylemekte ve bunu raporlarla kendisine iletmektedirler…Bu kadar mücadele etmiş, kendi içinden bu kadar büyük direnişler çıkarmış bir halkla bu kadar oynanır mı?Bu halk kendisiyle bu kadar oynanmasına neden izin veriyor? Hangi halk ve birey kendisiyle, onuruyla ve değerleriyle bu kadar oynanmasına izin verir?8 Aralık 2004—————————————————————–
“DEMOKRATİK TOPLUM HAREKETİ”: TASFİYE SÜRECİNDE YENİ BİR HALKA!
Geçtiğimiz günlerde Avrupa’dan döner dönmez L. Zana ve arkadaşları, bir süredir çalışmaları devam eden Demokratik Toplum Hareketi’ni başlattıklarını, bu hareketin temel ilkelerini kamuoyuna açıkladılar.Bu, İmralı tasfiye sürecinin yeni bir halkasıdır.Yasal zeminde geliştirilen bu hareketin amacı, Kürdistan halkını, bugüne kadar yaratmış olduğu değerleri yasal düzlemde bloke etmek, kontrol altında tutmak, bilinçlerini çarpıtma ve belleklerini silme operasyonunu finale doğru taşımak ve devrimci yurtsever potansiyellerle dinamiklerini tasfiye etmektir.Açık ki, bu amacı şimdiye dek kurulan ve faaliyet yürüten yasal partiler ve kurumlarla başaramadılar. Örneğin bir HADEP ve DEHAP, anılan bu amaca uygun değillerdi. Her şeyden önce halkın bilincinde ve bilinçaltında bu amaçla çelişen çağrışımlar yaptırıyorlardı, “geçmişi”, “direnişi” hatırlatıyorlardı. Oysa yasal zemindeki bir araç geçmişi hatırlatmamalı, direnişleri çağrıştırmamalıydı, her açıdan “yeni”, olmalı, İmralı konseptine oturmalıydı.Kongra-Gel’e geçiş ile PKK “yükünden” kurtulmak, yeni bir imaj, yeni bir kimlikle kendilerini düzene kabul ettirmek, tasfiyeciliği de finale taşımak istiyorlardı. Ancak bu süreç belli ölçülerde sekteye uğradı, tam olarak istedikleri gibi gitmedi. Kongra-Gel’e geçiş ile birlikte devlet gerekli karşılığı verseydi, yani belli yasal düzenlemelerle “silahtan arındırma ve düzene dönüş” sürecini başlatmış olsaydı, bu, kendisini yasal zemine de taşıyacaktı. Ancak bekledikleri olmadı, tersine Pişmanlık Yasası ile karşılaştılar, ABD ise kendilerini “Terörist örgütler” listesine aldı. Bu, bir bakıma Kongra-Gel ile beklenenlerin gerçekleşmemesi demekti.Sonra içte bir dizi çalkantı yaşadıktan sonra İmralı’dan içe dönük kapsamlı bir operasyon düzenlendi. Leyla Zana ve diğerlerinin tahliye süreci de bu döneme denk getirildi. Bu, çok yönlü bir plandı. Bugüne dek de adım adım gerçekleştiriliyor. L. Zana ve diğer eski DEP’lilerin tahliyesi, kendilerine yaptırılan Kürdistan turu ve sonrasında devlet tezlerini tekrarlayan basın açıklamaları ve sonra aynı tezlerin AB Parlamentosu kürsüsünden tekrarlanması ve son olarak Demokratik Toplum Hareketi adlı bir çalışmayı başlattıklarını duyurmaları, bütün bu adımlar, aynı senaryonun birer halkasıdır.Bu son halka, Kongra-Gel’e yüklenen misyonun yasal izdüşümünden başka bir şey değildir.Tartışmaya ve yoruma yer yok ki bu senaryo ve onun belli başlı halkaları İmralı patentlidir. Bunlar, Avukat Görüşme Notlarında belgelidir. Gazeteci Ruşen Çakır bu notları derlemiş ve “Talimat Apo’dan” adlı bir makalede dile getirmişti. Biz de kolaylık olması açısından bu derlemeleri anılan makaleden yorumsuz aktaralım:“21 Mayıs 2004Öcalan: Beni onurlu temsil edeceğinize dair söz veriyor musunuz?Avukatlar: Evet söz veriyoruz.Öcalan: O zaman sorun yok. Buna uygun davranacaksınız. Demokratik Toplum Partisi’nin geliştirilmesinde (bir avukatın ismini söyleyerek) olabilir mi?Avukatlar: Olabilir.Öcalan: O zaman o kişi benim sözcüm olacak. Kitle çalışmaları ile tabandan hareket edecek. Avrupa’daki inisiyatifi de alacaksınız. Oradaki kurumları da düzenlemek lazım.25 Ağustos 2004Öcalan: Demokratik Toplumcu Hareket iyi gelişmelidir. Tıkanma vardı, aşılacaktır. Dışarıdan fazla müdahale olmasın. PKK da dışarıdan fazla müdahale etmesin.20 Ekim 2004Öcalan: Program, tüzük çalışmalarına başladınız mı?Avukatlar: Hayır. Bu tartışmaları geniş koordinasyon kurulu oluştuktan sonra başlatmanın daha doğru olacağını düşündük.Öcalan: Farklı görüşlerden çevreler, kişiler bu çalışmaya katılsın. Aydınlar olmalı, Aydınlardan kimler var?Avukatlar: İç sorunların ağırlığından dolayı Türk aydınlarına gitmedik, kuruluş sürecinde görüşmeyi planlıyoruz.Öcalan: Tamam olabilir. Kongra-Gel için önerdiğim tüzükle ilgili formülü Türkiye hukukuna uyarlayın. Eşbaşkanlık modelini doğru buluyorum. Sanırım Yeşiller’de de bir bayan bir erkek seçildi. Eşbaşkanlık için Pınar’ın (Selek) koşulları uygun olsaydı, olabilir miydi? Ona ‘Türkiye’nin Behice Boran’ı olmaya hazır mısın?’ dersiniz.Avukatlar: Çalıştığı alanda bazı zorlanmalar yaşadığını, bazı sorunların olduğunu belirtiyordu.Öcalan: Zorlanıyor, öyle mi? O zaman, eşbaşkanlıkta Hatiple (Dicle) birlikte Türkiyeli başka bir kadın olabilir. Bağlar Belediye Başkanı (Yurdusev Özsökmenler) olabilir. Biri Çanakkale’den diğeri Diyarbakır’dan. Güzel olur. Hatip’e selamlarımı söyleyin. Hatip bu gibi önerileri tartışsın.” (Ruşen Çakır, 23 Ekim 2004)Öcalan 20 Ekim 2004 tarihinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede anılan “Hareketin ilkelerini” de ortaya koyuyor ve şöyle diyor:“ Şimdi programın amaç bölümü için beş şık öneriyorum.1-Kültürel varlıkların tanınması, korunması ve ifade özgürlüğü2-demokratikleşme önünde engel olunmaması, engellerin kaldırılması3-toplumsal cinsiyet baskılarına çok yönlü karşı durulması, aşılması4-ekolojik toplum modelinin benimsenmesi5-toplumsal sorunların zora ve şiddete başvurulmadan çözümlenmesi; yani barış politikasını hedefler.Bunları amaç maddesinde geniş açarsınız. Program bu çerçevede oluşturulur.”L. Zana’nın yaptığı basın toplantısında açıkladığı ilkeler Öcalan’ın belirlediği çerçevenin biraz daha genişletilmiş biçimidir. Önemli gördüğümüz birkaç tanesini aktarmakta yarar görüyoruz:“* Düşünsel değişim ve dönüşümü kadrosal ve örgütsel düzeyde kitleselleştirmek.”En başta belirlenen bu “ilke” çok önemli. Bunun net anlamı, İmralı ile başlayan tasfiye sürecini, onun ideolojik ve politik çerçevesini yasal zeminde “kadrosal ve örgütsel düzeyde kitleselleştirmek”ten başka bir şey değildir.Devamla, TC’nin AB’ye katılım sürecini desteklediklerini, Türkiye’nin diğer sorunlarını en az Kürt sorunu kadar önemseyeceklerini, Kürt sorununu ise “coğrafi bütünlük içinde, barışçıl ve demokratik çözümünü hedefle”diklerini, toplumsal sorunların zor ve şiddet yoluyla çözümüne karşı çıkacaklarını ve her koşulda barışı savunacaklarını açıklayan L. Zana, Kürt sorunun temel çözümünü de şu sözlerle ortaya koymaktadır:“Yeni, demokratik ve evrensel bir anayasa ile Kürtler de dahil olmak üzere tüm etnik farklılıkların Türkiyelilik üst kimliği altında tanımlanmasını sağlamak.”Kürdistan ve Kürt ulusal gerçekliğinin inkarının “süslü” ifadesi, bu cümledeki “Türkiyelilik üst kimliği” kavramına içerilmiştir!SHP 1989’de gelinen noktada Kürt kimliğini kaba bir biçimde inkar etmeyeceğini bildiği için hazırladığı “Kürt Raporunda”, “Türkiyeli” üst kimliği veya “vatandaşlık” üst kimliği altında bütün etnik alt kimliklerin tanınmasını önermişti. Bu tez, daha sonra başkaları tarafından da dile getirildi, en son İmralı’da daha daraltılmış olarak karşımıza çıktı. Bu, Kürdistan’ın tarihsel olarak ülke, Kürtlerin ulus gerçeğinin inkar ve reddedilmesinden başka bir şey değildir. SHP’nin bu tezini, o dönemde “Kemalizm’in restorasyonu, Türk ulus teorisinin yeniden kurulması” olarak değerlendirmiştik. Bu değerlendirme bugün için de doğru ve geçerlidir. İmralı, aynı zamanda, Kürt halkı nezdinde biten Kemalizm ve Türk devlet-ulus teorisinin yeniden kurulması ve yeniden Kürt halkının bilincine şırınga edilmesi hareketinden başka bir şey değildir. Başka ifadeyle bu, ulusal kurtuluş bilincinin, ruhunun ve beleğinin katli, silinmesi ve onun yerine Kemalizm’in restorasyonundan başka bir şey değildir.İşte siyasal programı bu olan bir hareket ile karşı karşıyayız.L. Zana ve diğerleri mi?Onlar, bir figüran bile olamayacak kadar iradeden yoksun insanlardır!Yasal zeminde önemli olanak ve mevziler vardı, bunlar, genel tasfiye hareketinin bir parçası olarak alabildiğine budandı, epey mesafe alındı. Şimdi “yeni” hareketle bu mevziler, ulusal kurtuluş mücadelesinin tasfiyesi için kullanılmaya çalışmaktadır.Elbette buna izin vermemek, devrimci ve devrimci sosyalistlerin görevidir. Bu görevi başarmanın yolu ise güncel politikaya müdahale edebilecek nitelik ve düzeyde örgütsel bir güç haline gelmekten geçer!27 Ekim 2004—————————————————————–
USLANMANIN “DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ”
Hep “Uslu çocuk olma” öğüdü verilir, “büyüklerimiz” tarafından… Ailede, okulda, kışlada, sokakta ve özellikle ZİNDANDA… Haşarı mıyız, çok mu yaramazız, kurulu düzene kafa mı tutuyoruz, hep itiraz mı ediyoruz? O zaman “büyüklerimizin” sopası kafamızda eksik olmaz, bizim “iyiliğimiz” için, uslanmamız için, aklı uslu birer çocuk olmamız için… Aile, okul, kışla, sokak, karakol, zindan hep bunun içindir…Peki, başarılı oluyorlar mı?Hem evet, hem hayır…Hiçbir zaman uslandırma hedefinden ve araçlarından vazgeçmezler, bunu ısrarla sürdürürler. Bu, egemen olmanın, egemen olarak kalmanın değişmez yasasıdır! Başarılı olacaklarına inanıyorlar, bunu somut olarak da yaşıyorlar… Ama başarısızlıkları da bir o kadar somut bir olgudur!Uslandırma ve “uslanmama” kavgası hep sürdü, bundan böyle de sürecek…*** *** ***1991 Sonbaharında yapılan seçimlerde Kürdistan’da kim aday gösterilseydi, o seçilirdi, aşağı yukarı aynı sayıda milletvekili seçilirdi. Oylar adayların kişiliğine değil, devrimci yurtsever mücadelenin kendisine, devrimci yurtsever mücadelenin bu alandaki politikasına verilmişti… Adayların kişiliği ancak bu bağlamda bir anlam ifade edebiliyordu. Kaldı ki o dönemde aday gösterilenlerin öyle öne çıkmış bir mücadeleleri, herhangi bir “karizmatik” yönleri yoktu. Hatırlayalım, gerilla ve serhildan eksenli ulusal kurtuluş mücadelesi zirveye çıkmıştı, bu mücadelenin etkisine girmemiş hemen hemen kimse kalmamıştı. Tam böyle bir dönemde yapılan seçimler bir bakıma referandum işlevini görmüş, Kürt halkının politik tercihini tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koymuştu. SHP ile yapılan “seçim ittifakı” tam olarak sindirilmese de Kürt halkı genel olarak gösterilen adaylara oy vermekten geri durmamış, yirminin üzerinden milletvekilini meclise göndermeyi başarmıştı.SHP ile yapılan ittifak ve belirlenen adayların niteliği devrimci bir politikanın bir gereği miydi, yoksa düzenle uzlaşmanın, düzen içinde kimi kırıntılar elde etme yaklaşımının bir gereği miydi? Yanıtı geniş bir soru, ama biz konumuzla ilgili birkaç noktayı vurgulamakla yetinelim:Bütün iktidar iplerini ellerinde tutan A. Öcalan için, 1990’ların başından itibaren esas olan, temel olan nokta, düzen içinde bir yer arama, düzen içinde yer edinme yaklaşımıdır. SHP ve DEP ittifakından beklenen, seçilen milletvekillerinden beklenen buydu. Onlara biçilen misyon devletle uzlaşmada bir köprübaşı olabilmekti. Dolayısıyla onlardan yasal düzlemde devrimci bir duruş sergilemeleri beklenmediği gibi, onlar da hep belkemiksiz kalmayı, renksiz, kişiliksiz bir duruş sergilemeyi bir siyaset tarzı olarak devam ettirdiler. Zaten bilinç sınıfsal konumları, düzeyleri, siyaset birikimi ve bilinçleri bundan fazlasına da elvermiyordu.Yoksa ortaya çıkan sonuç önemli bir olanaktı, sömürgeci düzeni, özel savaş kurumunu yasal zeminde hırpalamak, mücadelenin meşruiyetini güncel yaşamın her alanına taşımak olanaklıydı. Ama bunun için öncelikle buna dönük bir politikanın, politik iradenin varlığına ve bunu uygulama gücüne, yeteneğine ve kişiliğine sahip kadrolara ihtiyaç vardı. Orta yerde devlet ile devrimci yurtsever mücadele arasında ortada duran, her ikisiyle köprüleri atma eğiliminde olmayan, her iki tarafı da idare etmeye çalışan bir kadro, irade ve politikadan yoksun bir yasal çalışma; ama buna karşılık Öcalan’ın yaklaşımını anlayan, bunu temel bir zaaf olarak değerlendirerek bastırmaya çalışan devlet gerçekliği vardı. Aynı zamanda gelişmelerden ürken, ürktüğü için çok daha kapsamlı bir bastırma ve imha konseptine hazırlanan özel savaş kurmaylığı vardı. Mücadelenin geliştiği, gelişmeyi zirvede yaşadığı, buna karşılık devletin başarısızlığının ortaya çıktığı, yeni bir stratejiye hazırlık yaptığı böyle bir kritik dönemeçte her sözün, her duruşun, her adımın büyük bir anlamı, tarihsel bir değeri vardı. Aslında sonraki yılların, on yılların kaderi o kritik eşikte belirleniyordu. Ama kim bunun farkındaydı, kim bunun gerektirdiği stratejik uzak görüşlülüğü gösteriyordu, kim gelecek yılları, on yılları kazanacak stratejilere kafa yoruyordu?“Bizim” “Stratejik Önderliğimiz”, içe dönük “Çözümlemeler”le iktidarını sağlamlaştırıyor, bunu her alana oturtmaya çalışıyor, bu bağlamda “Zindan Konferansları” yaptırıyor; böylece örgüt içinde ne kadar belirleyici bir konumda olduğunu kanıtlıyor, devlete ise “uzlaşma”, “siyasal çözüm” mesajlarını gönderiyordu. “Bizim stratejimiz” buydu. Devlet ise topyekun savaşa hazırlanıyor, bütün hazırlıklarını buna yöneltiyordu. 1991 Ekim Seçimleri de ona bu stratejik yönelişe girmede büyük bir olanak sunuyordu.Böyle bir kritik dönemeçte seçilen milletvekilleri ne yaptı?Neden enselerinden tutulup içeriye tıktırıldılar? Neden yargılanıp mahkum edildiler?Peki, onlar bu topyekun saldırı ve özel savaş karşısında ne yaptılar?Ya sonra?..*** *** ***Kuşkusuz esas sorumluluğu DEP ve seçilen milletvekillerine yüklemiyoruz. Onların da sorumluluğu var, ama bu, ikinci plandadır. Esas sorumluluk, A. Öcalan’a aittir. Gerilla ve serhildanlara yanıt verecek bir yasal zeminde çalışma politikası yoktu. Bir politika vardı, ama bu devrimci değildi. Düzen içi arayışlara zemin yapılmak istenen bir durum vardı, ama bu bile bir strateji ve kadrodan yoksundu. Genel bir yana seçilen milletvekilleri ne yapacaktı, nasıl bir politik hatta yürüyeceklerdi? Bu soruların yanıtı yoktu. Günübirlik talimatlar, belli bir eksene oturmayan günübirlik yaklaşımlar ortaya çıkarılan önemli bir zemini havaya uçuruyordu. Seçilen milletvekillerinin donanımları, kişilik yapıları, eğitimleri ve pratik deneyimleri devrimci yurtsever bir duruşu kaldırmaya yetmiyordu. Onlar da işin daha çok havasında, “zafer kazanmış komutanlar edası içindeydiler.” Bu durum ve hava ile meclise girdiler. Daha “Yemin töreninde” çuvalladılar, katı ve çıplak devlet, TC gerçekliği ile yüzleştiler. Bu güne dek bu nokta üzerinde kimse durmadı, daha çok olayın tek boyutu üzerinde duruldu. “Leyla Zana ve Hatip Dicle, Kürtçe yemin etmişler!” Asında Kürtçe de yapılsa Meclis kürsüsünde söylenenlere bakıldığında içinde bir direnişin onurlu ve gururlu duruşu değil, uzlaşma eğiliminin utangaçlığı var. Evet, Mecliste Kürtçe birkaç söz söylediler. Salt bu yönüyle bu, önemlidir ve arkasında durulsaydı, bu duruş stratejik bir yaklaşıma otursaydı tarihi bir adım olurdu. Ama L. Zana ve H. Dicle ne yaptılar? Bu sözlerinin ardında durma gücünü, cesaretini ve iradesini gösteremediler. Hemen oracıkta, biraz önce Kürtçe seslendikleri kürsüde sözlerini geri aldılar… Böylece ne kadar “halk ve dava insanı” olduklarını kanıtladılar! Meydanlarda nutuk atmak kolaydı, dost sohbetlerinde de öyle… Ama esas irade savaşının sergilendiği zeminlerde kendi sözünün ardında durmak önemli ve bu, gerçek “dava insanı” olup olmamanın mihenk taşıdır. TBMM kürsüsünde Kürtçe konuşmak önemlidir, ama daha da önemli olan bu sözlerin ardında durabilmektir. Durmadılar, üzerilerine yürüyen, canavarlar gibi üzerine atlayıp boğmak isteyen devlet karşısında başı dik durmak yerine, hemen oracıkta nedamet getirdiler… Sınıfta kaldılar ve üzerlerine yürüyen devlete boyun eğdiler…Kuraldı, her boyun eğişçi adım, yeni baskılar ve boyun eğişçi adımlar için basamak olacaktı, basmak yapılacaktı…O dönemde bu nedametleri üzerinde durulmadı, devlet kendi politikası gereği “Kürtçe konuşma” üzerinde durdu, bunu öne çıkardı, kendi yeni uygulamaları için kamuoyu oluşturmalarında bu gerekliydi. “Bizim cephe” ise bir “ayrıntıdır” diye bu tutumu pek değerlendirme konusu yapmadı…Bir halkın, ulusal bir mücadelenin sözcülüğüne mi soyundun, o zaman orta yerde durmak olmaz! Sonuna kadar yürümek, o sözcülüğün hakkını vermek zorundasın! Eğer ortada durursan ayaklar altında ezilirsin, hem de onurunla birlikte…Sonra, özel savaş kurmaylığı yeni bir savaş konsepti devreye koydu. Bu topyekun savaş stratejisiydi. Tanımı gereği devrimci ulusal mücadele adına ne varsa hedeflenecek, bunun için her yol ve yöntem denenecek, devletin ve toplumun bütün gücü ve olanakları harekete geçirilecekti. Bu topyekun savaş stratejisinde Kürt adına hedeflenmeyen bir şey bırakılmadı. Köy boşaltmalar, “faili meçhul” cinayetler, kitlesel tutuklamalar ve yasal zeminlerin susturulması gibi… Böyle bir konseptte Meclisteki DEP’lilerin hedeflenmemesi düşünülemezdi. Bununla verilemek istenen mesaj çok açık ve ikirciksizdi:“İyi Kürt, ölü Kürt’tür!”Bu öyle bir ders olmalıydı ki, bir daha kimse kendi adını dahi ağzına almaya cesaret etmemeliydi. Ayrıntıya girmeyelim. Bu anlayışın bir ürünü olarak DEP milletvekilleri yaka paça Meclis koridorlarından enselerinden yakalanıp zindanlara attırıldılar. Bu yakalanış biçimi bile önceden tasarlanmıştı, verilmek istenen “ders” bilinçlere ve bilinçaltlarına bir de bu görüntülerle kazınmalıydı.Aslında zindanlara alınan DEP milletvekilleri TC yasalarına göre bir şey yapmamışlardı. Bu, hukuki anlamda tutarlı bir gerekçeye oturmuyordu. Ama sorun hukuki değil, politikti, TC, bütün varını ve yoğunu ortaya koymuş Kürtleri ve mücadelelerini bastırmak istiyordu. Böyle bir konseptte “hukuk” aranmazdı.Yargılanan DEP milletvekilleri kendilerine verilen oyların anlamını ve onurunu savunamadılar. “Ne kadar masum” olduklarını, ne kadar “birlik ve beraberlikten”, hele ne kadar şu büyülü sözcük “barış”tan yana olduklarını vaaz edip durdular. Tabii içi boş lafları ve “savunmaların” devlet nezdinde bir anlamı yoktu, topyekun savaş konseptti gereği yargılanmaları, mahkum edilmeleri gerekiyordu. Öyle yaptılar.Zindanlar, irade kırma, aynı anlama gelmek üzere uslandırma, ıslah etme aygıtlarıdır.Gerçi “bizimkilerin” iradeleri yoktu, var olan irade kırıntılarının çoğu Meclis kürsüsünde silinmişti, arta kalanlar ise uzun, ama “özel statülü” zindan yıllarında halledildi…*** *** ***Ve A. Öcalan yetişti kendilerine. Onlar zaten çoktandır bu çizgiyi tam formüle edemeden uyguluyorlardı. Bir de ne kadar uslandıklarının, ne kadar İmralı çizgisini özümsediklerinin test edilmesi gerekiyordu. Bu Bahar ve Yaz aylarında bu yapıldı. Tam kıvamına geldiklerinde “serbest” bırakıldılar. “Serbest” bırakıldıkları ilk günlerde bir gezi düzenlediler. Sonra bu gezinin sonuçlarını kamuoyu ile “paylaştılar”… Büyük alkış aldılar… Söyledikleri her söz, TC’nin duymak istediği sözlerdi. Artık Kürdistan yoktu, ülkemiz Türkiye vardı, Kürtler Türkiye’nin varlığının ve bütünlüğünün yılmaz savunucularıydı. Ayrıntılara girmeyelim, aynı tutumlarını bu kez AB Parlamentosu kürsüsüne taşıdılar. İşte uslanmanın “dayanılmaz hafifliği” olarak tanımlanabilecek “tarihi” sözlerden bir demet:“İkinci çağrım; ülkemedir, Türkiye’yedir. Hükümet, Kürt sorununun demokratik çözümünü artık adını koyarak gündemine almalıdır. Dünyada her canlının bir adı var. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların… Ama bir tek Kürd’ün adı yok. Sorunun adını koymaktan, diyalog ve barıştan korkmanın hiçbir nedeni yoktur. Kürtler, sorunun Türkiye’nin coğrafi bütünlüğü içinde barışçıl çözümünde kararlıdır. Cumhuriyet’in kurucu asli unsurudurlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni asmbolize eden tüm değerlere saygılıdırlar. Ancak hükümet Kürtlerin diyaloga açık ve içtenlikli girişimlerini anlamamakta ısrarlı görünmektedir. Barışçıl çözüm gündeme alınmadığı sürece hangi parti iktidarda olursa olsun önceki partiler gibi erimeye mahkum olacaktır. Demokrasi yolunda elbette önemli adımlar atılmıştır.”(L. Zana, 14 Ekim 2004 tarihinde AB Parlamentosunda yaptığı konuşma)Bu sözleri genişçe yorumlamaya gerek var mı? Sahi L. Zana, ne hakla Kürtler adına konuşma hakkını kendisinde görüyor? Bu hakkı ve yetkiyi kim ona verdi? “Kürtler diyor, sorunun Türkiye’nin coğrafi bütünlüğü içinde barışçıl çözümünde kararlıdır. Cumhuriyet’in kurucu asli unsurudurlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni asmbolize eden tüm değerlere saygılıdırlar.” Hangi Kürtler? Kim bu Kürtler?Bu sözler, nedametin, uslanmanın ve teslimiyetin açık belgelenmesidir. Bu, sözler Kürtler adına emperyalist merkezlere sunulan teslimiyet platformundan başka bir şey değildir.Peki, bu teslimiyet platformuna karşılık istenen nedir? Yine L. Zana’nın 14 Ekim 2004 tarihinde AB Parlamentosunda yaptığı konuşmadan aktaralım:“Kopenhag kriterleri sözde değil, özde uygulanmalıdır. Çatışma ve şiddet zeminini ortadan kaldırmak en acil ihtiyaçtır. Silahsızlanmayı sağlayacak bir yasal düzenleme, barış için önemli bir adım olacaktır. Politik tutukluların, gönüllü sürgün olan aydın, yazar ve siyasetçilerin demokratik hayata katılımını sağlamak bir başka acil bir ihtiyaçtır. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne engelsiz demokratik alanlar açılması da bir başka özlemdir. Bölgeler arası gelişmişlik farkının giderilmesine yönelik sosyal ve ekonomik tedbirlerin alınması ise; yaşamsal önemdedir. Anadilin basın yayında kullanımı önündeki engeller kaldırılmalı ve temel eğitimde seçmeli ders olabilmelidir. Everensel hukuka uygun yeni demokratik bir anayasa yapılmalıdır. Bu anayasada Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’in ifade ettiği gibi, Kürtler, çoğunluğun öğesi olarak tanınmalı ve güvenceye alınmalıdır. Demokratikleşme adımlarının destekleneceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.”Kürt sorununun çözümünde istenenler işte bunlar…Son olarak yazacaklarımız ise şunlar:Zindanda ne kadar uslandığını şu süslü laflardan daha güzel anlatacak sözler var mı? Birlikte okuyalım:“Hepimiz aynı yıldızlara bakıyoruz, aynı gezegenin üzerindeki yol arkadaşlarıyız ve aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz”. Victor Hugo’nun dediği gibi, barış her şeyi hazmeden mutluluk olduğuna göre; savaşa, acıya, kine, nefrete, intikama dair her şeyi unutmalıyız. Hazmetmeliyiz: Başka türlü yol arkadaşı ve mutlu olamayız.”Aşağılanarak tutuklanmak, yıllarca zindanda tutulmak ve sonunda bunarlın tümünü hazmetmek; işte, uslandırma politikasının sonucu, uslanmanın “Dayanılmaz Hafifliği” budur!..20 Ekim 2004—————————————————————–