0 0
Read Time:7 Minute, 22 Second
ABD İmparatorluğu Son Günlerini mi Yaşıyor?
David Harvey*
Yöntem olarak, emperyalizmi iki iktidar kaynağı arasındaki gerilimin sonucu olarak görüyorum. Bunlardan ilki, iktidarın devlet örgütlerinin altında yatan topraksal kaynağıdır. Diğeri ise, paranın ve aktiflerin, sermaye akışı ve döngüsünün denetimi anlamına gelen, iktidarın kapitalist mantığıdır. Bu iki kaynağın birbirine indirgenemeyeceğini ısrarla iddia ediyorum. Kimi zaman, bu ikisinin birbiriyle bütünüyle uyumlu olduğuna inanılarak hata yapılır.

Aslına bakılırsa, bunlar birbirilerini bazen destekler bazen de karşı karşıya gelirler ve her zaman için gerilim içindedirler.
Her tarihsel ve coğrafi momentte, her bir özgül durumu çözümleyebilmek için emperyalizme neyin sebep olduğuna dair o genel fikri gerçekten uygulamaya geçirmek durumundayız.

Aradığınız yanıtları Lenin’in ve Buharin’in yazılarında bulamazsınız. O insanların kendi zamanları ve durumları hakkında neler söylediklerini okumak harika bir şey. Ancak bugün içinde bulunduğumuz durumu çözümleyebilmek için onları içgörülerini kullanmak zorundayız.

Avrupa emperyalizminden her zaman için farklı bir nitelik arz etmiş olan ABD emperyalizmi hakkında birkaç yorumda bulunmak istiyorum.

George Bush bundan 18 ay önce bu durumun en açık işaretlerinden birini ortaya koydu. Kendisini Woodrow Wilson’dan Franklin Roosevelt ve Ronald Reagan’a kadar boylu boyunca uzanan ABD başkanları arasında gördüğünü söyledi.

ABD’nin dünyanın geri kalanına yönelik olarak giriştiği pratiklerde derin bir süreklilik var. Çalışma arkadaşım olan Neil Smith, The Endgame of Globalisation [Küreselleşmenin Nihai Oyunu] adlı yeni kitabında bu konunun üzerinde duruyor. Neil, ABD’nin emperyalist stratejisinin her zaman küresel olmuş olduğuna işaret ediyor.

ABD hiçbir zaman belli bölgelerle ilgilenmedi. Her zaman küresel iktidara yöneldi. Gelişmekte olan olaylarda, ABD’nin merkezinde yer aldığı ve dizginleri elinde tutabildiği küresel bir iktidar rejimi kurmaya yönelik bir girişimi tespit etmeliyiz.

1920’lerde bu tasarı yolunda gitti. Tek bir örneği ele alacak olursak, ABD Nikaragua’ya deniz kuvvetlerini gönderdi ve orayı işgal etmeye kalktı. Ancak bir tür gerilla savaşı içine sürüklendiler. Daha sonra ABD, artık aşina olduğumuz bir stratejiyi icra etmeye karar verdi. Yerelde güçlü bir adamı, bu örnek bağlamında Somoza’yı iş başına getirdi.

ABD Somoza’nın gereksindiği ekonomik ve askeri desteği sağladı ve istediği kadar zenginleşmesine de izin verdi. Ancak bunun için Somoza’nın ABD’li şirket sermayesinin (corporate capital) buyruklarını yerine getirmesi ve ABD’nin stratejik kaygılarıyla ilgili olarak, devrimci hareketlerin yayılmasını durdurmaya yardımcı olması gerekiyordu.

İşleyiş tarzı haline geldi. ABD, bu dolaylı denetim düzeninde özel güçleriyle birlikte, sürekli olarak düşük düzeyli gerilla savaşı veriyordu.

ABD’nin üzerinde denetim kuramadığı tek büyük alan, Soğuk Savaş boyunca Komünist Blok tarafından elde tutulan bölgeydi.

Bu durum Soğuk Savaş’tan sonra ABD için ilginç ikilemlere sebep oldu. Kendi stratejisi Soğuk Savaş’ın yokluğunda nasıl işleyecekti? Birçok Avrupa ülkesini kendi talepleri ve gereksinimleri için kendine bağlayabilen büyük bir düşmanın yokluğunda nasıl hareket edecekti?

Bu ise, ABD’nin emperyalist uygulamalarının yeniden değerlendirilmesine yol açtı.

ABD eskiden bir tür hegemonya [rakip devletler üzerinde hakimiyet] kurmak için üretim, finans, askeri güç, siyaset ve hatta kültür yoluyla hakim olabileceğini düşünüyordu. Ne var ki bugün ABD’nin askeri açıdan hakim olmasına karşın, artık hegemonik bir konumda olmadığı bir zamandayız.

Bunun çok tehlikeli bir durum olduğunu belirtmek istiyorum. Zira böylece ABD artık hegemon olmamasını askeri güç kullanarak telafi etmeye yöneliyor.

ABD hegemonyasını bir dizi alanda kaybetti. Üretim dünyasında hegemon değil artık. 1945’te üretim üzerinde hakimiyet sağlamıştı; ancak o hakimiyeti 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında kaybetmeye başladı.

1980’lere gelindiğinde dünya üretiminin büyük bir kısmı ABD dışına çıkmıştı.

Bu durumu en açık şekilde, ABD yönetimi içinde ABD’yi bekleyen o büyük soruna, yani potansiyel bir rakip olarak Çin’le nasıl başa çıkılacağına ilişkin olarak yaşanan çatışmalarda görebiliyoruz.

ABD şirketleri Çin’e iyice yerleşmiş durumdalar. General Motors geçen sene sadece Çin’deki faaliyetlerinden kâr sağlamıştı.

Demek ki, Çin başka bölgelerde ABD’yle rekabet edebilecek bir rakip haline gelirken, Wal-Mart, General Motors gibi ABD şirketleri Çin’e ihtiyaç duyuyorlar.

ABD üretimdeki hakimiyetini kaybeder kaybetmez, finans yoluyla hakimiyetini yeniden tesis edebileceğini düşündü. 1980’den itibaren her şeyin finanslaştırılması, esas olarak, ABD Hazinesi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve diğer mali kurumlar aracılığıyla hakimiyetin tekrardan kurulmasını amaçlayan, ABD öncülüğündeki bir stratejinin parçasıydı.

ABD bu girişimin başını çekti ve bunda başarılı oldu da. Ancak finans alanı en nihayetinde üretime bağlı olduğu için, 1990’lar boyunca dünya finansında ABD hakimiyetinin giderek aşındığını gördük.

ABD’li şirketler gibi bazı ABD’li finansal kurumlar hâlâ güçlüler ve önemliler. Fakat bugün ABD’nin borcunun büyük bir bölümü yabancıların elinde. Hayli bir kısmı da Asyalı büyük bankacıların elinde.

Demek ki finansal güç de ABD’nin elinden uçup gitmeye başladı. ABD’ye akan faiz miktarının, ABD’den çıkan faiz miktarıyla kabaca eşitlendiği çok ilginç bir dönemece yaklaşıyoruz.

Bir başka deyişle, 1980’ler ve 1990’lar boyunca her şeyin finanslaştırılmasından elde edilen net kazanç yavaş yavaş öyle azalıyor ki, ABD bir tür haraç almak yerine, dünyanın geri kalan kısmına hakikaten ödeme yapmak durumunda kalacak.

Yani finans alanında ABD eskiden olduğu gibi hakim değil. Finansal emperyalizmi azalmaya başlıyor. Üretim emperyalizmi azalmaya başlıyor. Geriye de bir tek askeri emperyalizmi kalıyor.

Bu da bizi ABD’nin nasıl aniden militaristleştiği ve Irak’a neden o şekilde girdiği sorusuna getiriyor.

Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi ABD’nin ülke içindeki durumu. Belli durumlarda iktidarı sürdürebilmek için bir tür dış düşman fikri etrafında dayanışma inşa etmek zorunda kalındığını biliyoruz.

Usame bin Ladin tam da bu boşluğa oturdu ve dış düşmanı kendinde cisimleştirerek ABD’nin terörizme karşı sürekli savaş fikrine yönelmesine yol açtı.

Bu durum ülke içi denetim açısından da önem taşıyordu; çünkü ABD içinde, özellikle de 1990’ların sonunda ekonomik köpüğün patlamasından sonra çatlaklar baş göstermeye başlıyordu.

O köpük patladıktan sonra Enron gibi bütün o skandallar çıktı ortaya ve ülkeyi sarsıcı bir sürü olay peşinden sökün etti. Yeni muhafazakârlar iç düzeni kurmayı istediler ve bunu başarabilmenin yollarından biri de dışarıda bir düşmanınızın olmasıydı.

Irak Savaşı’nın ikinci bir nedeni, petrolle alâkalıydı. Amaç sadece ABD’nin tükettiği petrol değildi. Petrol üreten ana bölgelerden birinde askeri bir konum elde etmek de söz konusuydu. Ve bu durumun Çin’e karşı durabilmekle de çok ilgisi var.

Petrolün çıktığı alanlara girebilmek için Çin’in de içinde olduğu ciddi bir rekabet var ortada. ABD bu hususta denetim sağlayabilmek için Suudi Arabistan’a yakın bir konumda askeri varlığını yerleştirmeyi istedi.

ABD, CNN’nin “sarsıcı ve dehşetli” diye adlandırdığı Bağdat saldırısıyla, askeri gücüyle neler yapabileceğini kanıtlamak da istedi. Bu saldırı, Sovyetler Birliği’ne karşı Hiroshima ve Nagazaki’ye bomba atılmasına benzer bir rol oynadı.

En son neden ise, “Vietnam Sendromu”nun üstesinden gelebilmek. ABD’nin peşini hiç bırakmayan kuyruk acısı, Vietnam’da kıçına tekmeyi yemiş olmasıydı.

ABD, Irak’ı gözüne kestirdi ve Vietnam Sendromu’nu orada alt edebileceğini düşündü. Feci bir hataydı bu. Tam da benzer bir durumun içine çekilmiş oldular böylece.

Şimdi askeri inandırıcılığını da kaybediyor ABD. 35.000 metre havada olağanüstü kapasitesi var; ancak karada aynı güce sahip değil.

ABD’nin askeri bir rotaya girmesinin belli sebepleri var. Ancak ABD’deki büyük sorun, Irak’tan nasıl çıkılacağı.

Burada sıkıntı yaratan şey- zaten bu yüzden Woodrow Wilson, Roosevelt ve hatta Clinton gibi şahsiyetler arasındaki süreklilikten bahsediyorum- Demokrat Parti’de kimsenin bu yörüngeden çıkmak istememesi.

ABD’deki bütün siyasi seçkinler bu küresel hakimiyet stratejisine kendini adamış durumda. Yalnızca bu amaca ulaşmak için farklı düzenekler var ellerinde.

Şimdiye kadar hep ABD’nin emperyal stratejisinden söz ettim ve küresel kapitalizmin her zaman ABD emperyalizmiyle gezinmediğine de işaret etmek istiyorum.

Çin’e ve Avrupa’ya bakarsanız, dünyada birbirinden son derece farklı nitelikleri olan emperyalist stratejilerin ortaya çıkmakta olduğunu görürsünüz. Kanımca, bu farklı stratejiler devletler arasında çatışmalara muhtemelen yol açmayacak.

Bence bu stratejiler muhtemelen hakim şirket seçkinleri içindeki parçalar ve kesimler arasında çatışmalara neden olacak. Seçkinler arasında kapitalizmin nasıl istikrara kavuşturulacağına dair tartışmalar yapılacak.

Bunu şu an başarabilmek zor; zira kapitalizmin hali hiç yerinde değil, büyüme oranları çok düşük. Çin’i ve ABD’yi tablonun dışına çıkarırsanız, 1930’lardakine benzer ölçekte küresel bir durgunluğa bakıyor olacaksınız.

Sadece ABD’deki duruma baksanız bile, eldeki veriler Arjantin’in yakın zaman önce yaşadığı iflastan önceki haline benziyor.

ABD’de bulunan bizlerin sorması gereken bir soru da, dünya piyasalarının ABD’yi ne ölçüde disipline edeceği ve ABD’li seçkinlerin buna nasıl yanıt vereceğidir?

ABD’nin bu duruma epey şiddetle karşılık vereceğinden ve özellikle Çin’le bir tür çarpışmanın önünü açabileceğinden endişe ediyorum. Öyle olursa eğer, kendimizi çok zorlu ve tehlikeli bir durumda bulacağız demektir.

• Çeviren: Erkal Ünal
•

• Not: David Harvey’in Temmuz ayında Londra’da SWP (Sosyalist İşçi Partisi) tarafından düzenlenen “Marxism 2005” buluşmasında yaptığı konuşmadır. Bu çevirinin temel alındığı özgün metin için şu kaynağa bakabilirsiniz: http://www.socialistworker.co.uk/article.php4?article_id=6983 (ç.n.)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter