Dr. Ahmet Tellioğlu
İstanbul
Bu yıl 12 Eylül’ün yıldönümündeki protestolar herkesin bildiği gibi DİSK Genel Merkezi olmaksızın gerçekleştirildi. Protesto mitinglerinin hemen öncesinde DİSK genel merkez yönetimi genel başkan Süleyman Celebi’nin ağzından yayımladığı ve çekilme kararını açıkladığı bildiride PKK’nin silahlı eylemleri terör olarak niteleniyor, ima yoluyla da olsa DEHAP’ın şahsında da Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi (KUKM) milliyetçi olarak niteleniyordu.
Bu deklerasyonu DİSK Genel Merkez uzmanlarından Tonguç Çoban yine www.sendika.org’da "DİSK’İN Tavrı DOĞRUDUR" başlıklı yazısıyla cevapladı. Çoban’ın yazısı temel olarak DİSK’in tavrını onaylıyor ve bu tavrın Kürt muhalefetini doğru yola sevk etmek amacı taşıdığını söylüyor. Çoban, milliyetçiliğin her TÜRÜNE karşı, ezen ulus milliyetçiliği ya da ezilen ulus milliyetçiliği. Çoban her ikisini de zararlı buluyor.
Çoban’ın yazısına cevap yine sendika.org’ta yayınlanan Ferda KOÇ imzalı yazıyla geldi. Yazı mitinglerin hazırlık süreciyle ilgili bilgi de veriyordu. "DESTURSUZ BAĞA GİREN HESAPSIZ DAYAK YER" başlıklı bu yazıdan da anlaşıldığına göre DİSK genel merkez yönetimini kaş yapmaya sevk eden şey DEHAP temsilcisinin mitingde yapacağı konuşmada Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ın muhatap alınmasını talep edecek olmasıymış. Miting hazırlık komitesinde DEHAP’ın böyle bir talebi miting kürsüsünden dile getirmemesi üzerinde bir mutabakat oluşmuş, DEHAP da bu isteğinden vazgeçmiş. (ister istemez insanın aklına Voltairé geliyor!)
Son olarak da Yüksel AKKAYA yine aynı sitede konuyla ilgili tartışmalara çerçeve öneren yazısında söyle sormaktaydı:
"…Bu soruların ötesinde daha anlamlı bir soru, milliyetçilik üzerinden gerilimi ön plana çıkarmak mı gerekir, yoksa emekçileri ağır sömürüye tabi tutan yasalar çıkarken en gerici iktidarla mutabık olup, tek etkili bir eylemi hayata geçirmemek gibi bir “pasifliği” tartışmak mı gerekir? 12 Eylül ile ilgili olarak “D”İSK’in tutumuna taraf olan, olmayan herkesin önce sorması gereken soru da budur, verilmesi gereken yanıt da bu soruya yönelik olmalıdır…"
Konuyu esas olarak Türkiye isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları bağlamında değerlendirmek istiyorum. Sonda söylenmek gerekeni başta söylerasm gerek DİSK’in deklarasyonundan, gerekse de bu deklarasyon ertesi yazılanlardan anlaşılmaktadır ki 1-)Türkiye isçi sınıfı genel olarak enternasyonalizmin uzağındadır 2-) Türkiye isçi sınıfı Kürt sorununda TC’nin resmi politikalarından bağımsız bir tutum izlemenin uzağındadır. 3-) Kürt Sorunu’na TC’nin resmi politikaları ve isçi sınıfı içerisindeki hakim gerici eğilimlerden bağımsız olarak yaklaşmaya çalışanlar da sorunun özüne temas etmemekte, Kürt sorunuyla ilgili açıklamalarında berrak bir tutum izlememektedirler.
Şurası çok açık, bu tavır ve deklarasyon DİSK’in ikinci kuruluşu sayılabilecek 12 Eylül sonrası dönemde aldığı en gerici siyasal konumdur. Bunu tetikleyen güncel gelişmeleri biliyoruz. Fakat Kürt savaşının çok daha sıcak, devlet baskısının çok daha ağır olduğu dönemlerde dahi DİSK genel merkezi bu denli gerici bir tavır almamıştı. Bu tavrıyla DİSK genel merkezi toplumsal sorunlarla ilgili olarak TC’nin yaşamsal çıkarlarına aykırı bir tutum ve tavır içinde olmayacağını göstermek istemiş, bunu da kendi adına başarmıştır. Daha önce çeşitli genel merkez yönetimleri DİSK adına böylesi "devlete bağlılık tavırları" sergilemek istemiş 28 Şubat sürecinde de sergilemiş olabilirler. Fakat bu tavırların hiçbiri bir eylem özelinde de olsa Türkiye soluyla köprüleri bu denli atan, KUKM’ne karşı bu denli saldırgan, bu denli sol ve sosyalizm dışı olmamıştır. Kuşkusuz DİSK genel merkezinin de bildikleri vardır. DİSK Genel Merkezi’ni, bu denli pervasız, bu denli küstah kılan şey salt bir güncellik değil. DİSK genel merkezi Türkiye isçi sınıfının şovenizmle ne denli zehirlendiğini yakinen bilmektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu bağlamında bugüne kadar sürdürdüğü sol liberal tavrını bir kenara bırakıp dümeni daha fazla devlet sularına kırmıştır. DİSK Genel Merkezi’nin cesaret aldığı yer tam da isçi sınıfının güncel durumudur.
Türkiye isçi sınıfının Kürt sorunu bağlamındaki ideolojik yönelim değişikliğiyle ilgili somut veriler yok. Fakat salt DİSK’in tutumu değil, burjuva partilerin sergilediği tutumlar da bizim için fikir verici olabilir. AKP’ye yönelik burjuva muhalefetin iki temel ayağından önde gideni Kürt sorunu bağlamında hükümetin dile getirdiği kimi AB destekli liberal söylemlere yönelik olanıdır. Burjuva partiler kendi muhalefet potansiyellerini temel olarak şovenizmleriyle göstermeye çalışmakta, muhalefetin önde gideni olmak için şovenizmin önde gideni olmaya çabalamaktadırlar.
Bütün bu tablo bizler, yani isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları temelinde düşünen, bu düşünceler ışığında eylemeye çabalayanlar açısından bir kez daha uyarıcı olmalıdır. Evet, Kürt ve Türk halklarının boğazlaşması tehlikesi bugün düne göre daha büyük bir tehlikedir. Türk devleti Kürt sorunu bağlamında hiçbir esneme kapasitesi olmadığını, temel olarak Kürt halkının inkarına dayalı statükoyu korumakta kararlı olduğunu, bu tavrının konjonktürel değil tarihsel dolayısıyla da TC’nin varlık yokluk sorunuyla ilgili olduğunu döne döne göstermiştir, göstermektedir. 20 yıldır sürdürdüğü Kürt halkını inkar ve imha, Türk halkını ise şovenizmle zehirleme politikasının başarılarına da güvenerek, Türkiye toplumunu açık bir saflaşmaya çağırmakta, bütün planlarını böylesi bir saflaşma ihtimali üzerine kurmaktadır. DİSK genel merkezi bu çağrıyı görmüş ve 12 Eylül protestoları vesilesiyle de nerede saf tutacağını ilan etmiştir.
Yeri gelmişken söyleyelim DİSK’in açıklamasında yukarıda bahsedilen muhalif genel başkanların ifade ettiği gibi "kaş yapma" diye bir niyet kesinlikle yoktur. Amaç göz çıkarmaktır, fakat "kaş yapıyoruz" süsü verilmeye çalışılmaktadır.
Eğer tablo buysa alınması gereken tutum nedir. Zehrin ne olduğunu biliyoruz. Peki ama panzehir nedir? Çoban haklı mı? "…milliyetçiliğin her türüne karşı çıkmak demokratlığın bir gereği değil mi? “Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı şey değildir, aynı kefeye konulamaz” türünden bir yaklaşımın bugünün dünyasında geçerli olmadığını düşünüyorum, ve her tür milliyetçi çıkışın halkları birbirine düşürmeye ve iç çatışmalara neden olacağına inanıyorum" diyor. Ya da Yüksel Akkaya’nın önerdiği gibi milliyetçi gerilimler geri plana mı itilmelidir? Ya da bir başka tavır mı gerekmektedir. Ortalamacı olmayan, bilimsel ve ideolojik doğrularımızı sakınmaksızın ifade eden politik tavrını da bunların üzerine inşa eden bir başka tavır?
Her şeyden önce bu konu ya da işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren bir başka hayati konu üzerinde kafa yoran herkesin kendi düşüncelerini sakınmadan, doğruca, ifade etmesi gerekiyor. Gerek DİSK genel merkezinin bildirisini gerekse de Çoban’ın makalesini ezen ulus şovenizmini sakınmaksızın, eğmeden bükmeden ifade etmeleri yanıyla beğendiğimi söylemeliyim. Açıklığa şiddetle ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Düşmanlarımızın çaldıkları davullarla konuştuğu bir konjonktürde bizim kuş diliyle konuşmamızın tek anlamlı sonucu söylediğimiz hiçbir şeyin anlaşılmaması olacaktır. Öyleyse Kürt sorununa Türkiye isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları temelinde, berrak ve anlaşılır bir dille nasıl yaklaşmalı, kendisine isçi sınıfının tarihsel misyonu bakımından görevler biçen "öncü isçiler" olarak nasıl tavır almalıyız?
Aşağıdaki yazıda tartışılacak olan temel soru su:
“MİLLİYETÇİLİĞİN HER TÜRÜNE Mİ KARŞIYIZ?”
"Her türlü şiddet eylemine karşıyız" "her türlü baskının karşısındayız" "her türlü ayrımcılığın karşısındayız" "sözde Kürt devleti" "sözde ermeni soykırımı" vb. bunlar moda klişeler. Bu moda klişeler de aslında daha büyük bir başka modanın parçası: klişelerle konuşmak modası. Niçin konuşmalarda klişelere(basmakalıp sözler) ihtiyaç duyulur? Klişe kaba bir açıklama biçimidir. Açıklanmaya çalışılan olguyu daha büyük bir olgular kümesinin içine sokar: “şiddet kötüdür (öyleyse) her türden şiddet kötüdür. Milliyetçilik kötüdür (öyleyse) her türlü milliyetçilik kötüdür. Baskı kötüdür (öyleyse) her türlü baskının karşısındayız. Yasa dışılık kötüdür öyleyse her türden yasadışı eylem ve örgüte karşıyız vb.”
Bir olguyu açıklarken klişelere başvuruyorsanız ya “sizin ve açıklamanızın muhatapları açısından çok bildik/hemen her gün karşılaşılan cinsten bir olguyla karşı karşıyasınızdır” ya da “aslında çok da bildik olmayan, hemen her gün karşılaşılır cinsten olmayan bir olguyu böyle göstermeye çalışıyorsunuzdur.” Türk dilinin zenginliği üzerine bir tartışmaya girmeyeceğim, ama aynı/benzer nesneler ya da aynı/benzer olgular için dahi aynılıkların/benzerliklerin ötesinde farklı sözcükler/deyimler içermesi kuşkusuz bir dilin zenginliğidir. Yüz, çehre, sima, surat, cemal, sözcüklerinin tamamı aynı nesneye dilimizin verdiği farklı farklı isimlerdir. Yürümek, yürüyüş yapmak, yol boyu yapmak, gezinmek, gezinti yapmak da yine benzer eylemleri tanımladığımız farklı fiiller. Çünkü bütün nesneler ve bütün fiiller hiçbir zaman tek bir halde varolmazlar. Her zaman farklı koşullar içinde farklı ilişkiler içinde varolurlar. Dilin zenginliği nesneleri ve fiilleri olabildiğince farklı koşul ve ilişki içerisinde betimleyebilmesinden isimlendirebilmesinden geçer. Çünkü dil özünde kavramsallaştırmanın yani soyut düşüncenin aracıdır. Dil aracılığıyla soyutlar, soyutlamalarımızı kavramsallaştırır, kavramlarımızla da düşünür (yani yeniden daha üst düzeyde soyutlama yapar), anlar, anlatır ve anlaşırız ya da ayrışırız. Dili klişelere hapsetmek her şeyden önce soyutlamanın ve kavramsallaştırmanın karşısında yer almaktır. Türkiye’yi klişelere mahkum eden devlet ve burjuva basınının ilk büyük suçu Türk diline ve Türk diliyle düşünenlere karşıdır. Türk devleti ve burjuva basını bu tavrıyla Türkçe konuşan insanlara soyutlamayı yasaklamakta, klişelere hapsetmektedir.
"Sözde" (gerçekte öyle olmayıp, öyle geçinen, bilinen. sanki) klişesiyle konuşmak sadece bu klişenin yakıştırıldığı olguya düşmanlığı ya da bu olgunun yok sayıldığı anlamını taşımaz. "Sözde" demek en başta bu olguyu düşünmeyi engellemeye çalışmaktır.
Klişelerle konuşma modası Türk devletinin ve burjuva basınının modasıdır. Düşünen ya da düşünmek isteyen insanlara kesinlikle yaklaşmamalıdır. Uygun klişeler bulunmakta, ağızbirliğiyle yayılmakta hiçbir şey bulunamıyorsa olgunun başına "sözde" sıfatı eklenerek iletişim ve açıklama klişeleştirilmektedir. "Sözde ermeni soykırımı" "sözde Kürt devleti" "sözde başkanlık konseyi" "sözde örgüt bayrağı" "sözde talepler" "sözde eylemler" vs.
"Milliyetçiliğin her türüne karşıyız" da böyle bir klişedir. Toplumsal/tarihsel olguları açıklamaya değil gizlemeye üzerini örtmeye hizmet etmektedir. Hiçbir toplumsal akım (kuşkusuz milliyetçiliğin her türü de) boy verdiği coğrafya, o coğrafyanın tarihi, o coğrafyadaki toplumun ve dünyanın o tarihsel kesitteki sosyal ekonomik koşulları düşünülmeksizin değerlendirilemez, hakkında hüküm verilemez. Miloşeviç de milliyetçidir, Devlet Bahçeli de. Molla Mustafa Barzani de milliyetçiydi Abdulkerim Kasım da. Atatürk de milliyetçiydi Enver Paşa da. Alparslan Türkeş de milliyetçiydi Bülent Ecevit de milliyetçidir. Putin de milliyetçidir Çeçen savaşçılar da. George Bush da milliyetçi Irak’taki BAAS direnişçileri de. Yaser Arafat da milliyetçiydi İzak Rabin de. Peki ama "milliyetçiliğin her türüne karşıyız" demekle ne demiş oluyoruz biz şimdi? Kocaman bir hiç!
Efendim milliyetçiliğin olduğu her yerde halklar boğazlaşırmış da katliam olurmuş da. Bunlar boş laflardır. Fransız devrimi de milliyetçiydi, halkların boğazlaşmasına da sahne oldu. Avrupa’daki bütün gerici monarşiler ordularını (kendi halklarından ve karşı devrimci Fransızlardan oluşturdukları ordulardı bunlar) Fransız devrimini boğazlasınlar diye seferber ettiler. Sonuçta o günün ilericiliğini temsil eden "milliyetçi Fransız halkı" devrimi korumak için bu orduları (dolayısıyla bu orduları seferber eden ülkelerin halklarının bir kısmını ve bu arada gericilikle işbirliği yapan Fransızların da bir kısmını) boğazlamış oldu. Filistin milliyetçi değil mi? Amerikan bağımsızlık savaşını veren Yankeeler neydiler? İşbirlikçi Protestan İngilizleri İrlanda’ya yerleştiren koruyan kollayan İngiltere de milliyetçi, IRA da milliyetçi. "aman burada milliyetçilik var" deyip sıyrılacak mıyız işin içinden. Çeçen komutan Dudayev de milliyetçi Putin de milliyetçi. 1. Dünya Savaşı ertesinde çarlığa karşı ayağa kalkan ve Bolşeviklerle işbirliği yapıp SSCB’yi oluşturan Sovyet halkları da milliyetçiydi Bolşeviklere karşı Türkmenleri kışkırtan Enver Paşa da milliyetçiydi. Gandi de milliyetçi Mesut Barzani de milliyetçi. Peki şimdi ne yapıyoruz?
Dahası var. Demokratlığı milliyetçiliğin alternatifi gibi göstermek tarihsel olguları çarpıtmak değilse de en hafifinden milliyetçiliği de demokratlığı da anlamamış olmak demektir. Milliyetçilik de burjuva demokrasisi de birer tarihsel olgudur. Bundan 3 asır önce ne milliyetçilik vardı ne de demokrasi. Bugünkü anlamıyla millet sözcüğünün sözlüklere girmesi dahi 150 yıllık bir olaydır. Yine bugünkü anlamıyla demokrasi ise çok daha genç. Fakat her iki tarihsel olgu da aynı tarihsel gerçeğin ürünü olarak, insanlığın tarih sahnesindeki uzun yürüyüşünün bir evresi olarak ortaya çıkmışlardır. Her ikisinin de anası modern burjuva sınıfıdır.
Tarih sahnesine çıkan burjuvazi, kapitalizmin büyüyüp yaygınlaşmasına paralel olarak egemen sınıfa karşı da ideolojik-politik mücadeleye girişmiş ve bu mücadelesinde değişik coğrafyalarda değişen muhtevada bir milliyetçilik bayrağını en yukarıda dalgalandırmıştır. Milliyetçiliğin birinci baharı Avrupa’da kapitalizmin yerleşmesine paralel bir burjuva egemenliğinin oluşturulma sürecini ifade etmektedir. Kabaca 19. yüzyıl boyunca devam eden bu süreçte bugünkü bildiğimiz batı Avrupa ve Kuzey Amerikanın modern burjuva devletleri oluşmuştur. Sürecin itici ideolojik gücü kesinlikle milliyetçiliktir. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve ertesi dönemde ise asıl olarak o günün Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluklarının sınırlarında yer alan bir bölüm halkların yine milliyetçilik bayrağıyla bağımsızlıklarını elde ettikleri dönemdir. Bu dönem milliyetçiliğin ikinci baharıdır. Bu dönemin ikinci evresinde büyük Ekim Devriminin verdiği esinle 20.yy’ın bu taze milliyetçilikleri sosyalizmle çeşitli biçimlerde ilişki kurmuşlar kimileri genç SSCB’ye katılmış kimileriyse en azından yeni kurulan SSCB’yle antiemperyalizm temelli bir dostluk politikası gütmüşlerdir. Bu sürecin uzun dalgası sonucu önce 2. Dünya Savaşının hemen ertesinde doğu Avrupa’da bağımsız halk demokrasileri kurulmuş, daha sonra ise Hindistan, Pakistan, Ortadoğu’daki Arap halkları bir bir bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Başta 2. Dünya Savaşı ertesinde Hitler ordularını mağlubiyete uğratan SSCB ve ardından Japon emperyalizmi ve işbirlikçilerini bozguna uğratan Çin Halk Ordusu’nun verdiği esin ve bu sayede sosyalizmin yükselen prestiji bütün bir eski dünyada sürdürülen milliyetçi bağımsızlık hareketlerini dünya sosyalizminin stratejik müttefiki haline getirmiştir. Dünya sosyalistleri Rodezya’dan Vietnam’a kadar bir coğrafyada sosyalizmle dostluk temelinde yürütülen tüm milliyetçi bağımsızlık hareketlerini -haklı olarak- ilerici halk hareketleri olarak selamlamışlardır. Bu nedenle de sosyalistler 20.yy’ı sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı olarak nitelemişlerdir.
Tüm bu milliyetçiliklerin dünya işçi sınıfı ve sosyalistler bakımından ilericiliği gericiliği iki temel faktör tarafından belirlenmiştir. 1-sınıflar mücadelesinin dünya ölçeğindeki seyri ile buna bağlı olarak bu milliyetçiliklerin dünya ölçeğindeki bu mücadeledeki konumlanışları 2-yürütülen milliyetçi bağımsızlık hareketinin sınıfsal içeriği, siyasal talepleri, ideolojik muhtevası ve tabii ki bunların toplamının o toplum için tarihsel anlamı. Örneklemek gerekirse temel olarak yoksul Vietnam köylülüğüne dayanarak yürütülmüş ve kendine antiemperyalizm temelli bir sosyalizmi bayrak edinmiş olan Vietnam KP’nin 1960’lı yıllardaki milliyetçiliği ilerici bir milliyetçiliktir. Fakat 1990’larda yükselen burjuva ideolojisinin kışkırtmasıyla başlayan ve Yugoslav halk demokrasisinin çözülmesine neden olan milliyetçilikler ise gerici milliyetçiliklerdir. Filistin’in işgaline dayalı olarak yürüyen İsrail devletinin milliyetçiliği gerici bir milliyetçiliktir. Fakat kendi topraklarını işgalden kurtarmak için mücadele eden Filistinlilerin milliyetçiliğine de gerici diyebilir miyiz? Birincisi İsrail devletinin gericiliğini temellendirir o gericiliğe güç verirken diğeri Filistin halkının özgürce gelişebilmesinin olanaklarını yarattığı ölçüde ilericidir.
Milliyetçiliğin dünya ölçeğindeki değerlendirmesinde göz önünde bulundurulması gereken nokta özellikle 20.yy’ın ikinci yarısında dünya ölçeğindeki sosyalizm mücadeleleri ile antiemperyalist milliyetçi akımlar arasında oluşmuş olan ittifakın bugün sosyalist bloğun çözülmesiyle ortadan kalkmış olmasıdır. 20.yy’ın ikinci yarısında dünya gericiliği karşısında temel olarak üç güç görmüştür.1-sosyalist blokta yer alan devletler 2-tek tek ülkelerdeki işçi sınıfının iktisadi siyasi mücadeleleri 3-eski sömürge ülkelerdeki antiemperyalist karakterli bağımsızlık mücadeleleri.(ki bunların içinde Vietnam’daki gibi sosyalist karakteri ağır basanlar olduğu gibi Mısır’daki gibi milliyetçi karakteri ağır basanlar da vardır) SSCB’nin yıkılması ve sosyalist bloğun çözülmesine kadar süren bu dönemde her zaman başarılı ittifaklar ve güç birlikleri yapamasalar da bu üç olgu nesnel olarak birbirlerine güç vermişler, biri diğerini nesnel olarak desteklemişlerdir. Fakat gerçekte bu güç birliğinin nesnel zeminini işçi sınıfının dünya ölçeğindeki mücadele gücü ve sosyalizm ısrarının oluşturduğu bugün daha net görülmektedir. Dünya genelinde işçi sınıfı mücadeleden ve sosyalizmden uzaklaştığı ölçüde sosyalist bloğun çözülmesini kolaylaştırmış, sosyalist bloğun çözülmesi de dünya genelinde işçi sınıfının kazandığı mevzileri kaybetmesine yol açmıştır. Sınıflar mücadelesinin diyalektiği tersinden işlemiştir. Bu olguya paralel olarak da dünya genelindeki milliyetçi hareketlerde sosyalizm perspektifinden ve sosyalistlerin dostluğundan uzaklaşma, emperyalistler arası rekabetten medet umma vb. gerici eğilimler güçlenmeye başlamıştır. Dünya ölçeğinde işçi sınıfının mücadeledeki kayıpları ve sosyalizmin kazanımlarının kaybedilmesi bağımsızlık hareketlerini de (nasıl ki bu işçi sınıfı mücadeleleri ve sosyalizmin kazanımları bu hareketleri 40 yıl önce sosyalizmin dostu dolayısıyla da daha ilerici hareketler yaptıysa) adeta ilerici bir çıpadan yoksun bırakmıştır. Suriye BAAS’çılığı bundan 40 yıl önce dünya ilericiliğinin dostuydu, bugün böyle mi? FKÖ kampları 40 yıl önce dünyanın tüm ilerici militanlarına açıktı ve Filistin’in mücadelesi tüm dünya ilericiliği için ortak bir mücadele olarak görülüyordu. Çünkü bu ortaklığa temel olabilecek tek güncel ideoloji olan sosyalizm o gün canlı bir hedefti. Fakat 20.yy Ulusal Kurtuluş Mücadele(UKM)’lerini sosyalistlerin stratejik müttefik olarak görmeleri temel olarak iki nedene dayanıyordu: 1-UKM’ler dünyadaki egemen kapitalist-emperyalist bloğu güçsüzleştiriyordu 2-UKM yürüten toplumlar o günkü sömürge hallerinden daha ileri bir tarihsel aşamayı hedeflemiş oluyorlardı. (kuşkusuz bunlara SSCB’nin kimi reel politik kaygıları da ekleniyordu)
Her toplumsal olgu içinden geçtiği tarihsel dönem tarafından anlamlandırılır. Tarihin özsel doğruları yoktur. Hele hele klişeleri hiç yoktur. Tarihsel gelişme içerisinde toplumlar ideolojiler ile yürür. İdeolojiler ortaya çıktıkları tarihsel kesitte ve peşinden sürüklediği toplumda gördükleri işin ilericiliği gericiliği ölçüsünce doğrudur/ilericidir ya da yanlıştır/gericidir. Hz. Muhammed’in "komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir" sözü 1400 yıl önce Arabistan çölünde ilerici olabilir ama artık gericidir. Ya da M. Kemal’in 70 yıl önce dile getirdiği "ne mutlu Türküm diyene" sözü o günün genç cumhuriyeti ve o cumhuriyeti oluşturan temel etnik grup olan Türkleri ümmetten millete ilerletmek bakımından ilerici bir iş görmüş olabilir. Oysa bu gün bu sözün karşısında "…ama ben de Kürdüm" diyenler vardır. (Dün de varlardı!) bu aforizma Türklerin içinden geçtikleri 80 yıl önceki o tarihsel bağlam bakımından doğru ve ilerici olabilir ama bugün değildir. Kürtler bakımından ise ne o gün doğruydu ne de bugün doğrudur.
Toplumsal akımları ve halk hareketlerini ilericilikleri/gericilikleri, doğrulukları/yanlışlıkları temelinde değerlendirmenin yolu, kuşkusuz o akımın peşinden sürüklediği halkın ve dünyanın içinden geçtiği tarihsel dönemin ihtiyaçlarını kavramaktan geçer. Dünya halklarının sorunlarına karşılık olarak ürettiğimiz çözümlerin başlangıç noktası dünyayı nasıl gördüğümüzdür. Bugün dünyayı emperyalizmin cenderesinde inim inim inlerken görenlerle, globalizm sayesinde tüm dünyada refah ve ilerlemenin arttığını görenler sorunlara aynı bakamazlar. Sorunlara aynı bakamayacakları gibi sosyal olgulara da aynı gözle bakamazlar. Dolayısıyla aslında herhangi bir halkın milliyetçiliğine nasıl baktığımız sorunu dünyaya nasıl baktığımız sorunundan bağımsız değildir.
Bugün dünya halklarının gelişme düzeyleri birbirinin aynı değildir. Kapitalist metropollerde yaşayanlarla kara Afrika’da yaşayanların aynı gelişme düzeyinde olduğunu iddia edebilir miyiz? Ülkeler arasında böylesi derin farklar olduğu gibi aynı ülke içerisindeki kimi bölgeler arasında da benzeri gelişmişlik farkları bulunabilmektedir. Keza dünyanın tüm halkları da aynı gelişmişlik düzeyinde değildir. Fakat sosyalistlerin elinde tüm bu gelişmişlik farklarının nedenlerini ve insan türü üzerindeki olumsuzluklarını anlayabilecek/çözümleyebilecek bilimsel araçları mevcuttur. Sosyalizmin bilimi bize insanlığın, ulaşmış olduğu toplam gelişmişlik düzeyinde tüm dünyadaki sorunları çözebilecek üretici, bilimsel güce sahip olduğunu göstermektedir. Bugün dünyadaki tüm sorunları çözebilecek güce sahiptir insanlık. Fakat dünyadaki egemen özel mülkiyet rejimi ve bunun geldiği aşama olan emperyalizm insanlığın elini kolunu bağlamakta, bağlamakla da kalmayıp her gün yeni felaketlere yeni sefaletlere sebep olmaktadır. Anlaşılmaktadır ki bugün artık insanlığın önünde tüm dünyadaki sorunları çözebilecek yegane araç olarak sosyalizm kalmıştır. Bu yüzyılın başında yiğit bir Marksist kadının dillendirdiği gibi insanlık "ya barbarlık ya sosyalizm" ikilemiyle karşı karşıyadır. Fakat tek tek kişilerin değil de bütün olarak toplumların/halkların bu bilince ulaşabilmesinin birtakım koşulları vardır. Bu bilinç her şeyden önce bir işçi sınıfı bilincidir. Kuşkusuz bilimi kendine rehber edinmiş, evrensel ölçülerle düşünebilen tek tek kimseler her toplumda o toplumun sosyo-ekonomik gelişme derecesinden bağımsız olarak varolacak ve bu bilince ulaşacaktır. Fakat bir toplumun tarihsel olarak böyle bir bilince ulaşabilmesi için sosyo-ekonomik olarak kapitalizmin belli bir aşamasına ulaşmış olması, asgari düzeyde bir işçi sınıfının o toplumda boy vermiş olması gerekir. Sınıflar mücadelesinin dünya ölçeğindeki seyri ise bu bilince ulaşabilmenin ve kurtuluş olarak sadece sosyalizmi görmenin diğer önemli faktörüdür. Toplumlar önlerine çözebilecekleri sorunları koyarlar.
Bu çerçeveden bakıldığında KUKM diğer bağımsızlık yanlısı milliyetçilikler gibi bir milliyetçiliktir. Özü milliyetçiliktir. Fakat nasıl bir milliyetçilik? Kuşkusuz halkların önlerine koydukları kurtuluş formüllerini hariçten gazel okurcasına aynı sepete sıkıştırmak ciddi bir sosyalistin yapabileceği bir iş değildir. Fakat bu milliyetçiliğin de ilericiliği/gericiliği tarihte gördüğümüz diğer milliyetçiliklerle aynı temelde değerlendirilmelidir. 1-sınıflar mücadelesinin dünya ölçeğindeki seyri ile buna bağlı olarak bu milliyetçiliklerin dünya ölçeğindeki bu mücadeledeki konumlanışları 2-yürütülen milliyetçi bağımsızlık hareketinin sınıfsal içeriği, siyasal talepleri, ideolojik muhtevası ve bütün bunların o toplum için anlamı.
Bugün işçi sınıfı dünya ölçeğindeki mücadelesi açısından ancak dünya savaşı günleriyle ya da Paris komününün yenilgisi ertesinde yaşanan tarihsel dönemle kıyaslanabilecek denli bunalımlı bir dönemi yaşamaktadır. Emperyalizm dünyanın her yerinde işçi sınıfının 150 yıllık evrensel kazanımlarını gasp etmektedir. Ülkelerin işçi sınıfları genel olarak örgütsüz, dağınık ve siyasal birlikten yoksundur. Hatta pek çok yerde gerici ırkçı ideolojilerin peşinden sürüklenmektedir. Ve bildiğimiz anlamda bir enternasyonalizmin güncel olarak çok uzağındayız. Kuşkusuz her gün bu karanlık tabloyu işçi sınıfı açısından tersine çevirmek için yeni girişimlerde bulunulmakta, yeni deneyimler yaşanmaktadır. Fakat henüz bu girişim ve deneyimler, konjonktürü işçi sınıfı lehine değiştirmenin yine çok uzağındadır. Türkiye işçi sınıfı da bu gelişmelerden payına düşeni almakta hatta 25 yıl önce yaşadığı 12 Eylül faşist darbesinin katalizörlüğüyle payına düşenden de fazlasını almaktadır.
Kuşkusuz salt Türkiye için değil, tüm dünya halkları için kurtuluş kapitalist emperyalizmin egemenliğini ortadan kaldıracak olan sosyalizmdedir. Fakat bu süreç son 88 yıllık tarihten de anlaşılmıştır ki, dünya coğrafyasını eşitsiz bir biçimde kapsayacak, dünya halkları bu sürece eşitsiz bir hızla, farklı biçimlerde dahil olacak, daha da önemlisi bu tarihsel süreç gelgitler içerecektir. Bu gelgitler tek tek çeşitli coğrafyalarda yaşanabileceği gibi tüm dünyayı kapsayan konjonktürler olarak da karşımıza çıkabilecektir. Sosyalizm kendisi dışındaki toplumsal akımlar ve halk hareketleri ile ilgili öncelikli değerlendirmelerini bu kapsamda yapmalıdırlar. Bu tarihsel perspektiftir.
İdeolojik değerlendirmenin kaidesini bu tarihsel perspektif oluşturmak durumundadır. Bu kaidenin üzerinde yer alacak temel kavramlar ise ilerleme, özgürlük, bilimsellik ve sınıfsal eşitliktir. Sosyalist politika ancak bu kavramların kılavuzluğunda yapılabilir. Unutmayalım ki sosyalist politikanın özü işçi sınıfını bu kavramların kılavuzluğunda bir özneye dönüştürerek burjuvazinin iktidarını yıkmak ve yerine sosyalizmi inşa etmektir. Sosyalizm, ancak bu kavramların tamamını kendi içinde tutarlı bir senteze dönüştürdüğü ölçüde ete kemiğe bürünebilecektir. Kaldı ki sosyalizmin diğer toplumsal muhalefet biçimleri karsısındaki alameti farikası (ayırıcı özelliği) de budur. Fakat politik iktidar mücadelesi pek çok farklı konjonktürle karşılaşabileceği gibi bu konjonktürlerin de kendi içinde pek çok farklı sosyal olgusuyla da karşı karşıya kalacaktır. Sosyalizm bütün değişik konjonktürler ve bu konjonktürlerin pek çok farklı sosyal olgusu karşısında aynı ideolojik kanıtlamaları sergilemekten ibaret değildir. Bu tavır özünde sosyalizmin ideolojik mücadelesinin ana eksenidir ama sadece ana eksenidir yani kendisi değildir. Sosyalizmin iktidar mücadelesi ancak işçilerin, sömürülen ezilen kitlelerin bulunduğu yerde vardır. İşçilerle, geniş kitlelerle canlı bir ilişkiyi varsayar. Teori gridir, hayat ağacı ise yeşil.
Madem Türkiye solunun bugün tek anlamlı ilerici hedefi sosyalizmdir. Sosyalistlerin başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenleri sosyalizm etrafında toplamak ve burjuvaziye karşı mücadeleye sevk etmek temel görevidir. Eğer bu mücadele salt ekonomik demokratik taleplerle sınırlı bir mücadele olmayacaksa politik bir iktidar mücadelesi olacaksa bu mücadelede düşman Türk burjuvazisi ve müttefiklerinin en önemli gücünün Türk devleti olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır. İşçi sınıfını sosyalizme kazanmak bir başka açıdan isçi sınıfına kendi karşı karşıya olduğu tüm toplumsal sorunların nasıl asılabileceğini göstermektir: "ülke olarak, toplum olarak, sınıf olarak, tek tek bireyler olarak hatta bütün bir dünya olarak sorunlarımızı ancak ve ancak sosyalizmin önderliğinde vereceğimiz politik iktidar mücadelesiyle aşabiliriz" demektir. Sosyalizm gücünü iki kaynaktan alır: bilimsel tutarlılık/ideolojik sağlamlık, temsil ettiği sınıfın hayatı üretmekten gelen gücü. Politika bu iki güç kaynağının buluştuğu yerde olabilir ancak.
Bu uzun açıklamalardan sonra tekrar KUKM’ne dönersek.
KUKM herkesin bildiği gibi 1984’ten bu yana PKK’nin önderliği altında yürütülmektedir. PKK o dönemi ilerici atasmferi sayesinde 1978’de sosyalizmden kuvvetle esinlenerek oluşturulmuş bir milli kurtuluş örgütü. O günden bugüne temel taleplerinde programatik hedeflerinde milli kurtuluşçuluğu açısından pek de değişen bir şey yok. Değişenler varsa da bunlar PKK’nin milli kurtuluşçu yönünü değiştirecek ölçüde değişimler değil. PKK açısından o günden bugüne asıl değişim ulusal kurtuluşçuluğundan çok sosyalistliğinde yaşandı. Adı hala işçi partisi olarak kalmakla birlikte PKK bilimsel sosyalizmle ideolojik/politik bağlarını kesmiş durumda. Bunun dünya konjonktüründeki işçi sınıfı ve sosyalizm aleyhine gelişmeler sayesinde olduğu da aşikar. Türkiye’nin pek çok sol örgütü bu bakımdan PKK’den geri kalmadılar. Bu konjonktürel ağırlık pek çok örgütü ortadan kaldırdı, ortadan kalkanların pek çoğunun da sosyalizmle ilişkisini bulanıklaştırdı. Dolayısıyla Türkiye’nin "solcuları" bakımından çok kolay anlaşılabilecek bir durum PKK için de söz konusu oldu. Evet, bugün artık PKK olmayan bir dünya işçi sınıfı hareketinin ve olmayan bir Türkiye işçi sınıfı hareketinin, olmayan bir işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin ideolojik müttefiki değil. Fakat acaba ideolojik olarak müttefik olmama hali nesnel politika açısından da aynı anlama mı geliyor?
Türkiye emperyalizme bağımlı orta gelişkinlikte bir kapitalist ülkedir. Türkiye toplumunun sorunları asıl olarak bu kapitalizmin sorunlarıdır. Dolayısıyla da Türkiye toplumunun önündeki devasa sorunları aşmasının yolu ülkedeki kapitalist egemenliği ve bu egemenliğin temel dayanağı TC devletini ortadan kaldırmak, işçi sınıfı önderliğinde tüm ezilen toplumsal kesimlerin katılımıyla sosyalizmin inşasına yönelmektir. Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde tarihsel olarak ilerici olabilecek toplumsal atılımın adı budur: sosyalizm. Dolayısıyla Türkiye sosyalizminin toplumun tüm ezilen sömürülenlerine bu yolu işaret etmesi tarihsel olarak doğrudur, ideolojik olarak doğrudur, politik olarak doğrudur. Fakat bu özünde ideolojik bir seslenmedir. İşçi sınıfının sınırlı bölmeleri içerisinde ideolojik mücadele yürütmek ayrı şeydir, kitlelere politika üretmek ayrı. Sosyalizm mücadelesi ancak nesnellikle buluşabildiği ölçüde varolacaktır. Sosyalizm, güzeller içinden en güzeli olduğu için değil tarihsel olarak doğru ve ülkemiz sosyolojisine uygun bir hedef olduğu için Türkiye içi sınıfının ve Türkiye ilericiliğinin tek sahici politik hedefidir. Tarih ve sosyoloji aynen Türkiye’de olduğu gibi Kürdistan’da da hükmünü yürütmektedir. Tarih ve sosyoloji temelinde değerlendirme yapıldığında Milli Kurtuluşçuluğun Kürdistan için geri bir program olmadığı teslim edilecektir. Milli Kurtuluşçuluk Kürdistan için hala güncel ve ileri bir programdır. Türkiye ilericiliği önce bunun meşruluğunu tespit etmelidir. Sosyalizmin gözlüğünden bakıldığında tarihsel olarak beyhude, politik olarak eksik bir strateji olarak değerlendirilebilir. Fakat UKM Kürt halkı açısından her bakımdan gelişmedir, ilerlemedir. Dolayısıyla Kürt milliyetçiliği Kürt milli kurtuluşunu hedeflediği ölçüde meşru bir milliyetçiliktir.. Sosyalistler önce bu meşruiyeti ek koşul olmaksızın tanımalıdır. Sosyalizmin tarihsel perspektifi, özgürlükçü ve ilerlemeci özü bunu gerektirir.
Kaldı ki kendisini son derece haklı ve sahici nedenlerle Türk toplumunun parçası olarak görmeyen, bir başka coğrafyanın başka milliyetten insanlarına dönüp "verdikleri mücadelenin tek meşru yöneliminin Türkiye’nin demokrasi ve sosyalizmi programı olduğu"nu iddia etmek en hafifinden sosyalizmin özgürlükçülüğüyle bağdaşmayan bir tutumdur. "Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıyoruz fakat politik olarak onu doğru yöne sevk etmeye çalışıyoruz" denilebilir. Ezen milliyetin sosyalistlerinin ezilen bir milletin bağımsızlıkçı/ayrılıkçı kalkışmasına karşı böylesi bir ideolojik tutum içinde olması anlaşılabilir ta ki "biz Kürt halkının her hal-u karda kendi kaderini tayin hakkını tanıyoruz" ifadesi her bağlamda ifade edilmek koşuluyla. Kuşkusuz bunu ifade etmek, salt bu sözleri olup olmadık sarf etmek değildir. Ya da Kürt halkının politik kalkışmasının önderliğini değerlendirmenin bilimsel yolu onu sosyalizm adına sorguya çekmek değildir. Kürt halkının 21 yıldır değişmeyen tek politik talebi, varlığının ve kimliğinin tanınması, bu tanınmanın koşulu olan asgari demokratik çerçevenin sağlanmasıdır. Sorgulamanın çerçevesi budur. KUKM’nin önderliğini yürüten PKK’de ve (hatta onun tarihinde) sosyalizm adına sorgulanacak pek çok olgu vardır. Ama hangi milli kurtuluşçu örgüte baksak benzerlerini ve hatta çok daha büyük zaafları görebiliriz.. Evet, bugün insanlığın kurtuluşunu sosyalizmde yattığı gerçektir. Kendilerine sosyalizm dışı çözümler arayan tüm toplumlar bir süre sonra bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Fakat "bir süre" saptaması tarih biliminin süre saptamasıdır. Politik bir örgüt için "bir süre"nin anlamı belki bir insan ömrüyle sınırlıdır, oysa tarih için bir insan ömrü, süre olarak hiçbir şeydir. Bu arada ülkemizde aktif politik mücadele içinde bir insan ömrü süresince dahi sürdürebilmiş herhangi bir sosyalist örgüt ya da partinin varolmadığını hatırlatmak isterim- biz sosyalistler olarak tarihin önümüze yığdığı sorunlar yumağını ayıklamanın bilimsel araçlarına sahip olduğumuza inanıyoruz. Fakat, lütfen soğukkanlı olalım, bir milli kurtuluş mücadelesinin bunları görebilmesi ve anlayabilmesi birer birer bizlerin bunu anlayıp görebilmesiyle değil, bir bütün olarak Türkiye işçi sınıfının bunu görebilmesi/anlayabilmesiyle karşılaştırılabilecek bir tarihsel olgudur. Ve asla Türkiye işçi sınıfının bunları görüp anlayabilmesinden daha kolay olmayacaktır.
Kendisine demokratik çerçevede bir kurtuluşu politik program olarak belirlemiş bir halk hareketinin, bu tercihlerini (hele de böylesi bir dünya-ülke konjonktüründe) salt kendi parti önderliğine bağlamak "sosyalizmin bilimselliğiyle" bağdaşmayacağı gibi hakkaniyetle de bağdaşmaz. Aynen Türkiye işçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşmasını salt Türkiye’deki sosyalist örgütlerin yanlışlıklarıyla açıklayamayacağımız gibi. Biz sosyalistler kendi sorunlarımızı açıklarken mevcut nesnellikten ve tarihin nesnelliğinin önümüze koyduğu tortulardan birer engel olarak ne kadar yakınıyorsak, aynı tavrı KUKM içindeki sosyalizmin varlığı/yokluğu sorunu için de sürdürmek zorundayız.
20 yıldır Kürdistan’da ciddi bir halk hareketi var. Bu harekete o konjonktürde gereken ilk kıvılcımı ve başlangıç ivmesini PKK vermiş bu sayede geliştirdiği hareketin politik önderliğini de bugüne değin sürdürmüştür. O günün konjonktüründe sosyalizm ile mili kurtuluşçuluğun bir sentezi olan programı bugünlere gelindiğinde bir tür küçük burjuva milli kurtuluşçuluğa dönüşmüştür. Bu dönüşümde 1-sosyalist bloğun çözülmesi ve buna bağlı olarak tüm dünyada sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketlerinin gerilemesi 2-12 Eylülle birlikte Türkiye işçi sınıfının sosyalizmle olan bağlarının çözülmesi ve bunu yukarıda bahsedilen dünya konjonktürünün izlemesi 3-KUKM’nin sınıf tabanının TC’nin uyguladığı savaş taktikleri ve ekonomik programlarla yoksul köylülükten bir bütün olarak kent küçük burjuvası ağırlıklı hale gelmesi 4-son olarak da ABD’nin Irak’ı işgaliyle bölgeye yerleşmiş olması etkili olmuştur. Kendine özgü bir sosyalist kurtuluşçuluktan bugünkü demokratik cumhuriyet eksenli kurtuluşçuluğa dönüşümün nesnel arka planı kabaca böyledir. Fakat bütün bu 20 yıl boyunca PKK’nin bir parti olarak politik programında bu nesnel gelişmelere paralel değişiklikler olmakla birlikte mücadele yöntemi ile politika yapma biçiminde ve asgari burjuva demokratik milli taleplerinde esaslı bir değişiklik olmamıştır.
Yoksul köylülük kapitalizmin gelişmesi ve tarımın kapitalistleşmesiyle zaten çözülmesi beklenen bir sosyal katmandır. Türkiye Kürdistanı’nda buna TC’nin bir savaş taktiği olarak Kürt köylerini boşaltması da eklenmiş bu sayede PKK’nin başlangıç dönemi tabanı Kürdistan kentlerinde büyük ölçüde kent yoksullarına (işsiz ya da enformel sektörde çalışan emekçiler), Türkiye’de ise kent yoksulları ve kentli emekçilere dönüşmüştür. Ne yazık ki Türkiye’de bir politik işçi sınıfı hareketi yokluğunda bu dönüşümün Kürt yoksul köylülüğü üzerinde ideolojik olarak ilerici bir işlevi olmamıştır. Tıpkı çözülen Türk yoksul köylülüğünün kentlerde AKP vb. gerici partilerin tabanı haline gelmesi gibi.
Bugün Türk solcularının KUKM şahsında sorması gereken öncelikli soru şudur: Türkiye, orta gelişkinlikte bağımlı kapitalist bir ülke iken emekçiler ve ezilenler temel ekonomik demokratik taleplerinin mücadelesini vermenin uzağında, sosyalizm mücadelesinin ise son derece uzağındalar. Böyle bir ülke ve dünya konjonktüründe, çifte sömürü altında genel olarak tarıma dayalı son derece az gelişmiş çifte bağımlı bir tarım kapitalizminin hüküm sürdüğü Kürdistanlı emekçilerden ve onların politik partilerinden sosyalizm adına ne tür bir gelişkinlik beklenebilir? Ciddi bir demokrasi mücadelesi vermek, Türkiyeli emekçilerin sosyolojisi bakımından dahi iyi ve ileri bir iş iken Kürt emekçilerin kendi milli talepleri temelinde bir demokrasi mücadelesi vermeleri Kürdistan açısından iyi ve ileri bir iş değil midir?
Türkiye sosyalizmi ve buna bağlı olarak Türkiye işçi sınıfı Kürt Halkının kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz tanımak zorundadır. Buna Kürt halkının devlet kurma, hem de sosyalist olmayan bir devlet kurma hakkı da dahildir. Bu, Türkiye sınırları içinde yaşayan tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri sosyalizm bayrağı altında toplanmaya çağırmaya engel değildir. Fakat Kürt işçi ve emekçilerinin kendi siyasal programlarını yapma özgürlüğünü ideolojik/politik olarak meşru görmek, hürmet etmek demektir.
Kürt sorunu TC’nin yumuşak karnıdır. TC’nin kendine vehmettiği "demokratiklik, hukuk devleti olma, laiklik vb" niteliklerin gerçek dışılığını Kürt sorunundan daha iyi gösteren bir başka sosyal olgu yoktur. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisine karşı yürütülen ideolojik mücadelenin temel ayaklarından biridir Kürt sorunu. Bu nedenle de TC sürekli olarak Türk toplumunu Türk milliyetçiliğiyle zehirlemeye çalışmakta, başka türlü bir çözüm üretememektedir. İnkar ve imha bir politika olmaktan önce TC için hayati bir ihtiyaçtır. TC Türk halkını milliyetçilikle zehirlediği ölçüde kendisinin bu yumuşak karnını bir avantaja dönüştürmektedir. Fakat bu tavrın son derece vahim sonuçları olabileceğini, Türk halkını zehirleme olanaklarının kalmayacağı bir konjonktürde bugüne kadar sürdürdüğü inkar ve imha tavrının bir dezavantaja dönüşebileceğinin de farkındadır. Sosyalistler salt Kürt halkına duydukları muhabbet nedeniyle değil, hatta bundan daha çok TC’ye karşı ideolojik mücadele yürütmek adına Kürt sorununu canlı tutmalı, Türk devletinin ifadesiyle söylersek bu sorunu “sürekli kaşımalıdırlar.”
Türkiye sosyalizmi ve işçi sınıfı açısından konunun diğer boyutu ise "ortak düşman"a karşı mücadele ediyor olma gerçeğidir. Türkiye burjuvazisi ve Türk devleti KUKM’nin ve Türkiye sosyalizminin ortak düşmanıdır. KUKM bu mücadelede bugüne değin temel olarak devrimci bir araca yaslanmış, mücadelenin ana gücünü gerilla birlikleri oluşturmuştur. Keza KUKM’nin talepleri gerek Kürt halkı gerekse de Türk halkı bakımından devrimci -en azından demokratik- taleplerdir. Dolayısıyla gerek KUKM gerekse de Türkiye sosyalizmi kendi algılamalarından bağımsız olarak Türk devleti nezdinde nesnel olarak müttefiktirler. Böylesi bir muhtemel politik ittifakın nesnel temeli olup olmamasının ötesinde bir durumdan söz ediyoruz. Türk ve Kürt halklarının Türkiye burjuvazisi ve Türk devletinden bağımsızlaşarak ilerlemesinde özgürleşmesinde yol arkadaşlıkları kaçınılmazdır. Türkiye işçi sınıfı başta kendisi olmak üzere bütün bir Türkiye toplumunu baskı ve sömürü altında tutan Türkiye kapitalizminden bağımsızlaşarak ilerlemek özgürleşmek istiyorsa tek yolu vardır: “Her milliyetten emekçilerin merkezinde yer aldığı bir sosyalizm mücadelesi vermek.” Evet bu Türkiye’nin doğrusudur fakat mücadele her koşulda Türkiye burjuvazisi ve Türk devletine karşı bir mücadeledir. Kürdistan’ın ise kendi gerçeği kendi doğruları vardır. Bu gerçeğin asgari programı Kürt milliyetçiliğidir. Bu asgari program dahi Türkiye sosyalizminin ve Türkiye işçi sınıfının müttefikidir. Kaldı ki Kürt halkının sınıfsal olarak ayrışması ve KUKM’nin yoksul köylülük ve Kürt emekçilerinin sınıfsal ideolojik önderliğinde sosyalizm dostu mücadeleye dönüşmesinin koşullarından biri dünya konjonktürü ise diğeri Türkiye sosyalizm mücadelesinin gelişkinliği olacaktır. PKK’nin politik tutumuna birincil değil ancak üçüncül bir önem vermek gerekir. Çünkü PKK son tahlilde bir halk partisidir.
Bütün bu değerlendirmelerin ışığında söylenecek son söz sudur: Türkiye sosyalizmi milliyetçiliğin her türüne karşı değildir. Temel olarak Türkiye burjuvazisinin sınıf egemenliğinde somutlaşan ve en önemli aracı TC devleti ve onun türlü ideolojik aygıtlarına, türlü baskı aygıtlarına dayanan Türk milliyetçiliğine karşıdır. Kürt milliyetçiliği ezilen ulus milliyetçiliğidir meşrudur, Türkiye sosyalizminin nesnel olarak müttefikidir. Bu nesnel zeminin öznel olarak da her iki millet nezdinde vücut bulabilmesinin temel koşulu KUKM önderliğinin sosyalizme yakınlaşması/uzaklaşması vb. değil Türkiye’de gelişkin bir işçi sınıfı mücadelesi zemininde sosyalizmin yeniden prestij kazanmasıdır. Bu olduğu ölçüde Türkiye sosyalizmi KUKM’nin dostluğunu kazanacak, KUKM’ni de sınıfsal olarak ayrıştırıp Kürt burjuvazisinden belli ölçülerde bağımsızlaştırabilecektir. Türk devleti ve onun kendi yasallığı Türkiye burjuvazisinin temel gücüdür. Bu gücü cepheden karşısına almayan bir özgürleşme asla olası değildir. Öyleyse Türkiye sosyalizmi konjonktürel bir izolasyonu göze almak pahasına (ki zaten Türkiye sosyalizmi bugün izole marjinal bir haldedir) her fırsatta Türk devletinin ve onda simgelesen burjuva düzeninin karşısında olduğunu, bu düzeni ve devleti düşman olarak gördüğünü ifade etmeli, Kürt sorununu bunu ifade etmenin güçlü bir aracı olarak sürekli istismar etmelidir. Bu istismara, "Kürt milliyetçiliği meşrudur" demek de, Türk devletini KUKM’ne karsı yürüttüğü savaşta her türlü propaganda aracını kullanarak sabote etmek de dahildir.
Evet "ezilen ulus özgürleşmedikçe ezen ulus da özgürleşemez". Bu bir klişe değildir, her sosyalistin içtenlikle benimasmesi gereken bir mücadele ilkesidir. Kürt sorunu özelinde açıklayalım. Kürdistan dört parçaya bölünmüş ve her biri bir başka milli devletin sömürgesi haline getirilmiştir. Kuzey Kürdistan da Türkiye’nin sömürgesidir. Türk devleti Kuzey Kürdistanı sömürgeleştirirken orada katmerli bir baskı ve sömürü düzenini de tesis etmiştir. Ve aynı TC kendini "..ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün", "..demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti" vb. cümlelerle tanımlamaktadır, temel belge olan TC Anayasası’nda. Türkiye sosyalizmi Türkiyeli emekçilerin gözünde Türkiye burjuvazisinin dolayısıyla da Türk devletinin ipliğini pazara çıkartmak, ne mene bir baskı aygıtı olduğunu göstermek istiyorsa kuşkusuz kendine vehmettiği bu nitelikleri deşifre etmek zorundadır. Ki zaten yapmaya çalıştığı da budur. Şundan emin olmalıyız, eğer Türkiyeli emekçiler için sosyalizm yeniden bir çekim merkezi haline gelecekse bu süreç mevcut düzen ve bu düzenin en önemli aygıtı olan devletin deşifrasyonuna paralel yürüyecektir. emekçiler kendileri için bu düzenin ne anlama geldiğini kavradıkça sosyalizm de yeniden bir cazibe merkezi olabilecektir. Soru şudur: “Türkiyeli emekçiler mevcut düzen ve mevcut devletin kendileri için ne anlama geldiğini, bu düzen ve devletin Kürt halkı için ne anlama geldiğinden bağımsız olarak kavrayabilirler mi?” cevap tereddütsüz "hayır"dır. Devlet ve düzen bir bütündür. Sömürücü, baskıcı karakteri ile milli karakteri biri diğerinden ayrılamaz özelliklerdir. Hiçbir sosyalist düzenin/devletin "önce sömürücü karakterini kavratmaktan başlayalım, milliliğinin Kürtler için ne anlama geldiğini daha sonra anlatırız" gibi bir yanılsamaya kapılamaz. Yani, Türkiyeli emekçiler bu düzenin/devletin anlamını/işlevini kavradıkça Kürt sorununun gerçek muhtevasını da kavrayacaktır, ya da tersi. Bu süreç bir bütündür. Biri diğerinin arkasına konulamaz. İşte bu nedenle, Türkiyeli emekçiler bu kavrayış temelinde KUKM’nin haklılığını teslim ettikleri ölçüde Türkiye’nin düzenini devletini de hakkıyla çözümleyecekler, kendileri Türk devletinden ve Türkiye kapitalizminden özgürleştikleri ölçüde Kürt halkının özgürleşmesine de hizmet edeceklerdir. Kürt halkı özgürleştiği oranda Türkiyeli emekçiler de özgürleşecek, ya da tersinden söylersek Türkiyeli emekçiler özgürleştikleri ölçüde Kürt halkı da özgürleşecektir. "Ezilen ulus özgürleşmedikçe ezen ulus da özgürleşemez" sözünün 2005 Türkiye’sindeki anlamı, muhtevası budur.
KUKM ve önderliğine ilişkin bütün değerlendirmelerin çerçevesi budur. Reel politik zemini ise ortak düşmana karşı mücadele ediyor olmaktır. Bugün sorun, tüm insanlık sorunları ve bu arada milli sorun karşısında da sosyalizmin ne denli tutarlı bir argümanlar kümesine sahip olduğunu göstermenin ötesindedir. Türkiye sosyalizminin Kürt sosyal sınıflarının da biri birinden ayrıştığı, Kürt yoksul köylülüğü ve Kürt emekçilerinin Kürt burjuvazisinden bağımsızlaştığı bir Kürt milli kurtuluşçuluğunu arzulamaları ideolojik olarak bunu ifade etmeleri anlaşılır bir durumdur. Fakat bu KUKM’ni desteklemenin gerek şartı değildir, olamaz. KUKM’ni desteklemek ideolojik bir sorumluluk, politik bir gerekliliktir. Sosyalizm konuya öncelikle politik olarak yaklaşmalı, KUKM’ni desteklemenin TC’yi ideolojik ve politik olarak zayıflatma kapasitesini akıldan çıkarmamalıdır. KUKM’ne yönelik sosyalizm propagandası ideolojik gerekliliklerden sadece biridir ve mevcut tabloda politik bir gereklilik değildir. Bundan Türkiye sınırları içerisindeki Kürt emekçilere sosyalizmi değil de KUKM’ni propaganda edeceğimiz gibi bir anlam çıkmaz. Sosyalizmin söyle ya da böyle Türkiye şehirlerine göç etmek zorunda kalmış Kürt emekçilerine dönük yaklaşımı ile Türk emekçisine dönük yaklaşım özsel olarak farklı değildir. Türkiye sosyoekonomik olarak geldiği düzey itibariyle sosyalizm mücadelesinin zeminidir. Sosyalizm tüm Türkiyeli emekçilerin programıdır. Fakat Türkiye’deki Kürt emekçiler kendilerini daha çok KUKM’nin destekçisi olarak konumlandırabilirler (ki mevcut durum da budur). Bu durum Türkiye’nin(Kürdistanın değil!) politik ihtiyaçları bakımından yanlış bir konumlandırmadır fakat kendisini salt ekonomik-demokratik taleplerle sinirli bir mücadele içinde konumlandıran herhangi bir Türk işçisinin yanlışı gibi bir yanlıştır. Her iki emekçi karşısında Türkiye sosyalizminin tutumu, sosyalizmi ideolojik ve politik olarak savunmak, her iki işçiyi de sosyalizme çağırmak, fakat KUKM’ni politik olarak desteklediğini, KUKM’nin milliyetçiliğini de ideolojik olarak meşru gördüğünü ifade etmektir.
Yukarıda ifade edilen tüm çerçeveyi ifade etmenin yolu ideolojik olarak
1-"milliyetçiliğin her türüne karşıyız" "her türden şiddet eylemine karşıyız" gibi tarih, sosyoloji, politika dışı klişelere karsı sosyalizmin tarihselliği, bilimselliği, sınıfsallığı ve özgürlükçülüğü temelinde ideolojik mücadele yürütmekten
2-KUKM’ni ve gerektikçe Kürtlerin haklı ve “kendileri bakımından ileri” milliyetçiliklerini savunmaktan
3-Kürt halkının haklı taleplerini, kendi kaderini tayin hakkı dahil (sosyalist olmayan bir devlet kurma hakkı dahil!) tanımak ve propaganda etmekten
Politik olarak ise Türkiyeli emekçileri sosyalizme kazanmaya çalışırken
1-KUKM’ni sosyalizm yolunda yukarıda belirtilen ortak düşman anlayışı temelinde nesnel olarak müttefik(öznel politik boyutu olmasa dahi!) kabul etmekten,
2-Kürt sorununu Türk devletinin ve Türkiye kapitalizminin teşhir eden temel olgulardan biri olarak görüp bu durumu TC aleyhine istismar etmekten,
3-KUKM’ne karsı yürüttüğü savaşta Türk devletinin inkar ve imhaya dayalı tüm politikalarını sabote etmeye çalışmaktan geçer.
Sosyalizmin ve Türkiye işçi sınıfının tarihsel ve (hatta!) güncel çıkarlarının bize gösterdiği doğrultu budur. Hal böyle iken, sorun karşısında Türkiye solunun en azından bir bölümünün yıllardır sürdüre geldiği, kaçamak, ortalamacı tutumlardan uzak durmak, sorunu gerek KUKM gerekse de Türkiye işçi sınıfı açısından taşıdığı hayatiyete yakışır bir berraklıkla ele almak zorunludur.
Son bir not: Gerek DİSK Genel Merkezi’nin tavrını eleştiren genel başkanların seçtikleri deyimin yerinde olmadığını en başta belirtmiştim. Bence Türk dili DİSK genel merkez yönetimi ve yandaşlarının bu süreçte aldığı tavrı açıklayan daha güzel bir deyime sahip: köteksiz köy bulmuş değneksiz geziyorlar.*
www.sendika.org sitesinden alinmistir…