Read Time:33 Minute, 28 Second
V. BÖLÜMPKK MUHASEBESİ (6)Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…
VIII.
PKK ve Türkiye Devrimci Hareketine Yaklaşımı
Yaşanan yenilgi ve tasfiye sürecinin muhasebe konusu yapılması gereken diğer bir başlığı da Türkiye devrim hareketine yaklaşımdır. Bu konudaki yanılgıları aşmak ve doğru bir anlayışa ulaşmak, ulusal kurtuluş mücadelemizin stratejisi açısından çok önemli bir konudur.
1970’li yılların ortalarında ulusal sorun, Kürt ve Kürdistan sorunu üzerinde yapılan teorik-ideolojik tartışmaları belleğimizdedir. O dönemde Türkiye sol hareketi Kürdistan sorununu kavramaktan hayli uzaktı. Kuşkusuz bunun sayısız nedeni vardı. Ulusal sorun kavrayışları yanılgılı olduğu gibi, Kürdistan ülke gerçekliğini özümasme noktasından da çok uzakta bir yerde duruyorlardı. Öncelikle somut tarihsel gerçekliklerin çözümlemesinden teorik, politik, örgütsel sonuçlar çıkarmak yerine, onlar, teoriyi kafalarındaki şemalara uyarlamaya çalışıyorlardı. Kürt sorunu, "ortak örgütlenme" noktasında kilitleniyor ve darlaştırılıyordu. Örgütlenme biçimi, sorunun sadece bir boyutuydu, ondan önce açığa çıkarılması ve saptanması gereken temel noktalar vardı. Başka bir ifadeyle Kürdistan ulusal sorununu "ortak örgütlenme" veya "ayrı örgütleneme" ikileminden başlatmak ve sorunu bu ikileme sıkıştırmak aslında sorunu çözümsüzlüğe mahkum etmekten başka bir şey değildi. Bugün de sorunu böyle koymak, sorunu temelleriyle kavramak yerine, dallarıyla oyalanmak anlamına gelir.Sorun, inkar edilen, her türlü varlığı imha sürecine alınan, ülkesi parçalanan, paylaşılan devletlerarası sömürge bir ülkenin ulusal özgürlük, bağımsızlık ve kurtuluş sorunuydu. Sömürgecilik ve ulusal imha, her şeyden önce üzerinde uygulandığı toplumu her açıdan örgütsüzleştirme, kurumsuzlaştırma ve iktidarsızlaştırma, tarihlerini kendi çıkarları doğrultusunda belirleme sistemidir. Dolayısıyla Kürt halkının kendi ulusal kurtuluş talepleri ve özlemleri doğrultusunda örgütlenmesi kadar meşru ve haklı bir şey olamaz. Bu haklı ve meşru hakkın, uluslaşmanın, özgürleşmenin ve kendi kaderine hükmetmenin önkoşulu olan örgütlenmenin tartışma konusu yapılması bile çok yanlıştı ve yaşamın katı gerçekleri tarafından yerle bir edildi. Kısacası yaşam ve pratik gelişmeler, "ortak örgütlenme" tezi altında Kürtlere dayatılan örgütsüzlük ve örgütsüz bırakma anlayışını yalanladı ve bu tartışma mücadele pratiği tarafından aşıldı. O dönemde devrimci emekçi çizgi öncülüğünde Kürdistan ulusal kurutuluş mücadelesini örgütleme ve Türkiye emekçileriyle ortak mücadele anlayışı doğru olan ve doğrulanan anlayıştı. Devrimci sınıf bakış açısı da bunu gerektiriyordu.Kürt halkının ulusal kurtuluşu doğrultusunda örgütlenmesiyle, Türkiye halkıyla ve emekçileriyle her düzeyde aynı hedeflere yönelik birlikte mücadelesi birbiriyle çelişmez, tersine birbirini bütünler. Genellikle bu diyalektik, doğru ve yeterli düzeyde kavranmadı. Ulusal kurtuluşçu örgütlenme anlayışı ve çabaları "milliyetçilik" olarak damgalandı. Kürdistan ulusal kurtuluş sorununun özünde Kürdistan emekçilerinin sorunu olduğu görülmedi, görülmek istenmedi. Bu da Türkiye’de devrimci enternasyonalist anlayış yerine şoven milliyetçi ve sosyal-şoven anlayışların güçlenmesine katkı sundu. Doğru devrimci yaklaşım, Kürt halkının devrimci ulusal kurtuluş mücadelesi doğrultusundaki çabalarını desteklemek, bunu özünde kendisinin mücadelesi olarak algılamak ve ortak mücadelenin ideolojik, politik, örgütsel ve psikolojik zeminini yaratmak ve güçlendirmekti…PKK’nin 1978 programı, özünde, işçilerin, emekçilerin önderliğinde Kürdistan ulusal kurtuluş devrimini öngörüyordu. Bu sınıfsal öncü kimliği ve ideolojik yapısıyla kendinden önceki ve diğer Kürt parti ve gruplarından ayrılıyordu. Özellikle KDP ve DDKO çizgileriyle kendisi arasına net ve kalın bir çizgi çizmiş oluyordu. Kuşkusuz, temel farklılığı salt bu değildi, aynı zamanda bu radikal devrimci çizgisini radikal devrimci yöntemlerle pratikte gerçekleştiriyor, emekçi ve yoksul tabanın istemleriyle bütünleştiriyordu. 1978 programı ve ilk kadroların ideolojik duruşları ve sınıfsal konumları, biçimde ulusal bir devrim olan Kürdistan devrimini dar ulusal sınırlara hapsetme tehlikesi önünde önemli bir barikat anlamına geliyordu. Ancak bunun sözcüğün gerçek anlamda bir barikat olabilmesi için bu çizginin kurumlaşması, kendi örgütünü ve kadrosunu oluşturması, öncülüğünü sınıfla buluşturması ve bunu süreklileştirmesi gerekiyordu. Yoksa teorik belirlemelerin, saptanan ideolojik ilkelerin, doğru programatik ifadelerin kendi başına yetmediği ve kendiliğinden kurumlaşamayacağı açıktı, hatta bu zeminde sürecek sınıf mücadelesi içinde yenilgiye uğraması bile çok ciddi ve yakın bir tehlikeydi. Nitekim gelişmeler de bu doğrultuda oldu.Kürdistan devrimi, kendisini dünya devrim sürecinin onurlu bir üyesi ve parçası olarak tanımlıyordu, böylece teorik düzeyde kendisini ulusal sınırlarla sınırlandırmayacağını ilan ediyordu. Bu enternasyonalist anlayışın bir gereği olarak Türkiye emekçileri, devrimci demokratik ve sosyalist hareketiyle en sıkı ve geniş ittifak ilişkilerini öngörüyordu. Ancak bu ideolojik ve stratejik yaklaşımından, (daha sonraki süreçte söz düzeyinde tekrarlansa da) örgütlenemeyen-kurumlaşamayan devrimci emekçi çizginin yenilgisine paralel olarak sapıldı. Özetlemeye çalıştığımız ilkesel duruş içi boşaltılmış salt bir kabuk olarak kaldı. Dolayısıyla devrimci enternasyonalist anlayış, politika alanı genişledikçe, özellikle reel politik alan kendisini yaşamın her alanında derinlemesine hissettirdikçe daha da anlamsızlaştırıldı. Elbette yaşanan sapmayı reel politik dayatmalarla açıklamak yanıltıcı olur. Sorun, devrimin öncülüğünün sınıfsal ve ideolojik yapısında, bu temel alanda yaşanan kavganın kendisinde düğümlenmektedir.Kısacası, PKK’nin 1978 programında ifadesini bulan devrimci enternasyonal çizgi ve ittifaklar anlayışı, pratik olarak kurumlaşamadı ve dolayısıyla pratiğe damgasını vuramadı. Bunun temel nedenleri var. Kısaca özetlemek gerekirse;1978 Kuruluş Kongresinden çok kısa bir süre sonra PKK, büyük bir deşifrasyon ve örgütsel kriz sürecine girdi. Yoğun pratik ve artan baskılar krizi daha da ağırlaştırdı. Süreklileşen tutuklamalar, ama buna karşılık kadrosal olarak kendini yenileyememe gerçeği kadrosal ve örgütsel boşluğu kapatılamaz boyutlara taşıdı. Kitlesel büyüme ile kadrosal ve örgütsel daralma iki ters gelişme eğilimi olarak varlığını sürdürdü. 12 Eylül darbesi geldiğinde kadroların büyük bir bölümü içeriye alınmış, etkin mücadele alanlarından koparılmıştı. Henüz örgütlenemeden büyük darbeler almak, devrimci emekçi çizgi açısından tarihsel bir şansızlıktı ve egemen sınıf anlayışları ve çizgisi için ise bulunmaz bir fırsattı. Öcalan, bu tarihsel fırsatı değerlendirecek, emekçi devrimci çizgiyi ve kadroları iktidarsızlaştırırken kendi iktidarını adım adım inşa edecektir. III. Kongrede ise son engelleri aştıktan sonra bütün iktidar iplerini ellerinde toplayacaktır. "Biz" çalışacak, üretecek, direnecek, savaşacak, şehit düşecek, her türlü zorluğa katlanacak değerler yaratacaktık; ama kendi değerlerimize sahip çıkamayacak, tümüne Öcalan tek başına el koyacak ve gerçek bir iktidar hırsızı rolünü oynayacaktır. Bu anlamda III. Kongre her açıdan bir dönüm noktasıdır. Halka karşı "Zorunlu askerlik yasası" ve Koruculara karşı ölçüsüz "savaş" ile önemli suçların bu tarihten sonra sistematik bir düzey kazanması boşuna değildir. Yine devrimci emekçi kadroların tasfiyesi ve "iç terörün" temel bir yönetim tarzı haline getirilmesi de boşuna değildir ve Öcalan iktidar sisteminin kurumlaşması ile doğrudan bağlantılıdır.Bu, aynı zamanda devrimin bağımsız çizgisinden ve yönetiminden de köklü ve dönülmez bir kopuşu anlatmaktadır. 1988’de gazeteci M. Ali Birand ile yapılan röportaj, Öcalan sisteminin düzen içi arayış ve eğilimlerinin de somut bir göstergesi olmaktadır. Düzen içi arayış ve düzen içi çözümlere yatma politikası ile alttan gelen devrimci dalga, devrim ve sosyalizm söylemi Öcalan sistemi ile paradoksal bir bütün olarak varlığını sürdürecek; Öcalan bunu hem iktidarını ve sistemini yenilmez kılmada, hem de düzen içi arayışlarını daha dizginsiz bir biçimde sürdürmede kullanacaktır. Burada altını çizdiğimiz gerçekliğin özeti şudur:Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ikili, kendi içinde çelişkili, bir yandan emekçi damar ve devrimci dalga, öte yanda da bunlara el koyan ve sınırsız bir iktidar kuran Öcalan sistemi paradoksal bir bütün oluşturmaktadır. Söylemin çelişik, karmaşık ve her yöne çekilir bir nitelikte olması, esas olarak genelde hareketin bu yapısından kaynaklanmaktadır; Öcalan da buna uygun davranmasını bilmiştir. Kısacası, Öcalan sisteminin kurumlaşması ve bütün iktidar iplerini ellerinde toplamasıyla birlikte sosyalizm, proletarya enternasyonalizmi, halklarla ortak mücadele gibi kavramların da içi boşaltılmış, sözlerin ötesinde bir anlamı kalmamıştır.Hedef kesin bir biçimde belirlenmiştir: Düzen içinde bazı kırıntılarla yaşama olanağı yaratmak!Kuşkusuz bu bir sınıf tavrıdır, geleneksel Kürt siyaset anlayışının çok daha kötü bir versiyonudur. Bu siyaset anlayışında dış politika ve dış ilişkilerde Kürt halkının özgücüne dayanan, ezilen halklar ve emekçilerle birlikte mücadeleyi esas alan ilkesel bir yaklaşım aranmamalıdır. Laf düzeyinde söylenenlerin ise aldatma ve yararlanmanın ötesinde bir anlamı ve değeri yoktur. İlişkiler esas olarak istihbarat örgütleriyle yürütülen ilişkidir. Halklarla, devrimci demokrat çevrelerle geliştirilen ilişkiler ise faydacı ve görüntüyü kotarmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu noktada geleneksel Kürt siyaset tarzı ile Ortadoğu’nun reel politik yaklaşımının çok kötü bir karışımı ile karşı karşıyayız.Ayrıntıya girmek yerine konumuzla ilgili gelişmeleri kısaca özetlemeye çalışalım: Öcalan, yeri geldiğinde Türkiye emekçileriyle, Türkiye devrimci ve sosyalist hareketleriyle en sıkı ilişkileri geliştirmekten, ortak mücadeleden, hatta 1990’ların başından itibaren "Türkiye devrimine müdahale" etmekten, neredeyse Türkiye devrimini üstlenmekten dahi söz etmiş, bu konuda sayısız yanıltıcı ve politik değeri olmayan ilişki geliştirmiştir. Ama hemen belirtelim ki bu yaklaşım ve girişimlerin hiç biri ilkeli yaklaşıma dayalı değildir, hatta ciddiyetten bile uzaktır.1990’lı yılların başında serhıldanlar süreciyle birlikte Kürdistan devrimi yeni bir aşamaya gelmiştir. Bu yeni aşama, Türkiye devrimi ile ilişkiler ve Türkiye emekçi sınıflarıyla ilişkiler konusunda yeni, daha somut ve uzun vadeli yaklaşımları gerektiriyordu. Bunun için özellikle Türkiye metropollerinde yaşayan emekçi Kürtlerin devrimci ulusal ve toplumsal rollerinin yeniden tanımlanması ve bu bağlamda saptanan politikaya göre örgütlendirilmesi gerekiyordu. Bu, altı dolu yeni bir stratejik yaklaşımı ve planlamayı gerektiriyordu. Elbette bunu ancak devrim, devrimi iktidara taşıma diye bir derdi olanlar yapabilirlerdi. Ama ne yazık büyüyen, kitleselleşen devrim öncülük düzeyinde iktidarsızlaştırılmıştı, devrim gücü ve enerjisi düzen içi çözümlere kurban edilmeye başlanmıştı. İktidar perspektifi olmayan bir anlayışın ezilen halkların ve emekçilerin mücadelesiyle birleşmeyi hedefleyen stratejik bir yaklaşım içinde olması düşünülemez. Dolayısıyla Öcalan’ın Türkiye emekçilerine ve onların mücadelelerine yaklaşımı ilkesel ve stratejik düzeyde olmamıştır. Daha çok günübirlik, taktik bile denemeyecek pragmatik yaklaşımı aşmamıştır. Pratikte gerçekleşen "Güç birlikleri" ve "Platformların" anlamı da hep böyle olmuştur.1990’larla birlikte yeni bir aşamaya gelen Kürdistan devrimi, bir bakıma ulusal sınırlarının da dışına taşıyordu. Ortadoğu dengelerinde hesaba katılması gereken bir güç olarak değer kazanıyordu. Kürdistan devriminin etkilerinin uluslararası boyutlar kazanmaya başladığını gören TC, sorunu uluslararası platformlara götürüyor, sorunun aynı zamanda emperyalist devletlerin sorunu olduğunu vurguluyor ve ortak politika geliştirilmesinin zorunluluğunu dayatıyordu. Bundan sonraki gelişmeler biliniyor. Burada anlatmak istediğimiz şu: Devrimin boyutlarını gören özel savaş rejimi hızla uluslararası çapta daha güçlü ve etkili ittifaklar geliştirirken, daha sonuç alıcı karşı-devrimci politikalar oluşturmaya çalışırken, Öcalan sistemi, yüzünü daha fazla düzene çeviriyor, dış ilişkilerini ve ittifak arayışlarını bu çizgi temelinde yapıyordu. Tam da bu önemde “Türkiye devrimine müdahale” ve daha sonra da “Türkiyeleşme” kavramları ortaya atıldı, bu yönlü kimi çabalar geliştirildi. Bu girişim ve çabalar üzerinde kısaca durmakta yarar var.“Türkiye devrimci hareketini çok bekledik, güçleneceklerini, rejime alternatif bir hareket olabileceklerini düşündük. Ama maalesef olmadı, beceriksiz çıktılar. Bu gidişle bir şey olacakları da yok. İş başa düştü. Türkiye devrimci hareketine müdahale etmek gerekir” diye “teorik ve politik” gerekçeleri açıklanan DHP girişiminin gerçekliği aslında çok daha farklıdır. “Türkiye devrimine müdahale”, DHP girişimi gündeme getirildiğinde Türkiye sol cephesinde önemli bir tartışma konusu olmuştu. Doğrusu bu girişim içinde yer alan arkadaşlar da hayli iddialı, tam anlamıyla üstenci, Öcalan üslubunu tekrarlayan açıklamalarda bulunuyor ve iddialı “programlar” ve “Manifestolar” yayınlıyorlardı. Görünüşte PKK’nin çok iyi düşünülmüş, tasarlanmış ve planlanmış, uzun soluklu bir müdahalesi varmış izlenimi veriliyordu. İmaj düzeyinde bu fazlasıyla vardı.Şaşırtıcı gelebilir ama, gerçeklik, yaratılan imajın tam tersidir!Evet, ortada bir girişim, bir ad, bu ad altında yürütülen bir faaliyet var. Ancak bu, gerçekten çok yönlü düşünülmüş, tasarlanmış ve doğru veya yanlış ideolojik ve politik gerekçelere dayandırılmış bir girişim, bir ad ve çalışma değildir. Kısaca satırbaşlıkları biçiminde değinmek gerekirse:Gerçekte DHP’nin arka planında yanlış bir düşünce ve girişim de olsa ideolojik ve politik gerekçe yok. İdeolojik ve politik gerekçeler, ideolojik ve politik açıklamalar sadece görüntüdür ve gerçekliği örtmenin bir aracı olmuştur. DHP’nin arka planı, tamamen bireysel etmenlere, ihtiraslara ve bunların koşulladığı tepkilere, duygulara dayanıyor.DHP adına ortaya çıkan girişim ve çalışma, tam anlamıyla bireysel nedenlerden kaynaklanan bir tepki ve kendini kanıtlama hareketidir.Yapılan tüm açıklamalara ve değerlendirmelere rağmen, açıkça vurgulamalıyız ki, bu tepki ve kendini kanıtlama hareketiyle bir halkın devrimiyle, en başta da bu girişimin içinde yer alan Türkiyeli devrimcilerin en saf ve temiz duygularıyla oynanmıştır. Bir ülke devrimi gibi ciddi ve asla oynanmaması gereken bir dava, bireysel duyguların, ihtirasların, kendini kanıtlama dürtüsünün kurbanı edilmiştir. Çıkış noktası bu olan bir hareketi “Türkiye devrimine müdahale, Türkiye devrimini üstlenmek” olarak yansıtmak, ancak Öcalan sistemi gibi bir sistem içinde mümkün olabilir!..Bu girişim ideolojik ve politik bir gerekçeye, ciddiyetle düşünülmüş bir plana dayanılsaydı bile bu yanlış bir müdahale idi. “Devrim ihracı” gibi bir anlayış ve hareketin yanlışlığı ve geçersizliği, hem teorik, hem de pratik olarak sayısız kez ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Türkiye devrimine veya Kürdistan devrimine dıştan bir müdahale daha işin başında ilkesel olarak yanlış, pratik olarak yenilgiye mahkum girişimler olmaktan öte bir değer kazanamazdı.“Bizde” çıkışı yukarda özet olarak koyduğumuz gibi olduğu içindir ki DHP hiç bir zaman ciddi bir politik yaklaşıma konu olmadı. Söylenenler hep kağıt üstünde kaldı. Bu girişime ne doğru dürüst bir kadro ayrıldı, ne maddi ve manevi bir destek sunuldu, ne de genel bir siyasal perspektife oturtuldu. Aslında daha işin başında bu girişim başarısızlığa mahkum edildi. Zaten bireysel etkenlerle başlayan bir girişimin başarı şansı olamaz. Ama bu başarısızlık özetlediğimiz noktalarda daha da hızlandırılmıştır. Bunun da Öcalan tarafından bilinçli olarak ele alındığını vurgulamamız gerekir.DHP’nin gerçek arka planında ciddi ideolojik ve politik gerekçeler olmadığı için konuyu o boyutlarıyla tartışmayı doğru bulmuyoruz, hatta bu, olayı görüntüsü, imajıyla ele almak anlamına gelir ki bu da gerçekliğe haksızlıktan başka bir şey değildir.DHP, Öcalan sistemi içinde taktik bir araç rolünü bile oynamamıştır, kaldı ki kendisine böyle bir rol de biçilmemiştir. Kimi zaman solu “hizaya getirme”de, kimi unsurlarını kendine çekmede yararlanılan bir zemin olarak düşünülse de pratikte işlev görmediği de biliniyor.Kuşkusuz bu girişimin olumsuz sonuçları, tamiri güç tahribatları olmuştur. En başta en temiz duygularla devrimimize katılan ve sonra bu çalışmada görevlendirilen arkadaşlarımız kimlik bunalımını ve parçalanmışlığı yaşamışlardır. Öte yandan, zaten kendi içinde sorunlu olan sol ile ilişkiler, daha da kötüleşmiş ve var olan mesafe ve önyargılar daha da büyümüştür.Bir de bu dönemde kullanılan “Türkiyeleşme” kavramı var, bunun da üzerinde kısaca durmamız gerekiyor. Hemen vurgulamalıyız ki, bu kavram her açıdan yanlıştır. “Türkiyeleşme” ne anlama geliyor? Türkiye devrimi ile ittifak ilişkisini mi, Türkiye devrimi ile bütünleşmeyi mi anlatıyor? Aslında böyle sunulsa da bunların hiçbirini içermediğini belirtmek durumundayız. Bu kavram, hangi ad altında ve ne amaçla sunulursa sunulsun, Kürdistan ülke gerçeğini örten ve ortadan kaldıran, TC’nin sömürgeci ulusal inkar ve imha sitemini “sol”dan ya da “ulusal” cepheden meşrulaştıran, bilinçleri bulandıran, Türkiye ve Kürdistan devrimleri arasındaki gerçek enternasyonalist ilişkiyi ve bunun ideolojik alt yapısını ortadan kaldıran ve sömürgeci düzenle yeniden buluşmayı hedefleyen bir kavramdır. Türkiye devrimi ve emekçilerinin toplumsal mücadelesiyle en üst düzeyde birlik mi kurulmak isteniyor, her açıdan bütünleşme mi öneriliyor; o zaman, gerçekliği olduğu gibi kavrayan ve doğru yansıtan kavramları seçmek gerekir. Oysa ortada böyle bir hedef yok. Tersine devletle uzlaşıp en bayağı kırıntılarla yetinmeyi kafasına koyan bir “önderlik gerçeği” ile karşı karşıyayız.Özetle “Türkiyeleşme” veya bunu çağrıştıran kavramları reddediyoruz. Aynı şekilde Türkiye ve Kürdistan ülke gerçekliğini bulanıklaştıran, dolayısıyla ülke devrimlerimiz arasındaki devrimci enternasyonalist ilişkiyi belirsizliğe mahkum eden “Anadolu” ve “Mezopotamya” kavramlarını da devrimci siyasal terminolojide kullanmayı reddetmek gerekir. Bu iki kavram da ülke gerçekliğini değil, belli coğrafyaları ifade eden kavramlardır. Ayrıca “Anadolu” kavramı Kürdistan ülke gerçekliğini bilinçlerden kaçırttığı ve çoğu zaman bu amaçla kullanıldığı için çok daha bilinçli yaklaşımı ve kullanımı gerektiriyor.1990’ların başında Kürdistan devrimi yeni bir aşamaya gelmişti. İzlenen özel savaş politikaları sonucu Türkiye metropollerine yoğun bir göç başlamıştı. Bu nüfus hareketinin kuşkusuz toplumsal, siyasal ve ruhsal sonuçları olacaktı. Ancak bu yeni durum ve gelişme aşaması bütün boyutlarıyla değerlendirilip yeni politikalar üretilmedi, yeni dönemin kadroları geliştirilemedi. Bunun yerine yukarda özetlediğimiz gibi Öcalan sistemi bütün dikkatini ve çabalarını düzen içi arayış ve uzlaşma yönelimi üzerinde odaklaştırdı. Böylece ortaya çıkan sayısız ilişki, olanak ve değer heba edildi. Bu aşamada ortaya çıkan olanaklar ve ilişkiler doğru bir stratejik ve politik yaklaşımla değerlendirilseydi Türkiye’deki toplumsal mücadeleler tarihi de farklı boyutlar kazanabilirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı, düzenle uzlaşma arayışı ve yönelimi, Kürt emekçilerinin doğru bir tarzda örgütlenmelerini önlediği gibi Türkiye emekçileriyle devrimci tarzda uzun vadeli ilişki geliştirme olanaklarını da ortadan kaldırdı. Oysa devrimci iktidar hedefi olan bir öncülüğün yapması gerekenler belliydi:Bir: Türkiye metropollerindeki Kürt emekçileri ulusal ve toplumsal görevleri temelinde, bu temel görevi iç içe gözeterek örgütlemek ve özel savaşı “cephe gerisinde” kuşatacak bir ulusal-toplumsal mücadeleye yöneltmek!İki: bu alanlardaki Kürt emekçilerin toplumsal sorunlara etkin ilgisi ve toplumsal mücadelenin etkin yürütücüsü olması durumunda, bu olgu, Türkiye emekçileriyle daha yakın mücadele ilişkisine girmesine yol açabilir, Türkiye emekçileriyle gelişecek mücadele ilişkisi düzen ve rejim için ciddi bir toplumsal, siyasal tehdidi de mayalandırabilir, Türkiye emekçileri üzerinde oynanan özel savaş oyunlarını belli ölçüde boşa çıkarabilir ve devletin toplumsal dayanaklarını zayıflatabilirdi. Dolayısıyla PKK’nin metropol Kürtlerine karşı izleyeceği politika mücadelenin başarısı ve geleceği açısından çok önemli bir konuma gelmişti.Üç: Doğru bir öncülük, iktidar perspektifli bir yaklaşım Türkiye emekçileri ve devrimci güçleriyle daha sağlıklı ve stratejik ilişkiler geliştirmesini de zorlayacak ve koşullayacaktı. Türkiye devrimci güçleri ve toplumsal bileşenleriyle ilişki zorunluluklardan öte ilkesel bir yaklaşım olmak durumundaydı. Kendisini dar ulusal sınırlara hapsetmek istemeyen devrimci sosyalistlerin yaklaşımı buydu. Ancak ufkunda iktidar hedefi olmayan, en bayağı uzlaşmalar için etmediği lafı bırakmayan Öcalan için bu ilkesel ve stratejik yaklaşımın hiçbir anlamı yoktu.Bu üç temel yaklaşım da hiçbir zaman esas alınmadı. Metropol Kürtleri sağımlık koyun olarak algılandı, “asker ve vergi” kaynağı olarak değerlendirildi, hep “yedek güç” olarak görüldü. PKK’nin devrimci bir metropol Kürtleri politikası olmadı. Eğer böyle bir politika geliştirilseydi, o zaman, kaçınılmaz olarak bunun bir ayağı da birlikte yaşadığı diğer uluslardan emekçilerle ortak mücadele ilişkisine uzanırdı. Aslında ortaya çıkan birçok olanak ve mücadele zemini vardı. Yasal parti, sendikalar, dernekler ve daha bir dizi etkili etkisiz mücadele alanı Kürdistan devrimi için de değerlendirilmedi.Örneğin yasal partiye bakalım: Bu partinin gerçek anlamda devrimci yurtsever politikası, buna uygun örgütü ve kadrosu olmuş mudur? Yine günlük gazete oynaması gereken devrimci rolü oynayabilmiş midir? Ya işçi ve emekçiler? Onlar nasıl ele alındı? Kürt emekçilerinin somut herhangi bir talebi için mücadele edilmiş midir? Bu konuda herhangi bir politikadan söz edilebilir mi? Elbette anılan alanlar ve zeminler genel mücadelenin etkisi ve itkisiyle belli bir rol oynamışlardır; ama bu yine de bu alanların devrimci bir iktidar perspektifleriyle çalıştıkları anlamına gelmez.Yasal parti süreç içinde ortaya çıkan iktidar olanaklarına konmak isteyen Kürt orta ve egemen sınıflardan unsurların toplandığı merkez haline gelmeye başladı. Bu, Öcalan sisteminin ve düzenle uzlaşma arayışının bir sonucu ve gereğiydi. Dikkat edilirse yasal parti içinde örgütlenen Kürt siyaset esnafı çok kişiliksiz ve tutarsızdır. Siyasi olarak güçsüz oluşu, hep devletle devrim arasında bir yerde olması bu kişiliksizliğini de belirler…Günlük gazete, düzen içi arayışların damgasını vurduğu bir çizgide yürümüştür. Dolayısıyla bu zemin de devrimci iktidar ve onun gerektirdiği ittifaklar politikasının gelişmesine pek hizmet etmemiştir. Bu iki zeminde de Öcalan vitrini zengin tutmaya özen göstermiş, kimi “aykırı” seslere de izin vermiş ya da ses çıkarmamıştır. Bu, onun halklar ve emekçilerle, onların temsilcileriyle ilişki geliştirme anlamına gelmez. Tersine uzlaşma kozunu büyütme eğilimine denk düşer… Bu iki zeminin bugün tasfiyeci çizginin en etkili savunuculuğunu yapmaları boşuna değildir. Ta başından beri bu iki alan düzenle uzlaşma çizgisinin toplumsal-siyasal dayanakları olarak düşünüldü ve buna göre örgütlendirildi…Öğrenci gençlik alanında da bir politikasızlık söz konusudur. Özellikle üniversite gençliği gelişen demokratik ve akademik mücadelelerden uzak durdu, bunun üzerine etkince gidilmedi, bu konuda doğru bir politik anlayış kazandırılmadı. “Niye bu kadar atıl duruyorsunuz” sorusuna verilen karşılık, “biz kendimizi gerillaya hazırlıyoruz, burada kendimizi harcamıyoruz” biçiminde kaçamak ve eylemsizliği meşrulaştıran yanıtlar olmuştur. Türkiye metropollerinde var olan mücadele olanakları Kürdistan devrimi için tam değerlendirilmediği gibi, bu alanlar Türkiye devrimi ve emekçilerinin toplumsal mücadeleleriyle ortak mücadele platformları yaratmak amacıyla da değerlendirilmedi.Bir kez daha vurgulamakta yarar var: Türkiye’ye göçertilen Kürtler doğru bir politika ile örgütlendirilip harekete geçirilebilseydi özel savaş uygulamaları tersine çevrilebilir ve devrim karşıtı bir hareket, devrimin bir olanağı haline getirilebilirdi. Hem devleti cephe gerisinden kuşatmak, hem Türkiye emekçi hareketini tetikleyebilmek, hem de ortak mücadele zeminlerini geliştirmek ve güçlendirmek bakımından bu böyledir. Ancak hayalci olmamak gerekir. Bu olanakları ve zeminleri değerlendirmek için ortada devrimci bir iktidar perspektifi ve programının olması gerekiyordu. Ama tam da olmayan bu. Durum böyle olunca var olan olanak ve ilişkilerin, ortaya çıkan gücün düzen içi “çözümlere” endeksleneceği ve o kulvarda yürütüleceği açıktır… Yapılan ve gerçekleşen de bundan başkası değildir…Türkiye devrimi ile ilişkiler sorunu mücadelemizin stratejik konu başlıklarından biridir. Bu nedenle bu konudaki deneyimlerimizi özümasmekte yarar var.
IX.PKK ve Dış ilişkileriPKK, programında ve temel ideolojik ve politik belgelerinde dış ilişkilerinde proletarya enternasyonalizmini esas alacağını belirtmiştir. Bu görüşünü kullandığı ilk sloganlarda da somutlaştırmıştır. “Yaşasın Bağımsızlık ve Proletarya Enternasyonalizmi” gibi…Ancak PKK devrimci çizgisinin ve kadrolarının tasfiyesi, Öcalan sisteminin kurumlaşmasına paralel olarak bu anlayış, söz düzeyinde tekrarlanmasına rağmen pratikte terk edilmiştir. Dış ilişkileri ve politika Öcalan siteminin ihtiyaçlarına ve düzen içi arayışlara göre belirlenmiştir. Bu alanda gelişen pratiği kısaca ve satırbaşlıkları biçiminde özetlemek gerekirse:Bilindiği gibi dış dünya ve bu dünyanın karmaşık ilişkileriyle tanışma ilk kez Ortadoğu’ya çıkışla başlamıştır. Filistin Örgütleri, onlar üzerinden ve dolaylı olarak Sovyetler Birliği ve Suriye dış dünyanın ilk karşılaşılan örgütleri ve devletleri olmuştur. PKK, henüz genç bir örgüttür, ancak Siverek Mücadelesiyle belli bir güç düzeyine de ulaşmıştır. Filistin Örgütleri, ilişki geliştirme, eğitim konularında pragmatik yaklaşmaktadırlar. Onlar için önemli olan kendi örgütlerine asker veya asker adaylarının kaydedilmesidir. Bu, onları destek aldıkları güçler ve devler karşısında güçlü göstermektedir, aynı zamanda İsrail’e karşı kullanacakları taze güç anlamına gelmektedir. Filistin örgütlerinin yanında onlarca arkadaşın eğitim olanağının sağlanması bu temelde olmuştur. Yani bizim eğitime, onların ise taze güce ihtiyacı vardır. Demokratik-Cephe ve El Fetih yanında başta daha sınırlı, giderek daha yoğun eğitim gören grupların konumlanması anılan ihtiyaçlardan doğmuştur. 1982 Lübnan işgali, bu süreçte on dört arkadaşın çatışmalarda şehit düşmesi ve gösterilen kararlılık Lübnan’da Filistin gruplarına ait olan bir kampın PKK’nin denetimine alınmasına yol açmış, PKK’nin anılan bölgede prestij sahibi olmasını sağlamıştır. İlk dönemde PKK’nin duruşu daha bağımsız ve mevcut boşluklardan yaralanma, ihtiyaçları değerlendirme yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte bölge güçlerinin, Suriye’nin, Sovyetler Birliği’nin duyarlılıkları gözetlenmiş, onların dış politikalarıyla söz ve davranış düzeyinde çelişmemeye özen gösterilmiştir. Örneğin Afganistan’da Sovyetlerin işgali ile birlikte askeri darbenin gerçekleşmesini A. Öcalan PKK Genel Sekreteri adına gönderdiği telgrafla kutlamakta bir sakınca görmemiş ve bunu büyük politika olarak değerlendirmiştir. Kısacası Öcalan, kısa sürede Ortadoğu’nun “Reel Politiğini” kavramış ve dış politikasının odağına bu kavrayışı oturtmuştur. Ortadoğu Reel Politiği, ilkelere göre değil, güç dengelerine göre politika yapma, buna göre dost ve düşman güçleri belirleme anlamına geliyor. Filistin Örgütleriyle ilişkiler, Sovyetler Birliğine yaklaşım ve Suriye’de kalış konusunun altındaki “politik anlayış” budur.Suriye ile ilişkiler konusu hakkında kısaca birkaç söz söyleme gereğini duyuyoruz. “Muhalif çevreler” olarak tanımlanan çevre ve kişiler, Öcalan – Suriye ilişkilerini ajanlık olarak değerlendirmekte ve olayları bu bakış açısı bağlamında açıklamaktadırlar. Bu iddia gerçek olabilir. Ancak öyle de olsa bu yaklaşım “komplo teorisi”ni çağrıştırmakta ve bu nedenle siyasal ve tarihsel olayları açıklamakta yetersizdir. Biz bu ilişki de dahil olaylara daha geniş pencereden bakma ve bütün çelişik boyutlarını göz önünde bulundurma eğilimindeyiz. Bir kez Suriye, kendi denetiminde veya en azından kendi politikalarına hizmet eden, onunla uyumlu, kontrollü bir Kürt hareketini ister. Kendi egemenliğindeki Kürtleri kendine bağlı tutma konusunda da anılan denetimi gerekli ve zorunlu görür. Hafız Esat İktidarının buna daha büyük ihtiyacı vardı. Müslüman Kardeşler örgütünün şiddetli muhalefeti, onun arkasındaki Arap yönetimlerinin varlığı, iç dengelerde dayandığı Alevi kesimin azınlığı oluşturması, İsrail ve Türkiye ile bilinen stratejik çelişkileri Suriye yönetimini Kürtlerin desteğini almayı koşulluyordu. 1984’ten sonra PKK’nin öncülüğündeki mücadelenin gelişmesi ve serhildanlarla birlikte önemli bir politik güç haline gelmesi Suriye’nin Kürt kartını daha sıkı bir biçimde ele almasına yol açıyordu. Bu gücün en azından kendi iç ve dış politikalarına hizmet etmesi ve bunun mekanizmalarının yaratılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bunu da Öcalan üzerinden sağlamıştır. Yani Öcalan’ı Suriye nezdinde “değerli” kılan” onun kişiliğinden önce, PKK öncülüğünde gelişen ve Ortadoğu dengelerinde belli bir noktaya gelen KUKM’dir. Eğer mücadelemiz ciddi bir politik güç haline gelmeseydi Suriye’nin yaklaşımı bu düzeyde olmazdı. Suriye Öcalan’ı barındırmış, korumuş ve desteklemiştir. Öcalan’ın kendi tek kişiye dayalı iktidar sistemini kurmada, iç tasfiyeleri sistematik bir biçimde gerçekleştirmede Suriye’nin sağladığı olanaklar ve destek çok önemlidir. Bunun en somut örneği Şener’in Suriye istihbarat elemanları tarafından katledilmesidir. Buna karşılık Öcalan, Suriye’nin bütün duyarlılıklarını en az yönetimdekiler kadar gözetmiş, onların politikalarıyla uyumlu ve ona hizmet eden bir çizgide yürümeye büyük bir özen göstermiştir. Bu bağlamda Suriye’de Kürt sorununun varlığını unutturmuş, dahası bu parçadaki Kürtlerin Esat rejiminin payandaları haline gelmelerine çalışmıştır.Suriye Türkiye ile çelişkilerinde, su, Hatay ve İsrail ile ittifak konularında Kürt kartını kullanmayı bir politika haline getirdi. Bu konuda TC’yi belli ölçülerde zorladı.Öte yandan Güneye ilişkin yaşanan çatışmalarda Suriye’nin rolü ve etkisi, bunun düzeyi konusunda ciddi iddialar var. Bu iddiaların araştırılması ve tartışılması gerekir. Saddam rejimi ile geliştirdiği ve kendi ifadesiyle “taktik” ilişkiler vardır. Bunun karşılığı da I. Körfez Savaşında ayaklanan Güney Kürtlerini yalnız bırakmak, bu konuda partililerden gelen önerileri karşılıksız bırakmak olmuştur. Güneyde yaşanan çatışmalarda bu “taktik” ilişkinin payı var mıdır, ne kadar vardır? Araştırılmaya değer bir sorudur!Kendini ve iktidarını esas alan, bunun dışında yine kendisinin iktidarı ve varlığı söz konusu olduğunda her değeri bir çırpıda satabilen Öcalan’ın bu duruşu ve dış ilişkilerde tuttuğu konumu ile bağımsız bir çizgiye ve duruşa sahip olması mümkün değildir.Devletlerarası sömürge statüsünün devamı konusunda her dört sömürgeci devletin ortak bir stratejik duruşu vardır ve bunu gözeten, güncelleyen mekanizmalar da oluşturmuşlardır. Bu nedenle Suriye’nin Öcalan ve dolayısıyla Kürt kartıyla oynaması bu stratejik hedef tarafından çerçevelenmiştir. Bu kontrollü, görece, koşullara ve dengelere göre biçim kazanabilecek bir çerçevedir; yeri ve zamanı geldiğinde ya da işi bittiğinde bir kağıt mendil gibi buruşturulup bir kenara atılacağı da kesindir. Olan da budur!9 Ekim 1999 tarihine kadar Suriye’de kalan Öcalan, Suriye ile ilişkilerini anılan çerçevede tutmuş, ancak ABD, Türkiye, İsrail ve Arap gericiliğinin artan baskıları Suriye’nin de Öcalan kartını elden çıkarmasına yol açmıştır. Bunun üzerine bağımsız bir duruşu ve çizgisi olmayan Öcalan, bu kez düzeninin efendilerinin merkezinde kendisine yer aramaya başlamıştır. Ancak bütün kapılar yüzüne kapanacak ve soluğu İmralı’da alacaktır. Bunda halkın ve devrimin çıkarlarını esas alan bir ideolojik ve stratejik duruş yerine, düzeni, onun duyarlılıklarını, reel politik yaklaşımı esas alan duruşsuzluğu belirleyici olmuştur.Avrupa’da ortaya çıkan durum, Öcalan ve PKK’nin dış politika ve dış ilişkiler alanındaki açmazlarını, paradokslarını ve çaresizliklerini çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermiştir. Bir yanda düzene muhalif kesim ve çevrelerle ilişkiler geliştirilmiş, ama bunlar “kullanma” ve taktik bir ilişki düzeyini aşmamıştır. Öte yandan düzen güçleriyle geliştirilmek istenen ilişki ise istihbarat örgütleriyle ilişki düzeyini geçmemiştir. Bir yandan halkın eylemli bağlılığı, ama öte yandan bunun yerine düzenin icazetini ve desteğini almak için kendi deyimi ile “kırk takla atmayı” politik duruşunun temeline oturtan bir “öndelik gerçeği” var. Bu ikili ve tutarsız durumun politikada güvensizlikten başka bir şey getirmesi de mümkün değildir.Oysa halkı ve devrimi esas alan onurlu, kişilikli, bağımsız çizgiyi esas alan enternasyonalist bir strateji temel alınsaydı ortaya çıkaracağı ilişki ve olanaklar tasavvur bile edilemez.Kısacası, Öcalan iktidarı ile birlikte dış ilişkiler ve politikada bağımsızlık da yitirildi. Öcalan, kendisini ve iktidarını esas alan ve kaldığı devletlerin ve genel anlamda yamanmak istediği düzenin duyarlılıklarını ve önceliklerini dikkate alan bir çizgide yürüdü. İktidarının varlığını bir yönüyle bu yaklaşıma oturttu. Bu, ortaya sonuçta KUKM’ne büyük bir politik güvensizliği getirdi. İmralı itirafları ise var olan güvensizliği daha da derinleştirdi ve onulması güç boyutlara taşıdı.KUKM, bu alanda ortaya çıkan olumsuzlukları ideolojik ve politik çizgiden başlayarak ve pratik çabalarıyla ortadan kaldırma ve kendi deneyiminde devrimci enternasyonalizmin bayrağını yeniden yükseltme yükümlülüğü ile karşı karşıyadır!X.SonuçYukarda ana çizgileriyle anlatılmaya çalışıldığı gibi bütün olumlu ve olumsuz, devrimci ve devrimci olmayan, ihanet ve kahramanlıklarıyla, direniş ve teslimiyetleriyle bu tarih “bizim” ve paradoksal bir bütünü oluşturuyor. Öcalan da bu tarihin temel bir figürü, Mazlum Doğan da! Bunlar, genel olarak PKK adıyla anılırlar.Bu tarihin her ayrıntısından kendimizi sorumlu tutuyoruz. Bu, aynı zamanda sorumlu yaklaşmayı gerektiriyor. Sorumluluk, bir bakıma, devrim ve halk adına söz ve eylem gücünü yitirmemek anlamına geliyor. Bu muhasebe de bu sorumluluğumuzun bir gereği ve onun somut bir ifadesidir.“Bizim” olan bu tarihin sahip çıkılması gereken çizgileri ve pratikleriyle, reddedilmesi gereken çizgi ve pratiklerini net olarak bilince çıkarmaya çalıştığımıza inanıyoruz.KUKM’ni toparlama ve yeniden inşa çalışmalarımızda bu tarihsel deneyimin her aşamada bize ışık tutacağını düşünüyoruz.Bitti