0 0
Read Time:54 Minute, 24 Second
OCAK DİRENİŞİMİZ:

 TESLİMİYET VE İHANET

POLİTİKASI BİR KEZ DAHA PÜSKÜRTÜLDÜ VE

 YENİLGİYE UĞRATILDI (*)

M. Can YÜCE
Eylül direnişinde olduğu gibi Ocak’ta saldırıya geçen biz değil­ dik. Saldırıda olan taraf faşist-sömürgeci Türk devletiydi. Eylül dire­nişinin acı yenilgisini hazmedememişlerdi. Yedirmemişlerdi kendile­ rine. Teslimiyet ve ihanet politikasını bir kez daha yasama geçirip islenilen başarıyı elde edebileceklerim varsayıyorlardı. Kendi ege­ menliklerinin altını oyan, dünyayı başlarına yıkan savaş tutsaklarının “rahat” etmeleri onlara batıyordu.

Kişilikleri, düşünceleri, onuru, in­ sanlık ve devrimci değerleri yutan bir canavar rolü yükledikleri zin­danların siyasal bir okul olmaya başlamasını, varlık nedenlerine yö­ nelmiş bir saldırı olarak görüyorlardı. Şu soruyu soruyorlardı kendilerine: "12 Eylülü niye yaptık?" Öyle ya. zindanları -özellikle Diyarbakır’ı susturamamışlardı. Bizim için bir musalla taşına dönüştü rememişlerdi. Destansı direnişlerimiz karsısında gerilemek, sendele­ mek ve giderek boyun eğmek durumunda kalmışlardı. Belki de bunu kendileri açısından bir gaf olarak değerlendiriyorlardı. Her şeye yeni baştan başlamanın ne zararı olabilirdi? Böyle yaklaşıyorlardı.

Bu yaklaşımla yeniden saldıracaklardı, yine vahşet boyutlarında. Dayattıkları aynı politikaydı. Bizim tutumumuz belliydi, kanla yazıl­ mıştı: DİRENMEK, ölümüne DİRENMEK! Eylül direnişinin kazanımlarına, haklarına, değerlerine dört elle sarılacaktık, tüm varlığı­ mızla karsı koyacaktık, yine acı çekecek, ölecektik; ama Eylül direnişinde kazandığımız mevziden kopmayacaktık, kıskançlıkla sarı­lacaktık ona. Bu tutum ve pratiğin adı, 1984 Ocak Direnişi’ dir.

Eylül direnişi ile Ocak direnişi ikiz kardeş gibidir. Birbirini bü tünleyen, tamamlayan etle tırnak gibi olan direniş halkalarıdır. Ocak, Eylül direnişinin devamıdır; onu koruma ve geliştirme hareketi­ dir. Siyasal anlam ve sonuçlarıyla önemli bir süreçtir. Daha ayrıntılı bir çözümlemeyi gerektiriyor. Biz de öyle yapmaya çalışacağız.

1

EYLÜL ZAFERİ İLE OCAK DİRENİŞİ ARASI GELİŞMELER

Eylül direnişinin zaferi cezaevine yeni bir hava, bambaşka bir ilişkiler bütünü ve yaşam coşkusu getirmişti. Zifiri karanlıktan aydınlığa, cehennemden cennete geçmek gibi bir şeydi. Dolayısıyla zinda­ nın her yanı bir bayram yeri gibiydi, her gün bayram sevinci ve coş­kusu vardı. Yıllardır işkence, zulüm, hakaret ve aşağılanma altında yaşamı zehir olmuş, daha doğrusu yaşam denilemeyecek bir “yaşam”ı y aşayan insanların bu sevinci, coşkusu ve öç alırcasına yaşama sarıl­ ması anlaşılır bir şeydir, çok görülmemelidir. Gayet doğal insanı tepkilerdi. Buna haklan da vardı.

Zafer kazanılmıştı; asgari insani ve devrimci değerlere uygun bir cezaevi yaşamı tutturulabilmişti. Ama iş bununla bitmiyordu. Yaşanı lacak daha çok şey vardı. Ve tehlike kapıdaydı, tetikte bekliyordu. O halde, öncelikle Eylül Direnişinin getirdiği hakları, kazanımlar, değer­ leri özümsetmek ve rayına oturtmak gerekiyordu. Olası saldırı, işken­ce ve hak gaspına yönelik hareketlere karşı hazırlıklı olmak gereki­yordu. Bunun için gerekli tüm önlemlerin alınması, hazırlıkların yapılması bir zorunluluktu. Rehavete kapılmanın, boşa zaman geçir­ menin anlamı yoklu. Hatta çok tehlikeliydi.

Kazanımların, hakların ve değerlerin en temel, belirleyici güven­cesi örgütlü-sağlam gücümüzdü, varlığımızdı. O bakımdan örgütlen­ me sorunu, bu konudaki eksiklik ve zaafların aşılması sorunu, çalış­ maların odağına oturtulmalıydı. Öyle yapıldı. En asgari bir örgütlülük yaratılabildi denilebilir. Ayrıntıya girmiyoruz. Geçmiş dönemin so­ runlarına, tahribatlarına, düşünce ve kişilik düzeyinde yarattığı eroz­ yon vb. konularda belli girişimler, çözümleme çabaları başlandıysa, bunlar başlangıç aşamasında kaldı; tamamlamaya ve sonuçlandırma­ ya fırsat-zaman kalmadı. Yanı dememiz o ki, teslimiyet ortamının iç bünyemizde yarattığı sorunları ve tahribatları çözme zamanı ve olana­ ğı bulunamadı, dolayısıyla bunlarla birlikte yeni bir direniş sürecini karşıladık. Öyle de olsa, zindanlar siyasal okul olma doğrultusuna gi­ riyordu yavaş yavaş…

Eylül direnişi gruplar arası ilişkilerde ortak hareket etme zemini­ ni yaratmıştı. Direnişin kendisi böyle bir zemini doğurmuştu. Buna bir biçim vermek, bilinç ve örgütlülük öğeleriyle donatmak gereki­ yordu. Bu yönlü çabalar içine girildi. Birlik veya ortak hareketin te mel programı, Eylül Direnişinin kazanımlarını, haklarını ve değerleri­ ni direniş temelinde korumak, sağlamlaştırmak ve geliştirmek idi. Birlik çalışmaları esas olarak 35’te yürütüldü. 35’te bulunan gruplar bu ilke konusunda görüş birliğine vardılar. Birlik ve ittifak doğrultu­ sundaki çabalarımızı gereksiz bulan gruplar oldu. Şunu diyorlardı: "Gruplar arası bir birliğe gerek yok. Zaten siz bu işi yapıyorsunuz, si­ ze güveniyoruz. Başkalarını ortak etmenin anlamı yok.” Evet, bu söz lerin sahibi grup temsilcisi, daha sonra en ‘birlikçi’ kişi pozlarına bü­ rünecekti. Kuşkusuz biz, olaya ilkeli ve siyasal gerekçelerden/ gerçeklerden yola çıkarak yaklaşıyorduk. Dolayısıyla dar grup hesap­ ları ile davranmamız mümkün değildi, olamazdı. Eylül Direnişinin ka zanımlarını koruma ve geliştirme ilkesi temelinde görüş birliğine va­ ran gruplardan -35’te bulunan grupların tümü- bir yürütme komitesi oluşturuldu. Politik güç ilkesine göre temsil söz konusuydu. Sekreter bizim arkadaştı, iki oy sahibi idi, oyların eşil çıkması durumunda, sekreterin taraf olduğu görüş karara dönüşüyordu. Çeşitli nedenlerle komite üyelerinin koğuşlara dağılması veya toplantı yapamama duru­mu doğduğunda, diğer grupların görüşleri alınmaya çalışılacak, sek­ reter (temsilci) taralından sentezlenecek ve böylece karar verilmiş olacaktır, bu biçimde alınan karar gruplar için bağlayıcı nitelikte idi. Böyle bir komite olayının pratik bir anlamı olmadı, çünkü, kısa hır süre sonra diğer grup temsilcileri koğuşlara dağıldı, böylece komite­ nin pratikte işleme olanağı kalmadı. Öyle de olsa bir iyi niyet giri­şimdi, diğer grupları direniş içinde, direnişçi birliklerde tutma yönün­ deki isteğimizin somut bir ifadesiydi. Dolayısıyla bir deneydi. Yararlanılacaktı bundan

Öte yanda, aynı dönemde, 36’da da benzeri bir çaba var. Ancak bu, 36 özgülü için geçerli bir çaba. Orada var olan gruplar yine politik güç ilkesine göre bir komiteleşmeye gittiler. Koğuş özgülünde sorun­ ları çözmekle yükümlüydü. Genel için ise 35’e görüş ve öneri sunma durumundaydı. Bu deneyin de fazla pratik bir işleyişi olmadı, bir süre sonra 36’daki diğer siyasetlerin biri hariç -DY- tümü koğuşlara gitti. 36’dakilerin tümü de bir süre sonra 35’e alındı.

Kısacası, gruplar arası ilişkiler konusundaki çalışmalar da isteni­ len düzeye çıkarılamadı, zaman ve somut gelişmeler buna da izin ver­ medi. Yani, Ocak Direnişine gruplar arasında bir ittifak örgütlenmesi ile girilmedi.

Direnişin noktalandığı gün olan 27 Eylülü baz alırsak bir aylık veya 40 günlük bir "rahat" dönemimiz var. Ne yapılabildiyse bu dö nemde yapıldı. Aralıkın başlarından itibaren 12 Eylül sopası ucunu göstermeye başlamıştı. Giderek belli haklarımızda kısıtlamaya ve iliş­ kilerde sertleşmeye gittiler. Yine adım adım tırmandırıyorlardı baskı ve kısıtlamaları. Mahkeme gidiş-gelişlerinde zorluklar, havalandırma­ da asker bulundurmalar, ziyarette Kürtçe konuşmaya engellemeler vb. yeniden yönelimlerinin başlıca somut adımlarıydı.

Aralık 1983’ün ikinci yarısında baskı ve kısıtlamaların dozu daha arttı ve sürekli bir tırmanma kaydetmeye başladı. Havalandırmada as­ker bulundurma tavrına karşılık bazı koğuşlarda başlayan havalandır­ma boykotu kısa bir süre içinde tüm koğuşları kucakladı. İdare bu ge­nel karşı koyuşu bahane ederek öteden beri var olan diyalog yolunu tıkadığı gibi, çözüm için yapılan başvuruları yanıtsız bırakıyor, umur­ samaz davranıyordu. Böylece yönelimlerinin ipuçlarını tüm açıklığı ile dışa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Havalandırma boykotu karşı­ sındaki bu umursamaz ve kendinden emin tavırları, diğer kısıtlama­ larla tamamlanıyordu. Aralık’ın sonlarında ise yeni bir saldırı ve iş­ kence hareketinin ilk dalgaları gelmeye başlamıştı. Mahkeme gidiş- gelişlerinde konuşma yasağını açıkça koydular. Dahası birbiriyle ko­ nuşan arkadaşları fiili olarak engellemeye çalıştılar, daha da ileri giderek dövmeye, şiddet kullanmaya başvurdular. Hatta faşist idare, mah kemecilere esas duruşa geçmelerini, dik durmalarını vb. askeri kuralları dayatmaya başlamıştı. Yönelimleri tüm çıplaklığı ile orta­ daydı, oldukça net ve açıktı: Faşist cuntanın Diyarbakır zindan politi­ kasını yeniden işkence ve vahşet araçlarıyla dayatacaklardı, teslimiyet ve ihanet politikasını yaşama geçirmeyi deneyeceklerdi.

Giderek tırmanan hak kısıt lanması, gaspı ve baskılara karşı fiili direnişle karşılık verildi. Engellemelerine karşın yine mahkeme gidiş gelişlerinde konuşulmaya devam edildi, dayatılan askeri kurallar red­ dedildi, görüşlerde Kürtçe konuşma sürdürüldü vb…

Ve Aralık ayında sürekli bir tırmanma temposu içinde gelişen kı­sıtlama ve baskılar, 3 Ocak 1984 gününde çok açık ve şiddetli bir sal­ dırı ve işkence hareketine dönüştü. Diyarbakır, yeniden zulüm ve iş­ kence cehennemi durumuna gelmişti. Eylül Direnişinde onca emek, çaba ve özveri pahasına kazandığımız haklar, kazanımlar üzerinde 12 Eylülün barbar silindiri geçirilmişti. Asgari insani koşullar ortadan kaldırılmıştı, işkence, teslimiyet ve ihanet… İşte ön gördükleri "ya­ şam" buydu. Buna karşılığımız ise çok açık, çok net ve ikirciksizdi. Görkemli OCAK DİRENİŞİ!

 

2

YENİDEN SALDIRI

VE

İŞKENCENİN GERÇEKLEŞTİĞİ DÖNEMİN SİYASAL DURUMU

Bilindiği gibi, 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle “demokrasiye ge­ çiş ” komedisinin son perdesi oynanmıştı. "Sivil", "demokrat” imajlı ANAP iktidar koltuğuna kurulmuştu. Özünde rejimin yapısında, ku­rumlarında, politikalarında ve pratiğinde değişen hiç bir şey yoktu. Değişen tek şey vardı, askeri cuntanın üniformalarını çıkarmasıydı. İpler yine ellerindeydi, makyaj tazelenmişti, “ sivi” görünüme girmeme çabasına girmişti. Ayrıntıya girmeden söyleyebiliriz ki, sahnele­ nen oyun. tam anlamıyla bir komediydi, büyük bir aldatmaca, göz bo yama ve demagojiydi. İşin aslı bu. Aldatıcılık, göz boyama makyaj tazeleme diyoruz, bu biçimsel değişikliklerin hiç mi etkisi olmuyor­ du? Yıllardır tek yanlı şartlandırma ve beyin yıkama etkinliklerine muhatap olan, olan bir ideolojik-kültürel hegemonya altında bulunan toplumun bu sahte aldatıcı hareketten etkilenmemesi düşünülemez. ANAP, çoğu çevrece "sivil", "demokratik alternatif” olarak anlamlan­ dı, alkışlandı. Buna benzer bir dizi "’misyon" yükletildi. Buna dema gojik propagandaları eklediğimizde etkilenmenin derecesi daha iyi anlaşılıyor.

"Demokrasiye geçiş" aldatmacası rejime taze kan getirmiştir; top­ lumsal dayanaklara ve desteklere oturma olanağını vermiştir; sahte, kandırıcı, aldatıcı bir imaj elde etmiştir. Bu ne demektir? Cuntanın devamı ve en yetkin temsilcisi ANAP eliyle faşist rejimin eksik bı­ raktıklarını tamamlama, başarısız olduğu alanlarda politikasını yeni­ den deneme fırsatını ve uygun zemini vermiştir. Diğer bir deyişle, imaj tazelenmiş, taze kan almış, büyük bir çoğunluk taralından alkış­lanmış ANAP’ın, faşizmin icrasında pervasız, sınırsız davranması için daha elverişli bir siyasal fırsat/zemin oluşmuştur. Bu bağlamda bu "yeni" olmanın avantajını kullanarak cezaevlerine yeniden yüklenebi­ lirlerdi. Siyasal atasmfer dünden daha elverişliydi. Bundan yararlana­ caklardı. Toplumdan geniş bir destek ve yıpranmamış/diri bir güç alan ANAP’a kavuşan faşist rejim, saldırı için bundan daha uygun bir zaman ve zemin bulamazdı. Dolayısıyla, faşist rejim, zindanları bir muhalefet odağı olmaktan çıkarıp genel faşist tek tipleştirmenin bir parçası durumuna getirmek istiyordu, bunu genel bir operasyon biçi minde uygulayacaktı. Diyarbakır’a ilişkin özel politikaları belliydi, Eylül direnişi sonrası gelişmeler, onları yeniden bu politikayı şiddetle dayatmaya götürdü. I984’ün hemen başı siyasal açıdan kendileri için en uygun ve avantajlı bir dönemdi.

Toplumda henüz hiç bir kıpırtı yok. Suskunluk, korku, yılgınlık, pasifikasyon tamamıyla egemen. Faşizm, beyinleri-yürekleri fethet­ miş gibi. İnsanları düşürdükçe düşürmüş, ANAP’a yüklediği "sivil", “demokrat” imajlar da toplumda destek buluyor, en azından yutulu­ yor. Öyle ki, bazı çevreler için ANAP "umut" gibidir. Türk sol hare­ketleri koyu bir tasfiyeci lik ve güçsüzlük günlerini yaşıyor. Tasfiyeci liğin-mülteciliğin bir sonucu olarak Avrupa da geliştirdikleri eylemlilik de oldukça azalmış, etkisizleşmiş. PKK ülke topraklarında derinden faaliyetlerini yürütüyor, büyük bir atılımın, çıkışın eşiğinde olmasına karşılık, henüz siyasal etkisi gündeme gelmiş değil. Kısaca­ sı, gündemi rejimin kendisi belirliyor, toplum suskun, ama aynı za­ manda bir beklenti içinde, "demokrasiye geçiş" aldatmacasının ger­ çek olmasını bekliyor ve istiyor. Siyasal durum, güç ilişkileri vb. oluşumlar, her yönüyle faşist rejimin lehinedir. Yeni bir saldırı ve iş­ kence kampanyası önünde hemen hemen hiç bir engel yok! Tabii bü­ tün bunların zindan direnişleri için nasıl dezavantajlı bir siyasal ortam oluşturduğu gerçeği, kendiliğinden anlaşılıyor.

Ote yandan Eylül l983’ten Ocak I984’e kadar Diyarbakır da "iş­ kencesiz” bir dönem yaşandı. Bunun da epey propagandasını yaptılar, ailelerimize, kamuoyuna. Fazla olmasa da, dikkatlerin, ilgilerin Di­ yarbakır üzerinden uzaklaşmasını getirdi. Gerçi öyle 1-2 aylık bir "ra­ hat" dönemle Diyarbakır zindan imajını -işkence ve vahşet demektir- değiştiremeyeceklerdi. Bu açıktı. Yine de 1-2 aylık "işkencesiz" dö­nemi bir koz olarak kullanacaklardı. Bunu, "teröristler rahat durmu­yor, olay çıkarıyorlar’ vb. açıklamalara dayanak yapıp saldırılarını meşrulaştırmaya çalışacaklardı.

İşte, 12 Eylül faşist rejimi, kendine göre bu uygun siyasal koşul­ ları, Diyarbakır’a teslimiyet ve ihanet politikasını daha geniş ve bü­ yük bir saldırı ile dayatmada uygun bir fırsat olarak değerlendirecek­ tir.

3

FAŞİST-SÖMIJRGECİ YÖNETİM

OCAK SALDIRISINA GEÇİYOR:

OCAK DİRENİŞİ İLE KARŞILIĞINI BULUYOR

Diyarbakır’dan başlamak üzere, 1984’iin başlarında, tüm Türkiye ve Kürdistan cezaevlerinde genel bir saldırı politikasının yürürlüğe konulduğunu görüyoruz. Bu saldırıların ortak bir noktası var: Tek Tıp Elbise konusu. Diyarbakır’la diğer cezaevleri arasındaki bu ortak nokta, görünüşte öyledir. Özde, esasta ise temelli farklılıklar var. Di­ yarbakır zindan politikasının kendine özgü nitelikleri, hedef ve amaç­ ları söz konusudur. Bu noktada. 1984 Ocak’ında Diyarbakır’da günde­ me konulan saldırı ve vahşet boyutlarındaki işkencenin esas amacı neydi? Esas amaç tek tip elbiseyi giydirmek miydi? Ocak saldırısının ve ona karşılık verilen Ocak Direnişinin siyasal anlam ve kapsamının yerli yerine konulabilmesi, çözümlenebilmesi için bu sorulara yanıt verilmelidir.

Çalışmamızın birinci bölümünde faşist cuntanın zindan politika­ sını ve pratiğini tüm öğeleriyle çözümlemiştik. Bunları bu bölümde yenilemeye gerek yok. Bu politika, en genel ifade ile teslimiyet ve ihanet politikası olarak tanımlanıp özetlenebilir. Bu politikanın Kürdistan’da yürütülen ulusal imha politikasının en yoğun, en katmerli, özgün ve özel bir biçimi olduğunu da vurgulamıştık. Bunun, halkımız, partimiz ve ulusal kurtuluş mücadelesi için ne anlama geldiğini de. Diğer direnişlerin temeline dayanan ve onlara eklemlenen tüm dire­ nişlerin en üst düzeydeki sentezi olan Eylül Direnişinin, faşist rejimin Diyarbakır zindan politikasını, yani teslimiyet ve ihanet politikasını nasıl püskürttüğünü, işlemez kıldığını ve pratikte iflasını nasıl ilan etliğini bir önceki bölümde açıkladık. Eylem gücümüzün elverişli ko­ şullarla birleşmesi sonucu, faşizm boyun eğmek zorunda kalmıştı. Ancak şimdi (1984), koşulları, güç dengelerini bir saldırı için uygun buluyordu. Saldırı ile dayattığı politika, daha önce denediği, belli za­yıf unsurlar üzerinden kazandığı, ancak direnişimiz karşısında iflas eden tesli­ miyet ve ihanet politikasıydı.

Pratikte istedikleri, dayattıkları buydu. Önce teslim alacak, ehlileştirecek, tövbeye getirecek ve ardından ihaneti bindirecekti. Bu, ya­kın geçmişimizin (’81-’83) yeniden dayatılması ve yaşatılması operas­ yonundan başkası değildi. Zaten zindan politikası, tüm Kürdistan tarihinin en yoğun ve katmerli bir tarzda birkaç yıla sıkıştırılarak bize yeniden yaşatılmasıydı. Aralık ayının içinde başlayarak dayatılan uy­ gulama, askeri kural ve yaptırımlar geçmişte tanık olduğumuz tesli­miyet kurallarıydı. Bu, öncelikle karşı-devrimci otoritelerini yeniden kurmak, egemen kılmak ve pekiştirmenin de adımlan oluyordu.

Saldırı ve işkence doruk noktasına sıçradığında, istenen dört başı mamur bir teslimiyetti. Her şey teslimiyet içindi, işkence de, saldırılar da, hak gaspları da, her türlü insanlık dışı uygulama da! Gerçi süreç içinde tek tip elbise de dayatılacaktır, ancak bu, hiç bir zaman ve aşa­ mada öne çıkmayacak, politika ve uygulamalarının odağına oturma­yacaktır, bu nokta önemlidir. Diyarbakır’ın diğer cezaevlerinden fark­ lılığını \vurgular. Politikanın, somut uygulamaların ve dayatmaların odağında hep teslimiyet ve ihanet istemi ve hedefi olmuştur. Diğer cezaevlerinde tek tip elbise, uygulamaların ve dayatmaların odağında iken, Diyarbakır’da tek tip elbise (TTE) hiçbir zaman öne çıkmaya­ cak, tali planda kalacaktır. Esas olarak TTE, Diyarbakır’da bir amaç olmaktan çok, teslimiyet ve ihanet amacına varmada bir araç olarak kullanılacaktır. (Bu temel nokta ilende ayrıntılandırılacaktır.)

Evet 1984’ün başında, faşist rejimin, cezaevlerinin büyük bir bö­ lümünü kapsayan bir genel saldırısı gerçekleşti. Başta da Diyarbak ır’da… Ardından Mamak ve diğerleri gelir. Genel kanı, bu saldırının bir TTE saldırısı okluğu yönündedir. Bu kanı, gerçekliğin sadece bir yanını/boyutunu ifade eder. Diyarbakır’da gündemleşen ve vahşetle yürütülen saldırının TTE odaklı olmadığı bir olgudur. TTE dayatması Diyarbakır’da da olmuştur; ama bu öne çıkmadığı gibi, teslimiyet ve ihaneti yerleştirip kurumlaştırmada kamufle edici bir araç, saldırıları meşrulaştırmada, hedefini saptırmada bir malzeme olarak kullanıl­ mıştır. Bu ayrımı, temel farklılığı kavramak için, öncelikle sağlıklı ve doğru bir Kürdistan yaklaşımına ve perspektifine sahip olmak gereki­ yor. Yoksa Diyarbakır’ı Türkiye’nin herhangi bir cezaevi olarak gö­ ren yaklaşımların, anılan bu farklılığı yakalamaları olanaksızdır.

Somut gelişmeler ve olaylar anlatıldığında, değerlendirildiğinde TC’nin ocak saldırısı ve bizim direnişimizin siyasal anlamı ve boyut­ ları daha iyi ve kapsamlı anlaşılmış olacaktır.

Diyarbakır zindanlarının yeniden bir saldırıya, kıyıma ve vahşete sahne olduğu süreç 3 Ocak 1984 günü başladı. Öncesi gelişmeleri bu­ na hazırlık ve birikim olarak değerlendirmek gerekiyor. 3 Ocak 1984 günü görüşe çıkan arkadaşlar eskiden olduğu gibi aileleriyle Kürtçe konuşmaya başlıyorlar. Askerler müdahale ediyor, arkadaşlar ise Kürtçe konuşmada ısrarlı davranıyorlar. Bunun üzerine askerler veri­len emirle saldırıya geçiyorlar, arkadaşlara işkence yapmaya başlıyor­lar. İşkence gören arkadaşlar, "Kahrolsun İşkence!", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!" vb. sloganlarla karşılık veriyorlar. İşkence gören arkadaşların slogan sesi cezaevinde işkencenin başladığının somut bir işaretiydi. Bu, aynı zamanda direnişin başladığının da… Öyle kararlaş­ tırılmıştı çünkü. İşkenceye karşı hemen slogan atılacak, bunu duyan her arkadaş veya koğuş sloganla protestoya katılacak, sessiz kalmaya­ cak. Bir anda tüm cezaevi direniş sloganlarımızla sarsıldı, inledi…

Böylece Diyarbakır, bir insanlık trajedisine daha sahne oluyordu. İşkence ve vahşetle ünlenen Diyarbakır, bu ününe ün katacaktı!

Bu, i şin bir boyutudur. Öteki yüzü de var. Diyarbakır aynı za­ manda görkemli, destansı bir direniş odağı olacaktı. Tarihimizde onurlu bir sayfa daha açıkdı. Savaş tutsaklarının saldırılara karşı bu toplu ve sert karşılığı doğaldı, anlaşılır bir şeydi. Onların zindan şe­hitlerine andı vardı, onların anılarına bağlılık diye bir sorumlulukları vardı. Parti bayrağını her türlü teslimiyetçi ve tasfiyeci harekete karşı canı pahasına dalgalandırma, yaşatma ve yere düşürmeme gibi soylu görevleri vardı. Bütün bunlar PKK savaş tutsaklarının varlık nedenle­ riydi, partili yaşam tarzının olmazsa olmaz zorunluluklarıydı. Direniş için yeterince bilgi, deneyim ve birikim mevcuttu, geçmiş hata ve za­afların tekrarı kesin politik intihar olacaktı, hiç bir güç geçmiş suçlan tekrarlamamızı affedemezdi, buna yetkisi yoktu çünkü.

Görüş yerinde yapılan işkenceye karşılık slogan atılmasıyla birlikte Ocak Direnişi de başlamış oldu. Bu bir an değil, bir süreçti, bir dizi olay ve gelişme tarafından döşenen bir süreç…

35. koğuş direniş kontrolünü ve yönetimini hemen üzerine aldı ve direnişin bundan sonraki gelişmelerini yönlendirmeye başladı. Slo­ ganlar periyodik bir şekilde atılıyordu. Bu periyotlar arasında idare ile diyalog yolu araştırıldı. Saldırıların amacını, ayrıntılarını öğren­mek, arılamaya çalışmak istiyorduk. Gerçekleşecek bir konuşma ile belli ipuçları yakalanabilirdi. Gerçi idarenin yönelimi Aralık ayından itibaren belli olmuştu. Ancak saldırıyla birlikte daha somut ipuçları yakalamak, önlemler açısından önemliydi. İdareye yapılan başvurular sonuçsuz kaldı, herhangi bir yanıt da vermiyorlardı. İşkenceye fiili olarak başlamaları zaten ipleri koparmanın, savaşı ilan etmenin açık ifadesiydi. İdareye yapılan başvurular sonuçsuz kalınca gerekli ön­ lemler alındı ve koğuşlara bildirilmeye çalışıldı. Çalışıldı diyoruz, çünkü koğuşlar arası iletişim başlı başına bir sorundu ve bundan dola yi bir dizi aksaklığa, yanlış anlamlara yol açacaktı. Tüm aksayan ve işlemeyen yanlarına karşın koğuşlarla iletişim kurulabildi. Kimi za­ man gönderilen bir haber veya bilgi en son koğuşlara değişerek gitme pahasına da olsa…

Olası bir saldırı ve koğuş baskınına karşı alınan ilk önlem kapıla­rın arkasına barikat kurmaktı. Baskın ve saldırılar bu barikatı aşmamalıydı. Yemekler alınacaktı, karavana dışarı verilecekti, sayım veri­ lecekti, ancak birkaç asker ve görevli ile olmak koşuluyla. Barikatlar hem sağlam olmalı, hemde bu gibi işler için birkaç kişinin geçebile­ ceği kadar açılıp-hemen kapanabilen belli bir portatif özelliğe sahip olmalıydı. Hemen hemen tüm koğuşlarda barikatlar bu temelde kurul­du. 35’te hücre kilitleri kapatılmıştı, açmalarına ve diğer dayatmalara karşılık fiili direniş esastı, bunlar reddedilecekti, sloganlar belirlenen aralıklarla ve merkezi bir şekilde atılacaktı, herhangi bir koğuş baskı­nında veya işkence durumunda kapı dövme ve slogan atma kesintisiz sürecekti, işkence seansı sona erinceye kadar. Ayrıca, koğuştan dışarıy­ a adam verilmeyecekti. Hareket tarzında mümkün olduğunca mer­ kezi davranmak gerekiyordu. Bireysel çıkışların ve tutumların fazla bir anlamı olmayacaktı.

İlk gün (3 Ocak), görüş sırasındaki işkence dışında bir saldırı ola­yı yaşanmadı, koğuşları da basma girişiminde bulunmadılar. Akşam yemeğini de vermediler. Belli ki, daha büyük bir saldırının hazırlığı içinde idiler. Birkaç gün içinde komando birlikleri ile doldurdular ce­zaevini, itfaiyeyi de sürekli hazır bulunduruyorlardı. Operasyonların fiili yönelimini kolordu üstlenmişti, üst rütbeli subaylar (Albay vb.) işkence ve koğuş baskınlarının başında yerini almışlardı.

Bu ara cezaevi müdürü (Bnb. Birol ŞEN), cezaevi hoparlöründen kendi cezaevi programını-kurallarını (bir dizi talimat-günlük yaşam ve askeri- Kemalist eğitim ile ilgili) okudu. Koğuş koridorlarına da as­ tırdı. Salt teslimiyet programını okumakla ve bizi bunlara uymaya tehdit etmekle kalmadı, aynı zamanda pişmanlığa, tövbeye ve itirafa da çağırdı. Devletin büyüklüğüne ve bağışlayıcılığına davet etti. An­ cak o zaman rahat edebileceğimizi, insanca yaşamaya hak kazanabi­ leceğimizi açıkça ve dolaysız bir ifade ile vurguladı. 1-2 aylık "rahat" dönemi hatırlattı ayrıca. Ancak biz bu "rahat"lığı suiistimal etmişiz, ideolojik çalışmalar için kullanmışız, Türk ordusunun ideolojik çaba­lara izin vermeyeceğini de tehditler, hakaretler savurarak belirtti. Kı­ sacası, faşist yetkili, katil müdür programını okudu, bizi teslimiyet ve ihanete çağırdı, bununla birlikte tehdit ve gözdağı ile işkencenin yanı sıra psikolojik-sinir savaşını da açmış oldu.

Dayatılan belliydi, istenilen çok açıktı. Bu, yazılı olarak belge­ lenmişti, sözlü olarak tüm cezaevine ilan edilmişti. Yabancısı değil­dik dayatılan programın. Lafzı ve ruhu ile pratik uygulamalarıyla biliyorduk, yaşamıştık çünkü. Dayatılan program 1981-1983 döne­minde yürürlüğe konulan ve belli bir başarı kazandıkları teslimiyet ve ihanet programıydı. Fiili olarak ortadan kaldırılan Eylül Direnişi kaza nımlarının ve hakların bu gaspı, kurumlaştırılmak isteniyordu.

Saldırının ilk günlerinde TTE de dayatıldı. Tek tek koğuşları do­laşarak, bakanlığın TTE giydirme emrinin olduğunu ve bunların her tutuklunun giymek zorunda olduğunu söylediler. Bu, saldırıları gizlemede, amacını saptırmada ve dolayısıyla direniş potansiyelini olumsuz yönde etkilemede etkili bir araç olacaktı.

Ve koğuş baskınları başlıyordu. Tam bir savaş düzeni içinde eli sopalı, kalkanlı, tazyikli su vb. bir donanımla koğuşları birer birer basmaya başladılar. Önce tazyikli su sıkılıyor ve ardından barikatlar sökülüyordu. Açılan gedikten koğuşa dalan onlarca komando içerde­ kileri tam bir vahşetten geçirmeye başlıyor ve koğuştan spor salonuna sürükleyerek, döverek, kafasını-gözünü yararak götürüyorlardı. Bir de spor salonundaki ekip işkenceyle tutsakları yere yıkıyor üzerindeki giyecekleri parçalıyor ve zorla Tek Tip Elbiseyi giydiriyordu. İş bit­ miyordu burda. TTE giydirmek esas amaç değil. Sadece bir araçtı. Bu kez teslimiyet programı dayatılıyor. Vahşi bir işkence eşliğinde… Uy­mayı kabul edenler ile teslimiyeti reddedenler spor salonunda ayrıştı­rılıyor. TTE giyen ve teslimiyet programına uyacağını kabul edenler koğuşlarına geri getiriliyor. Teslimiyeti reddedenler, TTE’yi orada çı­karıp parçalayanlar ise 36. koğuşa dolduruluyor, yani hücreye.

Bu vahşi ve barbar uygulamanın sonucuna baktığımızda, teslimi­yet programının yaşama geçirilmesinin politikanın odak noktası oldu­ğunu, buna eşlik eden TTE dayatmasının ise amaca varmada bir araç olduğunu görüyoruz. Yaşanan diğer bir olgu, bu vahşet karşısında dö­ külmelerin olduğudur. Koğuş mevcudunun yarıya yakını ya da yarı­ dan çok sayıda kişisi hem teslim oluyor, hem de TTE giymiş oluyor. O halde koğuş baskınlarının ve gerçekleşen vahşetin, teslimiyeti he­men örme ve kısa sürede gerçekleştirme amacında olduğu rahatlıkla görülüyor. Yani teslim almayı uzun bir zamana yayma diye bir taktik değil, yıldırım hareketiyle anında gerçekleştirme çabalan var.

Koğuş baskınları tüm vahşetiyle sürüyordu, bunun sonucu kitle­sel teslim olmak da buna eşlik ediyordu. Bu yönüyle gelişmelerin di reniş aleyhinde seyrettiği söylenebilir. Tehlikeli bir gidişti aslında. Fi­ ili direniş, fiili karşı koyma dışında ne gibi direnişçi önlemler, yön­ temler devreye sokulabilirdi? Tam bir savaş düzeniyle ve vahşice ko­ ğuş baskınları yapıyorlardı, ancak günde 1-2 veya 3 koğuş basabili­yorlardı. Karşılarında aynı şiddette bir direniş de sergileniyordu. Bu durum, direnişçi önlemleri de dayatıyordu, saldırı ve şiddetin hızını kesmek için.

İlk koğuş saldırısı ve baskınıyla birlikte koğuşları ateşe verme, yangın çıkarma eylemi gelişti. Bu eğilim merkezi onay gördü. Bas­ kınla birlikte kimi koğuş yangın çıkardı, bu arada bazı arkadaşlar da kendini yakarak vahşeti protesto ediyorlardı. Bu tür eylemlerde ağır yaralanan, ölümün eşiğinden dönenler de oldu. Dur-durak bilmeyen vahşet karşısında kendini yakmanın yanı sıra asarak protesto eylemle­ rinde bulunma olayları da gelişti. Yılmaz DEMİR ve Remzi AY TÜRK bu yolla saldırıları ve işkenceleri protesto eden, tutsaklara di­ reniş çağrısı yapan arkadaşlardı. Ocak Direnişi ilk kanını dökmüştü, direnişimiz daha da kızıllaşmıştı böylece. Bu ayni zamanda direnişin çok çetin, acılı ve büyük özveriler pahasına gelişeceğini gösteriyordu.

Tanı bir isyan durumu yaşanıyordu. Saldırılar, koğuş baskınları ailelerimize ve kamuoyuna "isyanı bastırma ve tek tipleri giydirme operasyonu" olarak yansıtılıp meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Yangı­ nın alev ve dumanları dışardan gözlemlenebiliyordu. Dolayısıyla, sal­dırıların amaç ve esas yönünü saptıran propagandaları, belli bir etkide bulunabiliyordu. Bu, aleyhimize bir durumdu. İşkence ve saldırıların sınırsız ölçüsüz bir pervasızlıkta sürmesinde bu durumun bir etkisi vardı denilebilir. İsyan durumu, yangınlar, barikatlar, fiili direniş ve karşıdan gelen saldırı ve işkenceler, günlük yaşamı belirleyen belli başlı öğelerdi. Sloganlar, kapı dövmeler, karşı koymalar biçiminde somutlanan fiili direniş, kendini yakmalar ve canını feda etme vb. ey­ lemlerle boyutlanmasına karşın, faşist saldırıları, vahşet düzeyindeki işkencelerin hızını, dozunu kesmede bir etkide bulunamıyordu, en azından kısa vadede. Şiddet, sınır tanımıyordu, kıyıma yönelik sürü­yordu. Bunun bir sonucu olarak düşmeler, teslim olmalar da kitlesel boyutlarda gerçekleşiyordu.

Bu noktada belli önlemler alınmalıydı. Direniş takviye edilmeliy­ di. En önemlisi isyan boyutlarında seyreden direnişi, normal bir dire­ niş düzeyinde sürdürmek gerekiyordu. İsyanı uygun bir biçimde fiili direnişe dönüştürmek sanıldığı kadar kolay değildi. Öyle de olsa çare tükenmiş değildi. Ama nasıl?

 

4

DİRENİŞİMİZ BOYÜTLANIYOR,

EN ETKİLİ VE VURUCU SİLAHINI ATEŞLİYOR:

ÖLÜM ORUCU

13 Ocak 1984 gününde başlamak üzere ölüm eylemi kararına va­ rıldı. Kitlesel direnişte belli dökülmeler oluyordu, bu anlamda belli bir baş aşağı gidiş söz konusu olmuştu. Öncelikle bunu durdurmak gerekiyordu. İkincisi, saldırıların hızını kesmesini ve dozunu böylece düşürmesini varsayıyorduk. Bunların bir sonucu olarak Ocak Direnişi­ nin en etkin silahını ateşlemek düşünüldü. Öte yandan, direnişin belli bir güvenceye ve sonucu tayin edecek donanıma kavuşması gereki­ yordu. Kısa ve uzun vadede düşmanı geriletmenin en etkin ve vurucu silahı ölüm orucuydu çünkü. 14 Temmuz ve Eylül bunun en açık ka­ nıtıydı.

Ölüm orucu merkezi olarak planlandı. Gruplar biçiminde başla­yıp sürecekti. İlk grup belli bir süre yol aldıktan sonra 2. veya daha sonra gerekirse 3. grup takviye güç olarak katılacaktı. Bizim dışımız­ da diğer gruplardan Partizan’dan (TKP/ML) bir grup, Rızgari ve Kaw a’dan ve DY’den birer kişiyle gruplar eyleme katılmışlardı. Program dışı katılanlar da oldu tabii. Ama bunların büyük bir çoğunluğu eyle­ mi bıraktı.

Burada bir konuyu açmakta yarar var: Ocak Direnişi sürecinde ölüm orucu eylemine program dışı ve kendi kafasından katılanlar ol­ du. Çok sayıda. Bunların çoğu, şiddetli baskı ve işkencelerden zarar görmemek için, ilk saldırıyı böylelikle savuşturmak için ölüm orucu eylemine başlıyorlardı. Bu tipler, kısa bir süre sonra eylemi bırakıyor­ lardı. Dolayısıyla çok yönlü bir olumsuzluk sergiliyorlardı. Eylemin saygınlığını ve ciddiyetini gölgeliyorlardı böylece. Düşman da artık bu gibilerin zaafını ve “kurnazlığını” kavramıştı. Devrimci tutsaklar için puan kaybedici bir durumdu, kısacası!

Bunu belirttikten sonra devam ediyoruz konumuza. Ölüm orucu­ nun programı çok açıktı ve netti: Eyl ül Direnişinin elde ettiği kaza­nımları, hakları ve değerleri korumak ve güvence altına almak. Bu, yürürlükteki saldırıların, işkencelerin ve baskıların, hak gasplarının kesin sona erdirilmesi, teslimiyet ve ihanet politikasının püskürtülme­si, en asgari insani koşullar ve değer temelinde bir cezaevi yaşam sta­ tüsü anlamına geliyordu. Bu tür amaç ve hedefler uğruna ölüme yat mıştık. Teslimiyet ve ihanete karşı bir kez daha bedenlerimizi siper etmiştik. Fiziki ve siyasal ölümü dayatan düşmana karşı, yine ölüm silahını ateşlemiştik. Bu noktalar eylemin esas amaçları ve istemleriy­ di. Bir de kısa vadeli güncel beklentileri vardı. Şöyle ki:

– Saldırıların hızını kesmek, dozunu düşürtmek,

– İsyan durumundan normal-fiili bir direniş durumuna gerekli ge çişi yapma olanağını yakalayabilmek,

– Baş aşağı gitme belirtisi gösteren kitlesel fiili direnişi güçlendir mek, temel silaha ve güvenceye kavuşturmak,

– Kitleye moral doping yapmak; güven, direnç ve dayanma eği limlerini güçlendirmek,

    • Direnen kitle için bir tutamak yaratmak.
    • Direnişte inisiyatifi geliştirmek ve güçlendirmek vb…
Bu noktalar da bizim ölüm orucundan hemen beklediğimiz etki lerdi. Bazıları gerçekleşecek, bazıları ise gerçekleşmeyecektir. Örne ğin, isyandan fiili direnişe geçişi yapamadık, saldırıların hızı ve dozunu keasmedik.

Gerek kısa vadeli beklentiler, gerekse esas istem ve hedefler acısından ölüm orucu kararı doğru, yerinde verilmiş bir karardı. Kaçınıl maz hır zorunluluk haline gelmişti.

Yeri gelmişken bir noktanın altını çizelim: Ölüm orucuna başla­ dığımızı ve eylemin gerekçelerini, hedef ve istemlerini kapsayan di­ lekçe 13 Ocak 1984 günü idareye verilmiştir. Söz konusu bu eylem dilekçesinde TTE konusuna değinilmemiştir. Bir saldırı aracı olarak kullanıldığı, saldırılan meşrulaştırmada bir malzeme olarak yararla­ nıldığı açıklanmakla birlikte, eylemin bir istemi olarak söz konusu yapılmamıştır. Yani, dilekçede sıralanan istemler arasında TTE konu­ su yoktur. Bu, unutulmuş, gözden kaçmış bir konu değildir. Bilinçli bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın nedenleri şöyle özetlenebilir: TTE konusu o güne kadar öne çıkmadı, saldırıların odağında teslimi­ yet ve ihanet programı vardı. Dolayısıyla vuruş bu nokta üzerinde yo ğunlaştırılmalıydı. Direnişin de TTE odağına oturmaması anlaşılır bir şeydir, neden-sonuç ilişkisinin bir gereğidir. Öte yandan, TTE konu­ sunu ÖO eyleminin istemleri içinde belirtmek, eylemi bir noktada tı­kayabilir, düğümleyebilirdi. Bu olası bir tehlike idi. Dolayısıyla bu olası tehlike işin başında önlenmiştir. Tüm bunlar doğal olarak, bizim TTE dayatmasından rahatsız olmadığımız anlamına gelmez. Bizim yaptığımız, güç ilişkilerindeki ve dengelerindeki aleyhte bir gelişme­ nin eylemi TTE konusunda düğümleyebileceği olasılığı karşısında başvurulan esnek bir yaklaşımdan başka bir şey değildir.

Planlandığı biçimde başlayan ve süren ölüm orucu, ilk planda düşman tarafından pek dikkate alınmadı, saldırıların dozunu düşür­ mede etkide bulunmadı. Ölüm orucuna, kendini asma eylemlerine ve saldırılarda onlarca kişinin yaralanmasına ve bir arkadaşın işkence al­tında can vermesine karşın, koğuş baskınları ve işkence, dozundan ve hızından bir şey kaybetmedi. Kitlede çözülme başlamıştı. Bir şeyler yapılmalıydı. Ama ne yapılmalıydı? Ne gibi önlemler alınabilirdi?

5
Tek tip elbiseyi giyme taktiği, Bir tavizi

Ocak direnişinde en çok tartışılan ve eleştirilen konuların başında TTE giyme konusu gelmektedir. En çok çarpıtma ve saptırmalarda yi­ ne bu konuda yapılmıştır. En az kavranan konuların başında da yine bu gelir. O bakımdan konuya biraz daha yakından ve ayrıntılıca yak­laşmak gerekiyor.

Diyarbakır zindan gerçekliğinin şu veya bu boyutu, sürecin şu veya bu öğesi tanımlanırken bütün ile olan bağlantıları ve ilişkileri bağlamında ele alındığında doğru yakalanmış olur. Süreçten, süreci oluşturan özden soyutlanmış şu veya bu parçanın, olayın değerlendi­ rilmesi kesinlikle yanlışa götürür. TTE olayına da bu bağlamda ve perspektifle yaklaşmak gerekiyor. Somut gerçeklikten soyut ve kopuk olarak ele alındığında elde edilen değerlendirme kesinlikle doğru ve sağlıklı olmaz. O halde dönemin somut koşullarına ve karşılıklı güç ilişkilerine bakalım öncelikle.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, koğuş baskınları, işkence ve sine­ma salonunda işkence eşliğinde TTE giydirilmesi ve kitlenin ayrıştı­rılması süreci sonunda, kitlede önemli oranda düşmeler, teslim olma­ lar meydana geliyordu. Kurallara uyma (teslimiyet) ile TTE’nin giydirilmesi at başı gidiyordu ve bu konuma düşürülmüş kişiler dire­ nenlerden ayrıştırılıp ayrı koğuşlarda tutuluyordu. Bu kurallara uyan ve TTE giymiş koğuşlarda, askeri ve şoven eğitim yaptırılıyordu, Emir-komuta zincirinin bir halkası durumuna getiriliyorlardı. Tesli­miyet programını kabul eden aynı zamanda TTE’yi de giymek duru­ munda kalıyordu. Ocak’ın sonlarına doğru gelindiğinde, teslim olan­lar genel mevcudun yarısını bulmuştu, hatta yarısını geçiyordu. Bu eğilim giderek güç kazanıyordu. Eylül Direnişini yaşamış bu kitle, henüz 3 ay gibi kısa zaman geçmeden nasıl oluyordu da teslim olabi­ liyordu? Hem de tek bir işkence operasyonunda. Bu durumu nasıl açıklamak gerekir? Kitle teslim olmanın kurtuluş olmadığını biliyor­ du, geçmiş tecrübelerinden. Ancak ideolojik ve politik düzeyi belliy­ di. Geçmiş teslimiyet ve vahşet döneminin ağır etkisinden kurtulabil­ miş değildi, soluklanma fırsatı bulamamıştı, kendini toparlamadan şiddetli bir saldırıyla yüz yüze gelmesi, onun dayanma gücünü aşıyor­du. Kimisi de saldırıların ve işkencenin esas amacını ve yönelimini kavramadan, TTE için direnmeyi anlamsız buluyordu. Bütün bu ne­denleri ve etkenleri bir araya getirdiğimizde kitlemizdeki kitlesel dü­ şüşlerin nedenleri daha iyi anlaşılır. Kitlenin dayanma-direnme gücü­ nün sınırlı oluşu olumsuz bir olguydu. Dolayısıyla direnişin giderek bir avuç insanla (kadro) sınırlı kalma tehlikesi belirmişti. Hatla bazı arkadaşlar, bu kötü gıdısı, "’8I deneyini yeniden mi yaşayacağız. Tarih tekerrür mü ediyor" biçiminde ifade ediyorlardı.

Belli gruplar ve bizim kitlemiz içinde, "’TTE için direnmem, ama işkenceye karşı direnirim. TTE: için direnmenin fazla bir anlamı yok" vb. biçimde belli bir eğilim de gelişiyordu. Bu eğilim hem kurallara uyanların içinde, hem de direniş safında olanlarda vardı. Yanılgılı bir tutumdu. TTE zaten saldırıların odağında değildi. Her şey teslimiyet programı için yapılıyordu. TTE bir araçtı, saldırıların yönünü saptıran bir araçtı. Bu gerçekliği kavramak için fazla hır siyasal tahlile de ge­rek yoktu. Tüm çıplaklığı ile gelişmeler ortadaydı. Ama sığ ve yüzey­sel yaklaşımlar yanılsamalı sonuçlara götürebiliyordu işte.

Kitlesel boyutlardaki düşüşler, direniş inisiyatifinin zayıflaması sonucunu da doğuruyor, düşmanın cesaretini artırıyor, iştahını kabar­ tıyor, dolayısıyla saldırıların daha da pervasızlaşmasını getiriyordu.

İsyan durumu sürüyordu. Tüm çabalara karşın normal fiili direni şe gerekli ve uygun geçiş sağlanamadı. Düşman ”isyanı bastırma” ge rekçesiyle saldırılarını meşrulaştırma yoluna gidiyor, bu nokta dışta ve içerde etkili olabiliyor, bu "yasa” dayanağını ustaca kullanıyordu.

Ölüm orucu, kendini asma eylemleri, işkence sonucu ölüm ve yaralanmalar, yangınlar vb. tavırlar ve olaylar işkencenin hızını ve vahşet boyutlarında seyretmesini önleyemiyordu.

Kitlesel teslimiyet ve vahşet boyutlarındaki işkence umutsuzluk, belirsizlik moral bozukluğu, kendi gücüne güvensizlik vb. eğilimleri geliştiriyor ve teslimiyet eğilimini besliyor, kamçılıyordu.

Gelinen bu noktada, bu somut koşullar ve güç ilişkileri karşısında önümüze şu soru dikiliyordu: Teslimiyetin cezaevinin genelinde, en azından büyük bir çoğunluğunda yerleşmesine ve kurumlaşmasına göz mü yumulacaktı? Geniş bir kitle düşmanın her türlü saldırısına, teslimiyet ve tasfiyeci politikasına açık mı bırakılacaktı? Sorun salt bir prestij mi, yoksa teslimiyet ve ihanetin kurumlaşmasının önüne te­ melli bir set örmek miydi?

Madem ki sorun, salt bir avuç kadronun prestij sorunu değildi, tüm PKK kadro, taraftar ve kitlesiyle tutsakların düşman saldırı ve özüne karşı suç işlettirme politikasından kurtarmak sorunuydu; o za­man neler yapılabilirdi? Acilen yapılması gereken nelerdi, hangi tak­tiğe başvurabilirdik? Soruları uzatmak mümkün, ama yeterlidir. Alı­ nacak devrimci önlem hemen, acilen alınmayı ve yürürlüğe konulmayı dayatıyordu. Direniş kritik bir aşamadan geçiyordu çünkü. Beklemeye tahammülü yoktu.

Acilen yapılması gerekenlerin başında isyan durumuna son ver­ mek geliyordu. Düşmanın elindeki saldırıların esas amacını gizleme ve meşrulaştırma kozunu elinden çekip almalıydık. Saldırı ve işken­ cenin amaç ve hedefini daha açık, daha net ve herkes için anlaşılır ha­ line getirmeliydik. Dağılmaya yüz tutan inisiyatifi tekrar toplayabil meliydik. Ölüm orucu eyleminin öne çıktığı bir normal direniş düzeyine gerekli geçişi yapabilmeliydik. Düşüş gösteren direnisin bu eğilimini başta durdurup giderek yükselen bir yönelime dönüştürebil meliydik. Tüm bu acil beklentileri gerçekleştirmek için başvurulan taktık kuşkusuz koşulların ve güç ilişkilerinin bir yansıması ve dayat­ ması olacaktır. Belli bir tavizi, geri adımı ifade else bile böyle bir lak­ tiğe hemen başvurmak kaçınılmaz olmuştu.

Özgün koşullarını ve güç dengelerini-ilişkilerini, direnişin sorun­ larını ve zaaflarını, gündemdeki tehlikeleri ve inisiyatifin hepten yitişi olasılığını vb. durumları değerlendirerek TTE giyme kararına var­ dık. Bu karar bir tavizdi, bir geri adımdı. Ancak zorunluydu. Keyfi, öznel niyetlerin değil, somut güç ilişkilerinin, direnişin bağrında taşı­dığı zaafların bir ürünüydü. TTE giyme kararı bir taktikti; siyasal bir anlamı olan, kısa ve uzun vadeli beklentileri, nedenleri olan bir tak­ tıktı. Bir dizi değerlendirme, tartışıma ve hesap üzerine kurulu bir tak­ tik. Diyarbakır zindan gerçekliğinin özgün durumunun ve ilişkilerinin damgasını taşıyan bir taktik… Düşmanı darbelemede, yürüttüğü tesli­miyet ve ihanet politikasını geriletmede, püskürtmede bir araç rolünü oynayacak bir taktik. Daha büyük ve güçlü bir tarzda darbe vurmak için atılan bir geri adım…

Ta işin başında, ilke olarak TTE’yi giymeyeceğimizi söylüyor duk. Kararımız böyleydi. Ocak’ın sonlarında TTE giyme kararma gö­türen etkenleri ve koşulları yukarıda sıraladık. Özet olarak. Nedenle­ rini, beklentilerimizi, kazanç ve kayıplarımızı biraz daha açacağız Ancak önce kararın oluşumunu biraz daha ayrıntılandıralım. Bu ko­ nuda TKP/ML (Partizan )’nin iddiaları var. Y. Demokrasi’de dile getiri­ yorlar. Diyarbakır gerçekliğini çarpıtan, yanlış gösteren iddialar, daha doğrusu suçlamalardır.

24. koğuşta bulunan Mehmet ŞENER’in, 35. koğuşa, baskılara dayanamayıp TTE giyerek geldiğini yazan Y. Demokrasi, devamla şöyle diyor. Birlikte okuyoruz:

"35. koğuştaki kendi arkadaşlarını da tek tip elbise giymeye ikna etti. Elimizdeki en büyük silahımız olan tek tip elbise giymeme sila­hını idarenin eline vermiş oldu. Cezaevinin büyük bir kitlesini PKK kitlesi oluşturduğundan diğer azınlıktaki gruplarda tek tıp giyme zo­ runda kaldılar." (abç). (Y. Demokrasi. 7. sayı. 58. sayfa)

Y. Demokrasi yazarı, yaşanan gerçekliği kabaca çarpıtıyor. 35. koğuşta olup bilenleri bilmesi mümkün değildir. Çünkü o dönemde 35’te tek bir Partizancı dahi yoktur. Diğer gruplardan da öyle. Tek bir DY’li arkadaş vardı. O da ölüm orucu direnişinde şehit oldu. TTE giyme tartışmalarında Orhan KESKİN’in de (Devrimci Yoldan) görü­ şü alındı. Gelinen aşamada belli amaçlar uğruna giyilebileceği görü­şünü savunuyordu. Yani bu konuda aramızda bir görüş ayrılığı yoktu. Yeni Demokrasi yazarı 35’te olup bitenleri yaşamadığına göre, nere­ den öğrendi? Bizden böyle bir bilgi almadı. Geriye hayal gücü ile kurgulama kalıyor.

Bir kez, M. ŞENER’in TTE giyerek 35e geldiği kesinlikle doğru değildir. Arkadaş elbise giymiş değildi. Bu, o dönemde arkadaş aley­hinde çıkarılan dedikodulardan başka bir şey değildir. Öte yandan, PKK’nin TTE giyme kararını bireyselleştirmesi, bir kişi şahsında açıklaması en hafif deyimle hafifliktir, ciddiyetsizliktir. Örgütlü- merkezi bir gücü bireylerin tutum ve "ikna"larıyla gölgelemeye ça­ lışmak veya örgütsel olguyu ve işleyişi yok saymak kaba bir çarpıt­ ma olduğu kadar, belli hesaplara ve mesajlara da dönük bir çabadır.

TTE konusunda 35’teki kadroların görüşleri alındıktan sonra, di­reniş önderliği mevcut durumu değerlendirmiş ve giyme kararını ver­miştir. Bir taviz olduğunu bilerek. Belli amaçlar güderek, belli bek­ lentileri hesaplayarak. Y. Demokrasi’nin haksız yere suçladığı M. ŞENER arkadaşın bu kararın alımında hiç bir sorumluluğu yoktur. Sorumluluk direniş önderliğine aittir. Y. Demokrasi yazarının içyapı mızı ve işleyişimizi bu denli ayrıntılı bilmesini (!) nasıl yorumlama lı?!

Y. Demokrasinin ikinci bir iddiası, "ölüm orucundaki arkadaşla­ rın en büyük silahı elinden alınmış oldu" biçiminde somutlanıyor. Yani demek istiyorlar ki, "Biz TTE giyebilirdik, ama bir pazarlık ko­ zu olarak kullanmalıydık!" Bu, pragmatik bir yaklaşımdır, ilkeli de­ğildir. Dönemin -giyildiği günleri kastediyoruz- koşullarını, tarafların karşılıklı konumlarını ve güç ilişkilerini hesaba katmayan, zorunlu­ lukları göz önüne almayan bir yaklaşımları var. Kaldı ki, ölüm oru­ cunda elde edilmesi gereken hakları elde ettik, ek bir koza da ihtiyacı­ mız yoktu, kalmamıştı. Eylül Direnişinin kazanımları elde edilmiştir. Yani eylem planlanan hederlerine varmıştır. O halde "en büyük silah" bir koz olarak düşünüldüğüne göre ne işe yarayabilirdi ki? Kaldı ki sorun, TTE nin bir silah, bir koz olarak ele alınması değildi. Gelinen nokrada bu tavız taktiğinin siyasal anlamı ve sonuçlarıydı, bu taktiğe başvurmanın bir zorunluluk olup olmadığı idi. İsterdik ki. Partizan, tartışmayı bu nokta üzerine kurmuş olsaydı.

Aynı paragrafın devamında kendi kendisiyle çelişiyor, tutarsızlı­ ğını açığa vuruyor, dahası görüşlerini bulanıklaştırıyor. Cezaevinin büyük bir kitlesini PKK kitlesi oluşturduğundan diğer azınlıktaki gruplar da tek tip giymek zorunda kaldılar, iddiaları bu. Burada şu soru akla geliyor hemen: Y. Demokrasi yazarı (yanı TKP/ML) TTE’nin giyilmesine mi karşı, yoksa giyilebilir, ancak, bir koz olarak kullanılmadan giyilmesine mi? "Diğer gruplar giymek zorundu kaldı­ lar" ifadesi ise iç tutarlılıktan yoksunluğunu vurguluyor. Hem de hep­ ten giymenin yanlışlığını ima ediyor. Netsizlik, bulanıklık bilinçli ya­ratılmış olsa gerektir. Çünkü TKP./’ML, "Biz TTE giymekten yana değildik, ama azınlıktık, giymek zorunda kaldık" imajını yaratarak işin içinden sıyrılmayı deniyor ve kendi tavrını dış nedenlerle/ etkenlerle açıklamaya çalışıyor. Azınlık olmak, kendi bağımsız siya­setini uygulamamayı haklı göstermez, azınlık olmak başkalarının ka­rarının peşine takılmayı zorunlu kılmaz. Böyle bir şey, bağımsız siya­ set, grup olma olgusuyla çelişir, kendi kendini yadsıma anlamına gelir. "Giymek zorunda kaldık”-tabii PKK yüzünden!- açıklaması kendilerini kurtarmıyor. İddiasında,- ilkelerinde samimi ve tutarlı olanlar, azınlık olduklarına bakmaksızın bağımsız kararlarını uygular­ lar. Siyasal ciddiyet ve samimiyet budur. Bunu gerektirir. Mazlum Doğan, Diyarbakır zindanındaki faşist-sömürgeci vahşete karşı ko­ yarken tek bir kişiydi. Binlerce cezaevi kitlesi içinde DÖRT CAN, kendini ateşe verdi. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu altı kişi ile başla­ dı. Bunların hiçbiri, Diyarbakır zindanında çoğunluk değildiler. Hatta tamama yakın çoğunluk, bu yapılanlara dönüp bakma gücünü bile kendinde göremiyordu. ONLAR, azınlık mı, yoksa çoğunluk mu ol­ duklarına değil, doğru olana baktılar ve bir kişi bile olsalar yapılması gerekeni yaptılar. Ve belirleyici olan da, teslim olmuş çoğunluk değil, kişiler düzeyinde süren doğru devrimci direniş oldu; böyle bir direni­ şi öngören siyasal çizgi ve bunun pratik uygulanışı zaferi yarattı, ka­ zandı. Diyarbakır zindanında vahşeti yıkan ve bu vahşet altında sin­ miş olanlara ayağa kalkma gücünü veren bu "azınlık" eylemleri oldu. Demek ki sorun, az ya da çok olmada değil, doğruyu temsil etmede, koşullara uygun olan devrimci politikayı uygulamadadır. Gerçek olan budur. Kısacası, diğer grupların TTE giymelerini biz zorlamadık. Bi­zim kararımız onların tavırlarının gerekçesi olamaz. Onların TTE giy­ meme tavrı önünde hiç bir engel yoktu. Tabii bütün sonuçlarını göze almak kaydıyla…

TTE giyme kararımızı eylem süresi içinde (hastanede) ve direniş sonrasında ayrıntılı olarak TKP/ML’lilere açıkladık. Esasta/özde bu karanı karşı çıkmadılar. Ancak "ölüm orucunda pazarlık konusu ya­pabilirdik" dediler. Eleştirileri sadece bu noktaya idi. Şimdi ise "zo­ runda kaldık biçiminde kıvırtmalara gidiyorlar. Oysa o zaman kara­ rımızın özüne katılmışlardı. Somut gerçekler bunlardır…

Bu tür kararları almak kolay değildir kuşkusuz, geri adım atıyor­sun belli amaçlar uğruna. Bunun siyasal anlamını açıklamak, kitleyi buna ikna etmek, hazırlamak öyle basit değildir, zaman gerektiriyor. Daha önce kitleyi, “giymeme" yönünde hazırlamaya çalışıyorsun, bu yönde çalışma yapıyorsun. Koşullar değişiyor, güç ilişkileri zorluyor. Zorunlu olarak eski talimatın tersi bir karar almak durumunda kalı­yorsun. Bu kararın hemen tüm anlamı ve özüyle bilince çıkarılması zordur, belli bir bilinç düzeyi gerektirir hemen kavramak için. O ba­ kımdan da ilişkilerimizde ilk planda olayın özünü kavramamaktan kaynaklanan, yeni değişikliğin anlamını anlayamamaktan kaynakla­nan bir şaşkınlık, taktiğe tepki biçiminde eğilimler/tavırlar gözlem­ lendi. Ancak işin aslı, özü ve nedenleri açıklanıp kavratıldıkça kara­ rın doğruluğuna inanç da gelişti. İlk şaşkınlık ve tepkiler giderildi. Tereddütler aşıldı.

Evet, bir daha vurguluyoruz: Sorun salt bir avuç kadronun TTE giyme ve giymeme sorunu olsaydı, işler çok kolay olacaktı. Sorun ce­ zaevinde teslimiyet statüsünün yerleşmesine ve kurumlaşmasına izin verecek miydik, vermeyecek miydik? İşte can alıcı/yaşamsal sorun buydu bizim için. Eğer geniş bir kitleyi düşmanın insafına terk etme sorumsuzluğu göze alınabilseydi, kadrolar TTE’yi ne pahasına olursa olsun giymeyecekti. Bu konuda her türlü direnişi de göstereceklerdi. Direnişin en iyisi ve görkemlisi sergilenebilirdi. Ama can alıcı soru­numuz prestiji kurtarmak değildi, kitleyi düşmanın çeşitli saldırıları, yönelimleri ve tasfiyeciliğinden kurtarabilmekti! O bakımdan kafalar bu yaşamsal nokta üzerinde yoğunlaşacak, bu amaca dönük önlemler araştırılacaktı. Bu, anlaşılır bir şeydir; partiyi temsil etmenin, çizgi adamı olmanın, sorumlu davranışın kaçınılmaz bir gereğiydi.

Devam ediyoruz. Tek tip elbise giyme kararından acilen -hemen neler bekliyorduk? Kısaca ana çizgileriyle açıklayalım:

    • Saldırıların ve işkencenin teslimiyet ve ihanet boyutunu en geri unsurlar için bile açığa çıkarıp gerçek haline getirmek. Böylece bu gi bi unsurları ant-işkence odaklı direnişe çekmek, ikircikli olanları da ikna edip direnişte tutmak… Yanı, "İşkenceye karşı direnirim, ama TTE’ye karşı direnişi anlamsız buluyorum!" biçiminde bir eğilime sa hip olan unsurları direnişe çekmek.
    • Düşmanın saldırılarını meşrulaştırmada kullandığı yasal daya nak ve malzemeyi çekip almak. Böylece direnişin gerçek özünü ve boyutlarını içte ve dışarıdaki kitleye kavratma olanağı elde etmek. Bu isyanla birlikte TT’E’nin devre dışı bırakılması sonucunda ÖO eylemi ni öne çıkarmak ve direnişi normal düzeyine getirmek.
    • Dağılmaya yüz tutan inisiyatifi toplamak,
    • Bütün bunların bir sonucu olarak direnişte başlayan düşüşü önce durdurmak ve giderek yükselen bir tempoya ulaştırmak…
TTE’nin giyilmesi durumunda bu beklentilerin hemen gerçekleşe­ bileceğini varsayıyorduk. Bu beklentilerin de direnişin kaderi üzerin­de nasıl etkili olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok.

Şu noktayı da vurgulayalım: TTE giyme kararı yürürlüğe konu­ lurken idareye "kimseye fiske vurulmayacağı, geri koğuşa getirilece­ ği, tersi durumda da giyilen TTE’nin çırarılıp atılacağı" söylendi. On­ lar da bu yönlü söz verdiler. Pratikte de işin başında sözlerine uydular. Ancak ilerleyen günlerde, özellikle mahkeme gidiş-gelişlerinde vahşi ve barbarca uygulamalarına devam ettiler.

TTE giyme kararından ve pratiğinden sonra hızında ve dozunda düşme olmakla birlikte işkence durmadı, devam etti. Bu olgu neyi gösteriyordu, kanıtlıyordu? TC’nin Diyarbakır zindan politikasının özünün TTE olmadığını, esas amacın teslimiyet ve ihanet dayatmala rını gerçekleştirmek olduğunu. O halde bizim taktik ve yönelimleri­ miz, bu politikayı boşa çıkarmak için olmalıydı. Her şey, insani de­ ğerlere ve siyasal kimliğimize denk düşen bir cezaevi yaşamı için ol­ malıydı. TTE giyme tavrımızın altında yatan belirleyici neden budur.

Baskılar ve işkencenin devam ediyor olması, direniş konusunda ikircikli ve tereddütlü olanların önünü açtı, böylece direnişte karar kılmalarını sağladı. Teslimiyeti biliyorlardı, yaşamışlardı çünkü. TTE giyme kararından sonra direnişte baş gösteren düşme eğilimi durdu. Teslim olmalar, kurallara uymalar sona erdi. Hatta sürekli yinelenen direniş çağrılarıyla daha önce teslim olmuş birçok unsur, yeniden di­ reniş saflarına katıldı. Direnişin güçlenmesi demekti bu.

İsyan durumuna son verilmişti, TTE’nin saldırıların özünü saptır­ ma işlevine son verilmişti, direnişin anti-işkence ve anti-teslimiyet ve anti-ihanet boyutu ve özü herkes için anlaşılır hale gelmişti. "Yasal" dayanaklardan yoksun kalan düşman, dişarda ailelerimize ve kamuo­ yuna baskı ve işkencelerini açıklayamaz olmuştu. Dolayısıyla aileleri­ mizin etkinliği arttı, kamuoyunun lehimize dönmesini sağlamış olu­ yordu. İnisiyatifimiz güçlenmişti. Kısacası normal bir seyir kazanan direnişimiz, ‘TTE giyme taktiği ile kısa vadede, direnişin kitlesel bo­ yutunu korudu, belli bir denge kurdu ve olumsuz gidişi durdurup ter­ sine çevirdi.

Evet, TTE giyme tavrı bir tavizdir, geri bir adımı ifade eder. An­cak belli değerleri korumak, ciddi tehlikeleri savuşturmak, toparlanma-güç toplama kesin ihtiyacında olan kitleyi soluklandırmak için ve­ rilmiş bir taviz. Bu tür taktiklerin siyasal anlamı budur zaten. Lenin "Sol Komünizm”de verdiği örnekte olduğu gibi, sömürgeci haydutla­ rın teslimiyet ve ihanet politikasını geriletmek, püskürtmek için veri­ len bir tavizdir. Bu noktada önemli olan, yapılan uzlaşma veya atılan geri adımın siyasal niteliğidir, siyasal olarak getirip götürdükleridir. Söz konusu karar elini-kolunu mu bağlayıp düşmana mı teslim edi­ yor, yoksa en değerli varlığını korumana mı yardımcı oluyor? İşte bü­ tün sorun bu can alıcı soruda, onun yanıtında gizli! TTE kararı ile eli mizi-kolumuzu bağlamadık, tersine manevra alanımız genişledi, düşmanın elindeki kozları aldık, inisiyatif bize geçti, gücümüzü koru­mada bize yaradı. Ve böylece son vuruşu yapmada önemli bir rol oy­ nadı. İşin teorik açılımını yapmayı gereksiz buluyoruz.

Tavizler güç ilişkilerinin ve dengelerinin ürünüdür, bu anlamda bir zorunluluğa dayanır. Gücün o tavizi kaldırmaya yetmediği için, tavizi vermek zorunda kalmışsın.

Uzun bir teslimiyet dönemi ve vahşeti yaşamış kitlemiz, daha to­ parlanma, soluklanma fırsatı bulamadan, yeni bir vahşetle karşılaştı. Dayanma gücü belliydi, dolayısıyla o sınıra gelenler soluğu teslim ol­makta alıyordu. Bu neyi gösterir? "Kitlenin kesin bir soluklanmaya, toparlanmaya, kendi kendine gelmeye" ihtiyacı olduğunu. Bu ise tes­limiyet altında değil, belli tavizleri de içerse işkencesiz, asgari insani koşulların sağlandığı bir ortamda, bir yaşam çerçevesinde mümkün olabilirdi.

Teslimiyet ve ihanet politikasının Diyarbakır zindanlarında yerle­ şip kurumlaşmasının Kürdistan halkı için, partimiz için, ulusal kurtu­ luş mücadelesi için ne anlama geldiği bellidir. O dönemde Diyarbakır zindanlarının mücadelemiz içinde işgal etliği yer ve konum da belli­dir. Bu, bir halkın geleceğini, kaderini ve özgürlük kavgasını yakın­ dan ilgilendiren, etkileyen bir konu… Dolayısıyla takınılacak tavrın si­yasal ve tarihsel anlamı büyüktür. Bir tavizle eğer mücadelenin yüz yüze bulunduğu korkunç tehlike savuşturulabiliyorsa, o taviz niye ve­rilmesin? "Sol” yaklaşımların fazla bir değeri olmazdı.

İşte, TTE giyme tavrı değerlendirilirken, TC’nin Diyarbakır zin­ danlarında uyguladığı ulusal imha politikası bağlamında, mevcut güç ilişkileri temelinde, sürecin bütün bileşenleri ve öğeleri dikkate alına­ rak ve hangi değerleri korumak, hangi amaçları gerçekleştirmek pa­ hasına gerçekleştiği durumu bir bütün olarak ele alınmalıdır. Teslimi­ yet ve ihanet politikasından soyut, bu politikayı püskürtmek temel kaygısından bağımsız, kitlenin gücünden ve dayanıklılığından ayrı, güç ilişkilerinin somut konumlanmasından soyut bir TTE giyme kara­ rının değerlendirilmesi doğru ve gerçekçi olamaz. Somut tarihsel ko­şullar bağlamında, neden ve sonuç ilişkileri çerçevesinde TTE giyme kararı değerlendirilebilir, tanımlanabilir.

Bir noktanın daha altı çizilmelidir: Ocak Direnişinin diğer bir özelliği savunma pozisyonunda oluşuydu. Bunun belli dezavantajları var. Hazırlıkların saldırganın hazırlıklarına göre daha geri ve eksik oluşu, saldırganın kararlılığı, ilk şok-psikolojik etki vb. Eylül direni­ şiyle kıyaslandığında Ocak Direnişi kazanımları koruma-savunma ha­reketidir. Eylül’de biz saldırıda idik. Bunun getirdiği avantajları kul­ landık. Bu bakımdan saldırgan tarafı savuşturmada bir adım geri atmak, eğer değerleri, mevziiyi korumada-savunmada bir etkide bulunacaksa, o geri adım niçin atılmasın ki? Devrimci taktiğin, taktik yö­ nelimin siyasal anlamı budur zaten.

TTE giyme kararının doğruluğu-zorunluluklardan kaynaklanan- pratikte doğrulandı. Taviz vermiştik, geri adım atmıştık. Ancak, esas hedefi teslimiyeti kurumlaştırmak olan düşman saldırılarını püskürt­ tük, Eylül’ün kazanımlarını korumada gücümüzü koruduk, insani ve siyasal kimliğimize uygun (belli tavizlerle birlikte) bir cezaevi yaşa­ mı tutturabildik. Bu başarıya ulaşmada anılan taktiğin hatırı sayılır bir payı olmuştur. Direnişin bir avuç insanla sınırlı kalması belki prestiji­ mizi daha da yükseltebilirdi, ancak bir yığın ilişkinin düşmanın insa­ fına terk edilmesi anlamına gelirdi bu. Hiç bir sorumlu devrimci bu tehlikeyi göze alamazdı. Bizim için gerekli olan somut siyasal kazanımlardı. Yani toparlanmak, örgütlenmek, yaralarımızı sarmak, geç­ mişin tahribatlarını gidermek, soluklanmak! Ve bunlar da, teslimiye­ tin, işkencenin olmadığı, asgari insani koşulların var olduuğu bir cezaevi yaşanımı gerektiriyordu. İşte TTE giyme tavizinin siyasal özü buydu.

Taktiklerin ilkelere dayanması gerektiği söylenir. Bu doğrudur. Bizim TTE giyme taktiği ilkelere dayanır. Bizim için o dönemde te­ mel ilke, varlık-yokluk sorunu olan konu, teslimiyet ve ihanet dayat­ malarını püskürtmek ve insani değerlere ve siyasal kimliğimize uy­ gun bir cezaevi yaşamı kurmaktır. İşte TTE giyme kararı, bu ilkenin güvence altına alınabilmesi için verilen bir tavizdir, Bu durum zindan pratiğimizle doğrulanmıştır.

Bu nitelikteki taktik tavizlerin iç mantığında, o tavizi benimse­ mek, bir yaşam biçimine dönüştürmek tutumu yoktur. Tersine bu tür tutumları dıştalar. Zamanı ve zemini belirdiğinde anılan tavizi orta­ dan kaldırmak, anılan taktiğin iç mantığı gereğidir. Biz de TTE’yi gü­nül rahatlığı ile giymedik. Bu tavizi bir gün, koşulları belirdiğinde ge­ri alacağımızı biliyorduk, bu konuda kesin kararlıydık. Belli bir soluklanma, toparlanma, örgütlenme ve diğer asgari hazırlıkların ta­ mamlanmasıyla verilen taviz, geri alınırdı, yani TTE çıkarılıp atıla­ caktı. Zorunlu olarak ve belli amaçlar için giyildiği dönemde böyle düşünüyorduk. Ve pratikte buna uygun davrandık! TTE’yi çıkarıp at­ tık.

 

Devam Edecek…

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter