Read Time:40 Minute, 31 Second
‘Anadolu’da Gundi ’ ler
ve
Türk Milliyetçiliğinde Köylü Romantizmi
ve
Türk Milliyetçiliğinde Köylü Romantizmi
Ez (*)Falih Rıfkı Atay, 1933’de Kadro (Haziran 1933, sy.18) dergisinde yayımlanan ‘Bizim Köy’ adli makalesinde, ‘ Kemalizm, Türk milletini yapmak meselesidir’ diye yazıyordu. Kuskusuz bu bir gerçekliği ifade ediyor; ama bir ulus nasıl yapılır ve Kemalizm Türk milletini nasıl yapmıştır, bu da ayrı bir sorun olup sanıldığından daha karmaşık bir sürece tekabül eder. Burada Türk ulusunun inşasındaki asmbolik sermayeye kısmen değinmek, çalışmanın sınırları bakımından yeterli olacaktır.
Bilindiği üzere, Kemalist söylemin asmbolik referanslarından biri ‘Anadolu köylüsü’dür. O yoksul, ihmal edilen, terk edilmiş olan ve ezilendir; ama ayni zamanda saf, temiz, ulusun asıl değerlerini katışıksız bir bicimde muhafaza eden de odur. Kısacası, o ‘Türkiye’nin sahib-i hakikisi ve milletin efendisidir’. Daha Osmanlı’nın son yıllarında halka gitmek olarak şekillenmeye başlayan anlayış, halkın ya da milletin köylü figürü olarak somut bir kişilik kazanmasıyla köye, köylüye gitmekle somutlanmıştı. Köklerini böylece Osmanlı’nın son döneminden alan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca sürdürülen bu köylü mistifikasyonu, sonuçta oluşturulmaya çalışılan Anadolu mitinin en önemli besleyenlerinden biri olmuştur.
Gerçekten Anadolucuların köylülük mistifikasyonuyla bir biçimde hep ilgili oldukları görülüyor. 1918’de bazı Türk Ocağı üyelerinin kurmuş olduğu Köycüler Cemiyeti’nin başkanlığını o dönem Anadolucu olan Halide Edip’in yapmış olması, belki yalnızca bir tesadüftü; ancak, bu böyle olmasa bile, doğrudan diğer ‘tesadüfler’i hatırlatmaktadır. Bunlardan biri, 1950’li yılların ünlü sağcı Anadolucularından Remzi Oğuz Arık’ın Türkiye Köylü Partisi’nin kurucusu olmasıydı. Diğeri ise, 1940–1950 yılları Türkiyesi’nin Köy Enstitüleri’nden çıkışlı öğretmenlerin Anadolucu akimin önemli temsilcileri arasında yer almalarıydı. Öyle ki, kimilerine göre ‘köy edebiyatı gerçek manasile 1940’larda kurulan Köy Enstitüleriyle’ başlamıştır (Karpat 1971: 54). Yine Anadolucular arasında İslamcılığı ve sosyalistliği ile ilginç bir sima olan Nurettin Topçu da köycüler arasındadır.
Osmanlı dönemi edebiyatında Nabizade Nazim’in Kara Bibik hikayesiyle (1890) Ebubekir Hazım’ın Küçük Paşa romanı (1909) ‘Anadolu’ya ve Anadolu köylüsüne dair ilk ürünler sayılmaktadır. Nabizade Nazim’in hikayesini yayımladığı dönemde İstanbul aydınları Anadolu köylüsüne daha çok acıyarak bakarlardı ki, bu dönem için henüz bir halkçılık ya da köycülük akımından söz edilmemektedir (Bayrak 1978: 55). Ancak, Anadolu köylüsü hakkında yazılan bir diğer edebi yapıt Refik Halid (Karay)’in Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’teki gözlemlerinden yararlanarak yazdığı Memleket Hikayeleri (1919) olup köy hikayeciliği genel olarak onunla başlatılmaktadır. Karay’in bu yapıtı, sözgelimi Kavcar’a göre ‘1945’lerden sonra hızla gelişen bugünkü Anadolu ve köy hikayeciliğinin temelini’ oluşturmaktadır (Kavcar 1974: 240-1).
Her ne kadar köylünün yüceltilisi Doğu Avrupa ulusçuluğunun belirgin bir karakteristiği olarak ortaya çıkmış olsa da (bkz. Hutchinson 1992: 106-7), köylülük değerlerinin kozmopolit kentler karşısındaki milliyetçi ödüllendirilişi genel olarak romantik milliyetçilerin etkinlikleri arasında görülmüştür. Sözgelimi, Bask milliyetçiliği kentli olmasına rağmen, simgesel referanslarını kırsal kesimden almaktadır (Williams-Smith 1983: 504-5; Heiberg 1979: 187). 19. yy’in sonlarında Osmanlı’da filizlenen Anadolu köylüsüne dair romantik söylemin de pekala böyle bir arka planı olduğu düşünülebilir. Şerif Mardin, ‘özellikle XX’ inci yüzyılın başlarında’ Osmanlı’da yerleşmeye başlayan ‘halkçı’ görüşün Balkanlardaki Türkler tarafından geliştirilip geliştirilmediğini incelemeye muhtaç bulmakla birlikte, ‘ köycülük ve köylülük kavramlarının Bulgarlar arasında bir hayli gelişmesi bakımından halkçılığın 1910’dan sonra bize bu yoldan gelmiş olması göz önünde tutulmalıdır’ diye yazmaktadır (bkz. Mardin 1983: 40-1). Her halükarda, bugüne dek gelen köylü mistifikasyonunun temelinde Osmanlı’nın son dönemindeki sosyal ve entellektuel ortam olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti dönemi köycü söylemlerinin ayni zamanda farklı sosyo-politik motivasyonlara sahip olabileceğini hesaba katmak gerekiyor.
Fikri kaynaklarından biri Doğu Avrupa ulusçuluğu olsa da, Osmanlı köylücülüğü dönemin merkeziyetçi uygulamalarının bir yansıması olarak ortaya cıkmış gibi görünmektedir. Şöyle ki; merkeziyetçi politikaların özellikle ‘ Anadolu eyaleti ’ ve çevresindeki uygulamaları sonucu burada yasayan köylüler zavallı bir özne olarak adından söz ettirmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, Anadolu köylüsünü koyu bir yoksulluğa, perişanlığa iten bu politikalar nelerdi, önce bunlara bir göz atmak gerekir.
Osmanlının 19. ay’daki temel politikalarından biri göçebelerin iskan ettirilmesi sorunuydu ki, belirtildiğine göre 18. yy ‘Anadolu’sunda Türkmenler hala göçebe ya da transhumans bir hayat sürüyorlardı (McGowan 1997: 690). Göçebelik devlet kurumu açısından vergi verme ve askerlik yapma gibi bazı konularda önemli sorunlara yol açtığından, devlet göçebeleri yerleşikliğe teşvik etmenin de ötesinde zorluyordu. 1870’lerde bile Fransa’da ‘köylünün Fransızlaşması’ söz konusuyken, Osmanlı ise göçebelerin ‘medenileşmesi’ ve ‘Osmanlılaşma ’siyla meşguldü. Sultan’ın kendisi bile, bir keresinde Avrupalı bir elciye Amerika’da olduğu gibi ‘Vilayet-i Şark iye’deki bazı vahşi kabilelerin varlığından ( Osmanlı Oriyentalizmi ) söz etmişti (bkz. Deringil 1998: 41-2, 67). Böylece, Osmanlı’da köylülüğün yüceltilmesini motive eden faktörlerden biri kendisini açığa vurur gibidir; o da göçebeliğin panzehiri sayılan köylülüğe önem atfedilmiş olmasıydı. Yalnızca devlet yöneticilerinin değil, basının da göçebelere dair olumsuz yazıları, dolaylı da olsa zihinsel düzeydeki göçebe-köylü kutuplaşmasında köylüyü yukarı taşıyordu.
Köylülerin bu pozitif görüntüsünün arka planında, kanımca yalnızca askerlik ve vergi konusunda sıkıntılar yaratmış olan göçebeler değil, ayni zamanda merkeziyetçi idarenin reform politikalarına karşı tepki göstermiş olan mahalli eşraf bulunmaktadır. Öyle ki, Anadolu eyaleti III. Selim’den itibaren ‘ıslahat’a tabii tutulurken, II. Mahmut döneminde askeri ve mali ıslahata paralel olarak müşirlikler oluşturulmuş ve merkeziyetçiliğin güçlendirilmesinin yanı sıra ayanların temizlenmesine çalışılmıştı. Bu yeni düzenlemelerin yapıldığı Anadolu eyaleti 1836’da şu üç müşirliğe bölünmüştü:
Hüdavendigar müşirliği (Hudavendigar, Kocaeli, Bolu, Karesi ve Eskişehir sancakları),
Ankara müşirliği (Ankara, Çankırı, Kastamonu, Viranşehir, Çorum sancakları),
Aydın müşirliği (Aydın, Saruhan, Sugla, Menteşe sancakları)
(bkz. ‘Anadolu Eyaleti’, TA . C. II, Ankara, 1948, s.412).
Merkeziyetçi politikalara karşı uzun süren tepkiler Küçük Asya’nın bazı bölgelerinde ayaklanmalara kadar varmıştı. 1867 yılında Amasra’nın kaza merkezi haline getirilmesine karşı çıkan eski ayan ve ağalar, bu girişimi Bolu’ya dek gidip önlediler. Yine ayni kesim döşenen telgraf direklerini söktürmüşler, yol yapımını engellemişlerdi. Bu tür direnişlerin az olmadığı tahmin edilmektedir; çünkü, mahalli otoritelerini yitirmekten korkan taşra eşrafı ilk etapta bu tür tepkiler gösterdiler. Ancak, idari örgütlülük tamamlandıktan sonra, bu kez idare meclislerine, belediyelere ve mahkemelere üye olarak girip nüfuzlarını sürdürme olanağı elde etmekte gecikmediler (Ortayli 1979: 290-1). Taşra eşrafının bu karşı çıkışı, ayni zamanda eşrafın ezmiş olduğu köylünün merkeziyetçi de olsa geniş bir kesim tarafından ‘sahiplenme’sine yol açmış olmalı ki, belirtildiğine göre İttihat ve Terraki 23 Temmuz 1908’de iktidara geldiğinde ‘zengin bir köylü literatürü ’ne sahipti. Dönemin köylüler hakkındaki politik söylemi köylüyü ağaların ve eşrafın elinden kurtarmaktı. Partinin idealist kadroları, yönetici oldukları illerde bu yönde politikalar uygulamışlardı. Örneğin, Halep valisi Hüseyin Kazım Bey, Halep ahalisine karşı çıkardığı beyannamede eşraf ve ağalar hakkında sert bir dil kullanmış ve onların zorbalığına son verileceğini açıklamıştı. O sırada İstanbul’da çıkan ‘Köylü Gazetesi’ de Anadolu ve Rumeli eşrafı aleyhine bir kampanya başlatmıştı (Şanda 1970: 10) (1)
Köylülerin romantik portresinin diğer toplumsal nedeni ise, 1877 ila 1890 arasındaki Balkan kökenli geniş çaplı göçlerdir. Bu göçlerle gelenlerin hemen hemen tamamı dönemin Anadolusu’na yerleştirilmişti. Zira Diyarbakır, Van, Musul, Halep, Bağdat ve Basra vilayetlerinin Rumeli’ye uzak olması, demiryolu ağının ve yani sıra yeterli miktarda karayolu vasıtalarının bulunmayışı gibi nedenlerden dolayı ‘Vilayet-i Şark iye’ye (Osmanlı Ermenistan’ı ve Kürdistan’ı) kütle halinde göçmen sevkıyatı yapılamamıştı. Göçmenlerin genellikle Rumeli’ye yakin olan Türk vilayetlerine yerleştirilmesi sonucu Anadolu denilen bu bölgede neredeyse barınabilecek yer kalmamıştı. Bu göçler sonrasında Anadolu’da 19. yy’in başlarındaki çiftliklerin büyük bir kısmi ortadan kalkmış, köylü nüfusu artmış ve köy öne çıkmış, yani sıra Türk göçmenlerle Anadolu’da Türk nüfusu da artmıştı (İpek 1994: 205-6, 228) (2).
Bu demografik değişim II. Abdülhamit’in özellikle askeri olan kaygılarını önemli ölçüde gidermiş görünüyor. Zira O, bu göçleri bir ‘iç göç’ gibi görmekte, Balkanlardan gelen Müslüman halk ile Anadolu’nun ve Rumeli’nin savaşla azalmakta olan nüfusunun artacağından teselli bulmaktaydı. Şu cümleler kaygısının büyüklüğünü göstermek acısından ilginçtir:
“Osmanlı Devleti, asker kuvvetlerini Rumeli ve Arabistan’da birkaç yer müstesna olmak üzere Anadolu ahalisinden, daha doğrusu dört beş milyon nüfusun içinden almakta idi. Bu hal pek az daha devam ederse, askeri ihtiyaçlarımızı asla karşılamayan bu nüfus askerlik sıkleti altında bütün bütün ezilip hükümetin her hususta dayanağı olan Anadolu kıtasının İslam unsuru, başka sebebe hacet kalmaksızın yalnız bu sebeple mahvolarak harp halinde devlet asker bulamayacaktır.”
(Karal 1988: 363) (abc)
Abdülhamit için öncelikli sorun ‘ölmeye hazır’ askerlerin mevcut olup olmadıklarıydı, köylülerin aç kalıp kalmadıkları değil. Zira aşar (öşür) vergisi yabancı sermayeye karşı güvence olarak gösteriliyor, borçlar bu yolla ödeniyordu. Sözgelimi, Osmanlı devleti yüzyılın sonlarına doğru yapılacak olan İzmit-Ankara demiryolu hattı için Deutsche Bank’a km başına 15.000 frank garanti para taahhüt ederken, bu ödemeler için hatların geçeceği İzmir, Ertuğrul, Kütahya ve Ankara sancaklarının aşar gelirlerini karşılık göstermişti (Özyüksel 1988: 66). 1882 yılında İstanbul’da çıkan Ziraat Gazetesi’nde aşar vergisini birkaç misli arttırabilmek için, tarımın gelişmeye muhtaç olduğu öne sürülüyordu. Bu bakımdan, dönemin köy politikası köylüyü fazlasıyla bunaltmıştı. Şanda’nin dikkat çektiği üzere, ‘değişen bir şey yoktu’; Tanzimat’tan önce hanedanın geliri azalır diye, reayaya yüz vermemek ve onun sipahi beyinin emri altında çok çalışmasını sağlamak amaçlanmışken, Tanzimat sonrasında yapılan ıslahatlara, kanun karsısında eşitliğe rağmen köylünün durumunda bir değişiklik olmamıştı. Köylünün içinde yaşadığı ve bir türlü düzelmeyen, düzeltilmeyen kötü koşullar, ayni zamanda onu politik söylemin bir parçası haline getirmiştir. Nitekim Ziya Paşa’nın Arz-u Hali ile Suphi Paşa’nın Aşar hakkındaki layihasında ‘zavallı köylüler ’ tabiri kullanılmıştır. Namık Kemal de konuya dair yazdığı makalelerde, ‘köylünün’ murabahacıların elinden kurtarılmasını istiyordu (Şanda 1970: 7, 9).
Abdülhamit’in yukarıda değinilen kaygısını bir sure Onun sadrazamlığını yapmış olan Küçük Sait Paşa da paylaşıyordu. O imparatorluk ordusunun başlıca ikmal kaynağı olan ‘Anadolu ahalisi’nin tükenmesini önleme lüzumuna işaret etmiştir. Ercüment Kuran, Sait Paşa’nın başka yönlerden de ‘Anadolu’ya önem verdiğine kısaca değinirken, Onu ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulusundan sonra Panturkizme reaksiyon olarak doğan Anadoluculuk fikir cereyanının bir oncusu ’ olarak görmenin mümkün olduğunu savunmuştur (bkz. Kuran 1994: 171-2).
Gerek savaşlar, gerekse savaşlardan kaynaklı göçler, Anadolu’yu gerçekten de imparatorluğun trajik bir toplumsal hayatin hüküm sürdüğü bölgelerinden biri haline getirmişti. Böylece, köylülüğün yani sıra söz konusu köylülerin meskun oldukları mekan olarak Anadolu’da öne çıkıyordu. Daha 1872’de Basiret’te yayımlanan bir yazıda, Anadolu halkı ‘sağ kolumuz’ olarak niteleniyordu. Ayrıca, Abdülhamit dönemi basınında, Anadolu’nun gelişmesi ve yerli halkın ekonomik, sosyal ve eğitim düzeylerinin yükseltilmesi gerektiği sıkça ifade edilmekteydi (Kushner 1977: 50-1). İttihatçılardan Ahmet Rıza daha 1896’da Abdülhamit’e verdiği dilekçelerden birinde bu talebi açıkça dillendirmişti:
‘Gençliğimde Anadolu’nun bazı cihetlerini gezmiş, ahaliyi her tarafta perişan, köyleri kasabaları viran görmüştüm. Ziraat ıslah edilirse köylü fakru sefaletten kurtulur zannetmiştim. Rencberin cehaleti son çiftçiliğin lüzumunu anlamaya, fakir ise ziraat aletleri satın almaya elverişli değildi. Bunun için önce umumi efkarı uyandırmak için Maarif nezaretine müracaat ettim. Layiha verdim, hiç bir faydası görülmedi’
(Ülken 1966: 190, dn)
Ahmet Rıza’nın köylücülüğü, genel kabule göre babası Ali Bey’in Konya’ya sürgün edilmesiyle ilişkilendirilir. Burada köylülerin kötü yasam koşulları onu ziraat eğitimine yöneltir. Galatasaray’da okuduktan sonra, Fransa’ya, Grignon Ziraat Okulu’nda okumaya gider; oradaki mezuniyeti sonrası dönüşünde ise, Osmanlı köylüsünün durumunu düzeltmek için onları eğitim yoluyla aydınlatma yolunu benimseyerek bu yönde çalışmalar yapar (Shaw-Shaw 1982: 311; Mardin 1983: 129-130; Akşin 1992: 333) (3).
Avrupa’ya kaçmış ‘Jön Türker’den Georgiades adli kimsenin, 1890’da Paris’te yayımladığı ve başında Namık Kemal’in Hürriyet’i gibi ‘Organe de la Jeune Turquie’ ibaresini taşıyan La Turquie Contemporaine adli yayınında da (11 Mayıs 1891) Türk köylüsünün malum mistifikasyonuna rastlanmaktadır:
‘Türk köylüsü kadar mutsuz bir köylü yoktur. Kendisi Hıristiyan benzerlerinden daha çok eziyet çekmektedir. Konsolosların, sefirlerin ve yabancı devletlerin himayesinden mahrum olduğu için Hıristiyan köylüsünün elindeki kozlara sahip değildir.’
(Mardin 1983: 34)
Köylünün toplumsal koşullarını iyileştirme çareleri düşünen pek çok kimseden biri de Ebubekir Hazim Tepeyran idi. Tepeyran II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayımladığı Küçük Paşa adli romanına ayni trajik tabloyu tasvir ederek başlamaktaydı:
‘Anadolu’da bir köy… Bir bucuk yıl evveline kadar müstebit hükümetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lazım geldikçe hatırladığı köylerden biri. (…) bu acıklı manzaraları görüp de bir iyileştirme çaresi düşünmemek, asırlar da geçse hiç affolunmaz bir cürümdür.’
(Tepeyran 1984: 11-2) (4)
Meşrutiyeti’nin ilanından sonra çıktığı ‘Anadolu gezisi’nde -Bursa, Balıkesir, Kütahya, Konya, Isparta, Eskişehir, Ankara, Mersin ve Adana’da- kaleme aldığı ve Tanin gazetesinde Anadolu’da Tanin başlığıyla yayımladığı mektuplarında Ahmet Şerif de köylülerin perişanlığına değinmişti. Mektuplardan ilki 11 Temmuz 1909’da yayımlanırken, tamamı aynı adla 1910’da kitaplaştırılmıştı (bkz. Ahmet Şerif 1977).
Bugünkü resmi Türkiye yarımadası o dönem Anadolu adıyla yoksul Türk köylüsü ile öne çıktıktan sonra, bunun doğrudan bir sonucu olarak bazen ‘Vilayet-i Şarkiye’den ayrı olarak, bazen onu da içine alacak bicimde Türkçü muhayyilesinde bir Türk vatanı olarak şekillenmeye başlamıştı. 20. yy’in başlarında Mısır’da yayımlanmış olan Anadolu dergisinin 24 Nisan 1902 tarihli sayısındaki şu satırlar bu özdeşleşmenin önemli bir örneği sayılmaktadır:
‘Essalam-u aleyküm ey mübarek Anadolu! Ey koca Türkeli! Merhaba ey sevgili Küçük Asya! Ey mukaddes vatan!’
(Karal 1988: 561)
II. Meşrutiyet sonrasında, 1912’de kurulan ve kurucuları arasında Mustafa Suphi’nin bulunduğu Milli Meşrutiyet Fırkası’nın temel düşüncesi de bu çerçevedeydi (5). Onlar Osmanlılığın merkez-i sıkletinin Türklük ve İslamlık olduğunu vurguladıkları beyannamelerinde, ayrıca şu görüşlere yer vermişlerdi:
‘ Halbuki biz Türklüğü temsil eden Anadolu ile Osmanlı tarihinde birer hisse-i mefhareti haiz olan Arabistan’ın ve Arnavutluğun nasıl tahripkâr bir idareye tabi olduğunu zi-hayat vakayı ile idrak ediyoruz. Cism-i devletin etraf-i erbaasinda kan ve can gönderen, varidatının bir kism-i azimini memleketin fakir ve atıl sair kıtaatına ihya eden Anadolu, bugün baştan başa harababad bir çöle donmuş, bin turlu gavial-i dahiliye ile iştigalden başını alamayan -Türk, vatanında ölmeye hasret kalmış- bu mübarek kıtanın fedakar insanları ırken mariz, neslen meftur hale gelmiştir.’
(Birinci 1990: 184-5) (abc)
Aralık 1918-Ocak 1919 yılında İkdam ’da tefrika ettiği İki Komite, İki Kıtal başlıklı yazı dizisinde Ahmet Refik (Altinay) de Anadolu’nun fakirliği ve bedbahtlığından söz etmekte ve onu ‘hakiki Türklük merkezi’ olarak nitelemekteydi. Ona göre, Anadolu irfansızlıktan, mektepsizlikten, kanunsuzluktan, adaletsizlikten ölüyordu (Altinay 1994: 13, 24) (6). II. Meşrutiyet döneminin İzmir’inde çıkan Anadolu ve Köylü gazeteleri de bu söyleme ait sürecin bir parçasıydı; 1911’de yayımlanmaya başlayan Anadolu, aslında İttihatçıların İzmir’de çıkarmış oldukları İttihat adli gazetenin imtiyazının devri sonucu yayımlanmaya başlamışken, Köylü ise tamamen adına uygun olarak köylülere yönelik yoğun yayınlarıyla ve sade Türkçesiyle dikkat çeken bir ‘Osmanlı gazetesi’ idi. Bunun dışında yine İzmir’de 1919’da bir başka Köylü gazetesinin yayımlanmış olmasıdır (Arikan ty: 109–110).
Osmanlı’nın son dönemlerinde filizlenen köylülük değerlerinin romantik olarak islenmesi, Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte farklı bir motivasyona sahip olarak devam etti. Bu motivasyonlardan biri, köy ve köylülüğün özel olarak hilafeti ve Osmanlı hanedanını simgeleyen İstanbul’a, genel olarak ise kozmopolitizmin mekanı olarak kente karşı konumlandırılışıydı ki, bu Cumhuriyet’in erken dönemlerinde özellikle öne çıkarılmış bir vurguydu. Bir diğeri ise, Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile başlayan iktidara sosyal taban yaratma çabalarıdır. Diş faktörler bir yana, içte özellikle iktidarın güdümlü muhalefeti olan Serbest Fırka (1930) deneyiminden sonra, yapılan reformlara kırsal kesimde toplumsal bir taban yaratma zorunlu görülünce, Halkevleri kuruldu. Halkevlerine mekan olarak kapatılan Türk Ocaklarının binaları tahsis edildi. Halkın rejimi desteklemesi için, nüfusun ezici bir çoğunluğu olan köylülere gitmek gerektiği fikri yeniden biçimlendirildi. Düzenlenen köy gezileri dönemin entelektüel ve siyasal havasına da uygun olarak daha çok bürokratik bir atasmferde gerçekleştirildi. Yine de sonuçta Halkevlerine bağlı olarak bir köycülük söylemi gelişmişti ve bu söylemin genel olarak üç ana hattı bulunuyordu; bunlardan biri milli kültürün saf ve bozulmamış bir halde ancak köylerde bulunabileceği düşüncesiydi. Bu düşünce yer yer ırk bağlamında yorumlanıyor ve ırkçı eğilimler kazanıyordu. 1940’li yıllarda görülen aşırı ırkçı hareketlerin köycülük söylemlerinde, -örneğin Remzi Oğuz Arık gibi kişilerde- çok açık bir ırkçılığın köycülükle örtüştüğü görülmektedir (bkz. Karaomeroglu 2001: 164–5,174–5; Karaomeroglu 2001a: 294). Dönemin bir başka ünlü ırkçı siması olan Nihal Atsız da ‘yoksul Anadolu köylüsü’ne dikkat çeken yazılarıyla belki bu sınıfa dahil edilebilir (Öztürkmen 1998: 144).
1930’larin başlarında Mustafa Kemal tarafından kurulan ve çok partili hayata geçişle birlikte 1950’lerin başlarında Demokrat Parti tarafından kapatılan Halkevleri ile 1940’li yılların Köy Enstitüleri, 20. yy’in ikinci yarısında Anadolucu akimin sol Kemalist yorumuna zemin hazırladılar. Bunun bir yansıması olarak, Anadolucularda görülen köycülük hem birleşme hem de bir ayrılma noktası oldu. Sol Kemalist Anadolucular modernizm anlamında kentleşmeye karşı olmayıp, köylerin modernize edilmesini savunurlarken, daha gelenekçi ve muhafazakâr olan Anadolucuların hiç değilse bilebildiğim bir kesimi kentleşmeye karşı olmuşlar, yani sıra köylülerin ise modernleştirilmesi yerine zenginleştirilmesini savunmuşlardır. Bu kadarla da değil, sözgelimi muhafazakâr Anadoluculardan Nurettin Topçu, bir tüketim merkezi olarak gördüğü kent ve kentleşmenin de ötesinde, Nazım Hikmet’in ‘ makineleşmek ’ olarak şiirleştirdiği teknolojiye, yani bir bakıma ‘medeniyet’e karşıdır. Topuçu’ya göre, Türkiye’nin büyük kentleri kolay kazanç tutkusunun, makine esaretinin, pozitivist zihniyetin, ahlak dışı tüketim hayatinin yaşandığı yerlerdir (Öğün 1992: 112-125). Halkevleri ve Köy Enstitüleri, Kemalizm ile ilk dönem Anadolucuları arasında belirgin bir biçimde ortaya çıkan bu mekansal kutuplaşmayı (kır-kent) zamanla kısmen yumuşatmış sayılabilir; çünkü bu sayede köyün ve köylünün evcilleştirilmesi gerektiğini düşünen ve ona uzaktan bakan tipik bürokrat yaklaşımın yerine, rejime bağlı olanların köyü ve köylüyü içeriden tasvir edip anlayabileceği bir bakış geliştirilebilmiştir.
Sol Kemalist ya da muhafazakar Anadolucular köy ve köylülük konusunda yalnızca ayrılmıyor, bir kez daha vurgularsak, ayni zamanda birleşiyorlardı; ‘Anadolu köylüsü’ her iki kesimin de ortak noktasıydı. Öyle ki, bu hayali özne Türklüğün sağ ve sol tarihsel anlatısında yer yer bir ayniyet öğesi sayılırdı. Özellikle Hitit ve Selçuklu tarihinin önemi her iki tarihsel anlatıda da esastı. Sözgelimi, Yakup Kadri gerek fizyonomi gerekse kılık kıyafetleriyle Hititlerin ‘Anadolu köylüleri’ne benzediklerini düşünürken, Nurettin Topçu ise, Elanlar ile Romalıların bu tarihteki yerini küçültmeye çalışarak Türklerin tarımsal geleneklerini Hititlere dek götürmüştür (Karaosmanoğlu 1999: 111-2; Öğün 1992: 89-92). Halide Edib de benzer bir rota izlemiştir. 1930’da yayımlanan Turkey Faces West adli kitabında, Anadolu’nun asil yerlilerinin Hititler ve Frigler olduğunu söylerken, ‘Grek uygarlığı’nın Anadolu’daki köylü dünyasına etki etmediğini öne sürmüştür (Edib 1930: 13). Böylece, köylülük bağlamında ‘bin tanrılı’ Hititler çeşitli siyasal eğilimlere mensup Anadolucular arasında ortak bir tarihsel anlatı olarak benimsenebilmiş, Türklüğün neredeyse antikitedeki temsilcileri olarak inşa edilmişlerdir.
Harsci ve medeniyetçi Anadolucular olarak da tanımlanabilecek bu iki ana kesimin köydeki ayrılma noktalarından biri de din konusunda kendini göstermekteydi. Öyle ki, Halide Edib’in Vurun Kahpe’ye adli romanı başta olmak üzere pek çok modernist Anadolucu, romanlarında köy imamı ile ‘idealist’ öğretmen arasındaki çatışmaya işaret etmişti. Benzer bir biçimde ağa-öğretmen çatışmasını konu alan romanları da anabiliriz. Öyle ki, 1922’de sürgüne gönderilen Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri ’nde bile Rum papaz köy imamından daha aydın olarak tarif edilmiştir.
Zamanla modernist Anadolucularda gözlemlenen bir değişiklik de, çoğu askeri tıbbiye mezunu olan İttihatçılardan TC’nin ilk kadrolarına –ki birçoğu İttihatçıydı zaten- miras kalmış olan köylüyü doğrudan iyileştirilmesi gereken bir hasta olarak gören anlayıştaki mekan genişlemesiydi. Mekan artık başkaldırmayan, ancak hasta varsayılan Kürdistan’dı. 1954’de yayımlanan Dr. Burhan Uslu’nun Bir Beyaz Gömleklinin Romanı ile Dr. Muzaffer Şerif’in Hekim Aşkı adli anı biçiminde yazılmış olan metinlerinde, Ömer A. Türkeş’in ifadesiyle ‘1920’lere ait Doğu izlenimleri’ yansıtılmıştı. Bu doktorlardan biri, hastanede Kürtçe konuşulmasını dert ederken, diğeri ise ‘ora’larin ne denli yoksul ve medeniyet nurundan uzak kaldığını üzüntüyle belirtiyordu (Türkeş 2001: 205).
Yakup Kadri’nin Yaban’ı gibi birkaç romanı bir yana bırakırsak, 1940’li yıllar, özellikle de savaş sonrası dönem ayni zamanda köy romancılığının bir tarz olarak ortaya çıktığı dönemdir. Türk edebiyatında Anadolu’yu anlatan köy romancılığına örnek teşkil eden evvelki ürünler, ya bir bürokrat ya da genel olarak herhangi bir kentli tarafından kaleme alınmışlarken, bu yeni romanlar köy kökenliler tarafından ve de köylü gözüyle yazılmışlardı; yani, dışarıdan değil, içeriden bir bakış söz konusuydu. Nitekim Refik Halim Karay, Memleket Hikayeleri ’nin köy hikayeciliğinin nüvesini oluşturduğunu savunurken, ‘Anadolu’yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm ve anlattım,’ demektedir (Kavcar 1974: 241; Bayrak 1978: 55). Berna Moran ise, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)’nin Yaban adli romanını değerlendirirken, ‘… romandaki köy gerçek Anadolu’yu temsil etmez. 1930’lardaki yönetici sınıftan bir aydın bürokratın kafasındaki Anadolu’nun simgesidir ‘, demektedir (Moran 1987: 209).
Köyün içeriden tasvirinin en önemli ve de ilk örneği, Mahmut Makal’in 1948–1949 yıllarında Varlık dergisinde yayımlanan ve bir köyün sosyal yaşantısını yalın ve açık bir dille anlatan notlarıydı. Makal notlarını 1950’de Bizim Köy adıyla bir kitapta toplamıştı. Kitap Makal’i kısa zamanda şöhrete kavuşturdu ve kısa zamanda pek çok dile çevrildi. Fransızcaya Un Village Anatolien, Récit d’un instituteur paysan (Paris, 1963: Plon), İngilizceye A Village in Anatolia (London, 1954: Mitchell & Co. Ltd), İtalyancaya ise ayni başlıkla, yani ‘Anadolu’da Bir Köy’ (1969: Mondadori) olarak çevrildi. Kitabin İngilizce baskısına bir Giriş yazan Paul Stirling, Makal’in dünya üzerindeki dilsiz milyonlarca köylü arasından çıkarak, köyü köyün içinden tasvir eden ilk dahi köylü olduğunu söylüyordu. Buradaki köy tasviri genellikle ‘Anadolu’nun bir tasviri sayıldığından, kitabin İngilizce ve Fransızcaya çevirilerinde asil adının yerine içinde Anadolu’nun olduğu başka başlıkların tercih edilmiş olması dikkat çekicidir. Kitap her şeyden önce köylüden, onun sefaletinden ve yardıma muhtaç olduğundan söz ediyordu ki, Anadolu adı başından itibaren Türk edebiyatında bir dram sahnesi olarak anılmış ve bu sahnenin toplumsal hayattaki özdeşliği ise tabii ki her zaman köy olmuştur. Bu nedenle, Marksist Açıdan Türk Romanı adli incelemesinde Rıza Mollof’un Makal ve Bizim Köy hakkında şunları söylemiştir:
‘İkinci Dünya Savası’ndan sonra Anadolu uyandığını gösterir. Ve birden Türk edebiyatında bir Anadolu canlanıverir (…) o bütün çağdaş Türk yazarlarından önce Anadolu’yu olduğu gibi dünyaya tanıttı (…) Birdenbire bir perde kaldırıldı ve Anadolu bütün sosyal, politik, kültürel, psikolojik meseleleriyle meydana çıktı.’
(bkz. Makal 1976: 137-8).
Makal, Bizim Köy’den sonra bu kez ‘bizim köy’ü yazmış, Van ve çevresindeki sosyal yaşantıya ilişkin gözlemlerini Yer Altında Bir Anadolu adli kitabıyla dile getirmiştir. Sonrası malum; Fakir Baykurt’lar, Yaşar Kemal’ler, Kemal Tahir’ler ve diğerleri hep bu atasmferi tasvir ededurmuşlardır. Hemen tamamı Anadolu kavşağında buluşmuşlardır. Yasar Kemal bu romancılığın ve Anadoluculuğun bugün yasayan en büyük temsilcisidir. Bundan birkaç yıl önce kendisiyle yapılan bir röportajda, 1951 yılında Cumhuriyet gazetesinde işe başladığını, röportaj yazarı olarak Anadolu’yu gezip dolaştığını ve her kesimden insanla tanıştığını belirttikten sonra, sözlerine şöyle devam eder:
‘Ben Anadolu halklarının kardeşliğini biliyorum. Bunu artık bizim soyut, ülkeyle bütün bağlarını koparmış, şıkıdım medyası bilmiyor. Varsa da şıkıdım yoksa da şıkıdım. Sen yıllardır gazetelerde bir Anadolu röportajı gördün mü, duydun mu? Orada bir Anadolu var uzakta, o uzaktaki Anadolu artik bizim ülkemiz değil. Orası bizim sömürgemiz bile değil. Sonsuz bir yoksulluk içinde kıvranıyor Anadolu…’
(Baydar 1996: 236) (abc)
Anlaşılıyor ki, bu köy edebiyatçılarının sözlüğünde, Kürdistan Anadolu’nun bir parçası olarak görülmekte ve dibe vurmuş bir sosyal yaşam anlamında ‘yeraltındaki Anadolu’ ya da bir türlü sorunları çözülemeyen bir ‘ uzak Anadolu ’ olarak dile getirilmektedir; yani, ‘Öteki Anadolu’ olarak… Ancak, ne denli uzak olursa olsun, asıl Anadolu onu her zaman kendi gölgesi olarak sahiplenmektedir. Anadoluculardan Ahmet Kutsi Tecer’in bir şiirinde söylediği gibi; ‘orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de gelmesek de, o köy bizim köyümüzdür ’.
Köyün dramatik bir mekan olarak kurgulanması ve köylü romantizmi hemen her defasında savaş sonrası döneme denk düşmüştür. Bu bağlamda, Anadolucu akimin gerek I. gerekse II. Emperyalist Paylaşım savaşı sonrasında ortaya çıkması dikkat çekici bir noktadır. Kuskusuz, başka pek çok faktör rol oynamışsa da, her iki akım savaş sonrasının çocuklarıdırlar. PKK eski genel sekreteri Abdullah Öcalan’ın 1999’da uluslararası bir komplo sonucu yakalanıp Türk devletine teslim edilmesinden sonra, Türk devletince başlatılan Anadoluculuk furyası her yeri teslim almış görünüyor ki, bu da bir savaş sonrasına tekabül etmektedir. Son yıllarda Türk TV kanallarında kırsal yasamı esas alan ve birbiri ardına yayımlanan onlarca dizi film, savaş sonrası bu tabloyla bir bütünlük arz etmektedir. O halde, Anadoluculuk ya da ondan ayrı olarak Anadolumerkezciliğin her defasında Türk milliyetçiliğinin savaş sonrasında yaralarını sardığı bir sargı olduğunu söylemek pekala mümkündür. Böylece, Anadolu hep yaralı Türklüğün sargısı olmuştur; ancak, yalnızca savaşlar da değil, doğal afetler de dayanışma duygularının öne çıktığı bir atasmfer yaratmaktadır ki, toplumsal bir mağduriyete birlikte maruz kalmak, ayrışmadan çok dayanışma duygularını arttırdığından, bu tür dönemler Anadoluculuğun yelkenine yel vurmuş gibidir.
1872’de bölgeye (Anadolu eyaleti) doğrudan yansıyan büyük kuraklık felaketini hemen sert bir kış mevsiminin takip etmesi, ayrıca kıtlık ve göç, Anadolu’nun ekonomik, sosyal ve eğitim düzeyi bakımından kalkındırılması gerektiği şeklinde bir görüsü temellendirmişti. Öyle ki, Anadolu artik Hamidiye dönemi başının birkaç önemli konusundan biri olmuştu (bkz. Kushner 1977: 51). Ayni şekilde 1999’daki İzmit depreminin Anadoluculuk bağlamında benzer bir işlev gördüğünü kestirmek güç olmasa gerektir. Öcalan’ın ‘ortak vatan’ iddiasından yaklaşık iki ay kadar sonra meydana gelen bu deprem, toprağı ayırmak yerine, ironik olarak onu mental düzeyde önemli ölçüde onarmış, birleştirmiştir.
Bir başka nokta ise, kır temalı dizi film sayısındaki patlamadır. Son yıllarda neredeyse bu tarz bir dizisi olmayan Türk TV kanalı yoktur; üstelik, bazılarının birden fazla kır dizisi vardır. Bu filmlerde genellikle bozulmuş bir Kürt harsı Türk ‘medeniyeti’ (modernite) içinde eritilmeye çalışılarak bir ‘Anadolu’ imgesi inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, seçilen mekan genellikle ‘taşra’ olmuştur. Burada modern kır evleri aracılığıyla Türk modernitesinin bir parçası olarak içselleştirilen Kürt köylüsü sonuçta ‘Anadolu köylüsü’ne dönüştürülebilmiştir! Aslında paradoksal olarak Yılmaz Güney’in filmleri de köylülüğü ‘Doğu’ ile özdeşleştirmeye yarayarak, çok daha önceden Kürt köylerinin ‘Anadolulaşması’nda rol oynamış gibidir. Levent Cantek’in belirttiğine göre;
‘köyün Doğu’yla özdeşleştirilmesi, önemli ve bugün hala sürdüğünü söyleyebileceğimiz, kalıcı bir yönasmedir. Yılmaz Güney filmleri olarak görülen Sürü (Zeki Ökten, 1978) ve Yol’un (Şerif Gören, 1981) uluslararası başarılarıyla ilgilidir. Güney’in yurt dışına kaçışı Türkiyeli Kürtlerin enteljensiyasinin temsilcisi olarak kabul edilmesi, bu özdeşleştirmeyi misli arttırmıştır. Erden Kiral’in Hakkari’de Bir Mevsim (1982), Ayna (1984), Dilan (1986) filmleri bu çerçeveye tegellenebilir.’
(Cantek 2001: 1999)
Görüldüğü üzere, genel olarak doğulu milliyetçiliklere özgü köylü romantizminin bir yansıması olarak köylü figürü Türk milliyetçiliğinde ‘güneşin doğduğu yer’, ‘doğu’ gibi anlamlara gelen Anadolu ile ilginç bir biçimde bir araya gelmiş, sonrasındaysa TC’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu olarak ‘Şark’laştırılan Kürdistan’ın köylüsü bu kavrama dahil edilmiştir. Sonuçta, ‘Anadolu insani’. ‘Anadolu kadını’, ‘Anadolu Alevisi’ ya da ‘Anadolu Müslüman’ı’ gibi ‘Anadolu köylüsü’ kavramı da içe hapsedilen Kürt ulusunun ve diğer halkların tek bir ulus olarak eritilmesine elverecek bir pota olmaktadır.
Notlar
(*) Yaklaşık 10 yıl önce yazmış olduğum bir köse yazısında (Gürdal Aksoy, ‘Tersi ve Yüzü’, Özgür Ülke, 18 Ocak 1995) artik Kürtçe bir isim almak ve başkalarınca bana verilen bu adi geçmişe bırakmak istediğimi belirtmiştim. Çeşitli nedenlerle bugüne dek kaldı. Simdi herhangi bir soyadına gerek duymaksızın, yalnızca Kürtçe ben demek istiyorum; yalnızca ben. Son kez, Gürdal Aksoy.
1. Bu noktada Köy Enstitülerinin ağalara karşı kurulmuş olduğu seklindeki yaygın kanıyı tartışmak, Kemalizm-İttihatçılık ilişkisi acısından ilginç olacaktır. Karaömeroglu Köy Enstitülerinin böyle bir amaca matuf olarak kurulmuş olduğu savına katılmamaktadır (bkz. Karaömeroğlu 1998: 62–3). Böyle olabilir; ancak, Karpit’in Kemalizm’in halkçılık anlayışını çözümleyişi bir noktanın ayrıntılandırılması babında önem taşımaktadır. Karpat’a göre halkçılık, özetlersek, kültürel olarak folklorculuğa, siyasal olarak halk egemenliğine dayanırken, toplumsal olarak da özellikle ‘Doğu’da ayaklanan ağalara ve yari feodal organizmalara karşı olmayı ifade ediyordu (Karpat 1971: 42). Bunların hepsinin Köy Enstitülerinde olmadığı kabul edilse bile, Koy Enstitülerinin toplumsal bir zemin hazırladığı köy romancılığında bulmak mümkün görünmektedir; folkloru, halkın ahvalini ve ağalara başkaldıran sosyal hayduttu…
2. Çiftlikler, 18. yy Osmanlı tarım kültüründe görülen ünitelerdir. Diş pazarlara, özellikle de Avrupa ekonomisinin taleplerine yönelik olarak belirli bölgelerde çoğalarak monokulturel tarıma ve mahalli toprak lordları zümresinin çıkışına vesile olmuşlardır (bkz. Ortaylı 1979: 256–7).
3. Ahmet Rıza’nın köylülerin konumunu eğitim yoluyla değiştireceği düşüncesi, çeşitli araştırmacılarca farklı nedene bağlanmış görünmektedir. Akşin, ‘ dönüşte tarımla ilgilenmenin pratik zorlukları karsısında kendini eğitime verdi ,’ diye yazarken, Shaw’lar ise, köylüyü eğitmeden tarımı geliştirmenin olanaksızlığını anlayınca Maarif Vekaleti’ne geçip Hudavendigar vilayetinde eğitim müdürlüğü yaptığına dikkat çekerler (Shaw-Shaw 1982: 311). Mardin ise söyle yazar: “ Sermaye bulamadığından ve ‘emn-u asayiş’ yerleşmediğinden yeni ziraat teknikleriyle ziraat yapma isteğinin yerine getirilmesinin imkânsız olduğu sonucuna vardı .” (Mardin 1983: 130).
4. Ebubekir Hazim Tepeyran’in Küçük Paşa’sı yıllar sonra dili sadeleştirildikten ve bazı kısımları ayıklandıktan sonra yayımlanmıştır. Yukarıdaki giriş, romanın bir kıyımdan geçerek yayımlanan halinden alıntılanmıştır.
5. Mustafa Suphi bir sure sonra Rusya’da, belki Rus sosyalizminin ayni zamanda köylü yanlısı oluşundan da etkilenerek, ‘ bahtsız Anadolu rençberleri’nden söz eden yazılar kaleme almıştı (‘Tarihi Vazife’ başlıklı yazı için bkz. Rozaliyev 1974: 39).
6. TC öncesi bu gibi metinlerde gecen Anadolu kavramının coğrafi içeriği pek çok kez metnin kendisinden çıkarılamamaktadır. Bir geçiş dönemi olduğu için, o bazen Ermenistan, Kürdistan, Lazistan gibi coğrafyaları içerirken, bazen de eski içeriğini korumaktaydı. Ahmet Refik’in gerek Şarkı Anadolu terimini kullanmış olması, gerekse Erzurum ve Erzincan’dan söz ederken Anadolu’ya atıfta bulunmuş olması, Onun Anadolu’yu daha geniş bir coğrafi satha oturttuğunu gösterir; ancak, kavramın şümulü yine kesin bir belirliliğe sahip değildir.
Kaynaklar
Ahmet Şerif, (1977) Anadolu’da Tanin, Birinci Gezi, baskıya hazırlayan Çetin Börekçi, İstanbul: Kavram
Yayınları
Aksoy, Gürdal (2002) Halklar Hapishanesi Anadolu. Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancılaşma, İstanbul:
Komal yayınları
Altinay, Ahmet Refik (1994) İki Komite, İki Kital, hazırlayan Hamide Koyukan, Ankara: Kebikec yayınları
Akşin, Sina (1992) ‘Düşünce ve Bilim Tarihi (1839–1908)’, Türkiye Tarihi 3, Osmanlı Devleti 1600–1908,
Yayın yönetmeni S. Akşin, İstanbul: Cem yayınevi
Arikan, Zeki (ty) ‘Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde İzmir Basını’, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi C. I, İstanbul: İletişim
Baydar, Y. (1996) ‘Edebiyat ve Kurt Sorunu Üstüne Yasar Kemal’le Konuşmalar’, bkz. Yasar Kemal,
Zulmün Artsın, İstanbul: Can yayınları
Bayrak, Mehmet (1978) Köy Enstitülü Yazarlar, Ozanlar, Ankara: TOB-DER Yayınları
Birinci, Ali (1990) Hürriyet ve İtilaf Fırkası. II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terraki’ye Karşı Çıkanlar,
İstanbul: Dergah yayınları
Cantek, Levent (2001) ‘Köy Manzaralı: Romantizm ve Gerçekçiliğin Düalizmleri’, Toplum ve Bilim, sy. 88, Bahar 2001
Delaney, Carol (2001) Tohum ve Toprak. Türk Koy Toplumunda Cinsiyet ve Kozmoloji, cev. Selda
Somuncuoğlu-Aksu Bora, İstanbul: İletişim
Deringil, Selim (1998) The Well-Protected Domains. Ideology and the Legitimation of the Power in the
Ottoman Empire 1876–1909 , Brigend: I.B. Tauris & Co. Ltd.
Halide Edip (1930) Turkey Faces West. A Turkish Wiew of Recent Changes and Their Origin, with a
Preface by E. M. Earle, New Haven: Yale
University Press
Heiberg, Marianne (1979) ‘External and Internal Nationalism: The Case of the Spanish Basques’, in Ethnic
Autonomy-Comparative Dynamics, The Americas, Europe and the Developing World , edited by Raymond
L. Hall, New York: Pergamon Press
Hutchinson, John (1992) ‘Moral Innovators and the Politics of Regeneration: the Distinctive Role of
Cultural Nationalists in Nation-Building’, International Journal of Comparative Sociology XXXIII, 1-2
İpek, Nedim (1994) Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1887–1890) , Ankara: TTK yayınları
Karal, Enver Ziya (1988) Osmanlı Tarihi , C. VIII, Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri (1876-1907) , 3. bs. Ankara: TTK yayınları
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1999) Politikada 45 Yıl, (Ani) , yayına hazırlayan Atilla Ozkirimli, 2. bs. İstanbul: İletişim
Karaomeroglu, M. Asim (2001a) ‘Türkiye’de Koyculuk’, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 2
-Kemalizm -, editörler T. Bora-M. Gultekingil, İstanbul: İletişim
Karaomeroglu, M. A. (2001) ‘Tek Parti Döneminde Halkevleri ve Halkçılık’, Toplum ve Bilim, sy. 88,
Bahar 20001
Karaomeroglu, M. A. (1998) ‘The Village Institutes Experience in Turkey’, British Journal of Middle
Eastern Studies 25, no. 1, May 1998
Karpat, Kemal (1971) Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, 2. bs. İstanbul: Varlık yayınları
Kavcar, C. (1974) II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim 1908–1923, Ankara: AUEF yayınları
Kuran, Ercüment (1994) Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, derleyen Mumtaz’er Turkone,
Ankara: TDV yayınları
Makal, Mahmut (1976) Bizim Koy 1975, İstanbul: Sander yayınları
McGowan, Bruce (1997) ‘The Age of the Ayans, 1699- 1822’, in An Economic and Social History of the
Ottoman Empire, Vol. II, 1600- 1914 , edited by Halil Inalcik with Donald Quataert, Cambridge: Cambridege
University Press
Mardin, Şerif (1983) Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908, 2. bs. İstanbul: İletişim
Ortaylı, Ilber (1979) Türkiye İdare Tarihi, Ankara: TODAIE yayınları
Öğün, Süleyman Seyfi (1992) Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, İstanbul: Dergah yayınları
Öztürkmen, Arzu (1998) Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İstanbul: İletişim
Rozaliyev, Y. N. (1974) Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri, Info-Türk Ajansı, Temmuz 1974
Shaw, Stanford J. –Shaw, Ezel Kural (1983) Osmanlı İmparatorluğun ve Modern Türkiye, C. II, cev.
Mehmet Harmancı, İstanbul: E yayınları
Şanda, Hüseyin Avni (1970) Reaya ve Köylü, İstanbul: Habora Kitabevi yayınları
Tepeyran, Bekir Hazim (1984) Küçük Pasa, günümüz Türkçesi’ne uyarlayan Hazim Bey, 3. bs. İstanbul:
De yayınevi
Türkeş, A. Ömer (2001) ‘Taşra İktidarı!’, Toplum ve Bilim, sy. 88, Bahar 2001
Ülken, Hilmi Ziya (1966) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, C. I, İstanbul: Selçuk yayınları
Williams, Colin-Smith, Anthony (1983) ‘The National Construction of Social Space’, Progress in Human
Geography , Vol. 7