0 0
Read Time:43 Minute, 20 Second
15 ŞUBATTAN BUGÜNE…

15 Şubat 1999’dan bugüne çok şey gelişti ve değişti. 15 Şubattan bu yana emperyalist sistemin desteğinde TC tarafından yürütülen dört başı mamur bir tasfiye süreci yaşanıyor, bu konuda önemli aşamalar kaydettiklerini de kabul etmemiz gerekiyor.

15 Şubattan bu yana Kürt halkı, onun ulusal kurtuluş mücadelesi neler yaşadı, bugün gelinen nokta nedir, neler kazandık, neler kaybettik soruları üzerinde her Kürdün, her yurtseverin düşünmesi, düşünerek sonuçlar çıkarması gerekiyor. Kuşkusuz doğru düşünme ve sonuç çıkarma doğru tavır alma, yurtseverliğin gerektirdiği sorumlu davranışı sergileme kararlığı anlamına geliyor.

Gelinen noktada PKK ve geliştirdiği mücadeleden, yarattığı değerlerden geriye ne kaldı? Daha da önemlisi, mücadele ve değerlerine dayatılan tasfiyecilik ne kadar kavrandı ya da gerçekten ne kadar Genelkurmay eksenli tasfiye sürecinin bilincine varıldı?

Açık ki, ortada kökleri geçmişe de uzansa çok sistematik bir biçimde dayatılan ve planlı olarak yürütülen kapsamlı bir tasfiye stratejisi ile bunu yürüten bir iktidar sistemi, bir çizgi ve “yerel” ayakları var. Bu gerçekliğin bilinci, gerçekten, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini toparlama ve yeniden inşa çabalarının anahtarı konumundadır. Bu nedenle bu bilincin geliştirilmesinde her olanağın ve fırsatın değerlendirilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

15 Şubata nasıl gelindi, 15 Şubat neyi anlatır, İmralı stratejisi ve belli başlı aşamaları ve sonuç olarak bugün gelinen nokta nedir?

Bu sorulara kısa kısa yanıtlar getirmek gerekir, bu yanıtların “tasfiye sürecinin bilinci”nin gelişmesine önemli bir katkı sunacaktır.

 

1.

Önce kısa bir hatırlatma:

A. Öcalan, halka deklere ettiği hiçbir hedefi tutturmayan, stratejisi başarısızlık üzerine kurulu, ama buna karşılık kendisini “tek başarılı kişi” olarak yansıtarak, tüm başarısızlıkların faturasını kadrolara yükleyerek tek kişiye dayalı despotik iktidar sistemini kurumlaştıran ve derinleştiren bir kişiliktir. Başarısızlık üzerine kurulu bir askeri ve siyasal strateji, bu başarısızlığın sorumluluğunu kadrolara yükleme ve kendisini tek başarılı kişi olarak gösterme anlayışı ve tarzı, Öcalan iktidar sisteminin en temel mekanizmalarından biridir. Bugün de işleyen mekanizma budur! 1986’da gerçekleşen III. Kongrede tam bir darbeyle bütün iktidar iplerini eline alan Öcalan’ın o günden bu yana tek bir siyasal ve askeri taktiğinin başarısı var mıdır?

“Öcalan, 1998 yılını, ‘Yaşamda Özgürlük ve Savaşta Zafer’, başka bir ifadeyle ‘Final Yılı’ ilan etmişti. Daha önceki yıllara da benzer anlamlar ve misyonlar yüklüyordu, bu, onda vazgeçilmez bir yönetim tarzı haline gelmişti. Gerçekleşmesi mümkün olmayan hayali, abartılı hedeflerin belirlenmesi boşuna değildi, bununla kendi iktidar sistemini daha da güçlendiriyor, partilileri ise yerden yere vurmanın gerekçesi haline getiriyordu. Hayali ve abartılı da olsa kitlelerin hoşuna giden, savaşın meyvelerini derleme zamanının yaklaştığı duygusunu yaşatan slogan ve hedefler, halk kitlelerini coşturmada, harekete geçirmede önemli bir rol oynuyordu. Ama öte yandan bunların gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilen Öcalan, yaptığı “çözümlemelerle” kadroları yerden yere vurmada, onları tümden hiçleştirmede önemli bir fırsat yakalamış bulunuyordu. (…) Şöyle bir geriye bakıldığında her yıl belirlenen hedeflerin hiçbir tanesinin gerçekleşmediğini, hatta tam tersi gelişmelerin olduğunu görmekte zorlanmayız. Tabii her zaman olduğu gibi sorumluluk yine kadrolara, savaşçılara yüklenir, Öcalan ve despotik iktidar sistemi daha bir güçlenmiş olarak çıkardı. Öncesi bir yana, 1990’lardan bu yana belirlenen hedeflere ve ortaya çıkan sonuçlara kısaca bakmakta yarar var.

1991’in sonlarında Öcalan, “Botan – Behdinan Savaş Hükümeti” hedefini belirlemişti. Ama ortaya çıkan sonuç bunun tersi oldu: Devlet irili ufaklı operasyonlardan sonra buna verdiği karşılık 1992 Güney Savaşı oldu. Bu savaşta gerilla güçleri büyük darbeler aldı, Behdinan bölgesindeki mevzilerinin önemli bir bölümünü yitirdi, Zelle’ye kaymak durumunda kaldı. Aynı yılın Newroz’unda öngörülen hedef, “Ayaklanma”ydı, bunun için çarşaf çarşaf “Ayaklanma Tezleri” yayınlandı. Ortaya çıkan sonuç ise kitlesel katliam ile Botan’ın önemli şehir merkezlerinin yitirilmesi oldu. 1993 ateşkes kararıyla geçti. 1994’te “Kurtarılmış alan” hedefi belirlendi, ama ortaya çıkan sonuç yine tam tersi oldu: TC, “Alan Tutma” planını geliştirdi, gerilla güçlerini daha da daralttı. Savaşta baş aşağı gidiş durmamasına rağmen Öcalan her yılı “yeni bir hamle ve final, zafer yılı” ilan etmeye devam etti…

Bütün bu hedefler, güçlerin ve somut durumun doğru, sağlıklı ve tam bir stratejik bakış açısıyla yapılan değerlendirmelere dayanmıyor, tam tersine Öcalan’ın kendi iktidar sitemini güçlendirmenin ve giderek bir külte dönüştürmenin en önemli araçları olarak belirliyor ve kullanıyordu… Kuşkusuz bunun arkasında daha derinlemesine politik nedenler de var ve bunlar da tartışma konusu yapılacaktır. Aslında ortaya çıkan başarısızlıkların, kayıpların ve giderek savaştaki tıkanmanın baş ve biricik sorumlusu Öcalan ve onun iktidar sistemi olmasına rağmen, bu, hiçbir zaman tartışma konusu yapılmadı… Ama sorumluluk her defasında süreç içinde “kullaştırılan” kadrolara yüklenildi, onlar halk nezdinde “günah keçisi” ilan edildi. Bugün de tarihin kaydettiği en büyük teslimiyet ve ihanetlerden birinin içinde olmasına rağmen, düşman karşısında utanç verici bir diz çöküşü yaşamasına rağmen Öcalan, kadrolar ve halk karşısında “Aslan”, hükmeden pozlar takınmaktan geri durmuyor.” (DCS Bildirisi, 14 Şubat 2002)

Ulusal kurtuluş mücadelesi açısından Öcalan ve başarısızlık arasındaki ilişki bu kadar net, somut ve açık olmasına rağmen “resmi görüş” etkisindeki hangi bireye sorulursa sorulsun alınan veya alınacak yanıt şudur: “Tek başarı sahibi Önderliktir, diğerleri ise Onu anlamamakta ayak direten ve kendi tarzını uygulayan başarısızlar topluluğudur”!

Öcalan 15 Şubat 1999’da yakalanıp İmralı’ya hapsedildiğinde kadrolar ve savaşçılar bir kez daha “Günah keçisi” ilan edildi. Onlar da ne kadar “Günahkâr” olduklarını belirterek üzüntülerini her 15 Şubatta “1 günlük oruç” tutarak belirtmeye çalıştılar. Öcalan’ın tanrısal bir düzeye çıkarılması ve ona dönük ödevlerin ise dinsel bir eylem olan “Oruç” ile ifa edilmesi utanç verici olduğu kadar, anılan mekanizmanın derinliğini anlatması bakımından son derece ilginç ve çarpıcıdır.

Bu yanılgılı bilinç bugün de devam ediyor, bu, Genelkurmay emrindeki Öcalan ve iktidar sisteminin en temel mekanizmasını oluşturuyor. Bugün ve gelecek açısından bu kadar önemli olan bu konunun enine boyuna tartışılmasında yara var.

 

II.

15 Şubata nasıl gelindi? 15 Şubatı gerçekleştiren güçlerin temel hedefi, stratejisi neydi? Bu soruların yanıtları hep çarpıtıldı, tasfiye sürecini meşrulaştıracak tarzda saptırıldı. Bu nedenle bir kez daha bu soruların yanıtlarını hatırlatmakta yarar var:

“1998 yılını “Final yılı” olarak tanımlayan Öcalan, sonbahar aylarında artık kendi yaşamında yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu anlamaya başlar. Bu noktada başını ABD’nin çektiği uluslararası karşı-devrimci hareketin planlarından kısaca söz etmemiz gerekir. Plan çok açık ve nettir: Öcalan, onun parti içinde kurduğu sistem, PKK ve kadrolarının yapısı, halkın genel durumu en ince ayrıntısına kadar çözümlenmiş ve değerlendirilmiştir. Öcalan’ın kişiliği ve gerçekliği bütün boyutlarıyla bilinmektedir. Öcalan teslim alınırsa onun üzerinden PKK ve PKK üzerinden de Kürdistan halkı teslim alınır, devrimci mücadele tasfiye edilir ve böylece Ortadoğu’da Yeni Dünya Düzeninin önü düzlenir! Açık ki, burada gerçek hedef, yani “komplo”nun stratejik hedefi, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesidir, onun ideolojik, politik, örgütsel ve askeri açıdan silahsızlandırılması, ruhsal açıdan tanımlanamaz bir yıkım ve parçalanma sürecine alınmasıdır. Bu stratejide Öcalan, sadece bir aracı, üzerinde yürünmesi gereken bir köprüdür… Ama sıradan, pasif bir araç değil, etkin bir araç, bir köprüdür… Yoksa tek başına, bu stratejiden bağımsız bir Öcalan tutsaklığı, mahkûmiyeti ve öldürülmesi hiçbir şey ifade etmez.” (Aynı Bildiri)

Öcalan ve İmralı Partisi bu gerçekliği hep çarpıttılar. Bu çarpıtmalarıyla iki hedefi gözettiler. Biri, teslimiyet, tasfiyecilik ve ihanet sürecini meşrulaştırmaktır; diğeri, katliam korkusunu işleyerek direniş ruhunu öldürmek, pasifikasyonu bir yaşam biçimine dönüştürmektir.

“Onlara göre hedef daha başkadır, ‘yüz yıl sürecek bir Kürt Türk savaşını başlatmak’ ve böylece Türkiye’yi daha da güçsüzleştirerek kendine bağlamak, Kürtleri de kullanılacak politik bir nesne haline getirmektir. Bu değerlendirmelerinde TC bir “kurban”dır! Bu konuda sayısız aktarma yapmak mümkündür, ancak biz “Uygarlık Manifestosu” olarak yüceltilen Öcalan’ın AIHM savunmalarından bir alıntı aktarmakla yetinelim. Öcalan şöyle diyor: “Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtleri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sürecek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek. Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma, stratejinin ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avrupa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.” Öcalan’ın uygulanan uluslararası karşı-devrimci hareketin stratejik hedefini bu biçimde çarpıtması boşuna değildir, içine girdiği teslimiyet ve ihanetin, tasfiyeci planın meşrulaştırılması için Türkiye’nin “kurban” olarak gösterilmesi gerekiyordu. Bu çarpıtma da aslında Öcalan üzerinden uygulanan tasfiye planının bir parçasıdır.” (Aynı Bildiri)

‘Yüz yıl sürecek bir Kürt Türk savaşını başlatma’ çarpıtması bugüne dek kullanılanageldi. Bugün Güneyde kurulmakta olan Federe devleti bile katliam ve soykırım nedeni saymaktadır. Bu, Kürtlerin bilincinde ve ruhunda yıkılan “Korku imparatorluğunu” yeniden kurma çabasından başka bir şey değildir. İmralı sürecinin en temel hedeflerinden biri de budur!..

 

III.

İmralı, başka bir ifadeyle teslimiyet, ihanet ve tasfiye süreci, rastlantı değildir. İdeolojik, politik ve stratejik olarak içine girilen yönelimin mantıki gereği ve sıçramalı sonucudur. “Sıçramalı” kavramı önemlidir. 1990’ların başından itibaren somutlaşan “düzen içi” arayışı, 9 Ekim–15 Şubat şiddeti sonucu yeni bir düzey kazandı. Burada uygulanan şiddet sıçramalı sonucun da ebesi olmuştur. Öcalan, tüm ara yolların tıkandığını görüyor. Önünde iki yol ve seçenek var: Ya teslimiyet, ya direniş!.. Teslimiyet ya da direniş, öncelikle ideolojik düzlemde bir kararı ve kararlığı gerektiriyordu. Bu, tüm ara yolların tıkanmasının bir gereği ve sonucuydu. Kendisi de bunu daha sonra itiraf etmekten geri durmayacaktır:

“Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik olarak dağlık alanı karargâh olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıçratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak ya da uzlaşma arayışını Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı. Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanması, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve benim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun tercih edilmemesi uygun görülmüştü.” (AIHM Savunmalarından)

“Öcalan, 9 Ekim’de “Avrupa’ya çıkışı”nı böyle değerlendiriyor. Oysa Rusya’dayken yaptığı televizyon konuşmasında daha başka şeylerden söz ediyordu: “Ankara’dan çıkışla partileştik, Ortadoğu’ya açılmakla ordulaştık, dünyaya çıkışla devletleşeceğiz.” Tabii bu sözleri hatırlamak isteyen, sorgulamak isteyen hemen hemen yok gibi. Ancak sorgucuları unutmayacak ve Öcalan’a soracaklar, “bu sözlerle neyi anlatmak istiyordun?” Öcalan’ın verdiği yanıt, tam da onun kişilik gerçekliğinin aynası gibidir: “Ben gerçek anlamda bir devletleşmeden değil, seçimlerde yerel yönetimleri ele geçirmeyi, yani HADEP’in yerel yönetimleri ele geçirmeyi kastetmiştim!” Rusya’da söz düzeyinde dünyaya ilan edilen hedef ile sonuçta İmralı’da içine girilen durum arasındaki uçurum, Öcalan gerçekliğini anlatmaktadır…” (Aynı Bildiri)

Öcalan’ın Avrupa tercihi, kuşkusuz her şeyden önce ideolojikti. Halktan, devrimden ve Kürdistan’dan yana bir karar almak yerine, düzenden, emperyalist-sömürgeci sistemden medet umuyordu. Ama düzen belleksiz değildi, sınıfsal reflekslerini yitirmemişti, onun üzerinden stratejisini yürütecek, sonra posasını çıkardıktan sonra bir kâğıt mendil gibi buruşturup çöp sepetine atacaktı… Onu bekleyen değişmez kaderi bundan başkası değildir. Sistem onu affetmedi, affetmiyor; halkımız da affetmeyecektir…

 

IV.

9 Ekim 1998’e sistemin merkezine doğru yola çıkan Öcalan, soluğu Ankara’da alacağını biliyordu, en azından bunu etinde kemiğinde hissediyordu. Kendisini düşünsel ve ruhsal planda buna hazırlıyordu. Roma’da iken “Teslimiyetin gölgesini dahi kabul etmeyeceğini” söylerken bile “onurlu teslimiyetin” arayışı içinde bulunuyordu. Ama bütün kapılar yüzüne kapanıyor, her gün biraz daha soluksuz kalıyordu. Sistemden medet ummanın sonucu buydu. Ama halka güvense, devrimci bir duruşu esas alsa gelişmelerin rengi çok farklı olabilirdi. Örneğin Roma’da kalmaya devam etse, Roma’da her türlü dayatma ve teslim alma çabasına karşı net ve ikirciksiz bir tutum alsa sonuç farklı olmaz mıydı? Kuşkusuz bunun için kafada ve yürekte, yani ideolojik ve politik duruşta halkı ve devrimi esas almak gerekiyordu; oysa Öcalan bu kavramları çoktandır terk etmişti, o bu kavramları kendi iktidarı için kullanılacak birer araç olarak düşünmüştü. Bugün ise bu kavramlardan öcü gibi korkuyordu, onları ölüm nedeni olarak değerlendiriyordu. O nedenle kaderine ve talihine buyun eğmekten başka bir şey düşünmüyordu. Bu düşünüş ve duruş, onu İmralı’ya getirecektir. Orada artık devletin sadık bir bendesi olarak üzerine düşen hizmeti yapmaya çalışacaktır. Öyle demişti, uçakta gözleri açar açmaz, kendisine verilen bayıltıcı maddenin etkisi geçer geçmez…

“Eğer fırsat verilirse bundan sonra devlete hizmet edeceğim, anne tarafım da Türk…”

Bu sözleri duyanlar şoktaydı, sonra yayınlanan ilk fotoğraflar, yaşanan şoku daha da derinleştirici nitelikteydi, gazetelerde yayınlanan ifadeler ise çözülme ve itirafların rengini, niteliğini ve düzeyini anlatıyordu. Sokaktaki vatandaş, “kalıbının adamı değilmiş” değerlendirmelerini yapıyordu artık, belli belirsiz bir biçimde… İlk avukat görüşmeleri, bu değerlendirmeleri doğruluyor ve kuvvetlendiriyordu. Çözülme, itiraf kesindir, nerede duracağı ya da durup durmayacağı belli değildir, öyleyse zaman yitirmeden önlemini almak gerekiyordu. PKK Başkanlık Konseyi böyle düşünüyordu ve ilk temel önlemini açıkladı:

“Özgür olmayan koşullarda Başkanımızın söylediği sözler bizi ve kendisini bağlamaz!”

Ama kafa ve yürekçe özgür olmayanların ağzından çıkan bu sözlerin ömrü çok uzun olmadı. “Sorumsuzluk yapmayın, 6. Kongre beni yeniden başkan seçti, eğer öyleyse her sözüme harfiyen uyacaksınız, yoksa karışmam, çıkar televizyona hepinizi halk karşısında rezil u rusfa ederim” tehdidi karşısında elleri ayakları birbirine dolanan BK üyeleri, “Başkanı anlamakta zorlandık, terminolojisi bize farklı geldi, şimdi daha iyi anlıyoruz, bundan sonra kıblemiz İmralı’dır!”

Tarihi bir fırsat böylece kaçırılmış oldu. Devam etmeden önce bu noktayı biraz açmakta yarar var. Fırsat değerlendirilmedi:

“15 Şubat birçok yönleriyle değerlendirilmesi gereken bir olgu. (…) …bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Savaş tıkanmıştı, parti tanınmaz hale getirilmiş, iradesiz bir müritler topluluğu haline getirilmiş, Kürt egemen ve orta sınıfları iktidar alanlarını tutar konuma getirilmiş, partinin emekçi ve devrimci çizgisi yenilgiye uğratılmış ve iktidarsızlaştırılmıştı; çözülüş ve çürüme süreci zamana yayılmış olarak başlamıştı… Bütün bunların sorumluluğu hiç kuşkusuz Öcalan ve kurduğu tek kişiye dayalı despotik iktidar sistemine aitti. İmralı, Öcalan üzerinden teslimiyet ve tasfiye stratejisinin merkeziydi, bu açık… Ama aynı zamanda her türlü duygulardan bağımsız olarak 15 Şubat, PKK’nin kendisini aşması, kendini devrimci temellerde yapılandırması açısından objektif bir fırsat anlamına da geliyordu. Elbette bu fırsattın değerlendirilmesi için iç dinamiklerin, devrimci öğelerin harekete geçmesi, tarihsel cesaret ve sorumluluğu göstermesi gerekiyordu. Ne yazık, Öcalan, yıllardır uyguladığı hiçleştirme ve kişiliksizleştirme çizgisiyle anılan iç dinamikleri ve öğeleri çoktan halletmişti. O nedenle mahkeme kürsülerinde TC ve Kemalizm savunuculuğu yaparken, burjuva düzenini göklere çıkarırken, teslimiyeti çok yönlü bir tasfiye planına ve sürecine dönüştürürken kendinden son derece emindi. Bunu sorgucularına da anlatmıştı: “Devlete hizmet ediyorum derasm, halk ‘Başkanın bir bildiği var’ diyecek; eğer zırdelilik yaptığımı görürse ‘Halk Başkan peygamberleşti’ diyecek”! İşte yarattığı “eseri” böyle tanımlıyordu…” (aynı Bildiri)

Öcalan, daha sorguya alınmadan her şeyi vermeye hazır olduğunu belirtmişti. “Çözüldü”, “itiraf etti” değerlendirmeleri onun gerçekliğini tam olarak ifade etmekte yetersiz kalır. Evet, çözüldü, iliklerine kadar. Bunu kendisi de itiraf eder. Ama bu tutumunu teorileştirerek, meşrulaştırarak yapar:

“Uçağa ayak basar basmaz Türk özel savaş elemanları tarafından bayıltıcı bir ilaçla bayıltıldı, elleri kolları bağlandı, gözleri ve ağzı bantlandı. Kendine geldiğinde özel savaş timinin komutanının “Memleketine hoş geldin Abdullah Öcalan” sözleriyle karşılaştı. Yaşadığı dehşetli gerçeklik bütün çıplaklığı ile ortadaydı, (…) şu anda onların elindeydi. Kendi değerlendirmesine göre, önünde iki yol vardı, ya teslimiyet ya imha! Karşı-devrimci güçler bu ikilemi dayatıyorlardı, Öcalan da onların dayatmalarını aynen böyle okuyordu. Daha Avrupa’dayken denklemi böyle kurmuştu. Direnmeyi imha ile özdeşleştirmişti. Yine kendisinin yazdığına göre, önce tarihsel direnme çizgisinde ser verip sır vermemeyi düşünmüş ve kararlaştırmıştı. Ama çok kısa bir süre sonra ise, bunu çok tehlikeli buluyor ve gerisini kendisinden dinleyelim: “Önce hiç konuşmamayı ve açlığa yatmayı düşündüm. Ama baktım iyi olmayacak. Konuştum.” “Hala da konuşmaya devam ediyorum.” Peki, Öcalan ne konuşuyor? Kimse de bunu sormuyor. Sorgucularına, kurulan Soruşturma Komisyonuna ne konuşuyor, masal mı anlatıyor? Konuştuğu şeyler nedir? Polis, MİT veya asker sorgusunda konuşulduğunda, bu, literatürde nasıl tanımlanır? Sorguda konuşan kişilerin bu davranışı nasıl değerlendirilir? Sorguda konuşanların takdir edildiği görülmüş müdür, tarihte ve günümüzde böyle davrananlara nasıl yaklaşılmıştır? (…)Öcalan kararını vermiştir.

Konuşacaktır!

Direnmeyi, tarihsel direniş çizgisinin bir savaşçısı gibi savaşmayı, her türlü özveriyi göze alarak Mazlumların, Hayrilerin, Kemallerin yolunda yürümeyi “çok tehlikeli”, “basit ve kolay yol” olarak değerlendiriyor. Öcalan, daha sonra yaptığı bir değerlendirmede içine girdiği durumu şöyle anlatmaya çalışır: “Benim buraya alınmam tahlil edilemedi. Buraya alınmam, uluslararası sistemin oluşturduğu bir plandır. Sadece imha mıdır? Hayır! Mantığı şu: Eğer bu adam eski kafasıyla ısrar ediyorsa, hep isyan, hep savaş diyorsa sonuç zaten tasfiyedir. Öyle de olurdu. Çünkü biz güçlüyüz diyorlardı. Anlayışsızsa, kafası çalışmıyorsa imha ederiz. Biz ne yaptık? Kafamız çalışıyordu, bir de bilimsel olarak da 1993’ten beri arayış içindeyiz. Demokratik çözüm arayışı önemlidir. Israr ettik.” (Özgür Halk, Nisan 2000) Öcalan, “akıllı” davranıyor, uluslararası karşı-devrimci güçlerin istediği doğrultuya giriyor, bunu imha olmamanın biricik yolu olarak görüyor.

Direnişi, “akılsızlık”, “imha”,”komploya düşme” ile özdeş görüyor, “basit ve kolayyol” olarak değerlendiriyor. Kendine göre daha zor olanı, “uzlaşmacılık” yolunu seçiyor. Neyin uzlaşması, ne verildi, ne alındı ki yapılana uzlaşmacılık denilsin, hangi zemin üzerinde yapılan bir uzlaşmadır bu? Temel ilkeler, ölçüler ve doğrular Öcalan söz konusu olduğunda anlamsızlaşıyorlar mı, geçerliliklerini yitiriyorlar mı? Neden?” (Bir Yanılsamanın Sonu)

Öcalan, konuşmuştur, denilen ve dayatılan her şeyi harfiyen yapmaya hazır olduğunu göstermiştir. Ama Genelkurmay sorgucularının bir kaygısı vardır: “Bu adam tamam, peki, örgütü kendisini ne kadar dinler, ona ne kadar bağlı?” Bu kaygıları onları ihtiyatlı olmaya koşullar. “İlk sorguda her denileni verdi, savcılık ve Yedek Hâkimliğinde de denileni aynen yaptı, ama bütün bunları onun ağzından çıkacak bir resmi ifadeyle stratejik bir plana bağlamak gerekiyor” diye düşündüler ve ona yeni bir ifade verdirtmeye karar verdiler. Mahkeme sürecine kadar “Kıvama” getirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Öcalan, 7 Haziran 1999’da İmralı’da avukatlarıyla yaptığı görüşmede şunları dile getiriyor: “Konuya hâkimler. Planlılar. Onların belirttiklerini esas almak gerekiyor. Bunlar askeri ekip zaten. Bana ‘sonunu kendin belirlersin’ diyorlardı. Ben uçakta deseydim ‘ya sen ya ben’ pek doğru olur muydu?” Onların dediklerini esas alıyor.

“O dönemde Öcalan’ın yargılanması, mahkemesinin nasıl gelişeceği konusunda yoğun tartışmalar yapılıyordu. Öne çıkan en temel noktalardan biri, Öcalan’ın mahkemede takınacağı tavırdır. Öcalan’ın mahkemede direnmesi, devrimi ve partiyi savunması durumunda ortaya çıkabilecek gelişmeler, bu noktada devletin yapması gerekenler üzerinde duruluyordu. Hasan Cemal yazdığı bir makalede, duruşma gününe kadar Öcalan’ın kıvama getirilmesini, yani devletin istediği çizgide bir mahkeme tutumu almasının sağlanmasını, bunun nasıl yapılacağını bilmediğini, ama mutlaka yapılması gerektiğini vurguluyordu. Aynı dönemde Genelkurmayın bir tür basındaki sözcüsü olan M. Ali Kışlalı ise “Apo Nasıl Asılır?” başlıklı bir makale yazmıştı. Kışlalı yazısında, Öcalan mahkemede savunma yaparsa, devrimi ve partiyi savunan, sömürgeciliği mahkûm eden bir tutum içine girerse, gerilla, savaşı derinleştirirse ve son olarak Avrupa ülkeleri, davaya dönük Türkiye’yi rahatsız edecek bir tutum içine girerlerse Öcalan’ın asılacağını belirtiyor, tersi durumda ise “kurtulabileceği” mesajını çok net ve kesin bir biçimde veriyordu. Hiç kuşkusuz anılan bu iki yazar ve genelde özel savaş basını, Genelkurmayın isteği doğrultusunda davranıyor, teslimiyet ve tasfiyeci çizgi için kamuoyunu oluşturuyor, devletin tavrını bütün taraflara dolaysız anlatıyordu…” (Bir Yanılsamanın Sonu)

Bu önemli konuya devam etmemizde yarar var, bu sürecin bilinmesi, tasfiyeciliğin nasıl şekillendiğinin kavranması gerekir.

“22 Mart 1999’da Öcalan, DGM Başsavcılığına bir dilekçe yazdı. Bu dilekçede, birçok noktada, daha önceki ifadelerinde eksik bıraktığı konularda ifade vermek istediğini belirtiyordu. Yeniden ifade verme işi nereden çıkmıştı, hukuksal prosedürde böyle bir şey yoktu. DGM Başsavcılığı ilk ifadesini zaten almıştı, yeni bir ifade neyin nesi olabilirdi? Elbette burada farklı bir durum vardı, bunun içeriği ifadeyle birlikte netleşecekti.

Daha da önemlisi 22 Martın bizim açımızdan özel bir anlamı var, Öcalan’ın tarihi tersine dönüş, tasfiye ve mutlak teslimiyeti kesinleştiren ve bu çizginin en temel öğelerini içeren bir ifadeyi vermek için bu tarihi seçmesi rastlantı değildir. Daha sonraki her önemli teslimiyet ve tasfiyeci adımın önemli bir tarihe denk getirilmesi, TC’nin bu konudaki tutumunu ve “duyarlılığını” gösteriyor. (…)

Geriye ve tersine dönüşü, teslimiyet ve tasfiyeci duruşu kesinleştirmek, bunun için belli günlerin tarihsel ve asmbolik özelliklerinden yararlanmak! Öcalan, pişmanlık ve itirafında ne kadar samimi olduğunu kanıtlamak istiyor! Devlete güven vermek gerekiyordu, her adım, her davranış ve jest buna hizmet etmek durumundaydı! 22 Martın seçilmesinin temel nedeni budur!

Öcalan’ın 22 Mart 1999 tarihli dilekçesini aldıktan sonra DGM savcıları, hemen harekete geçtiler, Bayram tatili ve havaların rüzgârlı ve soğuk oluşuna bakmadan soluğu İmralı’da aldılar. Öcalan’ın dört sayfa tutan ifadesini almaya hazırdılar artık. Bu ifade çok önemli, partimize ve halkımıza dayatılan teslimiyet ve tasfiyeci çizgiyi, geliştirilen bilinç ve ruh katliamı hareketini daha doğru ve sağlıklı kavramak açısından bu ifade üzerinde durmamız gerekiyor. Çünkü bu ifade daha sonra geliştirecek ve uygulanacak teslimiyet ve tasfiyeci stratejinin en özlü anlatımı ve ana çerçevesi niteliğindedir.” (Bir Yanılsamanın Sonu)

Öcalan’ın 3 Nisan 1999 Tarihli Savcılık İfadesini bu yazının “Yorumsuz Eki” olarak vereceğiz, ama burada bu belgeden bir iki alıntı aktarmadan geçmek istemiyoruz.

Öcalan ifadesine şöyle başlıyordu: “İfademin alınması süreci hem benim için hem Türkiye için çok önemlidir. Geçen defa ifadem alınırken zamanın kısalığı ve yorgun olmam sebebiyle bazı konuları açıklığa kavuşturamadım. Evvela kendi durumunu ele alayım. Ben sorgulanırken kendi kendimi de sorguladım.” Bu, her “klasik” itirafçının nedamet belirten “klişeleşmiş” girişidir. Öcalan, “sorgulanırken kendi kendi(n)i de sorgula”r ve “Tarihsel hatasından” vazgeçer. İfadesi tam bir ibret vesikasıdır. Bir yerinde şöyle der:

“Ben uzun örgüt hayatımda Kürtlerin özgürlüklerini Türkiye içerisinde bulduklarını gördüm. Bana göre Kürtlerin derdi ayrı bir devlet kurmak olamaz, federasyon ve otonomi bir çözüm değildir, federasyon ve otonomiden daha ileri bir çözüm demokratik sistemin kendisidir, Türkiye’de de mevcut sistemde Kürtlerin siyasal hakları vardır, 1990’lardan sonra Kürtlerle ilgili kültürel haklar da geliştirilmiştir. Bu halen de yürürlüktedir. Kürtçe gazete çıkarılmakta, Kürt Enstitüsü kuruldu, Kürtlerin oy verdiği bir parti, kültür dernekleri vardır, bütün bu olanlar Türkiye’de Kürtlerin özgür ifade hakkının geliştiğinin göstergesidir. Bununla şunu ispatlamak istedim. Türkiye’de Kürt meselesi demokratik sistem içerisinde Kürtlerin ifade özgürlüğüne kavuşarak olumlu yönde gelişmiştir. Bütün Türkiye’de demokrasi geliştikçe bundan elbette Kürtler de yararlanacaktır. Esasında daha Cumhuriyet kurulmadan ve kurulduktan sonra Kürtler devletin asli unsurlarıdır.”

Ve Öcalan anılan bu ifadesinde son noktayı koyuyor, örgütü, halkı TC’nin hizmetine sokmanın sözünü veriyor. Bundan sonra atılan adımlar bu sözün somutlaşmış ve yaşama geçirilmiş adımlarından ve aşamalarından başka bir şey değildir. Bu alt bölümü bu ibret ve utanç verici, aynı zamanda tasfiyeci planın özeti niteliğindeki sözlerle noktalıyoruz:

“Yukarıda açıklamaya çalıştığım hususlar samimi duygularımdır. Amacım ülkemizi ve devletimizi daha da güçlendirmek ve yardımcı olmaktır. Kişisel hiçbir beklentim yoktur. İmkânlar tanındığında gerekli bilgiyi verip örgütü yasal çizgiye çekmeye hazırım dedi. Bu konuda devletimizin de üzerine düşeni yapması gerekir. Devletin üzerine düşen iç barışı sağlayabilmek için gerekli olan yasal düzenlemeler yapmaktır. Bunların başında af yasası dağda ve cezaevinde olanlar için onların topluma karışmalarını sağlayacak bir af yasası gelir. Ben bu konuda üzerime düşen her türlü katkıda bulunmaya hazırım, bize bağlı halkım ve örgütümü demokratik devletin ve ülkemizin hizmetine uyumlu hale getirmeye imkân ve güce sahip olduğumu söylüyorum, tüm gücümle bu yönde çaba harcamaya hazırım”

Daha fazla söze ve yoruma gerek var mı? 1999’dan bu yana gerçekleştirilenler bu sözlerin gerekleri değil mi?

 

V.

Önce ideolojik ve politik silahsızlandırma gerçekleştirildi, mahkemeye sunulan “Savunma” bunun somut ifadesidir.

Ardından 2 Ağustos 1999’da askeri silahsızlandırmanın kararı verildi ve bu tarihten sonra gerilla güçleri, “Dağa mahkûm eli silahlı kadın ve erkekler” haline getirildi.

Bu ideolojik, politik, askeri-stratejik tasfiyecilik 7. Kongrede resmi çizgi haline getirildi.

4 Nisan 2002’de PKK ad olarak da tasfiye edildi ve İmralı Partisi KADEK adını aldı ve "… PKK’nin hayatta kalan dört kurucu üyesinin ve kuruluş sürecine katılmış olan çok sayıda kadrosunun katılımıyla gerçekleşen Kongremiz, bu temelde PKK faaliyetlerinin artık her alanda durdurulduğunu ve bundan sonra PKK adıyla yürütülecek her türlü faaliyet ve girişimin gayri meşru olduğunu karara bağladı" (8. Kongre Bildirisi)

KADEK bekleneni vermedi, PKK adına ne varsa, devrimci geçmişi hatırlatan ne kalmışsa onun da tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle 2003’te KADEK de feshedilerek KONGRA-GEL kuruldu. KONGRA-GEL, her açıdan kendisini düzene kabul ettirme projesiydi. Bekledikleri “yöneticilerin” de kapsamında olduğu bir Pişmanlık Yasasıyla “yasallaşmaktı”. Ama beklentileri gerçekleşmedi. TC, “yöneticileri” içermeyen bir Pişmanlık yasası çıkardı. Ortadoğu’ya statükoları yıkan ve demokrasi getiren güç olarak yücelttikleri ABD ise kendilerini “Terörist” örgüt olarak tanımladı. Bu durum KONGRA-GEL içindeki tartışmaları, çelişkileri derinleştirdi ve çözülmeyi hızlandırdı. Bir grup koparak başka bir “Siyasal parti” kurdu. 2004’ün yaz aylarında KONGRA-GEL, “yeniden savaş” kararı aldı. Bu, aslında Genelkurmayın kararından başka bir şey değildi.

KONGRA-GEL’de yaşan çözülme ve dağılma devam ediyor. Ama buna rağmen son otuz yıllık mücadele değerlerini ve mevzilerini de denetlemeye devam ediyor. Bu, gerici ve karşı-devrimci iktidar yapısı her türlü devrimci mücadelenin önünde engel olarak duruyor.

İmralı eksenli tasfiye stratejisi derinleşerek devam ediyor. Bilinç katliamı derinleşiyor. Aldığımız son duyumlara göre yeni teslimiyet grupları hazırlanıyor. “PKK’yi Yeniden İnşa” girişimi ise tam bir aldatmaca, iç çözülmeyi durdurma hareketinden başka bir şey değildir.

Öcalan’ın son “hamlesi” ise, tasfiyeci çizgiyi “yasal” bir ayağa kavuşturmaktır. Eski DEP milletvekillerinin pratikte yürüttüğü Demokratik Toplum Hareketi anılan ayak olarak hazırlanıyor. Bu ayağın oturtulmasına paralel olarak tasfiyeciliğin final aşamasına taşınmak istediği çok açıktır.

 

VI.

15 Şubat, Kürdistan tarihine kara bir leke, bir utanç abidesi, bir teslimiyet ve ihanet şahikası olarak geçecektir.

Bunun halkımızın bilincine yeterince çarpmaması, bunun henüz pratikte gerekli karşılığı bulmaması bu gerçekliği değiştirmeyecektir.

İmralı ihanetine tavır almak, salt söz ve eleştiri ile sınırlı kaldığı zaman belki bir döneme kadar bu, bir anlam ifade edebilir. Ama bu eleştirel duruş, politik bir harekete, daha açık bir ifadeyle Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini Toparlama ve Yeniden İnşa hareketine dönüştürüldüğünde tarihsel bir değer kazanabilir. Tarihimizin büyük kesintilere uğramaması, büyük boşlukların oluşmaması için bu politik pratik duruş yaşamsal önemdedir!

 

Teslimiyet İhanete, Direniş Zafere Götürür!

Yaşasın Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini Toparlama ve Yeniden İnşa Hareketimiz!

11 Şubat 2005

 


Yorumsuz Ek

A. Öcalan’ın 3 Nisan 1999 tarihli Savcılık İfadesi:

 

İfademin alınması süreci hem benim için hem Türkiye için çok önemlidir. Geçen defa ifadem alınırken zamanın kısalığı ve yorgun olmam sebebiyle bazı konuları açıklığa kavuşturamadım. Evvela kendi durumunu ele alayım. Ben sorgulanırken kendi kendimi de sorguladım. Benim sağ-sol çatışması içerisinde klasik bir solcu olarak kabul edilmem veyahutta klasik Kürtçü olarak kabul edilmem doğru değildir. M. Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra Doğu’da isyanlar olduğu gibi Batıda da isyanlar olmuştur. Ben 1940’lı yıllara kadar devam eden bu isyanları uzun uzun düşündüm. İsyanlar Doğuda da olmuştur batıda da olmuştur. Yalnız isyanları Kürtçü bir isyan olarak görmek yanlıştır. Cumhuriyet henüz yeni kurulmuştur isyanı başlatanlar henüz Cumhuriyete alışmış değillerdi. Yıkılan eski rejimi arıyorlardı. Bu isyanlar yeni kurulan Cumhuriyete tepki olarak başlatılmıştır. İsyanların bastırılmasında belki aşırı şiddete başvurulmuştur. Ama bu şiddet kesinlikle Kürtleri ezmek için şiddet olarak algılanmamalıdır. Alınan tedbirler Cumhuriyeti korumaya yöneliktir. Bu şekilde algılanmalıdır. Bu Türkiye’nin batısında da geçerlidir. 1940’lı yıllardan 1970’li yıllara geldiğimizde Türkiye’de sağ-sol çatışması başlamıştır. Marksizm ve Kürtçülük hareketleri başlamıştır. Ben de kendimi Ankara’da bunların ortasında buldum. Yoksul bir aileye mensup kişi olarak bu harekete katıldım. Bildiğiniz gibi PKK’nin kurucusu benim. PKK’nin kurulurken programını yaptık. O zaman Kürtlerin bağımsız bir Kürdistan kavramı da vardı, Marksist temele dayalı yeni sistem getirecektik. Ancak değişen olaylar ve zaman bize bu programın hayali olduğunu gösterdi.

PKK kurulduktan sonra şiddete başvuruldu. Ama zaman içerisinde de PKK’nin gösterdiği şiddetten rahatsız oldum. 1993’ten sonra bütün çabamı PKK’yi şiddet unsurundan arındırıp, siyasi kanal içerisine sokmayı amaçladım. ÖZAL’ın da çağrısı bu konuda yani PKK’yi siyasi kanala sokmak konusunda bizi etkiledi. Geçen ki ifademde teferruatlı bir şekilde anlattım. Özal, Talabani’yi bu ateşkes konusunu görüşmek üzere bana gönderdi. Özal’ın ömrü bu konuyu sonuçlandırmaya yetmedi. Kendisi ile ateşkes ve ateşkesten sonraki süreçle ilgili görüşmelerimiz olacaktı. Hatta öldüğü günlerde biz Özal’dan temsilcilik düzeyinde görüşme bekliyorduk. Özal’ın ölümünden sonra 1996 yılı içerisinde Avukat Selim Okçuoğlu vasıtasıyla ordu kaynaklı olduğuna inandığım bir mektup aldım. Mektubun yazılış üslubundan hem ciddi olduğuna ve hem de Genelkurmay kaynaklı olduğuna inandım Mektupta bizim ateşkes ve siyasi çözüm konusunda hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan ile temasımızın olduğu, ancak Başbakanın ve Cumhurbaşkanının bu konuda ön hazırlıklarının olmadığı, ayrıca bu konuyu çözecek güçlerinin de olmadığı ifade ediliyordu. Daha başka mesajlar da vardı, ben mektubu bütün olarak değerlendirdiğimde Genelkurmay kaynaklı olduğuna iyice inandım. Mektupta Türkiye’nin bölünmesinin bize de bir yararının olmadığı, ülke bütünlüğü ve devlet bağımsızlığının kesinlikle tartışma konusu yapılamayacağı, ileride olağanüstü halin kalkacağı, koruculuk sisteminin kalkacağı, Kürt kimliğinin demokratik çözüm içerisinde kendiliğinden halledileceği, ben yazılan mektubu olumlu buldum. Bu mektuba hem yazılı hem de sözlü cevap verdim. Sözlü cevaplarım televizyon kanalı ile veriliyordu. Yazılı cevaplarımı Avukat Selim OKÇUOĞLU’na veriyordum. Bu mektuplarımın ciddi bir merkeze gittiğine inanıyordum, karşılıklarını da alıyordum, pratikte de gelişmeler oluyordu. Bu gelişmeleri şöyle anlatabilirim. Dağdaki operasyonlarda söylenen sözlerin yerine getirildiğini fark ediyorum.

Ben uzun örgüt hayatımda Kürtlerin özgürlüklerini Türkiye içerisinde bulduklarını gördüm. Bana göre Kürtlerin derdi ayrı bir devlet kurmak olamaz, federasyon ve otonomi bir çözüm değildir, federasyon ve otonomiden daha ileri bir çözüm demokratik sistemin kendisidir, Türkiye’de de mevcut sistemde Kürtlerin siyasal hakları vardır, 1990’lardan sonra Kürtlerle ilgili kültürel haklar da geliştirilmiştir. Bu halen de yürürlüktedir. Kürtçe gazete çıkarılmakta, Kürt Enstitüsü kuruldu, Kürtlerin oy verdiği bir parti, kültür dernekleri vardır, bütün bu olanlar Türkiye’de Kürtlerin özgür ifade hakkının geliştiğinin göstergesidir. Bununla şunu ispatlamak istedim. Türkiye’de Kürt meselesi demokratik sistem içerisinde Kürtlerin ifade özgürlüğüne kavuşarak olumlu yönde gelişmiştir. Bütün Türkiye’de demokrasi geliştikçe bundan elbette Kürtler de yararlanacaktır. Esasında daha Cumhuriyet kurulmadan ve kurulduktan sonra Kürtler devletin asli unsurlarıdır.

Benim programlarımın da başlangıçta hayali olduğunu anladım. PKK programının politik ve siyasi değeri olmadığını kavram olarak Kürdistan ibaresini kullandım. Coğrafi olarak ele aldım. Kürt devleti kurmanın mümkün olamayacağı ilmen de sabittir. Gerekli de değildir. Mevcut TC devleti içerisinde demokratik ortamda her şeyin gerçekleşmesi mümkündür. Ben bu sonuca vardım dedi.

Ben bu sonuçları örgüt içerisinde sınırlı da olsa açtım ve anlattım. Üst düzey sorumluluk alan arkadaşlarımla da tartıştım. Mevcut çizgi içerisinde yürümenin yararını gördük, ancak yeterince kamuoyuna yansıtma imkânı olamadı. Televizyonlara yer alan konuşmalarımda da özgürlüğün ancak Türkiye içerisinde mümkün olacağı mesajını verdim.

17 Eylül anlaşmasından biraz bahsetmek isterim. 17 Eylül 1998 Washington’da Talabani ile Barzani anlaştırıldı. Ben aslında Talabani ve Barzani ile çatıştım. Barzani ile Talabani anlaşmaları ve ondan sonraki süreçteki planları İngiltere’de hazırlandı, uygulama Amerika tarafından yapıldı. Yani otonom bir Kürt devletinin meydana getirilmesinde ABD ve İngiltere birlikte hareket etiler. Daha istiklal savaşının bitiminde Şeyh Sait isyanı çıkarıldığında İngiltere ağırlığını koydu, Musul ve Kerkük’ü bana bırakırsan ben seni desteklerim dedi. O zaman Türkiye’nin gücü sınırlı idi. İngiltere ve Türkiye için çok önemli olan Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalan Musul ve Kerkük’ü bırakmak zorunda kaldı. Bugün İngiltere ile ABD geçmişte oynadıkları oyunu tekrarlamaktadırlar. Hem Irak’ı Talabani ve Barzani ile kontrol altına almak hem de gelişme potansiyeli yüksek olan Türkiye’nin önünü kesmek için bu oyunu oynamışlardır. Oynanan oyunda bana da kurban olarak yer verdiler. Barzani ile Talabani’yi öne çıkardılar Türkiye’ye senin istediğin APO’dur. Al sana Abdullah ÖCALAN dediler. ABD ile İngiltere’nin bu konuda yani otonom bir Kürt devleti kurulmasında Talabani ve Barzani’yi bize tercih etmeleri normaldir. Çünkü İngiltere ve ABD’nin otonomi anlayışı farklıdır. Ayrıca öteden beri ABD ve İngiltere’nin Barzani ve Talabani ile olan ilişkileri kıymetlidir. Neticede bu ilişki meselesidir.

Geçen ifademde belirtmiştim. Kani YILMAZ 1994 yılında Londra’da tutuklandı. Kani YILMAZ’ın tutuklanmasını gerektirecek İngiltere’de işlenmiş hiçbir suçu yoktu. İngiliz hükümeti onu tutuklama adı altında korumaya aldı. Amaçları Kani YILMAZ’ı ileride benim yerime PKK’ye lider yapmaktı. Bu liderlik benim yerime olmasa bile Avrupa kitlesi içindi. Kani YILMAZ 3 yıl İngiltere’de kaldıktan sonra Almanya’ya iade edildi. Almanya’da bir müddet tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. Arkasında da kendisine siyasi sığınma hakkı verildi. Aynı konu Moskova’daki temsilcimiz Mahir (K) Numan UÇAR için de geçerlidir. Aynı siyasi sığınma hakkı Numan UÇAR’a da verilmiştir Şimdi ben Avrupa’ya siyasi faaliyette bulunmak için çıktım. Ancak hiçbir Avrupa ülkesi bana siyasi sığınma hakkı vermedi. Yunanistan tarafından Kenya’ya davet edildim. Aslında sonradan Kenya’ya davet edilmediğimi, kaçırıldığımı anladım, sonradan öğrendim ki beni Yunanistan’a davet eden ve Kenya’ya davet eden şahısların aile güçleri zenginlikleri tamamen İngiltere’de imiş, bunların bütün siyasi itibarları İngiltere’de sağlanmış, aslında bu Kenya’ya götürülmem bana karşı önceden hazırlanan bir komplo idi, kesinlikle beni öldürmeyi düşünüyorlardı. Belki ileride tarih bunu aydınlatacaktır. Beni Türkiye’ye teslim etmeyi planlamışlardı. Bu da benim için mutlak ölümdür.

Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur. Hiç de azımsanmayacak bir Kürt nüfus bana duygusal olarak bağlıdır. Benim Türkiye tarafından öldürülmem gerçekten içte karışıklıklar olabilir, nitekim benim öldüğüm Atina’da yayınlanınca Türkiye metropollerinde hoş olmayan gelişmeler oldu. Aynı olaylar İran’da da yaşandı. Urmiye’de 20’ye yakın insan öldü. Yani Yunanistan’ın ve onunla ilişkili komploda yer alanların, beni Türkiye’ye teslim etmekle asıl hedefledikleri 100 yıllık Kürt-Türk düşmanlığının temelini atmaktır ve bütün Kürt kitlesine Türkiye’ye karşı şartlandırmaktır. Benim en büyük emelim bu Kürt-Türk düşmanlığına engel olmaktır. Tersine bütün Kürt kesimine güvenlik ve esenlik getirecek olayın Türkiye’deki demokratik sistem içerisinde yer almak olacağından bana şans verilmesini istiyorum.

1993’den beri PKK’yi şiddet kullanan örgüt olmaktan çıkarıp, siyasi alanda faaliyet gösteren bir örgüt haline getirmek için çaba sarf ettim, bunun bende kanıtları da vardır. PKK küçümsenecek bir örgüt değildir, şimdi ben yakalandıktan sonra onlarca devlet PKK’ye sahiplenmek istemektedir, her biri PKK’yi kendi çıkarınca kullanmak istemektedir, yukarıda söylediğim Kani YILMAZ bir tane değildir. Benim PKK üzerinde otoritem vardır, ayrıca halkta beni çok tutmaktadır, bana imkân verilirse PKK’yi demokratik sistemle uyarlamak çabalarını geliştiririm. PKK’yi yasal çerçeveye çekerim, devlet imkân verirse silahlı çatışmaları sona erdiririm, hatta dağdaki elemanları yasal çizgiye çekerim, bu da devletin yasal imkân tanımasıyla olur, dağdakiler zor koşullar altındadır. Cezaevinde 20 yıldır yatan PKK’li on bine yakın insan vardır, bütün bunlar iç barışı sağlarlar, yıllardır devam eden kanı durdurur. Ben bunu kendim için istemiyorum. Beni örgütünü tasfiye eden biri olarak değil, ülkesi ve halkı için en doğrusunu yapan biri olarak görün. Ben yakalandığımda Yunanistan’ın yaydığı yanlış bir haber yani benim öldürüldüğüme dair bir haber istenmeyen olaylara sebep oldu. Ben bu olayların gelişmesini önlemek istiyorum ve bu konuda örgütümü ikna ederim ve bu güce sahibim. Özgürlük mü, işte Türkiye demokratik sistemi içerisinde aranan her türlü özgürlük var. Vatan mı? İşte Türkiye vatanınız derim. Türkiye bizim tarihi ortak vatanımızdır, bu ortak vatanın bölünmesini istemem.

Ulus olarak da Kürtler Türk ulusal bütünlüğü içerisindedir ancak ayrı kültür ve dili olan bir unsurdur.

Ben Sunday Mirrow gazetesi muhabiri ile röportaj yapmış olabilirim, ancak bu muhabire İngiltere’nin Türkiye ile aramızda diyalog kurulması için arabuluculuk yapmasını aksi halde Türkiye’ye saldığım 3 binden ziyade intihar eylemcisinin İngiliz turistlere intihar saldırısında bulunacaklarını, bu intihar saldırılarını ancak Türkiye ile diyalog başladığında sona erdireceğimi söylemedim. Esasında ben PKK’nin bütün şiddet eylemlerinden sorumlu olmakla beraber, bu eylemlerin çok büyük bir kısmının talimatını da ben vermiş değilim, hatta şiddete karşı da durdum, birçok eylem alan bölge komutanları talimatıyla olmuştur, mesela dikkat edilirse sivillere yönelik eylemlerde azalma olmuştur, bu azalma yani sivillere yönelik azalma benim uzun uğraşlarım sonucu olmuştur, ben 1996’dan beri de sürekli tek taraflı ateşkes sağlamaya uğraşıyorum, en son 1 Eylül 1998 tarihinde de ateşkes ilan ettim.

Bugüne kadar okul yakmaları, öğretmen öldürülmeleri gibi ağır olaylar örgüt adına gerçekleştirilmiştir. Örgüt başı olarak sorumluluk bana çıkartılmaktadır, bunun farkındayım. Ancak ben örgütün başı olarak bunları her zaman önlemek istedim. Sorumluları belirleyip kendilerini etkisiz hale getirme yollarını aradım. Özellikle son 2–3 yıl içerisinde benzer sivil kesime karşı işlenen şiddet olayları azalmıştır. Olanlarda yabancı ülkelerin kışkırtması sonucu meydana gelmiştir. Belirtmek istediğim İstanbul’da meydana gelen son yakma olayının dış kaynaklı olduğunu öğrendim ve benzer olayların meydana gelmemesi içinde kınadığımı bu yolla örgüte mesaj verip önleme yollarına başvurduğumu belirtmek istiyorum. Örgüt lideri olarak sorumluluğumun farkındayım, ancak büyük bir kısmı ile doğrudan doğruya ilgim olmadığını, inisiyatifim dışında geliştiğini söyleyebilirim. Bundan sonra meydana gelen ölüm olaylarına bir kişinin dahi ilave edilmesini istemiyorum. Bu konuda imkân tanındığında her türlü yardımda bulunmayı vaat ediyorum dedi.

Benim bugüne kadar Atatürk’e karşı Türk ulusu ve bayrağı aleyhine bir sözüm olmamıştır. Söylediklerim eleştiri mahiyetindedir. Atatürk’ü küçük düşürücü sözlerim yoktur. Atatürk’ün önderlik hususlarını takdir ettim. Bugüne kadar da kendime rehber olarak kabul edip, uygulamaya çalıştım. Son HADEP genel kurul toplantısında Türk bayrağının indirilmesini de ilk kınayanlardan biri de benim, bu konuda MED TV’de konuşmalarım çıkmıştır. Yakalandığımda da Türk bayrağına saygımı öperek gösterdim, bu konudaki suçlamaları kabul edemem.

Benim Ermeniler ve Ermeni terör örgütleri ile önemli bir ilişkim olmamıştır, başlangıçta geliştirilmek istenen ilişkiler benim kendileri yönünden uygun bir kişi olmadığım, kendi kapalı görüşlerini benimseyecek bir kişilik olmadığım sonucuna vardıkları için benimle ilişkiyi sürdürmediler. Coğrafi yönden İç Anadolu’ya kadar uzanan ideallerini benimasmem de mümkün değildi. Benim öyle bir sorunum olmadı ve olamazdı da dedi

Ayrıca; şunları ilave etmek istiyorum. Yukarıda açıklamaya çalıştığım hususlar samimi duygularımdır. Amacım ülkemizi ve devletimizi daha da güçlendirmek ve yardımcı olmaktır. Kişisel hiçbir beklentim yoktur. İmkânlar tanındığında gerekli bilgiyi verip örgütü yasal çizgiye çekmeye hazırım dedi. Bu konuda devletimizin de üzerine düşeni yapması gerekir. Devletin üzerine düşen iç barışı sağlayabilmek için gerekli olan yasal düzenlemeler yapmaktır. Bunların başında af yasası dağda ve cezaevinde olanlar için onların topluma karışmalarını sağlayacak bir af yasası gelir. Ben bu konuda üzerime düşen her türlü katkıda bulunmaya hazırım, bize bağlı halkım ve örgütümü demokratik devletin ve ülkemizin hizmetine uyumlu hale getirmeye imkân ve güce sahip olduğumu söylüyorum, tüm gücümle bu yönde çaba harcamaya hazırım dedi.

3 Nisan 1999

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter