Read Time:37 Minute, 8 Second

Önsöz
Aşağıda okuyacağınız çalışma 1998 yılında kaleme alındı. Bu çalışmayı yeniden gözden geçirdim, kimi yerlerini çıkarıp attım. Kimi bölümlerine eklemeler yaptım. Ama özüne, genel sistematiğine dokunmamaya özen gösterdim. Bu çalışmanın üzerinden 7 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen bugün “yeni bir yazı” gibi okunacağına ve değerlendirileceğine inanıyorum. Çünkü değerlendirilen konu, güncel ve hala derinlemesine değerlendirilmeyi ve tartışılmayı bekliyor…
12 Eylül faşizmi önemli bir tarihsel dönemece damgasını vuran ve sonuçları bugüne uzanan bir hareket. O nedenle bu hareketin özünün bugün genç kuşaklar tarafından kavranmasında yarar var. Hele devrimci gençlerin bu tarihsel süreci kavramadan başarılı bir devrimci siyaset yapmaları, etkin bir politik eylemci haline gelmeleri son derece güçtür. Kürdistan devrimci yurtsever gençliği 12 Eylül’ü kavramadan bugün dayatılan inkâr ve imha siyasetini, İmralı üzerinden geliştirilen teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliği kavramaları mümkün değildir. O nedenle tarihimizi etkileyen hareketleri, olayları ve bunların aktörlerini çok yönlü öğrenmek, kavramak ve gerekli derslere ulaşmak durumundayız.
12 Eylül faşizmine karşı direnen, bu uğurda yaşamları dahil her şeylerini veren bütün devrimci, sosyalist, demokrat ve yurtseverleri, özel olarak zindan direnişçisi arkadaşlarımı en sıcak ve direnişçi duygularımla anıyor, selamlıyorum. Bu kısa çalışmayı onlara, bu kuşağın adlı, adsız, “ünlü”, ünsüz kahramanlarına adıyorum…
6 Eylül 2005
M. Can YÜCE
Giriş
12 Eylül 1980 günü bir şafak vakti… Hemen hemen herkes derin uykularda, ama bazıları dört bir yanda harekete geçmiş durumda, saatler öncesinden… Türkiye Radyolarından gür bir erkek sesi yükseldi, uğursuz bir haberi okuyacağı besbelliydi. Bu erkek sesi askeri faşist cuntanın, Milli Güvenlik Konseyi’nin “Bir Numaralı Bildirisi”ni okudu. Vurgularına basa basa, askeri havasını daha da koyulaştırarak…
12 Eylül Cuntası’nın yayınladığı “Bir Numaralı Bildiri”, “Yüce Türk Milleti” hitabıyla başlıyordu. Atatürk’ün emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bütün olan TC’nin iç ve dış düşmanların saldırılarına maruz kaldığını, devletin belli başlı organlarının işlemez hale geldiğini, siyasal partilerin uzlaşmaz bir tutum içinde olduğunu, vatandaşların can ve mal güvenliklerinin tehlikeye düştüğünü, egemenliğini ilan eden birçok ideolojinin ülkeyi kardeş kavgasının, iç savaşın eşiğine getirdiğini belirten bildiri, şöyle devam ediyordu:
“Aziz Türk Milleti:
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”
Devamla Bildiri, 12 Eylül’ün amacını ve hedeflerini şu net sözcüklerle ortaya koyuyordu:
“Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 7, sayfa: 418)
Ardından bildiri, Parlamento ve Hükümetin feshedildiğini, parlamento üyelerinin dokunulmazlığının kaldırıldığını, “bütün yurtta” sıkıyönetimin ilan edildiğini, saat 05’ten itibaren “ikinci bir emre kadar” sokağa çıkma yasağının konulduğunu ve daha geniş açıklamanın saat 13’te Türkiye Radyo ve Televizyonunun haber bülteninde, Cunta Şefi Kenan Evren tarafından yapılacağını belirtiyordu.
Her şey açıktı, işin rengi bütün çıplaklığı ile belli olmuştu. Bu, 12 Mart’ın basit bir tekrarı olmayacaktı. Türkiye ve Kürdistan tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Herkes tedbirini buna göre almalı, hazırlıklarını buna göre yapmalıydı.
Cuntanın önüne koyduğu bir nolu hedef, PKK önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’dir. Bunu “ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak” olarak tanımlıyorlar. Bildiriden çıkan ikinci sonuç şuydu: Türk ordusu “emir komuta zincirini” korumuş, faşist darbeyi de “emir komuta zinciri içinde ve emirle” yapmıştı. Beş General, Milli Güvenlik Konseyi adında beşli bir cunta oluşturmuş ve Türkiye’nin bütün yönetimini, yasama ve yürütme erkini doğrudan üzerine almış, yargıyı da kendi denetimine tabi kılmıştı.
Bu, yepyeni bir durumdu.
Evet, ilk hedef KUKM ve Kürdistan halkıydı. Bu kez, Kemalist Cumhuriyet’in yürüttüğü Kürt soykırımını tamamlamak, Kürtleri nihai olarak tarihin karanlık dehlizlerine gömmek kararında görünüyorlar. Elbette bu vahşi ulusal imha planı önündeki en temel engel, PKK idi. PKK tasfiye edilmeden, her türlü direnişi kanlı bir biçimde bastırılmadan bu stratejik hedeflerine varamazlardı. Cuntanın planı dehşet vericiydi. Gerçi bu stratejik hedeflerinde bir yenilik yoktu. Ancak yeni olan, askeri cuntanın bu stratejiyi ne pahasına olursa olsun uygulama ve sonuçlandırma kararında olmasıdır. Zaten 12 Eylül’e karar verirlerken, PKK ile başlayan Kürt uyanışı ve dirilişi çok belirleyici bir etken olmuştu. 1978 Hilvan Direnişi sürecinde TC’nin stratejik temellerinden birinin kaymaya başladığını görmüş, bunu önlemenin kaçınılmaz olduğu sonucuna varmışlardı. İşte şimdi bütün yönetime el koymuş ve soykırımı sınırsız yöntem ve araçlarla uygulayacaklardı.
Aslında 12 Eylül’e gelindiğinde PKK önemli darbeler yemişti, önder kadrolarının çoğu tutuklanmıştı. Faşist sömürgecilik de bunu az çok biliyor ve geride kalanları “Kılıç artıkları” olarak değerlendiriyor, bunların işini çok kısa bir sürede halledeceğini düşünüyordu.
I.
12 Eylül, Türkiye ve Kürdistan tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Halklarımızın kaderinde çok kapsamlı tahribatlar yaratmış, çok boyutlu bir harekettir. Sıradan bir askeri darbe olarak düşünmek doğru değildir. 12 Eylül faşizmi çok yönlü bir siyasal, toplumsal ve kültürel karşı-devrim hareketidir. 12 Eylül faşizmi, çöküş ve çözülüş sürecindeki Cumhuriyet rejimini, yeniden kurma hareketidir. Bu çöküş ve çözülüş süreci içindeki “Cumhuriyetin ikinci kuruluşu”dur. Bu karşı-devrimci hareketin, bölgesel ve uluslararası boyutları da söz konusu. Bu nedenle üzerinde biraz durmakta yarar var. Bu, cunta karşısında gelişen ulusal kurtuluş direnişini daha derinlikli kavramamıza da yardımcı olur. Öncelikle, 12 Eylül faşizminin hazırlık ve oluşum süreci hakkında özet bir bilgi ve değerlendirme sunmak istiyoruz.
12 Eylül faşist hareketinin hazırlık ve örgütlenmesi, yılları bulan bir süreci kapsıyor. İlk adım Maraş Katliamı ile atılır. Maraş Katliamı ile birlikte ilan edilen sıkıyönetim altında askeri darbenin planlanması, siyasal ve psikolojik zeminini olgunlaştırma çalışmaları etkince ve sindire sindire yürütülür. 12 Eylül darbesi, “Bayrak Planı” denilen bir stratejik Harekât planına dayanır. Bu plan, 1978 tarihinde Genelkurmay 2. Başkanı Haydar Saltık başkanlığındaki bir ekip tarafından hazırlanmış, süreç içinde geliştirilerek güncelleştirilmiştir.
Türk Genelkurmayı, askeri darbeyi ilk başta 29 Eylül 1979 tarihinde gerçekleştirmeyi planlar. Ancak bu tarihin erken olduğu, koşulların henüz tam olgunlaşmadığı sonucuna varılarak darbe tarihi ertelenir. Siyasal ve psikolojik ortamın olgunlaşması, toplumda ordunun tek kurtarıcı güç olduğu düşüncesinin iyice yerleşmesi beklenir. Maraş Katliamı’ndan önce olduğu gibi sıkıyönetim altında da kontrgerillanın paramiliter gücü olan MHP bu amaç için etkince kullanılır. Terörle, kitlesel katliamlarla orta sınıflarda can ve mal endişesi derinleştirilir. Özellikle bu kesimler askeri bir darbenin gerekliliğine ve meşruiyetine, bu yöntemlerle inandırılmaya çalışılır. Türk ordusunun bu taktiğine, Türk solu da bilmeden belli ölçülerde hizmet eder. Faşizme karşı mücadeleyi salt MHP ile sınırlandırması, esas askeri faşist gelişmelerin gözden kaçırılması, Solun en büyük hatası olmuştur. Askeri faşist hareket bu hatadan fazlasıyla yararlanmış ve sola pahalıya ödetmiştir.
29 Eylül’de darbeyi ertelemelerinin bir nedeni de “parlamento içi seçeneklerin” henüz tümden tükenmemiş olmasıdır. Egemenler cephesinde bir AP-CHP büyük koalisyonu fikri canlıdır. Bu, gündemde tartışma konusudur; birçok çevrenin de umududur. Generaller bu seçeneğin gelişme olasılığının çok zayıf olduğunu, hatta hemen hemen olanaksız olduğunu biliyorlardı. Ancak zorlamakta ve sonuçta bu seçeneği tüketmekte sayısız yarar ummaktadırlar. Böylece toplumda “başka çareleri kalmadı” düşüncesinin derinleşeceğini hesaplıyorlardı.
29 Eylül’de bir askeri darbenin olacağı Ankara siyaset kulislerine yayılır. Hatta Ecevit Hükümeti’nde Devlet Bakanı olan Faruk Sukan, Ecevit’e istifa dilekçesini sunar. İstifasının gerekçesinde, “Bir askeri darbenin hazırlanmakta olduğu bilgisini aldığını” dile getirir.
14 Ekim 1979 tarihinde yapılacak kısmi senato ve milletvekilliği seçimi de, generallerin kendi planlarını bir süre için askıya almalarını etkileyen diğer bir etkendir. Bu seçimin sonucunu bekleyerek oluşacak siyasal dengelere göre davranmayı, darbe koşullarını olgunlaştırmak açısından gerekli görürler.
14 Ekim seçimlerinde büyük bir oy kaybına uğrayan CHP, hükümetten istifa etti, Süleyman Demirel’in önünü açtı. Ecevit’in kafasında, CHP-AP koalisyonu vardı. Bunu çok önceleri dillendirmişti. Ancak Demirel bu seçeneğe sıcak bakmıyordu, katı uzlaşmaz bir tavır takınıyordu. Ecevit’in istifasından sonra; Türkiye Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Demirel’e CHP-AP koalisyonunu kurması için telkinlerde bulunur, ancak bu girişimlerinden sonuç almaz.
Ardından 26 Aralıkta generaller, Cumhurbaşkanı’na bir “uyarı mektubunu” verirler. Mektupta; Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal koşullar hatırlatılıyor, bütün siyasal partiler ve anayasal kuruluşların aralarındaki çekişmelere son vererek, rollerini oynamaları isteniyordu. Bu mektup, “ya yaşanan krizi aşarsınız ya da askeri bir darbeyle aşılırsınız” mesajını açıkça veriyordu. Generaller biliyorlardı ki, bu “uyarı mektubu” ile partiler ve devletin diğer kuruluşları harekete geçip yaşanan krizi aşma yeteneğini gösteremeyeceklerdi. Yaşanan sorunlar çok kapsamlıydı, mevcut partilerle bu sorunları aşmak olanaksızdı. Askeri bir darbeyi tek çare olarak düşünüyorlardı. Buna inanmalarına rağmen “uyarı mektubu” vermeleri çelişki gibi görünebilir. Ancak bize göre bu mektupla ordunun tek umut ve çare olduğunu kanıtlamak istiyorlardı. AP-CHP koalisyonu seçeneğinin böylece tümden tükeneceğini de biliyorlardı. Dolayısıyla “uyarı mektubu”nu darbenin siyasal ve psikolojik zeminini güçlendirme, kaçınılmazlığını bilinç ve bilinçaltlarına yerleştirme girişimi olarak değerlendirmek gerekiyor. Kabul etmeliyiz ki, bunda başarılı oldular.
1980 yılında, darbe süreci bütün hızı ile devam eder. Yeni yılın ilk ayında, Türkiye ekonomisini ve toplumsal yapısını çok önemli ölçüde değiştirecek 24 Ocak Kararları alınır. Toplumsal muhalefet dinamiklerini susturmadan, sistemli bir baskı altında tutmadan, bu kararları uygulamak mümkün değildir. Türk tekelci burjuvazisi ve bağlı bulunduğu emperyalist merkezler, ekonomik krizden çıkış yolu olarak 24 Ocak Kararlarını görmektedir. Dolayısıyla bu anılan ekonomik politikalar, 12 Eylül darbesini hızlandıran etkenlerden biri olur. Darbenin bu temel nedenine, ilerde ana çizgilerle de olsa değinmeye çalışacağız.
17 Haziran 1980 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra; Generaller, bu kez kendi aralarında toplanır, darbenin koşullarını ve zamanını değerlendirirler. Gelinen noktada bütün seçeneklerin tüketildiği, toplumda “ordu müdahalesinin” tek çare ve seçenek haline geldiği fikrinin iyice yerleştiği, darbe koşullarının her açıdan olgunlaştığı ve artık harekete geçme zamanının geldiği sonucuna varırlar. “Bayrak Planı”na son şeklini vererek darbenin gün ve saatini belirlerler: 11 Temmuz 1980 günü saat 04.00! Ve bu “Harekât Planı” özel kuryelerle bütün askeri birliklere dağıtılır.
Ordu cephesinde bu gelişmeler olurken “siyaset cephesinde” ise başka olaylar meydana gelir. MSP ve Necmettin Erbakan, AP azınlık hükümetini sıkıştırma çabasını sergilemektedir. Hatta 2 Temmuz’da, hükümete verdiği desteği geri çektiğini bile açıklamıştır. Ancak bu tutumunu fazla sürdüremez, hükümet için verilen gensoru oylamasında Demirel hükümetini destekleyeceğini açıklar. MSP’nin bu son tavır değişikliği, Generallerin hareket planını etkiler. Yeni güvenoyu almış bir hükümeti düşürmenin siyasal ve psikolojik açıdan kendi aleyhlerine bir hava yaratacağını düşünerek bir kez daha “Bayrak Planı”nı ertelemek durumunda kalırlar. Bu, yapılan ikinci erteleme oluyor. Bu erteleme kararında Temmuz ayı içinde OECD ile yapılan borç erteleme görüşmelerinin de etken olduğu söyleniyor. Yine ordunun alt kademelerinde yaşanan bölünme eğilimi ve bunun doğurduğu belirsizliğin de bu ertelemede bir etken olduğu değerlendirmesi yapıldı. (Erbil Tuşalp, Eylül İmparatorluğu) Bu belirsizlik netleştirildikten ve duruma tam hâkim olunduktan sonra harekete geçmenin daha akılcı olduğunu düşünmüşlerdir. Bunun için de olağan Ağustos Askeri Şurasını ve. sonrası bir zamanı, kendileri açısından çok daha uygun bulmuşlardır.
11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan geceye gelindiğinde bütün planlar hazırdı, koşullar olgunlaştırılmıştı, iç ve dış bağlantılar sağlanmıştı. Artık düğmeye basılabilirdi. 12 Eylül saat 04.00’te, henüz şafak sökmeden düğmeye bastılar. Aynı anda tanklar, silahlı birlikler yürüdü, sokakları, stratejik noktaları tuttu; “emir komuta zinciri içinde ve emirle ülke yönetimine bütünüyle el koydu.”
Bu, artık, Türkiye ve Kürdistan tarihi açısından bir tarihsel dönüm noktasıydı.
Kapkaranlık bir tarih sayfası açıldı.
Bu tarihten sonra 12 Eylül’den etkilenmeyen tek bir siyasal, toplumsal ve kültürel olay; tek bir sınıf, tek bir halk ve birey yok gibidir.
12 Eylül halklarımızın tarihine, toplumsal yaşamına, tek tek bireylerin kişiliklerine derinlemesine nüfuz edecektir. Yani salt bir askeri darbe hareketiyle değil, halkların; ezilen sınıfların, bireylerin kendisi olmaktan çıkarılmak istendiği, kapsamlı bir başkalaşıma uğratma hedefine tabi tutuldukları, çok boyutlu bir kendinden geçme ve baştan çıkarma hareketiyle karşı karşıyayız…
{asmpagebreak}
II.
Çok yönlü bir çökertme ve tasfiye hareketi olan 12 Eylül faşizminin, temel nedenlerini, siyasal ve toplumsal programını, emperyalizm ile bağlantılarını ana çizgileriyle de olsa incelemekte sayısız yarar var.
12 Eylül faşizmini, elbette tek bir nedenle açıklamak mümkün ve doğru değildir. Çok sayıda iç ve dış neden, ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik neden sayılabilir. Ancak bunlardan biri veya birkaçı birinci derecede neden niteliğindedir. 12 Eylül darbesinin baş nedenini yayınladıkları “Bir Numaralı Bildiri”den, açıkladıkları programdan ve en önemlisi pratiklerinden çıkarmak mümkündür. Daha sonra 12 Eylül ile ilgili yayınlanan kitaplarda ve dizi yazılarda bu gerçeklik bütün çarpıcılığı ve çıplaklığı ile ortaya konulmaktadır.
Kuşkuya yer yok ki, 12 Eylül faşizminin baş nedeni, önüne koyduğu en baş hedef PKK önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’dir.
Bu temel gerçeği çok net bir biçimde belirlemek ve altını birkaç kez çizmek durumundayız. Elbette bu saptama, diğer temel neden ve etkenleri görmezden gelmemizi getirmez. Tersine bu yaklaşım, bütün neden ve etkenleri bir bütünlük içinde ele almamızı, ama aynı zamanda kendi içindeki sıralamayı da hesaba katmamızı gerekli kılmaktadır. 12 Eylül’ün PKK’yi neden ve nasıl birincil hedef olarak aldığına, kısaca bir göz atmakta yarar var.
12 Eylül’ün radyo ve televizyonda yayınlanan “Bir No’lu Bildiri”sinde, “Girişilen harekâtın amacı, ülkenin bütünlüğünü, milli birlik ve beraberliği sağlamak …” biçiminde vurgulanıyor. Başka amaçlar da var. Ancak burada “ülkenin bütünlüğünü sağlamak” hedefi birincil plandadır. Daha sonra yapılan yasalarda, alınan kararlarda ve pratik uygulamalarda, bu hedef bıktırıcı bir biçimde tekrarlanır. Örneğin, 1982 Anayasasında “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi, tam 18 kez tekrarlanmıştır. Bu, devletin temel korkusunu, aynı zamanda stratejik önceliğini çok açık ve net bir biçimde ortaya koyuyor.
Kürtlerin uyanışında Türk devleti, Türk ordusu, generalleri kendi sonlarını görüyorlardı. O nedenle bu uyanışı ve hareketi ne pahasına olursa olsun bir an önce bastırmayı, bir daha dirilmemecisine tarihin derinliklerine gömmeyi, üzerini de betonlamayı kendileri için bir var oluş gerekçesi saydılar. Dolayısıyla stratejik duruşlarında, kurumlaşmalarda, pratik uygulamalarında bunu esas ve temel yönlendirici ilke almışlardı. Bu, kuşkusuz, 12 Eylül cuntasının bir icadı değildi. Kürt politikası, TC’nin, Kemalizm’in oluşturduğu, uyguladığı ve kurumlaştırdığı bir olgudur. 12 Eylül’ün yaptığı; bu politikayı bütün şiddetiyle ve yok ediciliği ile güncelleştirmek, tavizsiz uygulamaktır.
12 Eylül’e gelindiğinde Cumhuriyet’in inkâr ve imha politikası delinmiş, “bitirdik, mezara gömdük, üstünü de betonladık” dedikleri Kürt sorunu, çağımızın en devrimci ideolojisi ve örgütlenmesiyle üstündeki ölü toprağı atmıştı. Kısacası ceset eşiğine getirilen Kürtler dirilmiş, beton mezarı orasından burasından parçalamışlardı. Kürdün PKK ile uyanışını, harekete geçişini, özgürlük ve bağımsızlık kavgasına atılışını dehşetle gördüler, izlediler. Bu gerçekliği yıllar sonra itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar. 13 Eylül 1997 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Fikret Bila imzalı yayınlanan bir yazı dizisinde, Hilvan Direnişi’nin, 12 Eylül cuntasının tavrında belirleyici bir rol oynadığı, Kenan Evren’in anlatımlarına dayanarak vurgulanmaktadır. Aynı durum M. A. Birand’ın 12 Eylül Saat 04.00″ adlı kitabında da anlatılmaktadır. Kenan Evren, Kürt uyanışından, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin yakaladığı gelişme düzeyinden duyduğu korkuyu, yıllar sonra şöyle anlatıyordu: “Kürtçüler, Apocular oralara hâkimdi. Diyarbakır’ ı kendilerine başkent ilan etmişlerdi. Olaylar hiç eksik olmuyordu. O topraklar bizden gidiyordu. Korktuğumuz nokta buydu.” (Fikret Bila, 13 Eylül 1997 tarihli Milliyet)
Gerçekten de korkuyorlardı. Bu korkuları hiçbir zaman sona ermedi. 194O’lı yıllardan itibaren, Kürdistan’da tam bir pasifikasyonu egemen kılmış; etkili ve yoğun bir Türkleştirme, Kürtleri kendisi olmaktan çıkarma, başkalaşıma uğratma politikasını uygulamışlardı. Bunda belli başarılar elde etmelerine rağmen, Kürt korkuları hiçbir zaman bitmedi, Kürtler üzerindeki ulusal imha politikasını gevşetmediler. Tersine, sayısız yöntemle bunu derinleştirdiler. 1970’li yılların başına gelindiğinde, epey yol aldıklarını düşünüyorlardı. Ancak yine de daha yapılacak çok işlerinin olduğunu biliyorlardı. Her ne kadar Kürdü ceset haline getirdiklerini düşünüyorlardıysa da, henüz cesette canlılık belirtileri vardı, belli ölçülerde de olsa soluk alıp veriyordu, ruhunun bir yerinde yaşam ve kendine gelme tohumu duruyordu. 1970’li yılların başındaki kıpırdamalar, 12 Mart öncesi ve sürecinde kimi hareketlenme belirtileri bunu gösteriyordu. Bunlar, epey güçten düşürülmüş Kürtlerin yeniden dirilme olasılığının varlığına işaret ediyordu. Dolayısıyla ulusal imha politikası eksiksiz yürütülmeliydi. Hükümetler değişse de bu strateji değişmez bir biçimde yürürlükte kaldı. Değişen sadece, ulusal imha stratejisinin güncelleştirilmesi, değişen koşullara ve ihtiyaçlara uyarlanmasıdır.
1978, generallerin “iktidara bütünüyle el koyma” kararları için bir dönüm noktası oldu. Aslında 12 Eylül süreci bu tarihten başlar. Hilvan Direnişi, PKK’nin Kuruluş Kongresi ve Maraş Katliamı, Kürdistan’ın 13 ilinde sıkıyönetimin ilan edilmesi, anılan süreci etkileyen beli başlı olaylar ve duraklar oluyor. Sıkıyönetim, bir yandan PKK ve önderlik ettiği Kurtuluş Mücadelesi’ni bastırmayı önüne koyar ve bunun pratiğini gerçekleştirirken, öte yandan 12 Eylül’ün örgütsel, siyasal, ideolojik ve psikolojik hazırlıklarını, alt yapısını oluşturmaya çalıştı. 12 Eylül’e gelindiğinde, bu iki hedefinde de önemli ölçüde başarılı olduğunu vurgulamamız gerekiyor. PKK örgütsel ve kadrosal anlamda darbenin büyüğünü, 12 Eylül’den sonra değil, ondan önce yedi. Bunda sıkıyönetimin etkili ve sonuç alıcı operasyonlarından çok bizim basit hatalarımız, amatörlüğümüz, deneyimsizliğimiz, çok yönlü hazırlıksızlığımız belirleyici rol oynamıştır. 12 Eylül’e geldiğinde PKK’nin merkez ve diğer kadrolarının ezici çoğunluğu, esir düşmüş bulunuyordu.
Ne var ki, generaller bunu yeterli görmüyordu. Varılan nokta önemliydi; ama PKK’nin, ulusal kurtuluş düşüncesi ve umudunun tümden yok edilmesi, bunun üzerine ulusal imhanın gerçekleştirilerek tamamlanması gerekiyordu. Böyle kapsamlı bir amacı ve “harekâtı”, “sivil” yönetimler, alışılagelmiş yöntemlerle gerçekleştiremezdi. PKK ve temsil ettiği umudun bitirilmesi, topluma korku ve pasifikasyon imparatorluğunun egemen kılınması hedefi, ancak “korkusuz” bir askeri darbe tarafından gerçekleştirilebilirdi. Hiç kuşkusuz bu plan, kısa bir sürede gerçekleştirilmek durumundaydı. Bu, yoğun bir şiddet, vahşette, yöntem ve araçlarda sınırsızlık demekti. Peki, bunu askeri bir darbeden başka bir yönetim göze alabilir ve pratikte icra edebilir miydi?
Kaldı ki, kendi içinde çözülen, parçalanan, işlemez hale gelen bir devlet yapısı Kürdün ulusal imha programını kısa bir sürede gerçekleştiremezdi. Bu da olayın öteki önemli bir boyutuydu.
12 Eylül öncesinde PKK dışında başka gruplar da vardı, bunların da ideolojik faaliyetleri vardı. Ama güçleri, etkileri ve daha önemlisi güç potansiyelleri son derece sınırlıydı; belli bir kitle dayanakları da vardı, ama bunların istikrarlı politik ve askeri bir güce ve etkiye dönüşme olanak ve olasılıkları hemen hemen yoktu. Bu, program, strateji ve özellikle mücadele pratiklerinden kaynaklanan bir durumdu. Dolayısıyla Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi içindeki yerleri ve etkileri kayda değer bir düzeyde değildi. (Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine sunulan İddianame ve Mahkemelerin Gerekçeli Kararları, bu grupların durumları ve eylemleri hakkından belli bir fikir verir.) Bu durumları zindan direnişlerinde de net bir biçimde ortaya çıkacaktır. 12 Eylülden sonra bu grupların bir daha toparlanmamalarının, etkin bir güç haline gelememelerinin nedeni buralara kadar uzanmaktadır.
Ordu, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kendisini devletin asıl sahibi olarak görmüş ve kendisini, başta Kürt sorunu olmak üzere her türlü toplumsal, ulusal, dinsel muhalefete karşı bir “iç savaş”, “karşı-ayaklanma” pozisyonunda tutmuş, stratejisini buna göre kurmuştur. Kürt sorunu her dönemde birinci öncelikleri olmuştur. Özellikle darbe dönemlerinde Kürtler üzerindeki şiddet akıl almaz boyutlara çıkarılır, pasifikasyon, korku derinleştirilir, Türkleştirme programına ivme kazandırılır. 27 Mayısta herhangi bir Kürt kıpırdanışı olmamasına rağmen böyle davranılmış, Kürtçe köy, dağ, ova, vb. adları yasaklanmış, yerine Türkçe adlar konulmuş, böylece Kürdistan’ın Türkiyeleştirilmesi ve Kürtlerin Türkleştirilınesi politikasına hız verilmiştir.
Aynı durum 12 Mart’ta daha da yoğunlaştırılır. 12 Eylül bu ulusal imhacı geleneği devralır, yeniden üretir; daha vahşi boyutlar kazandırarak… Çünkü bu kez karşılarında ölüme doğru yuvarlanan, kendi gerçekliğinden vebadan kaçarcasına kaçan Kürtler değil, çağımızın en devrimci ideolojisine sahip bir ulusal kurtuluş hareketi var. Bu nedenle, daha önceki askeri darbe dönemlerinde uygulanan baskılardan daha katmerli ve iyi planlanmış bir karşı-devrimci soykırım siyasetinin yürütülmesi anlaşılır bir şeydir.
Evet, Kürt ve Kürdistan’ı tarih sahnesinden kesin bir biçimde silme siyaseti, 12 Eylül’ün geliş ve var oluş nedenlerinin başından gelir. Aynı zamanda bu, cuntanın temel siyasal programını ve askeri stratejisini oluşturmaktadır.
Böyle olduğu için, bütün Kürdistan il, ilçe ve köyleri hedeflendi, ülkemiz adeta yeniden işgal edildi. Operasyondan geçmeyen şehir, mahalle, köy ve yerleşim birimi kalmadı. 12 Eylül zulmünü yaşamayan tek bir Kürt kalmadı.
Ülkemiz tam bir faşist sömürgeci karanlığa gömüldü. Umutlar, yeşeren kurtuluş inancı, bu zifiri karanlık altında bitirilmek için ne gerekiyorsa o yapıldı. Kısa bir süre içinde içerde etkili bir PKK varlığının kalmadığını anladıktan sonra; faşist generaller, ulusal imha politikasını zindanlar üzerinde odaklaştırdılar. Zindanlar, böylece, ulusal kurtuluş umudu ile ulusal imha vahşetinin ölümüne çatıştığı belirleyici muharebe alanı haline geldi. 12 Eylül, zindanlarda gerçek yüzü ve kimliği ile ortaya çıktı. Sorun, elbette salt bir şiddet hareketi olarak algılanamaz. Sorun, Cumhuriyet’in o güne dek başaramadığı, tersine ’70’li yıllardan itibaren boşa çıkarılan Kürdü tarihten silme soykırım politikasını, PKK’li savaş esirleri şahsında başarıya ulaştırmaktı.
Kürtler açısından 12 Eylül, buydu işte!
*** *** ***
Elbette 12 Eylül faşizminin geliş ve var oluş gerekçelerini salt Kürt sorunuyla, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Öncüsü PKK ile açıklamak yetersiz kalır. Bunun yanı sıra Türkiye sosyalist ve devrimci demokratik hareketini ezme ve bitirme hedefi, cuntanın var oluş ve geliş gerekçelerinden biridir. 12 Eylül’den önce, Türkiye’de toplumsal muhalefet önemli boyutlar kazanmıştı. İşçi grevleri, emekçi kitlelerinin hak ve dayanışma eylemleri düzeni zorluyor, yürürlüğe konulan ekonomik ve sosyal politikaları işlemez hale getiriyordu. Özellikle 24 Ocak Kararları, bu işçi ve emekçi eylemlerine takılıyor, önemli ölçüde boşa çıkıyordu.
Gençlik hareketi, üniversite sınırlarını aşarak lise ve ortaokullara kadar yaygınlaşmıştı. Okullar devrimci gruplar için önemli bir örgütlenme alanları haline gelmiş, bu alanlarda devletin otoritesi ve eğitim politikası işlemez hale getirilmişti.
Devrimci-demokrat gruplar, kendi aralarında sayısız parçaya bölünmüş olmalarına rağmen, önemli bir güç konumundaydılar. Gündemi etkiliyorlardı. Dolayısıyla devlet ve düzen açısından, önemli bir kriz etkeni konumundaydılar. Faşistlere karşı verilen mücadele mahalle ve köylere kadar genişlemiş, belli bir toplumsal tabana oturmuştu. Bu anlamda birçok sol grup, çok istikrarlı ve örgütlü olmasa da belli bir silahlı güce de sahipti. Belki de, bu silahlı güç, devlet için ciddi bir tehdit değildi. Ancak yine de önemliydi.
Devlet öteden beri sola, sosyalizme ve devrimci demokrat harekete karşı çok yönlü bastırma ve saptırma politikasını uygulamıştı. İdeolojik olarak İslami, ırkçı-faşist milliyetçiliği etkince kullanmıştı. Yine kontrgerillanın paramiliter uzantısı olan MHP, devrimci hareketi bastırmak ve saptırmak için çok kapsamlıca kullanıldı. Bu yöntemde epey başarılı olduklarını da vurgulamamız gerekiyor. Bir kez sol ve halk yığınlarının ufku, hedefleri daraltıldı, saptırıldı, esas hedef konumundaki devlet ve onun temel güçleri gözlerden kaçırıldı. Anti-faşist mücadelenin salt MHP ile mücadeleye indirgenmesi, solu ve halk güçlerinin ufkunu daralttığı gibi, aynı zamanda çok yıpratıcı bir rol oynadı. 12 Eylül’de yaşanan yenilginin bir nedeni de budur. 12 Eylül’e gelindiğinde sol kitlesel ve siyasal etki bakımından belli bir gücü ifade etmesine rağmen, epey yıpratılmıştı. Örgütlenmesi çok zayıftı ve geleceğe ciddi bir hazırlığı yoktu. En önemlisi, bir iktidar ufku yoktu. Ama bütün bu zayıflıklarına rağmen, Türk sol hareketi ve toplumsal muhalefeti, 12 Eylül’ün geliş ve var oluş gerekçelerinden biridir. Böyle olduğu için 12 Eylül faşizmi, sola karşı çok yönlü ve kapsamlı bir kök sökme politikasını uygulayacaktır. Bu kök sökme hareketi, o kadar etkili ve sonuç alıcı bir tarzda sürdürülecektir ki, bunca yıl geçmesine rağmen sol hala kendine gelebilmiş değil, 12 Eylül öncesi prestijli konumunu kazanabilmiş değil. 12 Eylül’ün kök sökme hareketi, salt örgütlerin dağıtılması, kadroların ve kitlelerin sayısız yöntemle susturulması ve etkisizleştirilmesi ile sınırlı değil. Bunlar var, ancak en önemlisi ideolojik ve yaşam tarzı boyutunda geliştirilen kök kurutma hareketidir. 12 Eylül kendisini beyinlerde ve yüreklerde içselleştirdi, kişiliklerin derinliklerine sindi. Bu, sol karşısındaki önemli başarısını anlatıyor.
Sözün özü şu: 12 Eylül, sol açısından bir silindir ve kök sökme hareketidir!
{asmpagebreak}
III.
1980’in başında, 24 Ocak Kararları denilen yeni bir ekonomik paket uygulamaya sokulmuştur. Bu ekonomik program, Türkiye ekonomisinde köklü bir değişimi öngörüyor. İç tüketime dayalı “ithal ikameci” ekonomiden, ihracata dayalı serbest pazar ekonomisini esas alan bir yapılanmaya geçilmek isteniyor. Bu programın uygulanması, yoğun bir sömürü ve talanın etkince gerçekleştirilmesine bağlıdır. Ücretlerin ve maaşların dondurulması, taban fiyatlarının en alt düzeyde tutulması, bunun için her türlü grev ve hak eyleminin yasaklanması gerekiyordu. Yani 24 Ocak kararlarının başarısı sıkı bir sömürü ve baskı düzeninden geçiyordu. Mevcut partiler sistemiyle, bu kararları başarıyla hayata geçirmek olanaksızdı.
24 Ocak Kararları ile 12 Eylül faşizmi arasındaki sıkı ilişki, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde şöyle değerlendiriliyor: “24 Ocak Kararları, alternatif bir birikim modeline yönelik olarak, o zamana kadarki ölçüler içinde en radikal ve yeterli çerçeveyi getiriyordu. Yeni model, ülke sermayesinin önemli ölçüde yeniden yapılanmasını içeriyordu. Yani yeniden üretim sürecine uygun yapıyı kurmanın temel anahtarları, sermaye-emek çelişkisini/ilişkisini ayak bağı olmayacak yeni bir yapıya kavuşturmak ve yerli sermayeyi uluslararası sermaye ile entegre hale getirmekti. ‘Serbest ekonomi’ sloganı altında yürütülen bu yeniden yapılandırmada, tam tersi bir seyir izlenecek, devlet müdahaleleri bu süreçte çok temel bir rol oynayacaktı. 24 Ocak kararlarıyla, uluslararası sermayenin uzun süredir ısrarla üzerinde durduğu noktalarda bir dizi önemli önlem uygulamaya konarak, yeni modelin kurumlaştırılmasına girişilecekti. Ama bu önlemlerin büyük kısmının yasayla devreye sokulabilir nitelikte olması ve meclisin yapısı dolayısıyla bu yasal dönüşümün çok ağır, hatta hemen hemen hiç ilerlememesi söz konusu idi. Sonuçta 24 Ocak 1980 istikrar paketi, 12 Eylül 1980 darbesine kadar ancak bazı tamamlayıcı önlemler ve rötuşlar düzeyinde hayata geçirilebildi. Hedeflenen yeni yapının tam anlamıyla oturtulmasının ancak ‘olağanüstü’ bir yöntemle/yönetimle mümkün olduğu ortadaydı. Aslında bu, yeni fark edilen bir durum değildi. Özellikle uluslararası sermaye odakları, 70’lerin ikinci yarısı boyunca, bu dönüşüme hazırlanırken; sürecin çok sancılı olacağının, hatta mevcut çerçeve içinde mümkün olamayacağının bilincinde olarak çeşitli olasılıkları denemişlerdi. Bu süreç içinde yerli egemen sınıflarda da hâkim konumda olan yumuşak geçiş çabaları, düzenin siyasi istikrarsızlığı ve otorite bunalımı nedeniyle çok zayıf kalan girişimlerin ötesine geçemeyince, sermayenin bütün fraksiyonları, çarenin ancak ‘olağanüstü’ bir müdahale olabileceği üzerinde birleşmişlerdi,” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 7)
Açık ki, 24 Ocak kararlan ve 12 Eylül faşizmi, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin şu veya bu kesiminin bir istemi değil, tümünün ortak ekonomik ve siyasal isteminin açık ifadeleridir. Tabii burada emperyalizmi, uluslararası tekelleri de unutmamak gerekiyor. Zaten 24 Ocak kararlarının mimarı, IMF ve Dünya Bankası’ndan başkası değildir. IMF ve Dünya Bankası, büyük bir ekonomik kriz ve çöküntü içine giren Türkiye’nin ancak yoğun, etkili ve uzun vadeli bir sömürü ve talan programıyla düze çıkabileceğini, kendilerine karşı biriken yükümlülüklerini yerine getirebileceğini düşünüyorlardı.
12 Eylül cuntası, ilk iş olarak hemen 24 Ocak kararlarının olduğu gibi sürdürüleceğini açıklamış ve ardından ekonominin yönetimini, 24 Ocak Kararlarının mimarı, uluslararası tekellerin güvenilir adamı, Demirel döneminin Başbakanlık ve DPT müsteşarı Turgut Özal’a vermiştir. Başbakan yardımcısı sıfatıyla ekonomi yönetimini üstlenen T. Özal, halklarımız üzerinde yoğun bir sömürü politikasını geliştirmiş; Türkiye ekonomisini, uluslararası tekeller ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemleri doğrultusunda yeniden yapılandırmaya çalışmıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin örgütü olan TÜSİAD, 12 Eylül’ün en hararetli destekçisi oldu. 12 Eylül de bu desteklerini karşılıksız bırakmadı, onların ekonomik ve siyasal programlarını süngüyle gerçekleştirmenin yanı sıra TÜSİAD’a “Kamu yararına çalışan dernek” statüsünü vermiştir. Kaydedilmesi gereken bir nokta daha var: Ordunun kendisi de ekonomik yapıyla iç içe geçmiştir. Bir ordu tekeli konumunda olan OYAK, Türk ekonomisinde belli bir yer tutmaktadır. Yine emekli generaller, birçok holdingin yönetim kurullarında yer almaktadırlar. 24 Ocak kararlarıyla 12 Eylül arasındaki doğrudan ilişkiyi, tekelci burjuvazinin temsilcilerinden yapacağımız bir iki alıntıyla, gözler önüne sermekte yarar var. Bir iki örnek:
İşadamı ve İTO Meclis Başkanı İbrahim Bodur, “24 Ocak kararlarının başarıya ulaşmasında en büyük pay, 12 Eylül yönetimine aittir. Bu yönetim, kararların başarısını iki kat arttırmıştır” diyordu. Türkiye’nin en büyük tekel grubunun patronu Rahmi Koç ise şu değerlendirmeyi yapıyordu: “12 Eylül harekâtından önce her şeyi demokratik sistem içinde yapmak zorundaydık. Bu da karar almak ya da yönetmelik çıkarmak için ayların geçmesini gerektiriyordu, ayrıca her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığı için çok hızlı hareket edebilmesi, yapılan yanlışın kısa sürede düzeltilebilmesi ve politik yaklaşımların olmaması”dır. (Aktaran, Devrimci Yol Savunması, syf: 40) 12 Eylül faşizmi ile Türk egemen sınıfları arasındaki dolaysız ilişkiyi en net ve kaba bir biçimde ifade eden Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’dir. 1982 Anayasası işçilerin bütün kazanımlarını ortadan kaldırırken şöyle demişti: “Bugüne kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra bizde.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 7)
Gerçekten de öyle, 12 Eylülden sonra işçilerin ve tüm emekçilerin o güne dek kazandığı bütün demokratik ve sendikal haklar, mevziler ortadan kaldırıldı. DİSK kapatıldı, yöneticileri yılları bulan yargılamalara konu edildi. Bütün alan, 12 Eylül’ün dayanağı konumundaki Türk-İş’e bırakıldı. 1982 Anayasası ve çalışma yaşamıyla ilgili yapılan yasalarla işçilerin, hak arama ve sendikal hakları ortadan kaldırıldı. Bütünüyle düzenin hizmetinde ve kontrolünde bir sendikal düzen örgütlendirildi. Bu, tekellerin sınırsız sömürü yapmaları için gerekli koşulların yaratılması anlamına geliyordu.
Başka açılardan da 12 Eylül, Türk egemen sınıfları için son çaredir. Yaşanan ağır ekonomik krize büyük bir siyasal kriz eşlik ediyor, bu ikisi düzeni ve devleti çöküşün eşiğine getiriyordu. Şimdi de 12 Eylül’ün en önemli nedenlerinden biri olan, siyasal krize ve devlet yapısında yaşanan büyük çöküşe kısaca bakmak istiyoruz.
{asmpagebreak}
IV.
12 Eylül’den sonra cunta Şefi Kenan Evren, Konya’da yaptığı bir açık hava toplantısında, biraz gecikmeleri durumunda, şimdi kendilerinin değil, Komünistlerin burada miting yapacaklarını anlatmıştı. Elbette bu değerlendirmede abartılı unsurlar var. Ancak, bununla birlikte altını çizerek itiraf ettiği gerçeklerin olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Cunta Şefi, bu konuşmasında bir devrim durumunu itiraf ediyordu ki bu, doğruydu. Belli ki yönetenler, eskisi gibi yönetemiyorlardı. Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlardı. 24 Ocak kararlarına rağmen ekonomik bunalım büyüyor ve derinleşiyordu. Siyasal partiler, parlamento, hükümet işlevsizleşmiş, kendilerini adeta gereksizleştirmişlerdi, tek bir çözüm üretemiyorlardı. Bir Cumhurbaşkanı’nı dahi seçemiyorlardı. Toplum nezdindeki itibarları sıfırlanmıştı. Devlet çarkı işlemiyordu. Polis, bürokrasi, yargı kendi içinde parçalanmıştı. Devlet otoritesi ve gücü hemen hemen herkes için tartışma konusu olmuştu. Mevcut anayasa ve yasalarla devleti yönetmenin olanaksız olduğu fikri, tekelci burjuvazi ve temsilcileri tarafından dillendiriliyordu. Kısacası devlet yapısının yaşadığı çözülme ve çöküş aşılmadan, ekonomik, sosyal ve siyasal krizden düze çıkmanın mümkün olmayacağı düşüncesi egemenlerin ortak görüşü niteliğindeydi.
Yaşanan bu ağır devlet çözülüşü ve siyasal kriz, acilen devleti yeniden biçimlendirme, yeniden yapılandırma ihtiyacını dayatıyordu. Eski biçimlenişle yola devam edilemezdi. Bu yeni biçimleniş de düzenin ve devletin yaşadığı ağır sorunlara güç getirebilecek, toplum üzerinde korkunç boyutlarda baskıyı kurumlaştıracak nitelikte olmak durumundaydı, Başka ifadeyle; Türk egemenlik sisteminin bugüne dek geliştirdiği baskı ve şiddet yöntemleriyle, emperyalist ve gerici sistemlerin deneyimlerini birleştiren, sentezleyen bir rejim kurumlaştırılmalıydı. Bu yeni biçimleniş, kendini 12 Eylül faşizmi olarak kurumlaştırdı. Ve o günden bu yana bu kurumlaşma, derinleşerek, yeni boyutlar kazanarak devam ediyor.
Biliniyor: 12 Eylül faşizmi, devleti her açıdan yeniden örgütledi. Yeni bir anayasa, temel yasalar, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamı düzenleyen yasalar yaptı ve adeta topluma bir deli gömleği giydirdi. Bu, kendisini devrimci ve yurtsever hareketlere karşı bir yeniden “karşı-ayaklanma” biçiminde örgütleme, kendi içinde derinleşecek bir karşı-devrimci, özel savaş örgütlenmesi biçiminde kurumlaştırma oluyor.
Devleti faşist temellerde yeniden yapılandırma ihtiyacı, hem 12 Eylül’ün en temel nedenlerinden biri, hem 12 Eylülün siyasal programı hem de 12 Eylül’ün kendisi oluyor.
12 Eylül, TC’nin ve diğer bütün faşist ve özel savaş deneyimlerini kendine katan, Türk egemenlik sisteminin barbarlığını özümseyen özel bir faşist harekettir.
12 Eylül, Türk egemenlik sisteminin yarattığı en son ve en gelişmiş barbarlık türüdür!
12 Eylül’ü yaratan ve koşullayan bu iç neden ve etkenlerin yanı sıra bir de bölgesel ve uluslararası boyutları, emperyalizmin politikalarına oturan çizgileri var. Şimdi kısaca bu boyutlara ve çizgilere bakalım.
V.
1980’e girdiğimizde Ortadoğu’da ve uluslararası ilişkilerde önemli gelişmeler yaşanıyordu. İran’da gerçekleşen İslami devrim emperyalizmin en temel bölgesel karakollarından birini yerle bir etmiş ve böylece emperyalist statükoda büyük bir gedik açmıştı. CENTO dağılmıştı. İslami radikalizm, bölge halklarını büyük ölçüde etkiliyordu. Devrim, bölge halklarında anti-emperyalist düşünce ve duyguları geliştiriyordu. İran İslam Devrimi, bölge halk devrimleri için yeni olanaklar anlamına geliyordu. O güne dek bölge halkları üzerinde katı bir denetim kuran emperyalizm, kurduğu statükoyla devrimlerin gelişmesi önünde büyük bentler oluşturmuştu. İran Devrimi’yle birlikte, bu bentlerde gedikler açıldı. Bu gediklerden yeni halk devrimleri uç verebilirdi. ABD bundan korkuyordu. İran’da oluşan yeni yönetim, ABD karşıtlığını, ABD büyük elçiliğini basarak doruk noktasına çıkardı. Bu durum, ABD için büyük bir siyasal ve moral darbeydi, dünya jandarmalığı için ciddi bir şamar niteliğindeydi. ABD, elçilikteki rehineleri kurtarmak için birçok yol denedi, en son askeri bir girişimde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Bu askeri müdahale büyük bir fiyasko oldu. Kısacası İran üzerinde geliştirdiği hiçbir planı tutmadı. Tersine bölgedeki gelişmeler kendisinin aleyhine bir seyir izledi.
ABD emperyalizmi, henüz İran Devrimi’nin şaşkınlığını üstünden atmadan bu kez, Afganistan’daki Sovyet müdahalesi bölgede bozulan dengeleri daha da karmaşıklaştırdı. Afganistan olayları salt bölgeye değil, uluslararası dengelere ve çelişkilere yeni boyutlar getirdi, Ortadoğu’nun önemini daha da arttırdı. Dolayısıyla ABD, bölgede bozulan statükoyu yeniden güçlü bir tarzda kurmak için çok yönlü bir stratejik çaba içine girdi.
Öte yandan Filistin Devrimi’ni boğmak, Arap devletleri arasındaki çelişkileri daha da derinleştirmek, İsrail’in konumunu güçlendirmek için Mısır ile İsrail arasında Camp Davit anlaşması yapıldı. Ancak bu anlaşma, Mısır’ın Arap aleminden tecridini getirmekten başka bir sonuç doğurmadı.
Ortadoğu’daki gelişmeler, emperyalist sistem için kaygı verici boyutlardaydı. İran gibi güçlü bir bölgesel dayanağı kaybetmişlerdi. Bu yetmiyormuş gibi, Türkiye de büyük bunalımlar, çalkantılar içindeydi. Tam anlamıyla olgunlaşan bir devrimci durum vardı. Mevcut yönetim biçimi ve yöntemleriyle, bu gidişi tersine çevirmek mümkün değildi. ABD, bölgedeki devrimci gelişmelere müdahale edebilmek için güçlü, iç sorunlarını halletmiş, istikrar kazanmış, karşı-devrimci bir üs haline gelmiş bir Türkiye istiyordu. Bölge stratejisinde, böyle bir Türkiye rolünü oynayabilirdi. Ayrıca ABD bölgeye askeri olarak da müdahale etme düşüncesindeydi. Bunun için Çevik Kuvvet adında bir askeri gücü bölgede sürekli konumlandırmayı planlıyordu. Böyle bir askeri güç için en uygun ülke yine Türkiye idi. Ama 12 Eylül öncesi Türkiye böyle bir stratejiye cevap verecek durumda değildi.
Öte yandan, Sovyetlerle yaşanan derin çelişkiler ortamında NATO’nun Güneydoğu kanadı zaaflıydı. Yunanistan NATO’nun askeri kanadından çekilmiş, geri dönebilmesi ise Türkiye’nin onayına bağlıydı. Ama mevcut yönetim, Yunanistan ile yaşanan çelişkilerden dolayı buna kolay kolay onay vermiyordu. Büyük bir kriz içinde debelenen Türkiye, NATO stratejisinde de kendi üstüne düşen rolü oynayamıyordu.
Bütün bu gelişmeler karşısında ABD’nin, NATO’nun eli kolu bağlı oturmasını beklemek tam anlamıyla ham hayalcilik olurdu. Daha sonra ortaya çıkan belgeler ve yapılan açıklamalar da çok net bir biçimde kanıtladı ki, ABD ta başından beri 12 Eylül faşist darbesinin içindedir, bu hareketin etkin planlayıcılarındandır. Maraş Katliamı’nın tezgâhlanmasında da CIA’nın parmağı vardır. 12 Eylül generallerinin, ABD yönetim katında bir CIA ajanı olan “Paul Henze’nin çocukları” olarak nitelendirilmesi, 12 Eylül’le ABD arasındaki doğrudan ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Zaten 12 Eylül darbesini, ABD yönetimi Türkiye halkından saatlerden önce duymuştur. M. Ali Birand “12 Eylül 04.00” adlı kitabında bu durumu çok açık yazıyor. ABD ile 12 Eylül arasındaki ilişkiyi çok çarpıcı ortaya koyduğu için bu bölümü aktarmak istiyoruz.
“03.30-WASHINGTON (Yerel saatle 20.00)
Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası sorumlusu Paul Henze, evine yeni gelmişti. Beyaz Sarayın ‘Situation Room’ diye adlandırdıkları bölümünü aradı. Dünyada ABD açısından çok önemli diye nitelendirilebilecek gelişmeler bu bölüme yollanırdı. Pentagon olsun, Dışişleri, CIA olsun, Başkan’ın duyması gereken önemdeki konuları buraya yöneltirlerdi. Situation Room’da alt düzeyden başlayarak ve onay alarak haberi, gerektiğinde Başkan’a kadar iletirdi.
—Paul, seninkiler nihayet yaptı, (…your boys have done it)
—Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?
—Senin generaller Türkiye’de darbe yaptılar.
—O, öyle mi? Çok memnun oldum.
Henze, gerçekten de memnun olmuştu. Derin bir iç çekti. Sekiz aydır bekliyordu bu anı. Türkiye gibi, NATO’nun önemli bir halkası kopmaktan kurtulmuştu.
—Haber nereden geldi.
—Jusmatt’ dan geliyor
—Biraz önce Türk Genelkurmayından Jusmatt’a resmi bilgi vermişler. Biz, Zbig’e (ABD Milli Güvenlik Konseyi Sorumlusu, Başkan Carter’ in Güvenlik danışmanı Brezezinski) haber verdik.
—Muskie’ye de vermişler mi?
—Evet, Dışişleri de Bakan’a bildirmiş. Acil durum grubunu da kurmuşlar.
— O zaman Başkan’a da haber verilebilir. Herhangi bir şey yapılmasına gerek yok. Bu müdahale bizim için iyidir. Bunu da söyleyin.
Başkan Carter, Kennedy Center’da Damdaki Kemancı müzikalini seyrediyordu. Locasının dışındaki telefonu sinyal verdi. Beyaz Saray Santrali, Dışişleri Bakanı Muskie’nin görüşmek istediğini söyledi. Başkan telefona geldi.
— Türk Ordusu’nun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kuşku ve kaygıya gerek yok. Müdahale etmesi gerekenler etti.” (M. Ali Birand’dan aktaran, Devrimci Yol Savunması, sayfa: 410–411)
ABD ile 12 Eylül arasındaki organik ilişki bu kadar açık ve net. ABD yönetimi, darbeden Türkiye halkından saatler önce haberdar olmuştur. Daha derin ayrıntılara girmenin gerekli olduğunu sanmıyoruz. Konumuz açısından bu kadarı yeterlidir. Bir iki ek daha yapılabilir.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalist ülkeler, 12 Eylül faşizmini coşkuyla karşılamış ve kendisine çok yönlü siyasal, askeri, ekonomik ve moral destek sunmuşlardır.
12 Eylül faşizmi de emperyalizme karşı görevlerini eksiksiz yapmaya, bütün isteklerine yanıt vermeye çalışmıştır. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü itirazsız onaylamış, böylece ABD ve NATO devletlerine rahat bir soluk aldırmıştır. 12 Eylül Cuntası, Türkiye’ye yeni ABD üsleri açtırmış, Sovyetlere ve Ortadoğu’ya müdahale edebilecek Çevik Kuvvet’in konumlandırmasını sağlamış, bu amaçla Kürdistan’da birçok hava üssünün inşaasına izin vermiştir. Ayrıca IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomik reçetelerinin büyük bir talan ve soygun biçiminde, zorla uygulatıldığını da bir kez daha hatırlatalım. Bunlarla birlikte 12 Eylül’ün Türkiye ve Kürdistan’da geliştirdiği özden boşaltma ve yozlaştırma politikasının ABD yapımı olduğunu, sanat, kültür ve yaşam tarzı alanında geliştirilen politikaların halkın ve gençliğin kişiliğinde, düşünce ve davranışlarında çok derin tahribatlar yarattığını da vurgulamalıyız. Özellikle toplumun düşünce, duygu ve yaşam tarzı üzerinde geliştirilen politikalar, toplumun depolitizasyonunda, duyarsızlaşmasında, düzenin uysal bir eklentisi haline gelmesinde büyük bir rol oynadı. Bugün bile bu yozlaştırma ve “bireyselleştirme” politikalarının kapsamlı etkileri derinleşerek devam ediyor. Zaten 12 Eylül’ü bu kadar güçlendiren en önemli etkenlerden biri de budur.
Özetle emperyalizm, 12 Eylül’den önce hızla devrime kayan, çok ciddi bir devrim durumunu yaşayan Türkiye’yi, dünya çapında yürüttüğü soğuk savaşın, Ortadoğu stratejisinin etkin bir unsuru haline getirmek için karşı-devrimci 12 Eylül hareketinin örgütlenmesinde etkin bir rol oynadı, bu faşizmi her açıdan destekledi. 12 Eylül’den sonra ise, Türkiye’nin her açıdan bir karşı-devrim üssü haline gelebilmesi için her türlü desteği sundu, kendi yaşam tarzını en karikatür bir biçimde taşıdı. Kabul etmeliyiz ki bunda önemli ölçüde de başarılı oldu.
{asmpagebreak}
VI.
12 Mart faşizmi, Türkiye Devrimci hareketinin önderlerinin hemen hemen tümünü katletti, devrimci örgütleri dağıttı. Geride sadece “kılıç artıkları” kaldı. Ancak büyük tırpanlama ve tasfiye hareketi, gençlikte ve halkta pasifikasyona yol açmadı. Tersine devrimci gençlik hareketinde, halkta devrimci heyecan ve coşku kabına sığmaz bir biçimde yükseldi; bu dalga gün geçtikçe gelişti, yayıldı. Elbette yorulanlar, dökülenler, sessizce köşesine çekilenler, pasifize olanlar oldu. Ancak bu, genel eğilim içinde küçük bir ayrıntı gibi kaldı, ilk planda çok fazla hissedilmedi. Devrimci önderler ve örgütler yok ediliyor ve dağıtılıyor, ama buna karşılık devrimci gençlik ve halkta devrimci duygular ve düşünceler yükseliyor, devrimcilik en prestijli dönemini yakalıyordu. Bu, ilk planda bir paradoksu anlatıyor. Ancak bunun çok temelli nedenleri var. Türkiye devrimci hareketi 12 Mart’ta güçlü bir çıkış yaptı. Faşizme karşı destansı bir direniş sergiledi. Bu direniş parmak ısırtacak cinstendir. Devlete ve faşizme karşı olduğu gibi, reformizme ve oportünizme karşı da güçlü bir çıkıştı. Bu çıkış tarihseldi, devrimci hareketin tarihi açısından bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu nedenle ideolojik, politik ve psikolojik etkileri daha derin ve sürekli olacaktı. Bu anılan çıkışın etkileri bugün bile sürüyor. Temelinde güçlü, radikal bir isyan ve direniş var.
Evet, ortada bir yenilgi var. Önderlerin hunharca katledilmesi söz konusu. Ancak direnilerek, her mevzisi kan ve can pahasına savunularak yaşanan bir yenilgidir. Dolayısıyla gençliğin ve halkın belleğine, bilincine ve ruhuna yenilginin değil, görkemli, soylu direnişlerin etkileri yerleşmiş ve hemen yeşermiştir. Yenilgiye, neredeyse toptan biçilmeye rağmen kitlelerde devrimci heyecan ve coşku artarak sürmüştür. 1970’li yıllarda gelişen Türkiye devrimci örgütleri, ’71 Devrimci çıkışının mirasını yemiş ve yeni bir şeyler üretemeden siyaset sahnesinde boy göstermişlerdir.
Bu bir iki hatırlatmayı, 12 Eylül’den sonra solun yaşadığı durumu daha iyi kavramak için yaptık. 12 Eylül şeflerinin anılarında da yazdıkları gibi, başta sol ve toplumsal muhalefetten belli ölçüde çekiniyorlar. Karşılarına belli bir direniş gücü olarak dikileceklerini hesaplıyor, önlemlerini buna göre alıyorlar. Ancak öyle olmadı. Bireysel ya da küçük çaplı bazı direnişlerin dışında, solun 12 Eylül faşizmine karşı ciddi bir direnişi olmadı. Zindan cephesini bunun dışında tutuyoruz. Ancak bu cephede gelişen direnişler, sonradan güçlü siyasal çıkışlara dönüştürülemediği için etkileri sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla solun, 12 Eylül karşısındaki duruşu, genel anlamda direnişsiz bir yenilgi niteliğindedir, hatta bunu bir bozgun biçiminde değerlendirmek bile mümkün. Gerçi kimi küçük gruplar kendilerinin çok direndiğini söylemekte, yazıp çizmektedirler. Doğru, içlerinde parça parça direnenler olmuştur, şehitler verilmiştir, polis sorgularında önemli direnişler sergilenmiştir. Bunları yadsımıyoruz. Evet, bunlar var, ancak, genel eğilimi, genel bozgun havasını değiştirecek nitelik ve düzeyde değildir. Bir kez daha vurguluyoruz: Cuntaya karşı dışarıda, poliste ve zindanlarda parça düzeyinde önemli direnişler sergilenmiş, bu uğurda onlarca şehit verilmiştir. Bunlar inkâr edilemez. Hatta bu direnişler ve onun yürütücüleri, şehitleri daha sonraki devrimci gelişmelerin dayanağıdır. Çapı ne kadar küçük olursa olsun, bunları değerlendirmek ve anlamını tamı tamına vermek gerekiyor. Yoksa daha güçlü çıkışlar yapmak mümkün değildir. Bu noktanın altını önemle ve özenle çiziyoruz. PKK, bu direnişleri ve şehitlerini her zaman sahiplenmiş ve kendisi için bir mücadele gerekçesi yapmıştır. Bu, olayın bir boyutu. Ancak bir de genel gelişmeler, 12 Eylül’ün buldozer ve silindir hareketi, özden boşaltma planları karşısında bu direnişler; gelecek açısından önemli olmakla birlikte, güncel bakımdan bir barikat işlevini görememişlerdir. Dolayısıyla yaşanan yenilgi, genel anlamda direnmesiz bir yenilgidir. Öyle olduğu içindir ki çözülüş ve pasifikasyonun, depolitizasyonun, genel sağa kayışın önü alınamamış, meydan tümden cuntaya ve on yılları etkileyecek ideolojik, siyasal ve kültürel politikalarına kalmıştır. 12 Eylül faşizmi, böyle dikensiz gül bahçesinde istediği gibi at oynatmıştır.
Türkiye solu, bağıra bağıra gelen 12 Eylül’e karşı hazırlıklı değildi. Düşünsel, ruhsal ve örgütsel olarak çok kapsamlı bir faşist dalgayı karşılamaya hazır değildi. Dahası, MHP terörü ve buna karşı iktidar ufkundan yoksun, iktidar mücadelesine bağlanmayan bir mücadele, silahlı solu güçten düşürmüş, yormuştu. Kendini toparlaması, politik, örgütsel ve ruhsal açıdan kendini yenilemesi, faşizme karşı kendini doğru konumlandırması, geniş bir ittifak politikasına yönelmesi gerekirdi. Bunların hiçbirini yapmadı. Solun içinde en büyük grubu oluşturan Dev-Yol; milyonları bulan kitle ilişkisine ve gücüne rağmen örgütsüzdü, iktidar perspektifinden yoksundu, şekilsiz bir yığın hareketinden öte bir şey ifade etmiyordu. Oysa bu kadar ilişki ve olanaklar doğru örgütlendirilse, iktidar perspektifi net bir öncü güce dönüştürülse, diğer anti-faşist güçlerle sağlıklı bir ittifak politikası izlense Türkiye’nin tarihi başka türlü yol alabilirdi. Ancak öyle olmadı. Başta Dev-Yol olmak üzere Türkiye Solu’nun önemli grupları, 12 Eylül karşısında ciddi bir varlık ve direniş göstermeden tasfiye olup gittiler. Dev-Yol zindanlarda da, özellikle Mamak’ta da teslimiyetçi bir çizgi izledi ve sonuçta pasifikasyonu ve depolitizasyonun yerleşmesinde hatırı sayılır bir rol oynadı.
Sol gruplar, askeri bir darbeye karşı nasıl bir tutum alacakları, neler yapacakları konusunda da net bir düşünce ve politikaya sahip değillerdi. Çoğu “gelecekleri varsa görecekleri de vardır” havasındaydı. Dolayısıyla darbeyi karşılarında bulduklarında şaşırdılar,
ne yapacaklarını bilemez duruma düştüler. Bu noktada ne yapmalı sorusu, kendisini çok yakıcı bir tarzda dayattı. Önlerinde bir kaç seçenek vardı. Birincisi, askeri faşist darbeye karşı aktif direnişi seçmek, var olan güçlerini buna göre konumlandırmaktı. İkincisi, Lenin’in tanımladığı ve pratikte uyguladığı “düzenli geri çekilme taktiğini” benimasmekti. Üçüncüsü, devrimci mücadeleyi bilinmez bir tarihe ertelemekti. Söz düzeyinde hiçbir grup bu üçüncü seçeneği telaffuz etmezdi, etmedi.
Bazı küçük gruplar, askeri darbeye karşı aktif direniş çizgisini benimsediklerini, mevzilerini terk etmediklerini, geri çekilme taktiğini doğru bulmadıklarını söylemekte ve bununla övünmektedir. Doğru, söz ve eylemleriyle bu tutumlarını pratiğe geçirmeye çalışan gruplar olmuştur. Ancak bu pratikleri, kendileri için örgütsel tasfiyeyi getirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Birkaç eylemden sonra, bir daha kolay kolay kendini toparlamayacak kadar ağır darbe yemişlerdir. Zaten güçleri zayıf, kitle ilişkileri çok sınırlı olan grupların bu tutumu, kendi prestijlerini bile kurtarmaya yetmemiştir.
Lenin’in tanımladığı biçimiyle geri çekilme taktiğini uygulayan gruplar olmuş mudur? Teorik olarak evet. Böyle bir taktiği uygulamak isteyen, bu doğrultuda karar alan gruplar var. Ancak pratikte bu kararlarını uygulayamadıklarını, geri çekilme sürecinde mültecileşme dalgasına kendilerini kaptırdıklarını biliyoruz. Özellikle Avrupa’yı kendine mesken tutan grup ve kişiler, süreç içinde etkisizleşmiş, mültecileşmiş, kimileri de bunun öncülüğüne soyunmuştur. Türkiye’de geliştirilen genel tasfiyeciliğe, bu cepheden güçlü ideolojik ve politik destek gelmiştir. Mültecileşmenin çok kapsamlı ve boyutlu nedenleri var. Bunu incelemek, konumuz değildir.
Özet olarak sol için şu denilebilir: Türkiye solu 12 Eylüle karşı direnemediği gibi, büyük bir çoğunluk bozgun biçiminde bir kaçışı yaşadı. Kaçış, kötü bir mültecileşme ve tasfiyecilik biçiminde somutlaştı. Ve bu olgu, Türkiye sol harekeline sürekli hastalık taşıdı. Hastalık kapan bünye ise sürekli kan kaybetti, bir türlü kendini toparlayamadı. Daha sonra Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi, silahlı mücadele ile 12 Eylül’e karşı bir direniş cephesini açmasına rağmen sol kendini toparlayamadı. Bugün bile bu konuda önemli sancılar çekiyor, toplumsal muhalefet ciddi düzeyde bir önderlik krizini yaşıyor. Yani, henüz 12 Eylül vurgununu aşamadılar…
Aslında yapılacaklar belliydi. Cuntaya karşı tek başına ve cepheden aktif bir direniş, uzun soluklu olmazdı. Düzenli bir geri çekilme, güçlerin uygun, bir yeniden düzenlenişi ve geliştirilecek birleşik bir direniş cephesiyle faşizme karşı etkili, uzun soluklu ve sonuç alıcı bir direniş hareketi örgütlenebilseydi, Türkiye tarihi başka türlü şekillenebilirdi. Ama bu yapılmadı. Yenilgi, bozgun, mültecileşme ve tasfiyecilik, solun 12 Eylül sonrası çizgisine damgasını vuran ana öğeler oldu. Tasfiyecilik salt örgütsel ve politik düzlemde olmadı. Bu var. Ancak en önemlisi, ideolojik, felsefik ve yaşam tarzında yaşanan tasfiyecilik ve özden boşalmadır. Bu bozgun düzeyindeki yenilginin, tasfiyeciliğin kurumlaşması, bütün bünyeyi egemenliği altına alması anlamına geliyor.
Aslında bozgun türündeki kaçış, yenilgi salt solla sınırlı değildir. Toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri için de aynı durum geçerlidir. 12 Eylül’den sonra sendikacılar, teslim olmak için uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. Faşizme bu kadar kolaylığın sağlanması, elbette, genelde sol ve toplumsal muhalefet üzerinde derin izler bırakacaktır. İdeolojik ve psikolojik tasfiyeciliğin derinleşmesinde, bu olgu önemli bir rol oynayacaktır.
Özetle; Türkiye solu ve toplumsal muhalefeti, 12 Eylül’e karşı iyi bir sınav vermedi. Öyle olduğu içindir ki 12 Eylül’ün kamburunu, tasfiyeciliğini ve bunun derinlerdeki etkilerini bunca zamana rağmen atamıyor. Solun; güçlü bir çıkış yapabilmek için, öncelikle 12 Eylül sürecindeki pratiği ile doğru ve radikal bir hesaplaşmasını yapmak durumundadır. Yoksa atılan adımların kalıcı sonuçlar doğurması mümkün değildir.
VII.
Özet olarak 12 Eylül Askeri Darbesinin Türkiye ve Kürdistan tarihinde, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamı üzerinde derin etkileri, tahribatları oldu. Bu darbe, TC’nin emperyalizm ile neo-liberal politikalarla bütünleşme ve onunla uyum içinde yeniden yapılanma, Kemalizm’i restore etme, TC’yi devlet olarak yeniden yapılandırma, karşı-devrimi süreklileştirme hareketi oldu. Bugün de devletin hukuksal-siyasal yapısına damgasını vuran bu askeri darbe ve onun getirdiği kurumlardır…
Birçok ülkede askeri faşist cuntalarla dar anlamda da olsa belli bir hesaplaşma olmasına rağmen 12 Eylül ile en geri düzeyde bile hesaplaşılmadı. Bunun en temel nedenlerinden biri sol, demokrat ve sosyalist muhalefetin güçsüzlüğü iken, diğer bir temel nedeni de 12 Eylül’ün özünde Cumhuriyetin temel niteliklerini günün koşullarına göre yeniden kurmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül ile hesaplaşma hareketi, kaçınılmaz olarak sitemin ve düzenin kendisiyle, emperyalizmle hesaplaşma hareketi olarak gelişmek durumundaydı. Bu ise düzeni ve devleti cepheden hedefleyen tutarlı devrimci hareketten başkası olmayacaktı. Bir kez daha görüldü ve doğrulandı ki;
Türkiye’de demokrasi sorunu, 12 Eylül ve onun şefleriyle hesaplaşma sorunu, gerçekten bir devrim ve iktidar sorunudur!
12 Eylül ile hesaplaşma sorunu, hatta en sıradan demokratikleşme sorunu anılan perspektifle ele alındığında bir anlam kazanabilir; yoksa bütün iyi niyetli yaklaşımlar bir iyi niyet olarak kalmaya mahkûmdur!
12 Eylül ve onun bütün sonuçlarıyla hesaplaşmak mı?
Evet, bunun için devrimi ve iktidar perspektifini esas almak gerekir!
İşte, doğru, tutarlı ve samimi, sonuç alıcı duruş bundan başkası değildir!
1998
;