Read Time:43 Minute, 37 Second
PKK MUHASEBESİ
Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…
(5)
Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…
(5)
IV.
PKK ve Savaş
Dünyamızı yöneten temel yasa, güç yasasıdır. Bugün ABD emperyalizmini dünyada rakipsiz, tek hegemonik devlet yapan da bu yasadan başka bir şey değildir. Yine dün “dehşet dengesine” dayalı “İki kutuplu dünyayı yöneten de aynı yasa idi.
18 yıl önce Kürtlerin temel sorunu, diğer ezilen halklar ve sınıflar gibi temel sorunu güç olmaktı, iktidar olmaktı, kendi kaderine hükmedecek kadar güç toplamaktı. Peki, buna nasıl ulaşacaktı? Yazarak çizerek mi? Avuç açıp hak dilenmekle mi? Yasal zeminlerin tümünü sonuna kadar kullanarak mı? Bunların tümü de güç olmada birer araçtı, ama kendi başına çok kısıtlı ve dar araçlardı. Daha da önemlisi halkın sömürge uykusundan silkinmesi, kendine gelmesi, kendindeki kaçışı durdurması ve özgürlük taleplerine sahip çıkması gerekiyordu. Ama bunlar kendiliğinden olmuyordu. Öncelikle devrimci bir program ve stratejiye sahip, taleplerini çok net formüle eden, güç ve iktidar olma yollarını çok açık bir şekilde çizen bir partiye ihtiyaç vardı. PKK, programı ve stratejisi ile bunu yapmıştı, ama gerçek anlamda modern bir örgüt olamadan bir tarikata dönüştürülme sürecine alındı. 15 Ağustos güç ve iktidar olmanın başlıca yolunu anlatıyordu. Ama 15 Ağustos kendi devrimci çizgisini örgütleyemedi, kurmayını yaratamadı. Daha doğru bir ifadeyle 3. Kongrede parti yönetimini gasp eden ve giderek kendi sitemini hakim kılan Öcalan, gerillanın canına da okudu…15 yıllık bir savaş yaşandı. Ancak şu soru sorulmalıdır:Sözcüğün gerçek anlamında ve askeri bilim ve sanata göre bir savaş yaşandı mı? Nasıl? Ne kadar?Kuşkusuz bu sorunun yanıtı kapsamlıdır, "evet" veya "hayır" yanıtlarıyla geçiştirilmeyecek kadar çelişkili ve karmaşıktır.Elbette ortada bir savaş var ve tarafların kıran kırana çatışmaları, kayıpları ve bunun ortaya çıkardığı ekonomik, toplumsal, siyasal, insani, psikolojik sonuçları var. Yine savaş meydanlarında değil, İmralı’da yenilgisi ilan edilen ve mahkum edilen, tasfiye sürecine alınan bir savaş ve bir gerilla var. Bunlar birer olgu. Peki burada yenilgiye uğrayan ne, iflas eden ne? Devrimci savaş çizgisi mi, yoksa teslimiyet ve ihanet mi? Bu soruların yanıtı da sorduğumuz ilk soruda düğümlüdür. Tekrarlayacak olursak: Kurallarına ve ruhuna göre bir savaş verildi mi, gerçek anlamda bir savaş örgütü, bir ordu, onun kadrosu, kurmayı, generali yaratıldı mı? Bu sorulara gerçeklere sadık kalarak yanıt verilmeden bugün 15 Ağustos ve 15 yıllık devrimci direniş tarihi, gerilla hakkında ahkam kesmek hiç bir anlam ifade etmez!15 Ağustos, bütün direnme silahları zorla elinden alınmış, ülkesi ve beyni işgal edilmiş bir halkın, on yıllardır kendisine karşı savaş içinde olan zorba, haksız ve soykırımcı bir işgal gücüne karşı verdiği çok mütevazı bir karşılıktır. Zaten tek yanlı süren bir savaşa verilen bir yanıttır. Sömürgeci işgale karşı verilen bu mütevazı karşılığın haklılığı ve meşruiyeti tartışılamaz. Bu karşılık, aynı zamanda Kürdün sömürge uykusuna vurulan ölümcül bir darbedir. Bu mütevazı karşılık, "Bozkırı tutuşturan bir kıvılcım" olmuş ve Kürdün bütün atıl duran dinamiklerini açığa çıkarmıştır. Ve bu mütevazı adım, bir halkı kendi içinde birleştirmiş ve iktidar gücü haline getirmiştir. Bütün bu ve değinmediğimiz sayısız gelişmenin altında 15 Ağustos Atılımının, devrimci savaşın imzası var.Ancak ne yazık, bu kadar büyük gelişmeler devrimci özüne, emekçi sınıf niteliğine uygun örgütlendirilemedi, öncülük çok erken kaptırıldı.Bir, gerçek gerilla yaratılmadı, en iyi kadrolar biçildi ve etkisizleştirildi. Gerilla savaşı kurallarına göre yürütülmediği gibi, yerel inisiyatifle yürütülen gerilla da çok kısa sürede etkisizleştirildi. Gerilladan, askerlikten anlamayan, beyni ve yüreği tutsak alınmış birinin savaşı geliştirmesi düşünülemezdi.İki, gerillanın ortaya çıkardığı serhildanlar halkın devrimci emekçi iktidarına götürülmedi, bu doğrultudaki düşünce ve girişimlere yaşam hakkı tanınmadı. 1991 ve 1992 gelişmelerin zirvesi sayılır, ama bu zirve, aynı zamanda baş aşağı dönüşün de dönüm noktası olur.Üç, bütün bu baş aşağı dönüşün Öcalan sisteminin kurumlaşmasıyla at başı yürüdüğünü, en son 1991 "Zindan Direniş Konferansı" ile kurumlaşmanın tamamlandığını vurgulamamız gerekir.Dört, bu dönemde aynı zamanda devlet ve emperyalist sistemle uzlaşma ve giderek teslim olma arayışlarının belirgin bir politika haline getirildiğini de hatırlatmalıyız.Kısacası bir yanda uyanan, kendine gelen, ayağa kalkan ve savaşan bir halk, ama öte yandan bütün bu gelişmelere ve güç olma dinamiklerine tek başına hükmeden, değerlerini ve iktidarını gasp eden bir iktidar sistemi, bu ikisi birlikte çelişik, paradoksal bir bütünü oluşturuyor. Bu paradoksal bütün, yengi ile yenilgiyi, direnişle teslimiyeti, ihanetle kahramanlığı, yükselişle düşüşü birlikte, yan yana barındırmaktadır. Dolayısıyla bu iki ucu, iki karşıt gerçekliği çok iyi kavramak, ayrıştırmak, sahip çıkılması gereken ile reddedilmesi gerekenleri birbirinden ayırmak gerekir. Ne yazık, düz, tek boyutlu ve indirgemeci yaklaşanlar, en yumuşak yorumla, çeyrek yüzyıllık mücadele tarihimizi kavrayamıyor, inkarcı bir konuma düşüyor ve "mahkum" ettikleri Öcalan ile örtüşüyorlar.Bu alt-bölümle ilgili yaptığımız bu kısa girişten sonra tarihsel gelişmeleri kısaca özetlemeye geçebiliriz. Gelişmeler hatırlanırsa 1990’ların başına kadar bildiğimiz klasik gerilla savaş tarzı çok fazla zorlanmadan gelişir, büyümeye başlar ve bir çok siyasal ve moral sonuç ortaya çıkarır. Hatta III. Kongreden sonra uygulamaya konulan “Zorunlu askerlik yasasının” tüm olumsuz sonuçlarına rağmen, hatta itiraf eden bireylerin büyük tahribatlarına, Köy korucularına karşı geliştirilen ve düşmanın ekmeğine yağ süren eylem ve tahrip edici sonuçlarına rağmen gerilla savaşı gelişir, giderek serhildanları açığa çıkaracak bir dinamiğe sahiptir. Askeri açıdan bakıldığında politik bir stratejiye sahip, genel olarak halk savaşı stratejisinin bir parçası olan gerilla, stratejik yönetimden çok yerel gerillanın ademi merkeziyetçi yönetimine sahiptir. Yani her gerilla biriminin planlaması, esnek yönetimi ve hareketliliği yerel inisiyatife bağlıdır. Elbette genel bir koordinasyon vardır, ama bu tek tek birimlerin hareket tarzını bire bir belirlememektedir.1990’ların başına kadar geçen dönemi, kendi içinde gelişme aşamaları olsa da en genel anlamda klasik gerilla dönemi olarak tanımlamak doğru olacaktır kanısındayız. Bu dönemde bir, gerilla gelişiyor, askeri ve politik sonuçlar ortaya çıkarıyor. İki, Öcalan sürekli müdahalelerde bulunuyor, müdahale grupları gönderiyor. Bunlar gerillayı olumsuz etkiliyor, ama buna rağmen belirleyici bir etkide bulunmuyor. Üç, eğitime çok vurgu yapılmasına rağmen yapılan askeri ve siyasal eğitim sınırlıdır. Öcalan “çözümlemeleri” eğitimin temel kaynağı haline getirilmeye başlanmıştır. Askeri kadro, uzman eleman yetiştirmeye yönelik eğitim hemen hemen yoktur. Bir akademi kurulmasına ve faaliyetlerde bulunmasına rağmen askeri bir akademi, kurmay yetiştiren bir okul olmaktan uzaktır. Bunlar yerine Akademi, Öcalan siteminin üretildiği, işletildiği, neredeyse tek iktidar merkezi haline getirildiği bir zemin olmaktadır. Dört, gerilla gerçek anlamda stratejik bir merkeze, genelkurmaya ve önderliğe sahip değildir. Her ne kadar Öcalan kendisini böyle tanımlasa da o, askeri ve politik anlamda stratejik bir vizyondan yoksundur. Bu, gerillanın olduğu kadar ulusal kurtuluş devriminin de en temel stratejik zaafıdır. Beş, stratejik bir vizyona ve genelkurmaya sahip olmayan gerillanın, eninde sonunda kendisini tekrarlayacağı ve tıkanacağı kesindir. 1992 ve 93’ten sonra bu durumun yaşanması bu nedenle şaşırtıcı değildir.Evet gerçekten de kahramanca bir savaş verildi, ama genel kurmaydan, askeri bir stratejiden ve politik bir vizyondan yoksun olarak, kendi kadrosunu ve kurmayını yaratmadan…İşler 1990’ların başına kadar bir dizi olumsuzluğa ve engelleyici, daraltıcı etkene rağmen gerilla gelişti. Bu dönemin savaşı, klasik anlamda gerilladır. Ancak serhildanların ortaya çıkması gerillanın çığ gibi büyümesi gerçek anlamda bir sıçramaydı. Dolayısıyla askeri örgütlenmede, savaşta, kurmaylıkta yeni bir aşamaya uygun gerekli geçişler yapılmalıydı. Kimi denemeler oldu. “Hareketli savaş” denildi, “ayaklanma” denildi. Ama askerlikten anlamayan, stratejiyi bilmeyen, ancak iktidar oyunlarında usta olan Öcalan’ın yeni dönemin gereklerine göre savaşı ve mücadeleyi yönetmesi, onun kadrosunu ve genel kurmayını ortaya çıkarması mümkün değildi, böyle bir vizyonu da yoktu, dahası niyeti de yoktu. 1993’e gelindiğinde gerilla, sömürgeci ordunun hareket alanını alabildiğine daraltmıştır. Bunu resmi yetkililer de sık sık itiraf etmektedirler. Bu gelişme düzeyi çok önemli ve devrim için bulunmaz bir fırsattı. Düşman bu durumu çok iyi değerlendirdi ve bu durumu yenilgiye uğratacak politik bir strateji ve askeri anlayışa geçiş yaptı, özel savaş birlikleri bu yeni konsepte göre eğitildi, örgütlendirildi ve konumlandırıldı. “Alan tutma” stratejisi, köy boşaltma ve göçertme uygulamaları, faili belli cinayetler, kitlesel katliamlar, tutuklamalar, işkenceler, kısacası topyekün özel imha savaşı geliştirildi.Buna karşı biz ne yaptık?En genel anlamda kendimizi tekrarladık.Savaş yanlış yönetildi, aslında günü birlik ve çok kötü yönetildi. En başta bir askeri stratejisi olmadığı için yeni dönemin gereklerine göre gerekli geçiş yapılmadı. Askeri eğitim, kurmaylık eğitimi, kadro oluşturma doğrultusunda hiç bir şey yapılmadı. Politikada dost ve düşman kavramları stratejik düzeyde belli olmadığı için zikzaklı bir pratik sergilendi. İçte egemen ve orta sınıflar, dışta ise emperyalist devletler dayanılacak güçler olarak belirlendi.Bu dönem tam da iktidarlaşma, işçi-köylü-emekçi iktidarının koşullarının ortaya çıktığı ve olgunlaşamaya başladığı bir dönemdi. Bu, aynı zamanda tarihi bir fırsattı, ama değerlendirilmedi. Kendi iktidarından başka gözleri bir şey görmeyen Öcalan, yakaladığı bu düzeyi düzene dayanarak, düzenle uzlaşarak kalıcılaştırmak ve güvence altına almak istedi. Bütün çabasını bunun üzerinde yoğunlaştırdı. Bu yaklaşımın bir parçası olarak halkı iktidarsızlaştırdı, düşmanın halk iktidar olanaklarını tasfiye çabalarına çanak tutu, kendisi de öteden beri yürüttüğü iç tasfiyeyi aralıksız sürdürdü…Ayrıca bir Kürdistan Ulusal Meclisi çalışması vardı, bu konuda seçimler yapıldı, halkın temsilcileri seçildi. KUM, sessiz sedasız dağıtıldı, tasfiye edildi ve hiçbir açıklaması yapılmadı. Bu çalışmayla deşifre olan, kontra kurşunlarında yaşamını yitiren, tutuklanan, oradan oraya savrulan kadroların sayısı bile bilinmiyor. Aslında bu KUM çalışması, emekçi halk iktidar nüvelerini ortaya çıkarmıştı. Ve aynı zamanda bu, ilk ciddi Kürt emekçi iktidarlaşma eğilimi ve somut biçimlenişiydi. Öcalan, bunu çok erkenden gördü ve çok acımasızca, sessiz sedasız ortadan kaldırdı. Bu tasfiye, ilk ciddi halk iktidarlaşma girişimini ve olanağını ortadan kaldırdığı gibi, açığa çıkmış emekçi ve halk kadrolarını biçti… Ama orta ve egemen sınıf unsurları kurumlarda yer tutmaya, palazlanmaya, bütün değerler üzerinde at oynatmaya devam ettiler ve gerçek anlamda rantçı bir nitelik kazandılar.Yine bu dönemde ortaya çıkan yerel halk önderlerine karşı “faili meçhul” cinayetler işlendi. Bu tam anlamıyla bir sindirme ve bastırma hareketi olarak geliştirildi. Ancak ilginçtir, buna karşı hiçbir önlem alınmadı, etkili bir savunma-korunma hareketi geliştirilmediği gibi, sonuç alıcı bir misilleme politikası da oluşturulup uygulanmadı. Bu sessiz ve kayıtsız kalışın en temel nedeni, Öcalan’ın düzenle kurmak istediği reformist ve giderek teslimiyetçi yaklaşımdır; Öcalan, düzenle bağ arıyordu, bunu zorlayacak her türlü davranıştan kaçınıyordu. Yoksa misilleme caydırıcı bir politika olarak benimsenseydi, faili belli cinayetler bu kadar rahat ve pervasızca, çok sistematik bir biçimde işlenmeyebilirdi.Aynı durum serhildanlara karşı geliştirilen kitlesel katliamlara karşı da etkili bir şey yapılmadı, bu konuda da bir politika yoktu. “Gerillanın korumasında halk ayaklanmaları” deniliyordu, ama “gerilla korumasının” nasıl olacağı hiç bir zaman netleştirilmedi ve pratikte de gerçekleştirilmedi. Bu da savaş sürecinin diğer bir açmazı niteliğindedir.V.PKK ve Güney PolitikasıBu dönemin en önemli hatalarından biri de Güney Kürdistan’a dönük izlenen politikadır. Öcalan, 1991’in sonlarında ve 1992 yılı içinde sloganını ortaya attı. Bu slogan neden ortaya atıldı, bununla gerçekleştirilmek istenen neydi, bu sloganın ortaya çıkarabileceği politik sorunlar, askeri sorunlar neydi? Bütün bu soruların yanıtları parti içinde tartışılmadı, değerlendirilmedi. Öcalan tarafından ortaya atılan bu sloganın sonuçları da tartışılmadı, değerlendirilmedi. Unutulup giden bu sloganın çok önemli politik ve askeri sonuçları olmuştur.Daha da önemlisi, Güneye yaklaşımız neydi sorusunun net, kesin ve sınırları belirlenmiş bir yanıtının olmamasıydı. Orasını bir cephe gerisi olarak mı değerlendiriyorduk, yoksa savaş cephelerinden biri mi? Bu parçanın bir örgütü mü olacaktık, yoksa başka bir hedefimiz mi vardı?Öcalan sıkıştığında Güneyde kalmayacaklarını, esas mücadele alanının Kuzey olduğunu anlatıyordu. Ama değişik zamanlarda Güneyde iktidarlaşmaktan veya iktidara ortak olmaktan söz ediyordu…Yine bilindiği gibi, 1995 ve 1997 yıllarında geliştirilen çatışmalar var. Bunlardan birine “İkinci 15 Ağustos Atlımı” adı verildi. Bunun sonucunda her iki taraftan da yüzlerle ifade edilen ölü ve yaralı verildi, maddi kayba uğranıldı ve daha da önemlisi manevi acılar çekildi…Neden?Hangi strateji uygulandı? Bununla mücadeleye ne kazandırıldı, hangi ufuklar açıldı? Düşman cephesi ne kadar çözdürüldü? Yoksa tersi mi gerçekleştirildi?Ortada Kürt halkının çıkarına bir savaş değil, tersine kör ve yıpratan bir çatışma var. Bu, kime hizmet ediyordu? Hangi politik etkenler bu çatışmalarda rol oynadı?Bu soruların yanıtları geniş bir araştırmayı ve değerlendirmeyi gerektiriyor. Bunun ayrı bir çalışama olarak yapılması gerektiğini vurgulamakla yetinelim.Kuşkusuz Güneyli partilerin de hataları var, hatta TC ile birlikte PKK’ye karşı savaşmaları hiçbir gerekçeyle kabul edilemez. Bu işbirlikçi tutumun derinleştirilmesinde ve sürdürülmesinde Öcalan’ın egemen olduğu PKK’nin bu alandaki stratejik ve taktik hatalarının payının altını çizmek istiyoruz.Açık ki, Güneyin durumu Kuzey için önemli bir fırsat ve olanaktı. Aynı şekilde Kuzeydeki mücadele de Güney için bulunmaz bir olanak ve değerdi; Güneyli güçlere verili güçlerinden daha fazla bir politik etki gücünü kazandırıyordu.Ancak her iki taraf da bu tarihsel fırsatı iyi değerlendirmedi. Doğru bir politika izlemiş olsaydılar, her iki parçadaki gelişmeler, daha farkı olabilirdi.VI.PKK’de İç Tasfiyecilik, İç Şiddet, İnfazlar, Bunun Bir Çizgi, Bir Kültür Olarak Kurumlaştırılması, Sonuçları, Tahribatlarıİç şiddet, iç infazlar, farklı düşüncelerin ve tavırların bastırılması anlayışı ve pratiği çok kapsamlı bir muhasebeyi, değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bölümde bu konuyu ana çizgileriyle değerlendirmeye çalışacağız. Burada yapacağımız genel değerlendirmenin, bundan sonra bu konulardaki çalışmalara ışık tutacağını düşünüyoruz.Bu noktada sorun, tek başına tek tek olayların açığa çıkarılması ve mahkum edilmesi değil. Yine sorun bu konuda gerçekleri hukuki boyutuyla açığa çıkarıp sorumlularından hesap sormak da değil. Kuşkusuz bunlar, yapılacak değerlendirmelerin, hatta yargılamaların önemli ve mutlaka ele alınması gereken boyutlarıdır. Bunlar yapılmalı, ama bu noktada başarılı olmak için doğru bir bakış açısının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Doğru bir bakış açısıyla, doğru bir tarih anlayışıyla PKK tarihinin bu yönü bütün boyutlarıyla açığa çıkarılabilir, değerlendirilebilir, gerekli ahlaki, hukuki ve siyasal sonuçlara ulaşılabilir.İç şiddet, iç infazlar bizim için derin bir yaradır ve çoğalarak, derinleşerek kanamaya devam ediyor.Aslında Reel sosyalizmin tarihi, genelde solun tarihi bu konuda değerlendirmeyi ve aşılmayı gerektiriyor. Örgüt ve birey, otorite ve özgürlük, merkeziyetçilik ve demokrasi, farklılıklar ve onlara yaklaşım, haklar ve görevler diyalektiği, en genel ifade ile sosyalizm ve demokrasi konusu anlayış, kültür ve pratik düzeyinde aşılmadığı sürece örgüt içi şiddet, farklılıkları bastırma anlayışı ve pratiğini ve bunun en uç noktası olan iç infazları aşmak ve yeni bir örgüt içi demokrasi anlayışına ulaşmak mümkün olmayacaktır.Sorun, yaşanan deneyimlerden dersler çıkararak yeni bir örgüt, siyaset, demokrasi ve iktidar anlayışına ulaşma sorunudur. Tartışmaların, değerlendirmelerin ve yapılacak tarihi yargılamaların hedefi bu olmalıdır.Yani ortaya devrimci sosyalist bir anlayış, örgüt içi ilişkileri ve hakları güvence altına alacak bir devrimci demokratik anlayış ve devrimci hukuk amacı doğrultusunda yapılacak bir muhasebe, ulusal kurtuluş mücadelesini toparlama ve yeniden inşa çabalarına büyük bir güç verecektir.İç şiddet ve giderek bunun uç noktası olan iç infazlar PKK tarihinde çok önemli bir yer tutar. ‘70’li yıllarda genelde sol kültürde “devrimci şiddet” başlığının bir öğesi olarak iç şiddet, sol içi şiddet, farklılıkların söz dışındaki yöntemlerle bastırılması genel bir anlayış ve kültürdü. Tek ve mutlak bir doğru vardı, o da kendisi (örgütü) tarafından temsil ediliyordu, onun dışındakiler ise ilk veya son tahlilde düşmana hizmet ediyordu, dolayısıyla bastırılması ve yaşam olanaklarının ortadan kaldırılması meşru idi. Farklılıkların ideolojik mücadele ile çözümü, devrim ve halk saflarındaki çelişkilerin şiddet dışı yöntemlerle çözümü konularında bolca söz söylenmesine rağmen pratik farklı gelişiyordu, her grup ve çevre gücüne, politik duruşuna göre anılan bu anlayış ve kültürden nasibini almıştır. Pratikte kimin, hangi grubun ne kadar bu olumsuz anlayışı sürdürdüğü veya sürdürmediği başka bir tartışma konusudur. Ama burada genel çizgileri netleşmiş ve özümsenmiş bir devrimci demokrasi anlayışının gelişmediğini, genel egemen kültürün şu veya bu düzeyde etkili olduğunu söylememiz gerekir. Şiddetle bastırma ve egemen olma anlayışı gücün gelişmesine bağlı olarak çoğu grup tarafından benimsenmiş ve uygulanmış bir yöntem olmuştur. Bunun da büyük ölçüde reel sosyalizmin bir siyaset kültürüne dönüşen pratiğinden kaynaklandığını vurgulamalıyız.Yine bunun genelde devrimci şiddetin kavranışı, anlayışı ve kurallarının kendi içinde sınırsız belirsizliği içermesi ve tek boyutlu, dar ve kaba kavranışı iç şiddet uygulamalarını daha da ölçüsüz hale getirmiştir. Ayrıca sosyalizm kavrayışındaki darlıklar, sığlıklar ve devrimci demokrasiden yoksun kavranışı da anılan olumsuzluğu teşvik edici, hatta meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür… 1970’li yılların genel düzeyi ve pratiği hatırlandığında bu sözlerimizin anlamı daha bir yerli yerine oturur. Kısaca anlatmak istediğimizin özeti şu:1970’li yıllardaki sosyalizm ve demokrasi anlayışımız, bunun kendi içinde barındırdığı olumsuzluklar, egemen toplumdan edindiğimiz anlayış ve kültürel kalıntılar, bunların sığ sosyalizm anlayışımızla oluşturduğu karma, iç şiddeti meşrulaştıran ve geliştiren bitek bir zemin ve ortam sunmuştur. Bu genel tablonun dışında olan, olabilen grup ve kişi var mıydı? Hatırlamıyoruz. Kuşkusuz genel bir kuraldan söz ediyoruz, istisnalardan değil…1980’ne kadar PKK’nin durumu da aşağı yukarı bu çerçevededir. Fakat bu genel anlayış ve pratik PKK’de ve onun adına yürütülen faaliyetlerde belirgin ve sonuçları büyük olan bir çizgiye dönüşmüştür. Bunun ayrıntılarına geleceğiz. Bir kez daha vurgulamalıyız ki, 1970’li yılların genel kültürü ve siyaset anlayışı böyleydi ve hemen hemen herkesi ve her grubu etkisi altına almıştı. Bu kısa genel özetten sonra PKK’de farklılara yaklaşım, bir bastırma ve tasfiye yöntemi haline gelen iç şiddet ve iç infazlar konusuna geçebiliriz.‘70’li yıllardaki iç şiddet, daha çok sol içi, örgütler arası şiddet olarak somutlaştı. Bu, teorik olarak meşru ve gerekli olarak görülüyordu. “Genel çıkarlar”, “ajan-provokatör”, “karşı-devrimci”, “halk düşmanı” ve “hain” kavramlarıyla açıklanıyor ve meşrulaştırılıyordu. PKK Kuruluş Bildirgesinde sosyal-şoven ve reformist-teslimiyetçi milliyetçi olarak tanımlanan gruplara karşı şiddet de dahil her yöntemin kullanılmasını yazılıyordu. Bu, yukarda özetlemeye çalıştığımız siyaset anlayışının çok daha net formüle edilmesiydi ve aynı zamanda daha sonra bu doğrultuda geliştirilecek “teorik” ve pratik anlayışların da önemli bir referans noktası olmuştur. Başka bir değişle o dönemin iç şiddeti belli gerekçelerle savunuluyor ve ideolojik-politik bir gerekçeye oturtulmaya çalışılıyordu. Örgüt içi şiddet, iç infazlar ise pek yaygın olmamakla birlikte “ajan-provokatör”, “hain”, “karşı-devrimci” teorileriyle meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.PKK’de egemen olan düşünce ve uygulama da en genel çizgileriyle böyleydi. Özellikle MİT fobisi o dönemde geliştirilen bir yaklaşımdır. Farklıları tartışma, farklılıklara demokratik yaklaşım, farklı düşenlere hoş görü ile yaklaşma, o dönemin siyaset anlayışında ve tarzında yeri olmayan kavramlardı. Bu genel olarak böyle olmasına rağmen PKK’de daha kalın çizgileriyle böyleydi. PKK’nin güç olmasına paralel olarak şiddeti etkin bir yöntem olarak kullanma eğilimi de güç kazanıyordu. Burada genel düşünce ve niyet devrime, Kürdistan’a, ulusal kurtuluş mücadelesine katkı ve hizmet etmekti. Ancak süreç içinde bu dönemin verdiği anlayış ve kültür, şiddetin örgüt içinde iktidar olmanın en etkili bir aracı haline getirilmesinde sonuna kadar kullanıldı… Özellikle “objektif ajanlık” kavramıyla iç şiddet ve iç infazlar teorik ve örgütsel boyutlarıyla kurumlaştırıldı. Bunlara kısaca bakalım:Gruplar arası şiddet, yukarda özetlemeye çalıştığımız genel anlayış ve pratiğin bir ürünü olmasına rağmen onun tartışılmasını bir yana bırakıyor ve esas olarak örgüt içi şiddetin nasıl geliştiğinin genel bir tablosunu çıkarmaya çalışalım. Bu konuda ortaya çıkan ilk önemli pratik “Antep Hizbi” olarak adlandırılan olaya yaklaşımda sergilendi. O güne dek başka partilerde, başka gruplarda da ayrılmalar, farklı düşmeler ve farklı oluşumlara yönelimler olmuştur. Ancak bizde Antep’teki farklı düşünme, farklı tavır alma ve farklı gruplaşma eğilimi, hemen “ajan-provokatör” olarak değerlendirilerek şiddetle bastırılmıştır. Kuşkusuz başta ikna çabaları olmuştur, ama sonuçta belli iddialarla ortaya çıkan grup ve onu oluşturan kişiler tartışmasız, ciddi kanıtlar ortaya konmadan “ajan-provokatörlük”le mahkum edilmiş ve böylece içi infazların önü açılmıştır. O dönemde bütün kadroların düşüncesi ve yaklaşımı aşağı yukarı buydu.“Ajan-provokatördürler, katli vaciptir!”Bu, aynı zamanda Öcalan’ın tek kişiye dayalı kaba despotik iktidarının önünü açacak ve onun eline çok güçlü bir iktidar olma ve iktidarı tek başına sürdürme olanağını, zeminini, anlayışını ve kültürünü verecektir. Antep’teki olayın değerlendirilmesi farklı bir konudur. Ancak orada ortaya çıkan farklılığın, farklı eğilimin şiddetle bastırılması, bunun da komplo teorileriyle açıklanıp meşrulaştırılması tutumu önemlidir. Önemlidir çünkü, Öcalan sisteminin iki temel ayağının şekillenmesinde bir ilk deney, bir laboratuar işlevini görmüştür. Hemen vurgulamalıyız ki, Öcalan siteminin iki temel ayağı var.Bir: İç şiddet, bastırma ve tasfiye, bunu salt örgüt içiyle sınırlı tutmayarak yaşamın her alanına yaymak ve kurumlaştırmak!İki: Şiddet, bastırma ve tasfiye pratiğini meşrulaştırmak için uydurulan komplo teorileri; yani “ajan”, “ajan-provokatör” ve sonunda kendi sistemine uymayan her şeyi “objektif ajan” olarak damgalayıp tasfiye etme anlayışı!Bu ikisi de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Komplo teorileri, “ajan-provokatör” suçlamaları, şiddete dayalı iç tasfiye hareketini, bastırma, susturma ve her türlü farklı eğilimin önünü tutma politikasının “ideolojik-teorik” alt yapısını oluşturmaktadır. Aslında burada bütün iktidar ilişkilerinde var olan zor, şiddet ve bunu meşrulaştırma aracı olarak ideolojik hegemonya geliştirme olgusuyla karşı karşıyayız. Fakat bu ideolojik hegemonyanın son derece kaba, futürsüz, en geri diktatörlüklerin baş vurduğu bir “ideolojik hegemonya” olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Daha doğru ve yalın ifadeyle “komplo teorileri” bütün istihbarat örgütlerinin baş vurduğu en temel yöntemdir.Şiddetle bastırma ve komplo teorileri, 1978’in sonlarında Antep’te uygulanmış ve bu giderek örgüt içinde kurumlaştırılmıştır.Kuşkusuz bu somut pratiğin siyasal, örgütsel, kültürel ve ahlaki sonuçları derin olmuştur, hem de çok kapsamlı ve bugüne uzanan boyutları olmuştur. Bugün çok açık bir biçimde ihanet etmiş olmasına ve Genelkurmayın emirleri doğrultusunda bir davayı, bir halkın en temel istemlerini tasfiye etmesine rağmen Abdullah Öcalan, iktidarını dört başı mamur bir biçimde sürdürebiliyorsa bunun bir ucu anılan yıllara uzanıyor. Antep olayı ve ona karşı geliştirilen şiddet ve “ajan-provokatör” tanımlamalarından sonra farklı düşünme, özgürce tartışma ve haklı veya haksız farklı yönelimlere girme ortamı ve olanağı ortadan kalkmaya başladı. Farklı düşmeme ve farklı bir yere düşmeme eğilimi giderek içselleşmiş ve iç sansür, iç denetim mekanizmasına dönüşmüştür. Farkından olunsun ya da olunmasın gelişen içsel durum budur!Öcalan, farklılıkları komplo teorileriyle açıklayarak bastırma ve tasfiye etme anlayışını kurumlaştırmasına ve bunu, en temel iktidar yöntemi olarak kullanmasına rağmen Antep’te uygulanan politikadan örgütün bütün yönetimi sorumludur. O dönemde bütün kadrolar bu anlayışı benimasmiş ve meşru görmüşlerdir. Etki altına alınan kitlelerin durumu da böyledir. Bu, bugüne gelindiğinde arık bir siyaset ilişkisine ve kültüre dönüşmüştür ve bundan hepimiz sorumluyuz, şu veya bu düzeyde… Devrim, halk, ulusal kurtuluş adına da yapılsa bir kez iktidar olmanın ve iktidarı sürdürmenin, bunun bir parçası olarak farklılıkları bastırmanın bir yöntemi olarak iç şiddet kullanıldı mı bunun önünü almak mümkün olmaz. Nitekim gerçekleşen de bundan başka bir şey değildir.1978 tarihinde Antep’te yaşanan olaydan sonra farklılıkları “öcü”, “ajan-provokatör”, “tasfiyeci” olarak tanımlama ve böyle tanımlananları ise şiddet de dahil her yöntemle bastırma anlayışı ve pratiği bir iktidar olma ve tek başına iktidarı elinde tutma, sürdürme tarzı haline getirildi. İç tasfiyenin ilk ve en büyük örneklerden biri II. Kongreden sonra gündeme getirilir. Çetin Güngör, Resul Altınok’ların örgütün yapısı, iç ilişkileri, yönetim tarzı, sorunların ele alınışı ve daha bir çok konuda farklı görüşleri, eleştirileri ve önerileri vardır. Ama bunlar parti yönetimine sunulmasına rağmen meşru zeminlerinde sağlıklı bir biçimde tartışılmaz, tartıştırılmaz. Öcalan, ortaya çıkan bu durumu ustaca kullanmasını bilmiştir. Bir yandan büyük bir korkuya kapılmış, bir yandan da bunu bütün iktidar iplerini eline geçirmenin fırsatı olarak değerlendirmiştir.Korku, iktidar oyununda daha etkin, atak ve hilebaz olmayı koşullamıştır. Kadrolar arasında bazı çelişkilerin ve farklılıkların olması bir bakıma doğal ve kaçınılmazdır, bunların kişisel özelliklerle, çatışmalarla farklı boyutlar kazanması da anlaşılabilir bir durumdur. Öcalan, bu farklılıkları, çelişkileri, kişisel özellikleri ve duyarlılıkları ustaca kullanmasını bilmiştir. İzlediği en önemli ve sonuç alıcı yöntem kendisini hakem rolünde tutarak kadroları birbirine vuruşturması ve genel olarak güçsüz duruma, hatta örgüt karşısında “suçlu” duruma” düşürmesidir. Avrupa’da Semir (Çetin Güngör) üzerinde oynanan oyun budur ve sonuç almıştır. Resul “II. Kongreye davet” adına Suriye’ye götürülür ve henüz hava alanındayken tutuklanır. II. Kongrede de Resul, Çetin eksenli bir tartışma yapılmaz. Daha sonra uydurulan “Semirler kongrede partiyi ele geçirseydiler partiyi Avrupa emperyalizminin bir eklentisi haline getirecek ve tasfiye edeceklerdi” uydurmasını kanıtlayacak veya buna işaret edebilecek bir kongre tartışması, belgesi yoktur. Öcalan ve yanında tuttuğu Duran Kalkan gibileri, Kongrede Semirlerle ilgili hiç bir tartışma açmazlar, ama buna karşılık tartışmaları, daha doğrusu kadroları ve asmpatizanları şartlandırma çalışmalarını “kulislerde” yapar ve etkili de olurlar.Aslında Semir’in, Çetin Güngör’ün ne söylediği, neden partiden ayrıldığı konusu bütün partililerden gizlenmiş ve onun yerine resmi tarihin bildik tekerlemeleri, komplo teorileri konulmuştur. Oysa gerçeklik çok farklıdır. Resmi tarihin korkunç tahrifatlarının boyutlarını gösterebilmek için Çetin Güngör (Semir)’ün kaleme aldığı, bir tür “Veda mektubu” niteliğinde olan 10 Mayıs 1983 tarihli bir belgeyi buraya olduğu gibi almak istiyoruz. Bize, bütün partililere, dosta ve düşmana “ajan-provokatör, tasfiyeci” olarak damgalanıp yansıtılan Semir’in gerçek duyguları ve düşünceleri çarpıcı ve etkileyicidir. Bu sözler artık ayrılan, ilişkilerini kesen bir “ajan-provokatöre”, “tasfiyeci”ye ait olabilir mi? Birlikte okuyalım ve karar verelim:
Kafasında farklı ideolojik görüşler olmayan Semir, mücadeleyi başka bir zeminde sürdürme kararındadır. Aslında hiç istemese de buna zorlanmıştır. Ancak kendisi yaşadığı sorunların derin bilincinde değildir. Öcalan sistemini kavramaktan ve köklerine inmekten uzaktır. Sanır ki “parti-içi dogmatizm” Kesire ve onun çevresinden kaynaklanmaktadır. Oysa Kesire’yi Semirlerle çatışma içine sürükleyen ve yıpratan, sonuçta ayrılmaya zorlayan her zaman perde arkasında ve hakem rolünde kalmayı yeğleyen Öcalan’dan başkası değildir. Kendisi için potansiyel seçenek oluşturanları birbirine vuruşturarak, sorunları kördüğüm haline getirip çözümsüz bırakmak Öcalan’ın sistemini kurmada ve sürdürmede başvurduğu temel yöntemlerden biridir. Semir gibi partinin ilk kadrolarının tasfiye edilmesi de bu yöntemle olmuştur. Yukarda da aktardığımız gibi, Semir, saf duygulara sahiptir. Bizans entrikalarını aratmayan yöntemlerden habersizdir. Devrimci duygular ve düşüncelerle parti içi sorunlarla mücadele eder, ama egemen kirli politikadan bihaberdir ve buna kurban gider. Kaybedişin temel nedeni de budur. Egemen olan verili politikanın bütün acımasızlıklarını uygularken, iktidar ufkundan ve bilincinden yoksun olarak ideolojik saflık ve dürüstlükle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, ama verili politikaya ve oyunlarına yenik düşüyorlar. Egemen olan iktidarın tüm olanaklarını kullanarak tasfiye edilenleri istediği gibi karalamaya, gözden düşürmeye çalışıyor ve ona bırakalım siyaset yapma, en sıradan yaşam olanağı ve zemini bırakmıyor.Öcalan sitemindeki tasfiyeci çark böyle işliyor…II. Kongrede ilginç bir olay daha yaşanır. Öcalan daha sonra yaptığı bütün değerlendirmelerde bundan övgüyle söz eder. Aslında normal ve demokratik olarak kabul edilen yöntem, “gizli seçim, açık döküm”dür. Ama Öcalan işi garantiye almak için oy veren delegelere verdileri oy pusulasının altına kendi adlarını yazmalarını ister. Oy veren delegeler de denileni yaparlar, oy pusulalarının altına kendi adlarını yazarlar. Bu yöntem delegelerin iradelerine açıkça el koymak ve baskı altına almak demektir.II. Kongre ve sonrası süreç, Öcalan’ın iç tasfiyeleri yapmak, tek kişiye dayalı despotik iktidarını kurumlaştırmak için önemli bir işlev görür. Bu süreç III. Kongrede tamamlanır, bu tarihten sonra parti bütünüyle Öcalan’ın iktidarında, tekelindedir, artık onun özel mülkiyeti gibidir.II. ve III. Kongreler arası süreç partinin ilk kadrolarının tasfiye edildiği, bastırıldığı ve iç infaz yöntemiyle ortadan kaldırıldığı bir süreç olmuştur. Resul Altıkok’un katledilmesi bu dönem infaz ve iç tasfiyelerinin en tipik örneğidir. Mehmet Karasungur’un YNK İKP arasındaki çatışmada henüz netleştirilmeyen bir biçimde katledilmesi açığa çıkarılmayı bekleyen önemli bir olaydır. Bu infaz ve tasfiyelerin bir sonucu olarak eski kadrolardan geriye bir kaç kadronun dışında başka kimse kalmaz. Onlar da III. Kongrede tam anlamıyla teslim alınır, bazıları tasfiye edilir, bazıları uydulaştırılır, kişiliklerinden geriye kalan ne varsa un ufak edilir ve Öcalan sisteminin birer etkin uygulayıcısı haline getirilir. Duran Kalkan ve Cemil Bayık bunların tipik örnekleridir.III. Kongre, Öcalan’ın partiyi tümüyle ele geçirdiği, sınırsız, kuralsız ve ölçüsüz iktidarına aldığı ve bunu kurumlaştırdığı bir platform olmuştur. Bundan sonrası artık çocuk oyuncağıdır. Komplolar, komplo teorileri, kadroları sayısız yöntemlerle tasfiye etme, bastırma ve iç infazlar Öcalan için çocuk oyuncağı haline gelir. En önemlisi bunun teorik-ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılması ve bu alanda ideolojik hegemonyanın kurumlaştırılmasıdır. Kendi iktidarını ve iktidarını yürütüş tarzını meşrulaştırmak için bu süreçte “Stratejik ve taktik önderlik” kavramını geliştirir. “Stratejik önderlik” daha sonra “Parti Önderliği” haline getirilir. Aynı kavramlarla birlikte geliştirilen “Objektif ajanlık” kavramı ile farklıklar peşinen, tartışmasız devlet uzantısı ve bağlantısı olarak mahkum edildi ve böylece iç tasfiye, bastırma ve iç infazların teorik alt yapısı oluşturuldu. Dikkat çekicidir, “objektif ajanlık” kavramı ile “Stratejik Önderlik”, “Parti Önderliği” kavramı birlikte telaffuz ediliyor. Gerçekten de bu iki kavram birbiriyle bağlantılıdır. “Objektif ajanlık” uydurması, her türlü farklılığı düşman gösterme ve bastırma, tasfiye etme teorisidir! Yani komplo teorisinin Öcalan jargonundaki adıdır.Ve dikkat edilsin, bütün resmi değerlendirmelerde, kongrelere sunulan raporlarda iki çizgiden söz edilir, iki çizginin mücadelesinden söz edilir. Bu, bir yönüyle doğru, ama bir yönüyle de yanlış ve eksik bir değerlendirmedir. En genel anlamda devrimci emekçi çizgi ile tek kişiye dayalı despotik bir iktidarı kuran ve sürdüren egemen sınıfların en tortu yanlarını kendinde cisimleştiren egemenlik çizgisi arasında süren bir mücadele. Bu anlamda doğru. Ama bir yönüyle de yanlış ve eksik. Şöyle ki:Ortada doğal, meşru ve normal zeminlerde süren bir sınıf savaşımından, iki çizgi mücadelesinden söz etmek mümkün değildir. Egemen taraf hiç bir zaman farklılıkların kendilerini tanımlamalarına, ifade etmelerine, ortaya koymalarına fırsat ve olanak tanımamıştır. Henüz ne dediği partililer ve halk tarafından bilinmeden ve hiç bir zaman da öğrenmelerine olanak verilmeden komplo teorileri ve komplo yöntemleriyle bastırılmış, susturulmuş ve yaşama şansı tanınmamıştır. Resmi PKK tarihinde sayısız “komplocudan”, “tasfiyeciden”, “ajan-provokatörden” söz edilir. Onlar tarafından söylendiği söylenen sayısız ideolojik ve politik iddiadan söz edilir. Peki, resmi tarihin bu değerlendirmelerinden tek bir tanesi anılan “komplocuların”, “tasfiyecilerin” belgelerine dayanıyor mu? Örneğin Çetin Güngör neler savundu, neyi eleştiriyor, neyi öneriyordu? PKK içinde yer alan kadrolardan ve kitleden bu soruya yanıt verebilecek tek bir kişi var mı? Denemesi yapılsın, en bilgili, bütün süreçleri bilen ve bir çok şeye tanıklık etmiş bir PKK’liye anılan soruyu sorun. Alacağınız yanıt, resmi değerlendirmelerden başka bir şey olmaz. “Reformizmi savunuyordu, bizi Avrupa’ya çekip tasfiye edecekti, silahlı mücadeleye karşıydı. Zaten eskiden beri devletle bağlantılıydı, vb.” temelsiz değerlendirmelerle karşılaşırsınız. “Olabilir” deyip “bunun belgesi, kendilerinin görüşlerini ortaya koyan bir belge var mı ortada” diye sorarsanız, hiç bir yanıt alamazsınız. Çünkü resmi tarih belgelere değil, belli bir amaca göre düzenlenmiş hurafelere dayanır. Oysa Çetin Güngör ve tasfiye edilen diğer arkadaşların partiye sunduğu raporlar var ve bunlar arşivlerde duruyor. Bunlar hiç bir zaman kadrolara okutulmadı. Tasfiye edilenlerin görüşlerinin ne olduğu Öcalan’ın uydurmalarından, “mutlak doğru” olarak anlatılan uydurmalardan öğrenebilirsiniz. Bunun dışından başka bir öğrenme kaynağınız yok.Bu kısa özetten sonra şu soru sorulabilir: Gerçekte henüz kendini tanımlama, ifade etme ve ortaya koyma olanağı bulmadan komplo teorileriyle ve komplolarla tasfiye edilenler ile Öcalan sistemi arasındaki mücadeleyi sözcüğün gerçek ve politik anlamıyla bir mücadele olarak tanımlamak mümkün mü?Hayır!Parti içinde sağlıklı, normal, olağan ve kendi kuralları üzerinde bir sınıf mücadelesi, iki çizgi mücadelesi olmamıştır. Olan, partiye ve tüm olanaklarına, yönetimine el koyan Öcalan’ın her türlü farklılığı ve kendisi için açık ve potansiyel tehlikeyi, devrimci, emekçi, direnişçi kadroları Bizans entrikalarını, Kemalist komploları ve Ortadoğu hilebazlıklarını aratmayan yöntemlerle, hatta bunların tümünü iç içe kullanarak tasfiye etmesidir.Kuşkusuz, komplo teorileri ve komploları parti içi sınıf mücadelesi olarak sunmak kadar aldatıcı bir şey olamaz. Saray entrikacılığı, hilebazlık, yalan ve en ilkel şiddet hangi modern partide temel ve genel sınıf mücadelesi olmuş ki?Öcalan sistemini tüm partiye ve alanlara hakim kıldıktan sonra bunu teorileştirdi, bir kültüre ve külte dönüştürdü. Hata din düzeyine çıkardı, İmralı ihanetiyle kendisini tanrı katına çıkardı. Esas olarak yalan ve zorbalığa dayanan bu sistem, farklılıkları “ajan provokatör” olarak tanımlama ve bunun bir sonucu olarak bastırma, iç infazlarla tasfiye etme çizgisiyle çok yönlü egemenliği hemen hemen bütün bir topluma yaydı.VII.PKK ve Kitle çizgisi, halka karşı işlenen suçlarPKK, kendisini bir emek hareketi, işçi ve emekçi sınıfların öncü gücü olarak tanımladı ve mücadelesini de bu temelde verdi. Bu bağlamda işçiler, emekçiler, köylüler arasında örgütlenmeyi, onlara gitmeyi esas aldı. İlk başta emekçi kitlelerin istemlerini esas almakla birlikte onları geri çeken yanlarıyla savaştı ve kitle kuyrukçuluğuna düşmemeye özen gösterdi. Faşistlere karşı mücadelede, gerici ve işbirlikçi egemen sınıflara, feodallere karşı mücadelesini geliştirirken bunları temel aldı. Batman’da, Antep ve diğer alanlarda işçiler arasında örgütlendi, onların sendikal mücadelesini destekledi. Hilvan’da, Siverek’te kitlelerin sosyal, ekonomik taleplerinden önce somut siyasal baskılar karşındaki talepleri esas alındı ve esas örgütleyici unsur olarak değerlendirildi. Gençliğin ise yurtseverlik duyguları ve giderek gelişen bilinci mücadeleye katılımı sağlayan temel etkenler oldu. 12 Eylül darbesine kadar mücadeleye damgasını vuran, etkin kitle eylemlerinden çok, kitlelerin her açıdan desteklediği kadro eylemleridir. İşçi eylemleri, kepenk kapatma biçimindeki esnaf eylemleri, grevler, öğrencilerin boykot ve diğer eylemleri de oldu. Bunlar önemli olmakla birlikte kitlelerde ulusal istemleri harekete geçiren, örgütleyen ve ulusal kurtuluş saflarına çeken ideolojik ve politik çalışmaların yanı sıra kadrosal nitelikteki eylemlerdir. Bu eylemler kitlelerin istemlerine ve ihtiyaçlarına denk düştüğü için destek görüyor ve kitlelerde önemli bir asmpati yaratıyordu.Bu dönemde tespit edilmesi gereken en önemli eksiklik, Hilvan, Siverek, Batman, Mardin ve diğer alanlarda işbirlikçi feodallere karşı verilen mücadelenin salt siyasal talepler ve hedeflerle sınırlı olması, köylülüğün toprak taleplerinin somut bir hedef olarak belirlenmemesidir. Bu konuda bazı teorik belirlemeler olmasına rağmen bu, hiçbir zaman pratik bir politikaya dönüşmedi. Bu, eksiklik daha sonra, ‘90’lı yıllarda çok daha net bir biçimde karşımıza çıkacaktır. Aslında bu, aynı zamanda mücadelenin toplumsal temelini zayıflatan çok önemli bir olgudur. Oysa köylülüğün toprak istemleri somut bir politika haline getirilse, etkisizleştirilen ağaların toprakları köylülere dağıtılsa, en azından bu doğrultuda bir girişimde bulunulsa bu, köylülüğün ulusal bilincinin yanında toplumsal bilincini de geliştirir ve davayı sahiplenmesi daha üst boyutlara çıkaracaktı. Bu konuda kimi uygulamalar ve girişimler olsa da bunlar belirlenmiş bir politikanın değil, gelişmelerin zorladığı olaylar niteliğindedir.12 Eylülden sonra devlet, kitleler üzerinde yoğun baskılar uyguladı, yurtsever olarak tanınan aileleri ve yöreleri teslim olmaya zorladı. Tutsak yakınları ve aileleri bu uygulamanın en önde gelen hedefleri oldu. Tuksak yakınları ve ailelerinin bütün baskılara ve teslim alma çabalarına rağmen tutsaklara sahip çıkmaları önemliydi ve bunu o zor koşullarda örgütleyip hatta destekleyip mücadelenin güçlü bir kitle dinamiği haline getirmek mümkündü. Ama dışarıdaki PKK merkezi bu görevi istenilen düzeyde yapmadı. Belli ölçüde destekleri olmuştur, ama bunlar sınırlıdır, aynı zamanda belirlenmiş bir politikanın sonucu da değildir. Zindan direnişleri bu görevi de doğal olarak başardı, ama bu kendi başına yetmiyordu, mutlaka dışarının politik bir desteğini zorunlu kılıyordu.15 Ağustos, kuşkusuz, süreç içinde halk kitlelerinin ulusal duyguları ve bilinci üzerinde sarsıcı etkilerde bulundu, bu, giderek önemli alt üst oluşlara yol açtı. Harekete geçirici talep ve ihtiyaçlar esas olarak politiktir, ulusaldır. Ulusal kurtuluş sorunun olduğu bir ülkede bu doğal ve kaçınılmazdı. Ancak bunu tamamlayan toplumsal istem ve ihtiyaçların da değerlendirilmesi ve mücadelenin politik bir ekseni haline getirilmesi gerekiyordu. Başka bir değişle mücadelenin toplumsal programı eksik kaldı. Yani başta köylülüğün toprak sorunu, işçilerin emek sömürüsünden kaynaklanan sınıfsal sorunları ve istemleri, gençliğin akademik demokratik istemleri, esnafın kendi özgün sorunları gündemleştirilip programlaştırılmadı, günlük mücadelenin önemli bir ekseni haline getirilmedi. Denilebilir ki bu, mücadelenin en önemli zaaflarından birini oluşturmaktadır. Örneğin toprak devrimi ile birleşmeyen bir ulusal devrimin başarı şansı olamaz, olsa bile böyle bir devrimin sınıfsal ekseninin egemen sınıflardan yana kayacağı kesindir. Bizde sonuçta olanların bir nedeni de budur. Hiç kuşkusuz, devrimin toplumsal boyutunun eksik kalmasının Öcalan sitemiyle, onun düzen içi politik arayışlarıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Serhildanlar sürecinde halkın iktidar perspektifiyle örgütlendirilmemesi, tersine bu alanda ortaya çıkan değerlerin ve olanakların KUM örneğinde olduğu gibi tasfiye edilmesi, Kürt egemen ve düzene yatan orta sınıfların öne çıkarılması gerçekliği ile devrimin toplumsal programdan yoksun bırakılması aynı sistemin birbirini tamamlayan iki yüzünü oluşturmaktadır.Bir de halka karşı işlenen hatalar ve suçlar vardır ki bunları da satırbaşlıkları biçiminde de olsa ortaya koymamız gerekir. En başta vurgulamamız gereken birinci nokta şudur. Bir devrim hareketinin halka yaklaşımı onun gönüllü desteğini kazanma, daha doğrusu devrim davasını kitlelere mal etme temelinde olmak durumundadır. Zorla, baskıyla, tehditle halktan bir kuruşluk bir destek talep etmek ve istemek bile suçtur, devrimin özüyle, idealleriyle çelişir. Katılımda, destekte gönüllülük, bilinçlilik esastır. Ancak bu konuda Öcalan sitemi nedeniyle PKK’de bu temel ilke ve kurala uyulmamış, sayısız suç işlenmiştir. Modern devrimci bir partinin örgütlendirilmemesi, gelişen halk hareketinin de temel devrimci ölçülere, hatta modern burjuva ölçülerine göre örgütlendirilip bir denetim sistemine bağlanmaması ortaya bu alandaki suçları içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Vergi, kampanyalar adı altında toplanan paralarda uygulanan yöntem, gönüllülüğün yanı sıra baskı ve tehdit olmuştur. Öyle ki son yıllarda bu, tam anlamıyla haraca dönüşmüştür. Yerel kadroların önüne başarının ölçüsü olarak toplanan paranın miktarı konulduğunda bundan başka bir sonucun çıkması da mümkün değildir. Kim daha fazla para toplamışsa o başarılıdır ve taktir edilmiştir. Ancak bu para nasıl toplanmış, devrimci kurallara, en genel hak ve adalet ölçülerine göre toplanmış mıdır sorusu onları ilgilendirmemiştir. Bu, iç yozlaşmadaki önemli göstergelerden biridir. Bu olgu, aynı zamanda bir ulusal kurtuluş hareketi için yüz kızartıcı bir şeydir. Elbette bu sonucun ortaya çıkmasında Öcalan sistemi birinci derecede sorumludur. Öcalan’ın bir çok çözümlemesi ve talimatında, “gidin para isteyin, vermediklerinde evlerini, dükkanlarını başlarına yıkın” anlamında sayısız emir vardır. Halktan desteği böyle anlayan ve giderek kurumlaştıran Öcalan sistemi ve onun emrindeki kadroların birer haraç kesen hayduda dönüşmesi bundan dolayı şaşırtıcı değildir. Mücadeleye inanan ve gönüllü destek sunanlar az değildir, hatta bunlar çoğunluğu oluşturmaktadır, bu doğru, ancak bu, aynı zamanda haraç kurumlaşmasına dönüşen yaklaşım ve pratiğin kendisini ortadan kaldırmaz.III. Kongrede alınan “Zorunlu Askerlik Yasası” da halka karşı işlenen suçlardan bir başka uygulamadır. Bu uygulama ile halkın çocukları zorla gerillaya alınmış, buna karşı çıkanlar bastırılmış, kimileri öldürülmüş ve yaralanmıştır. Bu dönemde halk üzerinde tam anlamıyla zulüm uygulanmıştır. Zorla askerliğe alınan çocuklar ve gençlerin büyük bir çoğunluğu kaçmış, belli bir kesimi de düşmana sığınmış ve düşmanca faaliyetler içine girmiştir. Baskı gören aileler, köylüler, aşiretlerin çoğu Köy Koruculuğunu kabul etmiş ve devletin bu alanlarda yerel dayanaklara sahip olmasını sağlamıştır.Öte yandan Koruculara ve ailelerine karşı geliştirilen katliamlara varan eylemler, PKK ve KUKM’nin imajını zedelediği gibi, Köy Koruculuğunun yaygınlaşmasına ve kurumlaşmasına hizmet etmiştir.Değinilmesi gereken diğer bir nokta da diğer gruplara karşı kimi zaman şiddeti de içeren yaklaşım ve pratiklerdir. Bu konuda da bir çok olumsuzluk ortaya çıkmış ve bu, mücadeleyi her açıdan geriletmiştir.Kuşkusuz bu alt başlık altında değinilen uygulamalar, genişçe açılmaya ve ayrıntılarıyla ortaya konulmaya muhtaçtır. Ancak biz en önemlilerden bazılarına satır başlıkları biçiminde dokunmakla yetindik. Daha ayrıntılı çalışmaları başka platformlarda yapacağımızı belirtmekle yetiniyor ve bu alt bölümü tamamlıyoruz.Devam Edecek>>>