Read Time:39 Minute, 20 Second
1. Türkiye’nin Avrupa’ya teveccühünün yaklaşık 200 yıllık geçmişi var. Türkiye’nin Avrupa’ya katılma serüveni ‘ufukta bir çizgi’ değil mi? Şimdilerde gerçekten yeni olan bir şey var mı?
“Türkiye’nin Avrupa’ya teveccühünün yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi var” diye sorunca evvela ve hemen bir noktanın altını çizmek isterim. Demek ki “Türkiye’nin en az 200 yıllık bir tarihi var”.
Türkiye Cumhuriyeti birinci emperyalist paylaşım savaşında yenilen tarafta kalarak menüye dahil olan Osmanlı imparatorluğunun devamıdır. Bu itibarla başka şeyler gibi, Avrupa’ya doğru gitme, «batılılaşma» yönelimini de elbette oradan devralmıştır ve sürdürmüştür, sürdürmektedir.
Bu bakımdan «Türkiye’nin Avrupa’ya teveccühünün tarihi cumhuriyet öncesine dayanır» demek doğrudur. Ama bu yönelimi 200 yıl öncesinde zuhur etmiş bir şey olarak tasavvur etmek, yani Tanzimatla veya jön Türk hareketi ile başlayan bir yönelim olarak tarif etmek o kadar doğru değildir.
Oğuzların Kayı boyundan geldikleri rivayet edilen (ve belli ki temelsiz olmayan bir rivayettir bu) bir Orta Asyalı kabile, iddia edildiği gibi kuraklıktan ötürü ziraat ve hayvancılık yapamaz hale geldikleri için mi, yoksa yegane geçim yolları yağmacılık ve fetihçilik olduğu için mi belli olmayan bir nedenle ve büyük ihtimalle doğuya doğru seferlerinin önü çoktan beri Çin Seddi’nin arkasındaki üstün medeniyet tarafından kesilmiş olduğu için batıya yönelmişlerdir.
Bunu ilk akıl edenlerin de Kayı boyundan gelenler olmadığı kesindir. Onların daha çok kendilerinden önce başka «hemşeri veya soydaşlarının» izini takip ettiklerini söylemek daha isabetlidir.
Osmanoğullarının farkı Avrupa’nın Doğusunu (Doğu Romayı) hem zapt edip hem de ona entegre olmayı başarmış olmaları olsa gerektir.
Bu bakımdan Osmanlı’nın Avrupa’ya yönelimi baştan beri varittir. Bir başka biçimde ifade etmek gerekirse, İstanbul’un zaptedilmesine kadar Osmanlı hareketi Avrupa’ya girmeyi ve Avrupalı olma yönelimini ifade eder. Doğu Roma (bunu doğu Avrupa diye de okumak mümkündür) tahtına oturmalarından itibaren de Osmanlı’nın artık Avrupa’nın bir parçası olduğundan söz etmek gerekir. Aykırı bir parçası bile olsa, Avrupa’nın parçasıdır ve Bizanstan yahut Rusya’dan veyahut Protestan Avrupalılardan daha aykırı bir parçası da değildir.
Onbeşinci yüzyıldan itibaren Osmanlı aynı zamanda Avrupanın bütün «iç işlerinin» ta içindedir. Zaman zaman Doğu diye tabir edilse de Çin Seddine dayanan Rusya’dan daha doğuda hiç bir zaman olmamıştır. Avrupalılar Osmanlı imparatorluğu için «Doğunun hasta adamı» dedikleri zaman da Avrupa’nın doğu ucundaki bir zaafiyetten söz etmekte idiler.
Bu itibarla besbelli «Türkiye’nin Avrupa’ya yöneliminin 200 yıl önceye dayanmasından» söz edildiğinde eksik bir şey söylenmiş olur.
Zaten Türkiye ve hatta «Türkler» tabiri bile en baştan itibaren Avrupalıların Osmanlı hanedanına ve onun asker-sivil memurlarına yakıştırdıkları isimdir.
Bu bakımdan Türkiye’nin baştan beri Avrupai bir icat olduğunu söylemek ve Doğu’dan çok Batı’nın bir parçası olduğunun altını çizerek başlamak lazım.
Kendisi de yüzünü Avrupa’ya dönmüş bir şair olan Nazım Hikmet’in tasviri doğrudur: Osmanlı’nın son kalıntısı olan Türkiye oldum olası «dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdenize (mare nostrum) bir kısrak başı gibi uzanır» durur.
Bu bakımdan «Türkiye’nin Avrupa’ya teveccühünün tarihi cumhuriyet öncesine dayanır» demek doğrudur. Ama bu yönelimi 200 yıl öncesinde zuhur etmiş bir şey olarak tasavvur etmek, yani Tanzimatla veya jön Türk hareketi ile başlayan bir yönelim olarak tarif etmek o kadar doğru değildir.
Oğuzların Kayı boyundan geldikleri rivayet edilen (ve belli ki temelsiz olmayan bir rivayettir bu) bir Orta Asyalı kabile, iddia edildiği gibi kuraklıktan ötürü ziraat ve hayvancılık yapamaz hale geldikleri için mi, yoksa yegane geçim yolları yağmacılık ve fetihçilik olduğu için mi belli olmayan bir nedenle ve büyük ihtimalle doğuya doğru seferlerinin önü çoktan beri Çin Seddi’nin arkasındaki üstün medeniyet tarafından kesilmiş olduğu için batıya yönelmişlerdir.
Bunu ilk akıl edenlerin de Kayı boyundan gelenler olmadığı kesindir. Onların daha çok kendilerinden önce başka «hemşeri veya soydaşlarının» izini takip ettiklerini söylemek daha isabetlidir.
Osmanoğullarının farkı Avrupa’nın Doğusunu (Doğu Romayı) hem zapt edip hem de ona entegre olmayı başarmış olmaları olsa gerektir.
Bu bakımdan Osmanlı’nın Avrupa’ya yönelimi baştan beri varittir. Bir başka biçimde ifade etmek gerekirse, İstanbul’un zaptedilmesine kadar Osmanlı hareketi Avrupa’ya girmeyi ve Avrupalı olma yönelimini ifade eder. Doğu Roma (bunu doğu Avrupa diye de okumak mümkündür) tahtına oturmalarından itibaren de Osmanlı’nın artık Avrupa’nın bir parçası olduğundan söz etmek gerekir. Aykırı bir parçası bile olsa, Avrupa’nın parçasıdır ve Bizanstan yahut Rusya’dan veyahut Protestan Avrupalılardan daha aykırı bir parçası da değildir.
Onbeşinci yüzyıldan itibaren Osmanlı aynı zamanda Avrupanın bütün «iç işlerinin» ta içindedir. Zaman zaman Doğu diye tabir edilse de Çin Seddine dayanan Rusya’dan daha doğuda hiç bir zaman olmamıştır. Avrupalılar Osmanlı imparatorluğu için «Doğunun hasta adamı» dedikleri zaman da Avrupa’nın doğu ucundaki bir zaafiyetten söz etmekte idiler.
Bu itibarla besbelli «Türkiye’nin Avrupa’ya yöneliminin 200 yıl önceye dayanmasından» söz edildiğinde eksik bir şey söylenmiş olur.
Zaten Türkiye ve hatta «Türkler» tabiri bile en baştan itibaren Avrupalıların Osmanlı hanedanına ve onun asker-sivil memurlarına yakıştırdıkları isimdir.
Bu bakımdan Türkiye’nin baştan beri Avrupai bir icat olduğunu söylemek ve Doğu’dan çok Batı’nın bir parçası olduğunun altını çizerek başlamak lazım.
Kendisi de yüzünü Avrupa’ya dönmüş bir şair olan Nazım Hikmet’in tasviri doğrudur: Osmanlı’nın son kalıntısı olan Türkiye oldum olası «dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdenize (mare nostrum) bir kısrak başı gibi uzanır» durur.
Mamafih 200 yıl öncesine yapılan göndermenin Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti haline gelişinin anlaşılması bakımından ve bugünkü AB-Türkiye ilişkilerinin aydınlığa kavuşturulması bakımından bir önemi var.
200 yıl öncesinden kastedilen Üçüncü Selim’in son demleri veya daha kesin olarak İkinci Mahmut’un saltanat dönemi ise, bu dönemeçten itibaren bahis konusu edilmesi gereken Türkiye’nin Avrupaya teveccühünden ziyade, Avrupalıların Osmanlıya yönelik hesaplarının değişmeye başlamasıdır.
Bu dönemde Osmanlı topraklarında «asrileşme» adı altında Avrupa’da hüküm sürmeye başlayan burjuvaziye öykünme cereyanlarının öne çıkması Osmanlının öteden beri tutumu olan Avrupa’ya yöneliminden farklıdır.
Yani 200 yıl kadar önce Avrupa’nın Türkiye’ye teveccühü söz konusudur ve şimdiki AB yönelimi bu bakımdan 200 yıl önceki durumla benzeştirilebilir.
Bu dönemde Osmanlı topraklarında «asrileşme» adı altında Avrupa’da hüküm sürmeye başlayan burjuvaziye öykünme cereyanlarının öne çıkması Osmanlının öteden beri tutumu olan Avrupa’ya yöneliminden farklıdır.
Yani 200 yıl kadar önce Avrupa’nın Türkiye’ye teveccühü söz konusudur ve şimdiki AB yönelimi bu bakımdan 200 yıl önceki durumla benzeştirilebilir.
Aşağı yukarı 200 yıl öncesinden itibaren Avrupa’nın emperyalistleşme doğrultusunda evrilmekte olan burjuva devletlerinin her biri Osmanlıyı kendilerine göre parçalayıp yutma hesabına girmişlerdir. Belli başlı emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışması dünya çapında bir paylaşım kavgasına dönüşmeye yüz tuttuğunda ise ilginç bir tablo oluşmuştu.
Bir yanda Kanuni’den beri Fransa ile nispeten daha yakın ilişkileri olan Osmanlı imparatorluğu içinde batılılaşma avrupalılaşma ya da asrileşme adı altındaki akımlar bariz bir biçimde fransız renkleriyle bezeniyordu. Jön Türk hareketi de bunun bir unsuru idi.
Demir yolları, madenler ve tütün işletmeleri vb.nin doğrudan doğruya fransız sermayesinin kontrolünde gelişmesi de cabası. Bu çerçevede Osmanlının batılaşması asrileşmesi fransızlaşma yönünde gibi bir görünüm arzediyordu. Edebiyat, siyaset hatta giyim kuşam ve yeme içme alışkanlıkları bakımından Fransız kültürü Osmanlı’nın yönetici sınıflarını teslim almaya başlamıştı.
Demir yolları, madenler ve tütün işletmeleri vb.nin doğrudan doğruya fransız sermayesinin kontrolünde gelişmesi de cabası. Bu çerçevede Osmanlının batılaşması asrileşmesi fransızlaşma yönünde gibi bir görünüm arzediyordu. Edebiyat, siyaset hatta giyim kuşam ve yeme içme alışkanlıkları bakımından Fransız kültürü Osmanlı’nın yönetici sınıflarını teslim almaya başlamıştı.
Ama öte yandan Osmanlı toprakları yeni yeni yükselen Alman emperyalizminin alttan alta kuşatması altında idi. Alman finans kapitali Osmanlıyı bir mali esaret altına almakta idi.
Bununla birlikte Fransa ile Almanya’nın bir dünya savaşında karşı karşıya gelecekleri açık seçik belli olmaya başladığı zaman, aydınların şekillenmesine özellikle jön Türklerle İttihat Terakkicilerin görünüşüne bakıldığı zaman, Osmanlının haliyle Fransa’nın yanında yer alacağı tartışmasız gibi görünüyordu.
Ama emperyalizm çağı ideolojik ve kültürel mücadelelerin değil, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının damga vurduğu bir çağdır. (Şimdilerde görünüşe aldanıp bir kültürler savaşının cereyan etmekte olduğunu sananların kulakları çınlasın) O zaman bunu bilenlerin sayısı çok olmasa da bu nitelik kendini kısa zamanda belli etti.
Fransız emperyalizminin çıkarları İngiltere ve Rusya ile ittifak halinde savaşmayı gerektiriyordu. Bu ittifakın çıkarları da Osmanlı imparatorluğunun parçalanması ve paylaşılması yönünde idi. Ünlü Sykes Picot anlaşması bunun çerçevesini savaştan önce çizmişti. Galip geldikleri takdirde İngiltere Fransa ve Rusya Osmanlı İmparatorluğunun hangi parçalarına el koyacaklarını önceden kararlaştırmışlardı. Bu plana göre, her yönüyle Fransız kültürüne asimile olmuş bile olsa, Osmanlı’nın bu kampın yanında yer alması bahis konusu bile olamazdı.
Fransız emperyalizminin çıkarları İngiltere ve Rusya ile ittifak halinde savaşmayı gerektiriyordu. Bu ittifakın çıkarları da Osmanlı imparatorluğunun parçalanması ve paylaşılması yönünde idi. Ünlü Sykes Picot anlaşması bunun çerçevesini savaştan önce çizmişti. Galip geldikleri takdirde İngiltere Fransa ve Rusya Osmanlı İmparatorluğunun hangi parçalarına el koyacaklarını önceden kararlaştırmışlardı. Bu plana göre, her yönüyle Fransız kültürüne asimile olmuş bile olsa, Osmanlı’nın bu kampın yanında yer alması bahis konusu bile olamazdı.
Buna karşılık İngiltereyi deniz üzerinden aşamayacağının farkında olan ve doğunun zenginliklerine Rusya ile savaşarak yönelmeye niyeti olmayan Almanya için ise durum başka idi. Berlinden başlayıp Osmanlı topraklarından geçerek Hindistana uzanan demir yolu önem taşımakta idi. Bu da mali esaret zinciri ile Almanya’ya bağlanmış Osmanlı imparatorluğunun yol boyunca Berlin Bağdat Bombay demiryolu hattına bekçilik etmesini gerektiriyordu.
Osmanlının da tarihinde ilk kez yüzünü doğuya dönmesini (üstelik bu kez Yavuz Sultan Selim zamanındaki gibi arkasını sağlama alıp batıya yönelmek için değil, Almanya’nın doğu seferinin Koç başı olarak) de bu çerçevede anlamak lazım.
Yani Turan hayalinin altında yatan da jön Türklerin atalarını özlemesinden ziyade Alman Emperyalizminin bu çıkarlarının gereği idi; zaten Turan masallarının mucitlerinin (Moiz Kohen ve Ziya Gökalp gibi) Türk olmamaları da tesadüf değildir. Öte yandan Batı sınır komşusu Bulgaristan da Osmanlı’nın müttefiki olacaktı; yani Batı kapıları büsbütün kapanmakta idi.
Yani Turan hayalinin altında yatan da jön Türklerin atalarını özlemesinden ziyade Alman Emperyalizminin bu çıkarlarının gereği idi; zaten Turan masallarının mucitlerinin (Moiz Kohen ve Ziya Gökalp gibi) Türk olmamaları da tesadüf değildir. Öte yandan Batı sınır komşusu Bulgaristan da Osmanlı’nın müttefiki olacaktı; yani Batı kapıları büsbütün kapanmakta idi.
Böylece emperyalistler arası paylaşım kavgasının tarafları arasındaki çıkar farklılıkları Osmanlı’nın batıya yönelimini Osmanlı’ya rağmen ilk kez tersine çevirdi; ve bu son derece hızlı ve ani bir değişim oldu.
Neticede savaşı Osmanlıların dahil olduğu ittifak kaybetti ve Osmanlı’nın parçalanması mukadder oldu.
Ama paradoksal biçimde galip devletlerin en büyüklerinden biri olan Rusya da kendi bünyesinde bir başka savaşın, sınıf savaşının kurbanı oldu. Rus çarlığının savaşın içinde yıkılması Osmanlı’nın büsbütün yokolmasını engelleyen bir belirleyici etken haline geldi.
Ama paradoksal biçimde galip devletlerin en büyüklerinden biri olan Rusya da kendi bünyesinde bir başka savaşın, sınıf savaşının kurbanı oldu. Rus çarlığının savaşın içinde yıkılması Osmanlı’nın büsbütün yokolmasını engelleyen bir belirleyici etken haline geldi.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde yeni sovyet cumhuriyetleri ile emperyalistler arasında bir tampon rolü oynamak üzere doğdu. Ve «ordular ilk hedefiniz akdenizdir ileri» komutuyla yeniden eski yönelimlerine uygun bir mecraya girdi.
Türkiye Cumhuriyeti Rus devriminin ardından galiplerle mağluplar arasındaki dengelerin alt üst olduğu daha doğrusu hızla yeni dengelerin oluşmasına gebe olan bir tarihsel boşluktan doğdu. Mağlup Osmanlı paşaları Rus devriminin yayılmasına karşı tedbirler arayan galip emperyalist devletlerin yeni ve ani yöneliminden de istifade ederek bir nevi hükümet darbesi ile, Osmanlının mirasına kondular. Hatta daha fazlasına!
Rus devriminin yarattığı özgün koşullarda, savaşın ardından neredeyse Karaman Beyliğinin sınırlarına kadar küçülen Osmanlı egemenliği kısa zamanda hatta savaş öncesinde bile elinde olmayan ve savaşla kaybettiği toprakları da bünyesine katarak genişledi.
Bu bakımdan Türkiye’nin hakim sınıflarının Cumhuriyetin kurucusunu yere göğe sığdıramamaları boşuna değildir.
Rus devriminin yarattığı özgün koşullarda, savaşın ardından neredeyse Karaman Beyliğinin sınırlarına kadar küçülen Osmanlı egemenliği kısa zamanda hatta savaş öncesinde bile elinde olmayan ve savaşla kaybettiği toprakları da bünyesine katarak genişledi.
Bu bakımdan Türkiye’nin hakim sınıflarının Cumhuriyetin kurucusunu yere göğe sığdıramamaları boşuna değildir.
Ama bu görüntüye bakarak ortada bir kurtuluş savaşı olduğunu vatanı kurtaran bir hareket olduğunu sananlar yanılırlar. Aksine bu genişleme bir vatanın kurtarılması değil Ermenistan’ın Batısı ile Kürdistan’ın Kuzeyinin ilhakıdır; ve vatan kurtarılması ile alakası yoktur.
Her ne kadar iki dünya savaşı arasında yeni Türkiye’nin adeta bağımsızmış gibi görünmesi bu yanılsamayı besliyor olsa da, bu bir yanılsamadan ibarettir. Zira iki savaş arası önce sınıf mücadelesi tarafından şiddetle sarsılan, sonra peş peşe krizlerle daha da sarsılan ve kendi aralarındaki hesapları dahi tamamlayamayan emperyalistler arasındaki çekişme daha birinci savaşın sonundan itibaren yeni bir savaşa gebeydi.
Bu koşullar yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında güya bağımsız, tarafsız, devletçi ve Batıya yönelmiyormuş gibi durmasının asıl nedenleridir.
Oysa bu fetret döneminde Cumhuriyet 200 yıl önce başlayan dalga türünden bir batılaşmayı aynen ve arttırarak sürdürdü. Ama bir türlü Avrupa ile bütünleşmedi. Zira TC’nin batılılaşma hevesi ile «hamleler» yaptığı devrede Avrupa kendi içinde yeni bir savaşın hazırlığı içindeydi. Bu nedenle Türkiye’nin Batıya teveccühü kılık kıyafet örf adet çerçevesinde kaldı. Bununla birlikte yine Tanzimat döneminden itibaren olduğu gibi mali esaret zinciri giderek ağırlaştı.
Emperyalistlerin Türkiye’ye yönelik yarım kalmış hesaplarını önlerine almaları için ikinci paylaşım kavgasının sona ermesini beklemek gerekecekti.
Nitekim savaşın bitiminden itibaren Türkiye’nin batıya yönelimi nihayet somut adımlar haline geldi; bu aynı zamanda emperyalistlerin nihayet Türkiye’ye teveccüh edebilmesi anlamına da geliyordu.
Görünüşe aldananlar Türkiye’nin yön değiştirdiğini ve CHP yerine DP’nin gelmesi ile Türkiye’nin emperyalizme bağımlı hale gelmeye başladığını sanırlar; bu, görünüşe aldandıkları içindir.
Esasen Türkiye’nin Batıya yönelimi (bunu emperyalizmin Türkiye üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesi olarak anlamak kaydıyla) ikinci dünya savaşından sonra dünya dengeleri belli olup taşlar yerine oturduktan sonra ivme kazanmıştır ve bunun Türkiye’yi yönetenlerin kim olduklarıyla esaslı bir ilişkisi yoktur.
Osmanlıdan beri yüzü batıya dönük olan Türkiye’nin batısında Avrupa vardır. Bu yönelim daima Avrupa’ya doğru bir yönelim olacaktır.
200 yıldan beri Türkiye’nin batılılaşması ise Avrupa’nın (emperyalistlerin diye anlayın) Türkiye üzerindeki egemenliğinin artması anlamındadır.
Bu bakımdan ne Türkiye’nin Batıya yönelmesi yeni bir şeydir; ne de bu ilişkilerin mahiyeti konusunda 200 yıldan beri bir yenilik vardır.
Mamafih sanki şimdi «nihayet» Türkiye Avrupalılaşıyormuş gibi bir havanın hakim olduğu da sır değil. Kimileri bunu sevinçle kimileri de kaygıyla karşılasalar da genel ve yaygın anlayış bu yönelimin ancak şimdi somut bir mahiyet kazanmakta olduğu hakkındadır.
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin geçmişinde görünüşe aldanan yanılgılar ne ise bugün de Türkiye AB ilişkileri konusunda da hala görünüşe aldanmaktan ileri gelen yanılgılar benzer biçimde sürmektedir.
Her ne kadar iki dünya savaşı arasında yeni Türkiye’nin adeta bağımsızmış gibi görünmesi bu yanılsamayı besliyor olsa da, bu bir yanılsamadan ibarettir. Zira iki savaş arası önce sınıf mücadelesi tarafından şiddetle sarsılan, sonra peş peşe krizlerle daha da sarsılan ve kendi aralarındaki hesapları dahi tamamlayamayan emperyalistler arasındaki çekişme daha birinci savaşın sonundan itibaren yeni bir savaşa gebeydi.
Bu koşullar yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında güya bağımsız, tarafsız, devletçi ve Batıya yönelmiyormuş gibi durmasının asıl nedenleridir.
Oysa bu fetret döneminde Cumhuriyet 200 yıl önce başlayan dalga türünden bir batılaşmayı aynen ve arttırarak sürdürdü. Ama bir türlü Avrupa ile bütünleşmedi. Zira TC’nin batılılaşma hevesi ile «hamleler» yaptığı devrede Avrupa kendi içinde yeni bir savaşın hazırlığı içindeydi. Bu nedenle Türkiye’nin Batıya teveccühü kılık kıyafet örf adet çerçevesinde kaldı. Bununla birlikte yine Tanzimat döneminden itibaren olduğu gibi mali esaret zinciri giderek ağırlaştı.
Emperyalistlerin Türkiye’ye yönelik yarım kalmış hesaplarını önlerine almaları için ikinci paylaşım kavgasının sona ermesini beklemek gerekecekti.
Nitekim savaşın bitiminden itibaren Türkiye’nin batıya yönelimi nihayet somut adımlar haline geldi; bu aynı zamanda emperyalistlerin nihayet Türkiye’ye teveccüh edebilmesi anlamına da geliyordu.
Görünüşe aldananlar Türkiye’nin yön değiştirdiğini ve CHP yerine DP’nin gelmesi ile Türkiye’nin emperyalizme bağımlı hale gelmeye başladığını sanırlar; bu, görünüşe aldandıkları içindir.
Esasen Türkiye’nin Batıya yönelimi (bunu emperyalizmin Türkiye üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesi olarak anlamak kaydıyla) ikinci dünya savaşından sonra dünya dengeleri belli olup taşlar yerine oturduktan sonra ivme kazanmıştır ve bunun Türkiye’yi yönetenlerin kim olduklarıyla esaslı bir ilişkisi yoktur.
Osmanlıdan beri yüzü batıya dönük olan Türkiye’nin batısında Avrupa vardır. Bu yönelim daima Avrupa’ya doğru bir yönelim olacaktır.
200 yıldan beri Türkiye’nin batılılaşması ise Avrupa’nın (emperyalistlerin diye anlayın) Türkiye üzerindeki egemenliğinin artması anlamındadır.
Bu bakımdan ne Türkiye’nin Batıya yönelmesi yeni bir şeydir; ne de bu ilişkilerin mahiyeti konusunda 200 yıldan beri bir yenilik vardır.
Mamafih sanki şimdi «nihayet» Türkiye Avrupalılaşıyormuş gibi bir havanın hakim olduğu da sır değil. Kimileri bunu sevinçle kimileri de kaygıyla karşılasalar da genel ve yaygın anlayış bu yönelimin ancak şimdi somut bir mahiyet kazanmakta olduğu hakkındadır.
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin geçmişinde görünüşe aldanan yanılgılar ne ise bugün de Türkiye AB ilişkileri konusunda da hala görünüşe aldanmaktan ileri gelen yanılgılar benzer biçimde sürmektedir.
2. Türkiye’de AB’ye katılma konusunda kim nerede duruyor? AB tarafında Türkiyeyi içlerine alma konusunda bir irade görüyor musun?
Bir defa kimin nerede durduğu konusu çok karışık değil herkes yerli yerinde duruyor. Ama özellikle solcular kimin nerede durduğunu tamamen ters görüyorlar ve söylediklerinin tam aksi istikamette hareket ediyorlar.
Tablodaki karışıklık tablonun asli öğelerinin karmaşıklığından ziyade bu tabloyu aydınlatıyorum diye bulanıklaştıran yaklaşımlar nedeniyledir.
Bir defa Türkiye’nin AB’ye üye olmasının Türkiye’nin Avrupa’nın sömürgesi gibi bir duruma düşmesi, Avrupa emperyalizminin daha fazla hakimiyeti altına girmesi anlamına geleceği için karşı çıktıklarını söyleyen az değildir.
O halde «nasıl oluyor da Avrupa’nın en büyük emperyalist devletleri buna ısrarla ve sistematik bir biçimde karşı çıksın?» diye bir soruyu akla getiren ise yoktur.
Oysa muhtelif vesilelerle oldukça yetkili ağızların ifade ettiği ve düpedüz görülebildiği gibi, Türkiye’yi AB içine zorla itmek için çabalayan ABD’dir. ABD’nin AB içindeki müttefikleri de isteyerek veya kerhen bu yönde servis vermektedir. Sırf bu realite bile, AB’nin Türkiye’yi içine almakla bundan eskiden olduğundan daha fazla yararlanıp güçleneceği konusunda şüphe duymak için yeterlidir.
ABD’nin Türkiye’yi AB içine itmesinin AB’deki rakiplerine iyilik olsun diye olmadığı besbellidir. ABD açısından AB’nin genişlemesi AB’nin karşısına yekpare ve güçlü bir rakip olarak çıkamamasının garantilerinden biridir. Bir başka bakımdan Türkiye’yi AB içine zoraki biçimde iten ABD bu suretle hem Avrupa’daki belli başlı rakiplerinin nispeten zayıflamasını sağlamayı hedeflemektedir; hem de Türkiye ABD için Avrupa’nın içine uzanan bir köprü olacaktır.
Bunun anlaşılması için herşeyden önce Türkiye’nin AB’ye girmesine en çok itiraz edenlerin hangi devletler olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Bunların belli başlıları arasında Hollanda, Fransa, Almanya ve İtalya gelir. Bu devletler Türkiye’de en fazla yatırımı olan veya Türkiye ile ticareti en fazla olan Avrupa devletleridir. Hollanda yakın zamana kadar Türkiye’deki yabancı sermayenin yarısını temsil ediyordu şimdi gerilemiş olsa bile yüzde otuzların altına düşmemektedir. Fransa ve İtalya da Türkiye’de en çok yatırımı olan emperyalist devletler arasında gelir. Almanya keza özellikle de Türkiye ile en karlı ticaretin şampiyonları arasındadır Almanya.
Peki bunlar niçin Türkiye’nin AB’ne girmesine karşı çıkmaktadırlar?
Çünkü bu söz konusu olan emperyalistler için adeta eski eşine başlık parası ödeyip yeniden nikah kıymak gibidir. Bu bakımdan zaten Türkiye üzerinde öteden beri belli bir hakimiyeti olan devletlerin Türkiye’yi AB içine alarak onu kendi hakimiyetleri altına sokmak gibi bir niyetleri ve bundan bir çıkarları olamaz. Özellikle de OYAK üzerinden Ordunun karar mekanizmaları üstünde bir denetimi olan ve bunlar vasıtasıyla da MGK üzerinden seçimle gelen veya gelmeyen bütün hükümetlerin üzerinde bir nüfuz elde etme ayrıcalığına sahip olan Fransa için böyledir.
Bu bakımdan ordunun kışlasına dönmesi, MGK’nın nötralize edilmesi vb gelişmeleri de peşinden getiren Türkiye’nin AB ile uyum içine girmesi yönündeki gelişmelerde, en azından Fransa’nın çıkarı yoktur; bilakis buna son takatine kadar itiraz etmektedir.
İlginçtir Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkan devletler sadece Türkiye’de öteden beri yatırımı olmakla ayırt edilmekle kalmıyorlar; bunlar aynı zamanda Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı siyasi mültecilerin en çoğunu barındıran devletlerdir. Bunu da dünyanın kanını emen bu emperyalistlyerin Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı devrimciler üzerine titreyen bir hassasiyetten ziyade Türkiye’nin AB’ne girmesine itiraz etmek üzere ellerinde biriktirmek istedikleri kozlar gibi görmek daha doğrudur.
Öte yandan, Türkiye cephesinde AB yanlıları ve karşıtlarının tasnif edilmesinde de benzer bir tablo çıkmaktadır. Ordu ve onlarla içli dışlyı kemalistler, bunlardan oldum olası medet uman siyasetçiler ve onların kuyruğuna takılmaya alışmış olanlar tıpkı Fransa Almanya veya Hollanda emperyalistleri gibi Türkiye’nin AB’ye girmesine itiraz etmektedir. Bunların aynı zamanda ABD ile Avrupalı emperyalist rakipleri arasındaki her çatışmada ABD karşıtı bir pozisyonda duranlar olması da tesadüf değildir.
Türkiye’nin AB’ye girmesini kimin isteyip kimin istemediğini sergileyen tabloyu karıştıran iddialardan biri de Türkiye’nin esasen Amerikan emperyalizmine bağımlı olduğu ve Amerika’nın bu «yağlı kazı» Avrupalı rakiplerine kaptırmamak için gayret ettiği hakkındaki yaygın rivayettir.
Halbuki ABDnin Türkiye’yi zorla AB içine itmekte olduğu, Türkiye’deki en has amerikan uşaklarının da bu yönde çabaladıkları ayan beyan bellidir.
Tabloyu karıştıran unsurlardan biri de Türkiye’de Ordunun amerikancı olduğu ve ordunun AB karşıtlığının da bunun kanıtı olduğu yönündeki tespitlerdir. Ama bu tespitlerin hükümetin Amerika tarafından siparişle getirilen bir hükümet olması gerçeğine rağmen sorgulanmaması tuhaftır. «Amerikancı hükümet ABye girmek için çırpınıp duruyor daha amerikancı olan ordu da buna taş koyuyor». Sırf bu kaba çelişki bile meselenin dosdoğru görülememesi için yeterli bir kafa karışıklığını ifade eder.
Doğrusu Türkiye’nin AB’ye girmesi için ısrar eden ABD ve amerikancılardır.
Buna itiraz edenler ise daha çok Türkiye’de zaten yatırımları olan veya geniş ticaret ilişkileri olan (Fransa Hollanda Almanya İtalya gibi) Avrupalılardır.
Amerika Türkiye’yi AB’ye AB’yi zayıflatma ve tek bir kuvvet haline gelmesini engelleme planlarının bir parçası olarak; ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya sızıp, aynı zamanda da Türkiye’nin Avrupa’nın doğuya dönük bir sıçrama tahtası olmasına engel olmak için itmektedir. Türkiye’deki Amerikancılar bu yönde hareket etmektedir.
Bu şartlarda AB’ye hayır demek AB’ye karşı bir şey olmaktan ziyade ABD’nin avrupalı emperyalist rakipleriyle aynı çizgide bir tutumdur.
Tabii ki Avrupa içinde de Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana olanlar vardır bunların da zaten ABD’nin Avrupa içindeki müttefikleri olmaları şaşırtıcı olmamalıdır.
Son olarak bir noktaya daha temas etmek lazım. Emperyalistler arasındaki çıkar çatışmaları çözümsüz ve sonsuza kadar sürecek çatışmalar da değildir.
Nitekim ABD ve müttefiklerinin öyle ya da böyle Türkiye’yi AB kapısına ittikleri ve bu kapıdan geri dönmesinin kolay olmayacağı belli olduktan sonra, Almanya başta olmak üzere ABD’nin AB içindeki rakipleri tutum değiştirmeye başlamıştırlar. «Madem ki Türkiye’nin AB içine girmesine engel olamadık; şimdi bundan azami ölçüde karla ve asgari zararla çıkmanın yoluna bakalım» demeye başlamışlardır. Nitekim Schroeder’in bu konudaki manevrası seçimi hezimetle kaybetmesine engel olmuştur bile.
Kuşkusuz bu da sabit ve kalıcı bir durum değildir. Emperyalistler arası paylaşım kavgası sürmektedir ve daha sürecektir. Bunun değişik merhalelerinde dengelerin değişmesine göre değişik durumların ortaya çıkması da muhtemeldir. Ama kesin olan şudur ki Türkiye’nin AB’ye girmesi ya da girmemesi ne sadece AB içinde bunu isteyen ve istemeyenlerin iradesine bağlıdır, ne de Türkiye’de bunu isteyen ya da istemeyenlerin marifetiyle olacak iştir.
Türkiye’nin dahil olup olmamasını da içeren AB’nin genişlemesi ve bütünleşmesi süreci daha geniş bir planda emperyalistler arasındaki dünya çapında paylaşım kavgası ile ilgilidir ve bunun seyrine göre oluşan güçler dengesi tarafından tayin edilecektir.
Bu güçler dengesinin esaslı bir biçimde değişmesi ise henüz devrede olmayan sınıf mücadelesinin bu paylaşım kavgasının seyrini değiştiren ve dengelerini bozan bir etken olarak devreye girmesi ile olabilir.
Tablodaki karışıklık tablonun asli öğelerinin karmaşıklığından ziyade bu tabloyu aydınlatıyorum diye bulanıklaştıran yaklaşımlar nedeniyledir.
Bir defa Türkiye’nin AB’ye üye olmasının Türkiye’nin Avrupa’nın sömürgesi gibi bir duruma düşmesi, Avrupa emperyalizminin daha fazla hakimiyeti altına girmesi anlamına geleceği için karşı çıktıklarını söyleyen az değildir.
O halde «nasıl oluyor da Avrupa’nın en büyük emperyalist devletleri buna ısrarla ve sistematik bir biçimde karşı çıksın?» diye bir soruyu akla getiren ise yoktur.
Oysa muhtelif vesilelerle oldukça yetkili ağızların ifade ettiği ve düpedüz görülebildiği gibi, Türkiye’yi AB içine zorla itmek için çabalayan ABD’dir. ABD’nin AB içindeki müttefikleri de isteyerek veya kerhen bu yönde servis vermektedir. Sırf bu realite bile, AB’nin Türkiye’yi içine almakla bundan eskiden olduğundan daha fazla yararlanıp güçleneceği konusunda şüphe duymak için yeterlidir.
ABD’nin Türkiye’yi AB içine itmesinin AB’deki rakiplerine iyilik olsun diye olmadığı besbellidir. ABD açısından AB’nin genişlemesi AB’nin karşısına yekpare ve güçlü bir rakip olarak çıkamamasının garantilerinden biridir. Bir başka bakımdan Türkiye’yi AB içine zoraki biçimde iten ABD bu suretle hem Avrupa’daki belli başlı rakiplerinin nispeten zayıflamasını sağlamayı hedeflemektedir; hem de Türkiye ABD için Avrupa’nın içine uzanan bir köprü olacaktır.
Bunun anlaşılması için herşeyden önce Türkiye’nin AB’ye girmesine en çok itiraz edenlerin hangi devletler olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Bunların belli başlıları arasında Hollanda, Fransa, Almanya ve İtalya gelir. Bu devletler Türkiye’de en fazla yatırımı olan veya Türkiye ile ticareti en fazla olan Avrupa devletleridir. Hollanda yakın zamana kadar Türkiye’deki yabancı sermayenin yarısını temsil ediyordu şimdi gerilemiş olsa bile yüzde otuzların altına düşmemektedir. Fransa ve İtalya da Türkiye’de en çok yatırımı olan emperyalist devletler arasında gelir. Almanya keza özellikle de Türkiye ile en karlı ticaretin şampiyonları arasındadır Almanya.
Peki bunlar niçin Türkiye’nin AB’ne girmesine karşı çıkmaktadırlar?
Çünkü bu söz konusu olan emperyalistler için adeta eski eşine başlık parası ödeyip yeniden nikah kıymak gibidir. Bu bakımdan zaten Türkiye üzerinde öteden beri belli bir hakimiyeti olan devletlerin Türkiye’yi AB içine alarak onu kendi hakimiyetleri altına sokmak gibi bir niyetleri ve bundan bir çıkarları olamaz. Özellikle de OYAK üzerinden Ordunun karar mekanizmaları üstünde bir denetimi olan ve bunlar vasıtasıyla da MGK üzerinden seçimle gelen veya gelmeyen bütün hükümetlerin üzerinde bir nüfuz elde etme ayrıcalığına sahip olan Fransa için böyledir.
Bu bakımdan ordunun kışlasına dönmesi, MGK’nın nötralize edilmesi vb gelişmeleri de peşinden getiren Türkiye’nin AB ile uyum içine girmesi yönündeki gelişmelerde, en azından Fransa’nın çıkarı yoktur; bilakis buna son takatine kadar itiraz etmektedir.
İlginçtir Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkan devletler sadece Türkiye’de öteden beri yatırımı olmakla ayırt edilmekle kalmıyorlar; bunlar aynı zamanda Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı siyasi mültecilerin en çoğunu barındıran devletlerdir. Bunu da dünyanın kanını emen bu emperyalistlyerin Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı devrimciler üzerine titreyen bir hassasiyetten ziyade Türkiye’nin AB’ne girmesine itiraz etmek üzere ellerinde biriktirmek istedikleri kozlar gibi görmek daha doğrudur.
Öte yandan, Türkiye cephesinde AB yanlıları ve karşıtlarının tasnif edilmesinde de benzer bir tablo çıkmaktadır. Ordu ve onlarla içli dışlyı kemalistler, bunlardan oldum olası medet uman siyasetçiler ve onların kuyruğuna takılmaya alışmış olanlar tıpkı Fransa Almanya veya Hollanda emperyalistleri gibi Türkiye’nin AB’ye girmesine itiraz etmektedir. Bunların aynı zamanda ABD ile Avrupalı emperyalist rakipleri arasındaki her çatışmada ABD karşıtı bir pozisyonda duranlar olması da tesadüf değildir.
Türkiye’nin AB’ye girmesini kimin isteyip kimin istemediğini sergileyen tabloyu karıştıran iddialardan biri de Türkiye’nin esasen Amerikan emperyalizmine bağımlı olduğu ve Amerika’nın bu «yağlı kazı» Avrupalı rakiplerine kaptırmamak için gayret ettiği hakkındaki yaygın rivayettir.
Halbuki ABDnin Türkiye’yi zorla AB içine itmekte olduğu, Türkiye’deki en has amerikan uşaklarının da bu yönde çabaladıkları ayan beyan bellidir.
Tabloyu karıştıran unsurlardan biri de Türkiye’de Ordunun amerikancı olduğu ve ordunun AB karşıtlığının da bunun kanıtı olduğu yönündeki tespitlerdir. Ama bu tespitlerin hükümetin Amerika tarafından siparişle getirilen bir hükümet olması gerçeğine rağmen sorgulanmaması tuhaftır. «Amerikancı hükümet ABye girmek için çırpınıp duruyor daha amerikancı olan ordu da buna taş koyuyor». Sırf bu kaba çelişki bile meselenin dosdoğru görülememesi için yeterli bir kafa karışıklığını ifade eder.
Doğrusu Türkiye’nin AB’ye girmesi için ısrar eden ABD ve amerikancılardır.
Buna itiraz edenler ise daha çok Türkiye’de zaten yatırımları olan veya geniş ticaret ilişkileri olan (Fransa Hollanda Almanya İtalya gibi) Avrupalılardır.
Amerika Türkiye’yi AB’ye AB’yi zayıflatma ve tek bir kuvvet haline gelmesini engelleme planlarının bir parçası olarak; ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya sızıp, aynı zamanda da Türkiye’nin Avrupa’nın doğuya dönük bir sıçrama tahtası olmasına engel olmak için itmektedir. Türkiye’deki Amerikancılar bu yönde hareket etmektedir.
Bu şartlarda AB’ye hayır demek AB’ye karşı bir şey olmaktan ziyade ABD’nin avrupalı emperyalist rakipleriyle aynı çizgide bir tutumdur.
Tabii ki Avrupa içinde de Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana olanlar vardır bunların da zaten ABD’nin Avrupa içindeki müttefikleri olmaları şaşırtıcı olmamalıdır.
Son olarak bir noktaya daha temas etmek lazım. Emperyalistler arasındaki çıkar çatışmaları çözümsüz ve sonsuza kadar sürecek çatışmalar da değildir.
Nitekim ABD ve müttefiklerinin öyle ya da böyle Türkiye’yi AB kapısına ittikleri ve bu kapıdan geri dönmesinin kolay olmayacağı belli olduktan sonra, Almanya başta olmak üzere ABD’nin AB içindeki rakipleri tutum değiştirmeye başlamıştırlar. «Madem ki Türkiye’nin AB içine girmesine engel olamadık; şimdi bundan azami ölçüde karla ve asgari zararla çıkmanın yoluna bakalım» demeye başlamışlardır. Nitekim Schroeder’in bu konudaki manevrası seçimi hezimetle kaybetmesine engel olmuştur bile.
Kuşkusuz bu da sabit ve kalıcı bir durum değildir. Emperyalistler arası paylaşım kavgası sürmektedir ve daha sürecektir. Bunun değişik merhalelerinde dengelerin değişmesine göre değişik durumların ortaya çıkması da muhtemeldir. Ama kesin olan şudur ki Türkiye’nin AB’ye girmesi ya da girmemesi ne sadece AB içinde bunu isteyen ve istemeyenlerin iradesine bağlıdır, ne de Türkiye’de bunu isteyen ya da istemeyenlerin marifetiyle olacak iştir.
Türkiye’nin dahil olup olmamasını da içeren AB’nin genişlemesi ve bütünleşmesi süreci daha geniş bir planda emperyalistler arasındaki dünya çapında paylaşım kavgası ile ilgilidir ve bunun seyrine göre oluşan güçler dengesi tarafından tayin edilecektir.
Bu güçler dengesinin esaslı bir biçimde değişmesi ise henüz devrede olmayan sınıf mücadelesinin bu paylaşım kavgasının seyrini değiştiren ve dengelerini bozan bir etken olarak devreye girmesi ile olabilir.
3. Son tahlilde bir ‘Atlantik Projesi’ olan AB’ye Türkiye gibi bir ülkenin tam üye olmasının sence bir kıymet-i harbiyesi var mı?
«Ufukta bir çizgi»de söylenen doğrudur:
“Avrupa projesi (ki, başlarda Avrupa Ekonomik Topluluğu deniyordu) böylesi bir konjonktürde bir Atlantik projesi olarak ortaya çıktı. ABD’nin güdümü altında bir proje. Elbette Avrupa projesinin ABD güdümlü bir Atlantik projesi olarak kalması demek, Avrupa’nın ABD güdümünde kalmaya devam etmesi, dolayısıyla, Avrupa’nın dünya siyasetinin ‘silik’ bir bileşeni olarak kalması demekti.”
AB projesine ister son tahlilde ister ilk bakışta «bir Atlantik projesi» demek mümkündür elbette. Eğer bundan kasıt Atlantik’in iki yakasını birbirine bağlamak kastedilirse bu haydi haydi geçerlidir. Bunun Kuzey Atlantik ittifak anlaşması ile ilişkisini kurmak da yanlış olmaz. Ama bu takdirde SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu projenin de ayağının altındaki toprağın kaymış olması icap ederdi. Bilakis adeta ivme kazandı. Bu üzerinde durulması gereken bir husustur.
Zira yazının devamında dendiği gibi De Gaule ile birlikte aksi yönde bir eğilim de aynı bünyeden çıkmıştır ve her ne kadar De Gaule muradına ermediyse de bu eğilim sonradan da değişik biçimlerde kendini göstermiştir; göstermektedir.
Hatta şunu söylemek de ve üzerinde düşünmek de isabetlidir: sonradan AB haline gelecek olan ittifakın çekirdeğini oluşturan Fransa ve Almanya’nın bir Atlantik projesi olarak tasarlanan Avrupa Birliği projesi içinde baştan itibaren bir karşıt ağırlık oluşturma eğiliminde olduğunu düşünmek yanlış değildir ve pek çok geçmişe ait yahut güncel olgu ile bunun doğrulanması da mümkündür. Tek örneğin De Gaule’ün tantanalı çıkışı olmadığı da aşikardır. (J.J. Servan Schreiber’in kitabı -le defi Americain- ve buna cevaben Mandel’in –le défi’Européen- yazdıklarını hayal meyal hatırlıyorum).
ABD Avrupayı kendi arka bahçelerine eklemek ve SSCB’ye karşı bir tampon olarak kullanmak üzere planlar yaptı demek doğrudur ama ABD’nin eski efendilerinin tamamen ABD’ye tabi oldukları ve kaldıkları doğru değildir. Onların da daima kendilerine göre bağımsız planları ve arayışları olmuştur; olmaya da devam etmektedir.
Öte yandan son zamanlarda AB’nin genişlemesi projesinin (hatta bunun İngilterenin AB’ye dahil edilmesinden itibaren de düşünebiliriz) Atlantik’in batısından gelen basınçlarla bir ilişkisi olduğu aşikar. Ama AB’nin bu şekilde genişlemesinin aslında AB’nin bağımsız bir varlık olarak teşekkül etmesini önleyen bir etken olduğu da o denli aşikar olsa gerek. Her ne kadar De Gaule’ün girişimi gibi başarısız kalsa da bugün hala AByi ABD karşısında bağımsız bir emperyalist güç odağı olarak oluşturmak için gayeret ve girişimlerin süreceğinden de şüphe duymamak gerekiyor.
O nedenle AB projesini faili ve akibeti belli «bir Atlantik projesi» olarak tasavvur etmek gelişmeleri ve «gelişememeleri» anlayıp açıklamak için pek elverişli bir yol değil. Bunu tersine emperyalistler arasında süre giden ve SSCB’nin dağılmasıyla daha da ivme kazanan paylaşım kavgasının ışığında görmek daha doğrudur. Bu kavgada bir tarafın ağır basması, bir kavga olmadığını ve olayın bir vasal-süzeren ilişkisi seyrinde cereyan ettiğini düşünmeyi gerektirmez.
Demek ki;
. bu “Atlantik projesinin” geçmişteki veçheleriyle güncel veçhelerini (90lardan bu yana) ayırt etmek;
. bu projeyi emperyalistler arasındaki çıkar çekişmesi ve paylaşım kavgasının ışığında (bu kavganın bir tarafta ABD öteki tarafta bir bütün olarak Avrupalılar arasında geçmediğini unutmadan) irdelemek;
. bir de bu kavgada SSCB’nin, özellikle de onun Avrupa içindeki uzantılarının nasıl bir rolü ve etkisi olduğunu da daima hesaba katmak lazım. Yani mesele sadece De Gaule’ün ABD’ye karşı SSCB ve peyklerine tutunma kurnazlığı mıdır; yoksa bunda Avrupalı KPlerin ve uzantılarının da SSCB dış politikası ile uyumlu bir rolü ve payı yok mudur?
Ben bu son nokta üzerinde durmayı önemsiyorum. AB bir yandan ABD ve onun Avrupa içindeki uzantıları tarafından bir “Atlantik projesi” olarak tasarlanırken; bir yandan da SSCB ve ABD’nin Avrupa’daki rakiplerinin karşı planlarını hesaba katmak gerekir. Tam bu noktada AB projesinin daha Avrupalı bir kaynağı olduğunu da fark ederiz: Avrupa’nın Birliği projesi Birinci paylaşım kavgası öncesinden itibaren Avrupalı sosyal demokratların (bunu sosyal-emperyalistler diye okuyun) hayal ettikleri bir siyasal hedefti. Hatta hayal etmekle de kalmayıp gerçekleştirmek için plan ve projeler geliştirdikleri (Esperanto dilinin İkinci enternasyonal bünyesinde hazırlandığını hatırlamak da küçük bir ayrıntı değildir) de vakıadır. İkinci Enternasyonal’in Avrupalı sosyal demokratları birleştirme hedefi görünüşte Avrupa proletaryasını birleştirme gibi görünse ve sunulsa da, Avrupalı Sosyal demokratların emperyalist devletlerine hükümet etme hedefi ile siyaset yaptıkları sır değildir. Bu da hükümet olmaları halinde Avrupanın yükselen eski müstemlekelerine karşı birleşmesi yönünde bir hayali ifade eder. Kautsky’nin ultra-emperyalizmi Troçki’nin 1914 öncesindeki Avrupa birliği projesi vb. de bunun versiyonlarıdır. Hala Avrupanın eski ve yeni sosyal demokratları Avrupa’nın ABD karşısında bir siyasi birlik olarak güçlenmesi yönünde siyaset yapmaktadır.
Ama sosyal demokrasinin bu AB hülyası 1914-18 savaşı ile tuz buz olduğu halde, küllerinden daima yeniden doğdu ve doğmaya devam etmektedir. İkinci savaştan sonra da bu işin içine ABD’nin planlarına karşı SSCB’nin devreye girmesi ile ve paradoksal biçimde şekillendi. Avrupa’nın sosyal emperyalist solcuları kah milliyetçi bir çizgide AB’ye karşı oldular; ki bunu ABD’nin bir Atlantik projesi olarak AB’ye karşı çıkma diye de anlayabiliriz. Kah emeğin Avrupası Sosyal Avrupa diyerek bir başka AB projesini savunageldiler. Örneğin son olarak Avrupanın solcuları Irak’ın işgali karşısında ABD’ye karşı hükümetlerinin yanında yer alırken aynı zamanda Avrupa’nın ABD’ye karşı tek bir siyasal bünye olarak hareket etmesinden yana idiler; ama ABD’nin genişlemiş (sulandırılmış) Avrupa projesine karşı AB anayasasına hayır demekten de geri durmadılar. Ama bir yandan hala «emeğin avrupası» hülyalarını sürdürmek ve Avrupa parlamentosunda hiç değilse birbirleri ile birleşmek yönünde adımlarını sürdürüyorlar. «Liberal değil sosyal Avrupa» sloganı ile kendi AB projelerini savunmaya devam ediyorlar.
Demek ki AB projesini tam olarak anlayabilmek için bunu sadece bir «Atlantik projesi» olarak değil bu veçheleri ile de görmek gerekir.
Yani özetle ve tekraren söylemek gerekirse;
. ABD’nin ve Avrupalı ortaklarının (ki bunlardan bazıları hükümet bazıları muhalefet durumundadır) kendilerine göre bir AB projeleri var.
Bu proje SSCB ve Varşova Paktının varlığı koşullarında «Soğuk savaşın» bir ileri karakolu teşekkül etmiş bir «Avrupa Cephesi» idi; o zaman bile bağımsız bir güç olmasına engel olunması lazım idi.
Bugün ise bu kesimin AB projesi, Avrupa’nın sulanarak genişlemesi ve yine ayrı ve bağımsız bir siyasi güç haline gelmesinin bu biçimde önlenmesidir.
. ABD’nin (baştan beri AB’nin çekirdeğini oluşturan ve hala öyle olan Fransa ve Almanya ekseni üzerindeki) Avrupalı rakipleriyle onların müttefik yahut kuyrukçularının da kendilerine göre bir AB projesi var.
Bu AB ise ABD’nin dünya çapındaki meydan okuyuşunun karşısında tek başlarına duramayan rakiplerinin birlikte ve tek bir güç olarak durmasını sağlayacak bir birlik olmalıdır. Bu AB projesi daralma pahasına güçlenen bir Avrupayı ifade etmektedir ve Avrupa solunun önemli bir bölümü öyle ya da böyle bu projenin destekçisidir.
Bu bakımdan asıl çatışmanın «sosyal Avrupa» ile «neoliberal Avrupa» kutupları arasında olduğu doğru değildir; neoliberal politikaları savunmadan ABD’nin dümen suyunda gitmek veya hem neoliberal politikaları savunup ABD ile yıldızı barışmamak mümkündür.
Öte yandan ABD’nin AB’yi bir bütün olarak «vasalleştirme» gibi bir projesi yoktur. AB içinde ABD’yi süzeren olarak kabul edenler zaten vardır; bunların artması elbette ABD’nin arzusudur. Ama AB’nin bütünleşmesi ve yekpare bir bünyeye kavuşması hem hayaldir hem de ABD’nin ve ortaklarının projesi bunun tam tersi istikamettedir. Buna karşılık neoliberal veya sosyal bir AB’nin güçlenmesi ve birliğini pekiştirmesi ise ABD’nin rakiplerinin hayali ve projelerinin ufkundaki hedeftir.
Böylece aslında «Atlantik projesi» ve «ABD tarafından külliyen vasalleştirilmiş, neoliberalizme teslim olmuş bir AB» ifadeleri hakkında düşündüklerimi kısaca anlatmış oldu
4. «Türkiye gibi bir ülkenin AB’ye tam üye olmasının sence bir kıymet-i harbiyesi var mı?» sorusuna gelince….
Evvela «kimin için?» diye sorarak başlamak gerekir.
AB’nin genişlemesini ve sulanmasını isteyen ABD ve ortakları için ve onların Türkiye’deki uzantıları için var.
ABD’nin rakipleri ve onların Türkiye’deki uzantıları veya taraftarları bakımından ise yoktur.
Bunun tafsilatı hakkında 2. soruya verdiğim cevap içinde bazı saptamalara işaret ettim zaten.
Ama «kıymeti harbiyyesi var mı?» derken kast edilen «Türkiye zaten ABD’nin vasali durumundadır ve neoliberal politikaların hızla yol aldığı bir ülkedir; ABD’nin vasali haline gelmiş ve neoliberal bir AB’ye girse ne olur girmese ne olur?» sorusu ise; asıl çatışmanın bu çerçevede olmadığını ve esasen emperyalistler ve işbirlikçileri arasındaki siyasi çatışma olduğunu göz ardı eden bir sorudur. Türkiye’nin AB içine itilmesi ABD’nin AB ve Türkiye hakkındaki planlarının bir gereğidir; bu bakımdan bir kiymeti harbiyesi vardır. Çıkarları bu planlarla örtüşen ve kendilerini buna göre ayarlamakta olanlar için de bir kıymeti harbiyesi vardır. Aksi yöndeki bir gelişme de bunlar açısından önemsiz değildir.
Keza aynı şeyi ABD’nin AB ve Türkiye’nin AB’ye iteklenmesinde çıkarı olmayanlar açısından da söylemek gerekir. Her iki kutup açısından da bu olasılıkların her birinin önemi vardır «hangisi olursa olsun farketmez» denebilecek bir durum yoktur. Zaten bu nedenle bu olasılıklar doğrulytusunda sert ve daha da sertleşebilecek bir çatışma, ve keskin bir gerilim olduğu da sır değildir.
Buna karşılık, bana veya benim gibi düşünenlere sorulacak olursa; «Türkiye’nin AB’ye girmesinin ya da girmemesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur» cevabını en ikircimsiz biçimde buradan işitebilirsiniz. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin nereye ne biçimde girmesi gerektiği konusunda ilk söylenmesi gereken seçenekler arasında AB yoktur. Devrimciler komünistler emekçiler ve tüm ezilenler tek tek bireyler olarak ele alınmadıkları takdirde, onlar açısından Türkiye’nin AB’ye girmesi ya da girmemesinin ve AB’nin ABD’nin vasali veyahut yekpare bağımsız bir emperyalist güç olmasının bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Kendini Türkiye Cumhuriyeti devleti ile özdeş görmeye ve meselelere Türkiye açısından bakıp Türkiye adına izahat getirmeye alışanlar tereddüt etmeden ve sanki kendileri girecek yahut girmeyecekmiş gibi Türkiye’nin AB ‘ye girip girmemesi konusunda tartışmaktadır. Oysa AB’ye girmesi ya da girmemesi söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ve o devletin yerli yabancı efendileridir.
Mamafih burada üstünden atlanmaması gereken ve etik boyutları da olan bir ince nokta var.
Tek tek bireyler veyahut ayrı ayrı «çıkar grupları» olarak ele alındığı takdirde devrimcilerin emekçilerin ve ezilenlerin açısından durum farklıdır. Zira zaten pek çok devrimci Türkiye’de işkence katil ve baskı tehditleri altında hapiste veya kaçak yaşamaktansa Avrupa’ya sığınmayı tercih etmiş durumdadır. Hatta sığınmışken Avrupalı emperyalistlerin emperyalist sömürüden kendi işçi aristokrasisine nasip gördüğü kırıntıların bir kısmına ortak olmakta bir mahzur da görmemektedir. Demek ki AB dışında olmak ile içinde olmak bu kesim bakımından önemsiz bir ayrıntı değildir.
Keza Kürtlerin önemli bir kesimi kendi ülkelerinde köle olarak yaşamak ve ezilmektense Avrupa’da iltifat gören mağdurlar olarak yaşamayı tercih etmektedir. Onlara gıpta ile bakanlar da az değildir. Demek ki bunlar açısından da AB’ye girmek veya girmemek önemsiz değildir.
Ha keza milyonlarca işçi Avrupalı işçilerin ücretleri ve çalışma koşullarıyla kıyaslanmayacak koşullarda çalışıp kendilerini sömürtmek için evini köyünü ailesini geride bırakıp, hatta üste borç edip masraf da yaparak ve nice zahmetli yollardan geçerek AB kapısından içeri girmiş durumdadır; dışarı atılmamak için de ısrarla direnmektedir. Bir o kadarı da aynı durumda olmak için can atmaktadır. Bunlar açısından AB kapısından geçmek ya da geçmemek elbette teferruat olamaz.
Hatta bir yandan bu ayrıcalıklardan yararlanıp beri yandan geride kalanların bu ayrıcalıklara heves etmemelerini salık vermek her şey bir yana manevi ve etik olarak da yakışık almaz.
Ama bu bireyler ve gruplar bakımından böyledir ve sınıflar, ezilen uluslar ve siyasal akımlar bireylerine indirgenemez; bireylerinden ve ve onların toplamından bağımsız ayrı bünyeleri ifade ederler .
Bu bakımdan AB’ye girip girmemek bu toplulukların tekil unsurları yahut ayrı ayrı kesimleri için başka bütünleri için başka anlam ifade eder. Buna da son soru çerçevesinde yanıt vermek gerekiyor.
5.Türkiye’de bazı ‘sol’ kesimlerin AB’ye tam üyelik halinde Türkiye’nin demokratikleşeceğine dair saplantısı hakkında ne söylemek istersin…
Bu soru da iki kavram hakkındaki yanlışların altını çizerek cevaplandırılabilecek bir soru.
Birincisi bu soru Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin nispeten veya düpedüz demokratik olduğu yanılgısını ifade ediyor. İkincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devrimle yıkılmadan demokratik olabileceği yanılsamasını yansıtıyor.
Birincisinden başlayalım. Pek çok siyasi değerlendirme ve kavramı ABD-SSCB kutuplaşmasının damga vurduğu koşullarda şekillenmiş olan solun bakış açısıdır bu. Buna göre Avrupa’nın emperyalist devletleri ABD’den farklıdır ve daha demokratik ve «ilerici»dir. İlericiliği de esasen Avrupa’nın «sosyal devlet» olmasından ileri gelir. Doğrusu Avrupa’yı bu bakımdan ilerici sayanlar açısından SSCB’nin en önemli ve olumlu yanı da sosyal haklar bakımından sunduğu imkanlara bakarak tarif edilir. Zaten Avrupa’daki sosyal hakların da geçmiş sınıf mücadelelerinin kazanımlarından ziyade Avrupa işçi sınıfının SSCB ve kopyalarına özenmemeleri için sunulan rüşvet kabilinden ayrıcalıklar olduğunu düşünmek daha doğru olur.
Avrupa’nın muhtelif ülkelerinin ABD ile «sosyal devlet» bakımından kıyaslanması halinde ve bu ilericiliğin ya da demokratikliğin ölçüsü olarak ele alındığı takdirde, elbette sosyal demokrasinin ana vatanının ABD’den daha ileride olduğu sonucuna varılabilir. Oysa ABD bireysel haklar bakımından hatta sivil toplum örgütlenmeleri ve bunların etkinliği bakımından hiçbir zaman Avrupanın emperyalist devletlerinden daha geride kalmamıştır.
Hatta bir başka açıdan tam tersi bile söylenebilir. Avrupanın «sosyal devlet» niteliği bakımından en ileride sayılan devletleri meşruti monarşilerle yönetilmektedir. Buna rağmen bu tuhaf durumu sorgulamak pek adetten değildir. Hatta sosyal devlet rüşveti ile gözleri ve illeri bağlanmış Avrupalı solcuların bu monarşileri bir teferruat hatta bir hoşluk gibi görmeleri daha çok da görmezden gelmeleri yaygın ve yerleşik bir adet gibidir.
Kuşkusuz ABD dendiğinde akla yerel yöneticilerin seçmenleri tarafından geri çağrılabilmesi yerel yönetimlerin belli başlı harcamalarını seçmenlerin onayı olmadan yapamayışı bazı eyaletlerde şeriflerin seçimle belirlenmesi ve geri alınabilmesi mahkemelerdeki jüri uygulaması gibi vaktiyle Paris komünarlarına esin kaynağı olmuş uygulamaların kalıntıları gelmemektedir. Hatta Amerikalıların silah merakının aslında herkesin silahlanma hakkı olmasından kalan bir kalıntı olduğu da düşünülmez.
ABD dendiğinde daha çok akla McCarty dönemi, Ku Klux Klan vb. gelir. Ama Almanya’nın geçmişindeki Nazi dönemi ve bu dönemin kalıntılarının halen yürürlükte olması kimsenin Almanya’nın demokratikliğini sorgulamasına yol açmaz. Avrupa’daki ırkçıların Ku klux Klanı (mutatis mutandis) aratmadığını kimse söylemez.
ABD’nin emperyalist saldırıları ve savaşları sık sık vurgulanır Avrupa’nın demokrasilerinin halen sömürgeler üzerinde hüküm sürdüklerinden ve oralarda yaptıklarından söz edilmez. İngiltere’nin AB toprağı olan İrlanda’da yaptıklarını AB toprağı sayılan Fransız sömürgelerini hatırlamak adetten değildir.
Bunların hepsi Avrupalı emperyalistlerin daha demokratik ve daha az emperyalist oldukları konusundaki hurafelerin kaynağında SSCB ile bu Avrupalı emperyalistler arasındaki ve Avrupanın sosyal emperyalist işçi örgütleri ile SSCB arasındaki ilişkilerde aranması adetten değildir.
Bu yerleşik alışkanlıklar AB ile demokrasi arasında bir paralellik kuran bakış açının ardında yatmaktadır. AB’ye girmekle demokratikleşileceği hakkındaki hurafeler de buradan ileri gelmektedir.
Öte yandan, Cenevre sözleşmesi ile Avrupa’nın kucak açtığı siyasi mültecilerin kendi ülkelerindekine kıyasla elde ettikleri ayrıcalıkların büyüsü de özellikle bu büyüyü hazırlayıp yayan ideologlar bakımından Avrupa’nın demokratikliği hakkında üretilen hurafelerin kaynakları arasındadır.
Şöyle bir örnek çarpıcıdır: kürt olduğu için Avrupa’dan siyasi iltica hakkı elde edilenlerin küçük bir kısmı siyasi mülteci ayrıcalığından yararlanırken aynı kanaldan AB’ye kapağı atmış olan Kürtlerin ezici çoğunluğu adeta köle koşullarında çalışmaya ve yaşamaya mahkum edilmektedir. Buna rağmen ellerine geçen ücretin çalıştıkları ülkenin ücret ortalamasına çalışma koşullarının o ülkenin çalışma koşullarına yararlandıkları sosyal hakların o ülkenin sosyal haklarına kıyasla değerlendirilmesi adetten değildir. Mültecilik büyüsü bu kıyaslamanın geldikleri daha doğrusu kaçtıkları yerin ölçülerine vurularak yapılmasını sağlar.
Tıpkı kendi ülkesinde baskı ve işkenceye maruz kaldıkları fikir ve sloganları duvara yazmanın serbest olmasını bir demokrasi ölçüsü, kaçtıkları devlete karşı özgürce küfretmenin serbest olmasının yaşadıkları devletle barışık yaşamanın karşılığında elde edilmiş bir ayrıcalık olduğunun görülmemesi gibi.
AB’nin demokratikliği hakkındaki hurafelere ilişkin bu hatırlatmalar yeter. Şimdi de Türkiye’nin demokratikleşmesi hakkındaki temel yanılgıya değinmek gerekir.
Türkiye’nin ne olursa demokratikleşeceği ve nasıl demokratikleşeceği hakkında tek tek bütün detaylar üzerinde durmadan bir esaslı noktaya değinmekle yetineceğim.
Bir başka ulusu (hem de dünyanın en kalabalık ezilen uluslarından birini) zorla kendi sınırlarında tutan bir devletin demokratikleşmesi için evvela bu vasfını yitirmesi gerekir. Bu da nasihatle tadilat ve tamiratla olacak iş değildir. Bu kuruluşu bu ilhak üzerine dayanan devletin yıkılmasını gerektirir ve bu AB’ye yahut başka bir yere girmekle olacak iş değildir. Eskiden daha sık söylenirdi Türkiye’de demokrasi bir devrim sorunudur denirdi. Hala öyledir ve hep öyle olacaktır.
Türkiye’nin AB’ye girmekle demokratikleşeceği hakkındaki hurafelerden ikincisinin kaynağında da bu unutkanlık yatar.
Bir de son olarak demokrasinin bir nitelik olarak değil tedrici bir iyileşme olarak algılanması hakkındaki çarpıklığa değinmek gerekiyor.
Elbette AB’ye girmekle hatta AB yolunda emeklerken veya AB kapısında beklerken bile bir takım iyileşmelerin olduğu aşikardır. Hatta pek çok bakımdan bir nevi tedrici ferahlamanın olduğu da besbellidir ve görmezden gelinemez. Bunların zamanla artması da şaşırtıcı olmaz. Ama buna demokratikleşme denmez. Bunun adını zaten oyunun kuralını koyanlar koyuyor: bunlar AB ile uyumlu hale gelme yolunda adımlardır. Buna demokratikleşme demek için AB’yi önce demokrasinin mihenk taşı olarak kabul etmek sonra da Türkiye’nin bu mihenk taşına sürterek demokratik olabileceğini kabul etmek gerekir.
Türkiye’nin AB’ye girmesi ile kişi hak ve özgürlükleri alanında AB’ye uyumlu bir hukuki çerçevesi olacaktır; ama bu kolektif özgürlüklerin artmasına değil azalmasına mal olacaktır. Örneğin Kürtler bir ulus olarak ferahlamayacak hatta bunu unutmaları istenecektir; karşılığında bireysel azınlık haklarından yararlanmakla yetinmeleri dayatılacak bunu kabullenmemeleri halinde AB hukukunu çiğnemiş olarak bütün Avrupalı emperyalistlerin baskısına maruz kalacaklardır. Belçika, İspanya modellerini anarak federasyon ya da özerklik hayalleri kuranlar Monarşilerle cumhuriyetler arasındaki farkı göz ardı etmektedir. Kıyaslamayı Fransa’ ile yapmak gerekir örneğin. Korsika Brötanya DOM TOM ne kadar özerk ya da federasyon ise Kürtlere de en fazla o kadarı nasip olur.
AB’ye girmekle demokratikleşme hayali kuranlar için ibretlik bir örnek de türban özgürlüğünün AB ile geleceğini hayal edenlerin uğradıkları hüsrana yansır.
Kuşkusuz AB’ye girmek hatta yaklaşmakla durumu iyiye gidenler de olacak. Bunları özetle ifade etmek gerekirse, şöyle tarif edilebilir: AB’nin emperyalist bir birlik olduğunu görmezden gelip, demokrasi ve özgürlükler alemi olarak söyleyerek ödüllendirilenler gibi ayrıcalıklara tamah edenlerin durumu iyiye gider. Renault, EDF, SNCF işçileri gibi kendi ayrıcalıkları üzerinde şahin gibi durup yabancı kağıtsız işçileri vb. baykuş gözleri ile görenler ödüllendirilir ferahlar.
En son banliyölerdeki isyanda olduğu gibi eşitlik kardeşlik özgürlük bayrakları altında kısmi sıkıyönetim uygulamalarını görmezden gelenler ferahlar…. Kısacası AB’ye girmekle ferahlayacak olanlar AB’ye uyumlu hale gelenler olacak. AB’ye uyumlu olmayanlar, yani gecekondu sakinleri, F-Tiplerinde (Avrupa tipi diyelim) çile çekenler işçi sınıfının en örgütsüz ve en çok sömürülen kesimleri tıpkı AB ülkelerindekiler gibi her adımda boyunduruklarının biraz daha ağırlaşacağını hissedeceklerdir.
“Avrupa projesi (ki, başlarda Avrupa Ekonomik Topluluğu deniyordu) böylesi bir konjonktürde bir Atlantik projesi olarak ortaya çıktı. ABD’nin güdümü altında bir proje. Elbette Avrupa projesinin ABD güdümlü bir Atlantik projesi olarak kalması demek, Avrupa’nın ABD güdümünde kalmaya devam etmesi, dolayısıyla, Avrupa’nın dünya siyasetinin ‘silik’ bir bileşeni olarak kalması demekti.”
AB projesine ister son tahlilde ister ilk bakışta «bir Atlantik projesi» demek mümkündür elbette. Eğer bundan kasıt Atlantik’in iki yakasını birbirine bağlamak kastedilirse bu haydi haydi geçerlidir. Bunun Kuzey Atlantik ittifak anlaşması ile ilişkisini kurmak da yanlış olmaz. Ama bu takdirde SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu projenin de ayağının altındaki toprağın kaymış olması icap ederdi. Bilakis adeta ivme kazandı. Bu üzerinde durulması gereken bir husustur.
Zira yazının devamında dendiği gibi De Gaule ile birlikte aksi yönde bir eğilim de aynı bünyeden çıkmıştır ve her ne kadar De Gaule muradına ermediyse de bu eğilim sonradan da değişik biçimlerde kendini göstermiştir; göstermektedir.
Hatta şunu söylemek de ve üzerinde düşünmek de isabetlidir: sonradan AB haline gelecek olan ittifakın çekirdeğini oluşturan Fransa ve Almanya’nın bir Atlantik projesi olarak tasarlanan Avrupa Birliği projesi içinde baştan itibaren bir karşıt ağırlık oluşturma eğiliminde olduğunu düşünmek yanlış değildir ve pek çok geçmişe ait yahut güncel olgu ile bunun doğrulanması da mümkündür. Tek örneğin De Gaule’ün tantanalı çıkışı olmadığı da aşikardır. (J.J. Servan Schreiber’in kitabı -le defi Americain- ve buna cevaben Mandel’in –le défi’Européen- yazdıklarını hayal meyal hatırlıyorum).
ABD Avrupayı kendi arka bahçelerine eklemek ve SSCB’ye karşı bir tampon olarak kullanmak üzere planlar yaptı demek doğrudur ama ABD’nin eski efendilerinin tamamen ABD’ye tabi oldukları ve kaldıkları doğru değildir. Onların da daima kendilerine göre bağımsız planları ve arayışları olmuştur; olmaya da devam etmektedir.
Öte yandan son zamanlarda AB’nin genişlemesi projesinin (hatta bunun İngilterenin AB’ye dahil edilmesinden itibaren de düşünebiliriz) Atlantik’in batısından gelen basınçlarla bir ilişkisi olduğu aşikar. Ama AB’nin bu şekilde genişlemesinin aslında AB’nin bağımsız bir varlık olarak teşekkül etmesini önleyen bir etken olduğu da o denli aşikar olsa gerek. Her ne kadar De Gaule’ün girişimi gibi başarısız kalsa da bugün hala AByi ABD karşısında bağımsız bir emperyalist güç odağı olarak oluşturmak için gayeret ve girişimlerin süreceğinden de şüphe duymamak gerekiyor.
O nedenle AB projesini faili ve akibeti belli «bir Atlantik projesi» olarak tasavvur etmek gelişmeleri ve «gelişememeleri» anlayıp açıklamak için pek elverişli bir yol değil. Bunu tersine emperyalistler arasında süre giden ve SSCB’nin dağılmasıyla daha da ivme kazanan paylaşım kavgasının ışığında görmek daha doğrudur. Bu kavgada bir tarafın ağır basması, bir kavga olmadığını ve olayın bir vasal-süzeren ilişkisi seyrinde cereyan ettiğini düşünmeyi gerektirmez.
Demek ki;
. bu “Atlantik projesinin” geçmişteki veçheleriyle güncel veçhelerini (90lardan bu yana) ayırt etmek;
. bu projeyi emperyalistler arasındaki çıkar çekişmesi ve paylaşım kavgasının ışığında (bu kavganın bir tarafta ABD öteki tarafta bir bütün olarak Avrupalılar arasında geçmediğini unutmadan) irdelemek;
. bir de bu kavgada SSCB’nin, özellikle de onun Avrupa içindeki uzantılarının nasıl bir rolü ve etkisi olduğunu da daima hesaba katmak lazım. Yani mesele sadece De Gaule’ün ABD’ye karşı SSCB ve peyklerine tutunma kurnazlığı mıdır; yoksa bunda Avrupalı KPlerin ve uzantılarının da SSCB dış politikası ile uyumlu bir rolü ve payı yok mudur?
Ben bu son nokta üzerinde durmayı önemsiyorum. AB bir yandan ABD ve onun Avrupa içindeki uzantıları tarafından bir “Atlantik projesi” olarak tasarlanırken; bir yandan da SSCB ve ABD’nin Avrupa’daki rakiplerinin karşı planlarını hesaba katmak gerekir. Tam bu noktada AB projesinin daha Avrupalı bir kaynağı olduğunu da fark ederiz: Avrupa’nın Birliği projesi Birinci paylaşım kavgası öncesinden itibaren Avrupalı sosyal demokratların (bunu sosyal-emperyalistler diye okuyun) hayal ettikleri bir siyasal hedefti. Hatta hayal etmekle de kalmayıp gerçekleştirmek için plan ve projeler geliştirdikleri (Esperanto dilinin İkinci enternasyonal bünyesinde hazırlandığını hatırlamak da küçük bir ayrıntı değildir) de vakıadır. İkinci Enternasyonal’in Avrupalı sosyal demokratları birleştirme hedefi görünüşte Avrupa proletaryasını birleştirme gibi görünse ve sunulsa da, Avrupalı Sosyal demokratların emperyalist devletlerine hükümet etme hedefi ile siyaset yaptıkları sır değildir. Bu da hükümet olmaları halinde Avrupanın yükselen eski müstemlekelerine karşı birleşmesi yönünde bir hayali ifade eder. Kautsky’nin ultra-emperyalizmi Troçki’nin 1914 öncesindeki Avrupa birliği projesi vb. de bunun versiyonlarıdır. Hala Avrupanın eski ve yeni sosyal demokratları Avrupa’nın ABD karşısında bir siyasi birlik olarak güçlenmesi yönünde siyaset yapmaktadır.
Ama sosyal demokrasinin bu AB hülyası 1914-18 savaşı ile tuz buz olduğu halde, küllerinden daima yeniden doğdu ve doğmaya devam etmektedir. İkinci savaştan sonra da bu işin içine ABD’nin planlarına karşı SSCB’nin devreye girmesi ile ve paradoksal biçimde şekillendi. Avrupa’nın sosyal emperyalist solcuları kah milliyetçi bir çizgide AB’ye karşı oldular; ki bunu ABD’nin bir Atlantik projesi olarak AB’ye karşı çıkma diye de anlayabiliriz. Kah emeğin Avrupası Sosyal Avrupa diyerek bir başka AB projesini savunageldiler. Örneğin son olarak Avrupanın solcuları Irak’ın işgali karşısında ABD’ye karşı hükümetlerinin yanında yer alırken aynı zamanda Avrupa’nın ABD’ye karşı tek bir siyasal bünye olarak hareket etmesinden yana idiler; ama ABD’nin genişlemiş (sulandırılmış) Avrupa projesine karşı AB anayasasına hayır demekten de geri durmadılar. Ama bir yandan hala «emeğin avrupası» hülyalarını sürdürmek ve Avrupa parlamentosunda hiç değilse birbirleri ile birleşmek yönünde adımlarını sürdürüyorlar. «Liberal değil sosyal Avrupa» sloganı ile kendi AB projelerini savunmaya devam ediyorlar.
Demek ki AB projesini tam olarak anlayabilmek için bunu sadece bir «Atlantik projesi» olarak değil bu veçheleri ile de görmek gerekir.
Yani özetle ve tekraren söylemek gerekirse;
. ABD’nin ve Avrupalı ortaklarının (ki bunlardan bazıları hükümet bazıları muhalefet durumundadır) kendilerine göre bir AB projeleri var.
Bu proje SSCB ve Varşova Paktının varlığı koşullarında «Soğuk savaşın» bir ileri karakolu teşekkül etmiş bir «Avrupa Cephesi» idi; o zaman bile bağımsız bir güç olmasına engel olunması lazım idi.
Bugün ise bu kesimin AB projesi, Avrupa’nın sulanarak genişlemesi ve yine ayrı ve bağımsız bir siyasi güç haline gelmesinin bu biçimde önlenmesidir.
. ABD’nin (baştan beri AB’nin çekirdeğini oluşturan ve hala öyle olan Fransa ve Almanya ekseni üzerindeki) Avrupalı rakipleriyle onların müttefik yahut kuyrukçularının da kendilerine göre bir AB projesi var.
Bu AB ise ABD’nin dünya çapındaki meydan okuyuşunun karşısında tek başlarına duramayan rakiplerinin birlikte ve tek bir güç olarak durmasını sağlayacak bir birlik olmalıdır. Bu AB projesi daralma pahasına güçlenen bir Avrupayı ifade etmektedir ve Avrupa solunun önemli bir bölümü öyle ya da böyle bu projenin destekçisidir.
Bu bakımdan asıl çatışmanın «sosyal Avrupa» ile «neoliberal Avrupa» kutupları arasında olduğu doğru değildir; neoliberal politikaları savunmadan ABD’nin dümen suyunda gitmek veya hem neoliberal politikaları savunup ABD ile yıldızı barışmamak mümkündür.
Öte yandan ABD’nin AB’yi bir bütün olarak «vasalleştirme» gibi bir projesi yoktur. AB içinde ABD’yi süzeren olarak kabul edenler zaten vardır; bunların artması elbette ABD’nin arzusudur. Ama AB’nin bütünleşmesi ve yekpare bir bünyeye kavuşması hem hayaldir hem de ABD’nin ve ortaklarının projesi bunun tam tersi istikamettedir. Buna karşılık neoliberal veya sosyal bir AB’nin güçlenmesi ve birliğini pekiştirmesi ise ABD’nin rakiplerinin hayali ve projelerinin ufkundaki hedeftir.
Böylece aslında «Atlantik projesi» ve «ABD tarafından külliyen vasalleştirilmiş, neoliberalizme teslim olmuş bir AB» ifadeleri hakkında düşündüklerimi kısaca anlatmış oldu
4. «Türkiye gibi bir ülkenin AB’ye tam üye olmasının sence bir kıymet-i harbiyesi var mı?» sorusuna gelince….
Evvela «kimin için?» diye sorarak başlamak gerekir.
AB’nin genişlemesini ve sulanmasını isteyen ABD ve ortakları için ve onların Türkiye’deki uzantıları için var.
ABD’nin rakipleri ve onların Türkiye’deki uzantıları veya taraftarları bakımından ise yoktur.
Bunun tafsilatı hakkında 2. soruya verdiğim cevap içinde bazı saptamalara işaret ettim zaten.
Ama «kıymeti harbiyyesi var mı?» derken kast edilen «Türkiye zaten ABD’nin vasali durumundadır ve neoliberal politikaların hızla yol aldığı bir ülkedir; ABD’nin vasali haline gelmiş ve neoliberal bir AB’ye girse ne olur girmese ne olur?» sorusu ise; asıl çatışmanın bu çerçevede olmadığını ve esasen emperyalistler ve işbirlikçileri arasındaki siyasi çatışma olduğunu göz ardı eden bir sorudur. Türkiye’nin AB içine itilmesi ABD’nin AB ve Türkiye hakkındaki planlarının bir gereğidir; bu bakımdan bir kiymeti harbiyesi vardır. Çıkarları bu planlarla örtüşen ve kendilerini buna göre ayarlamakta olanlar için de bir kıymeti harbiyesi vardır. Aksi yöndeki bir gelişme de bunlar açısından önemsiz değildir.
Keza aynı şeyi ABD’nin AB ve Türkiye’nin AB’ye iteklenmesinde çıkarı olmayanlar açısından da söylemek gerekir. Her iki kutup açısından da bu olasılıkların her birinin önemi vardır «hangisi olursa olsun farketmez» denebilecek bir durum yoktur. Zaten bu nedenle bu olasılıklar doğrulytusunda sert ve daha da sertleşebilecek bir çatışma, ve keskin bir gerilim olduğu da sır değildir.
Buna karşılık, bana veya benim gibi düşünenlere sorulacak olursa; «Türkiye’nin AB’ye girmesinin ya da girmemesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur» cevabını en ikircimsiz biçimde buradan işitebilirsiniz. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin nereye ne biçimde girmesi gerektiği konusunda ilk söylenmesi gereken seçenekler arasında AB yoktur. Devrimciler komünistler emekçiler ve tüm ezilenler tek tek bireyler olarak ele alınmadıkları takdirde, onlar açısından Türkiye’nin AB’ye girmesi ya da girmemesinin ve AB’nin ABD’nin vasali veyahut yekpare bağımsız bir emperyalist güç olmasının bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Kendini Türkiye Cumhuriyeti devleti ile özdeş görmeye ve meselelere Türkiye açısından bakıp Türkiye adına izahat getirmeye alışanlar tereddüt etmeden ve sanki kendileri girecek yahut girmeyecekmiş gibi Türkiye’nin AB ‘ye girip girmemesi konusunda tartışmaktadır. Oysa AB’ye girmesi ya da girmemesi söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ve o devletin yerli yabancı efendileridir.
Mamafih burada üstünden atlanmaması gereken ve etik boyutları da olan bir ince nokta var.
Tek tek bireyler veyahut ayrı ayrı «çıkar grupları» olarak ele alındığı takdirde devrimcilerin emekçilerin ve ezilenlerin açısından durum farklıdır. Zira zaten pek çok devrimci Türkiye’de işkence katil ve baskı tehditleri altında hapiste veya kaçak yaşamaktansa Avrupa’ya sığınmayı tercih etmiş durumdadır. Hatta sığınmışken Avrupalı emperyalistlerin emperyalist sömürüden kendi işçi aristokrasisine nasip gördüğü kırıntıların bir kısmına ortak olmakta bir mahzur da görmemektedir. Demek ki AB dışında olmak ile içinde olmak bu kesim bakımından önemsiz bir ayrıntı değildir.
Keza Kürtlerin önemli bir kesimi kendi ülkelerinde köle olarak yaşamak ve ezilmektense Avrupa’da iltifat gören mağdurlar olarak yaşamayı tercih etmektedir. Onlara gıpta ile bakanlar da az değildir. Demek ki bunlar açısından da AB’ye girmek veya girmemek önemsiz değildir.
Ha keza milyonlarca işçi Avrupalı işçilerin ücretleri ve çalışma koşullarıyla kıyaslanmayacak koşullarda çalışıp kendilerini sömürtmek için evini köyünü ailesini geride bırakıp, hatta üste borç edip masraf da yaparak ve nice zahmetli yollardan geçerek AB kapısından içeri girmiş durumdadır; dışarı atılmamak için de ısrarla direnmektedir. Bir o kadarı da aynı durumda olmak için can atmaktadır. Bunlar açısından AB kapısından geçmek ya da geçmemek elbette teferruat olamaz.
Hatta bir yandan bu ayrıcalıklardan yararlanıp beri yandan geride kalanların bu ayrıcalıklara heves etmemelerini salık vermek her şey bir yana manevi ve etik olarak da yakışık almaz.
Ama bu bireyler ve gruplar bakımından böyledir ve sınıflar, ezilen uluslar ve siyasal akımlar bireylerine indirgenemez; bireylerinden ve ve onların toplamından bağımsız ayrı bünyeleri ifade ederler .
Bu bakımdan AB’ye girip girmemek bu toplulukların tekil unsurları yahut ayrı ayrı kesimleri için başka bütünleri için başka anlam ifade eder. Buna da son soru çerçevesinde yanıt vermek gerekiyor.
5.Türkiye’de bazı ‘sol’ kesimlerin AB’ye tam üyelik halinde Türkiye’nin demokratikleşeceğine dair saplantısı hakkında ne söylemek istersin…
Bu soru da iki kavram hakkındaki yanlışların altını çizerek cevaplandırılabilecek bir soru.
Birincisi bu soru Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin nispeten veya düpedüz demokratik olduğu yanılgısını ifade ediyor. İkincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devrimle yıkılmadan demokratik olabileceği yanılsamasını yansıtıyor.
Birincisinden başlayalım. Pek çok siyasi değerlendirme ve kavramı ABD-SSCB kutuplaşmasının damga vurduğu koşullarda şekillenmiş olan solun bakış açısıdır bu. Buna göre Avrupa’nın emperyalist devletleri ABD’den farklıdır ve daha demokratik ve «ilerici»dir. İlericiliği de esasen Avrupa’nın «sosyal devlet» olmasından ileri gelir. Doğrusu Avrupa’yı bu bakımdan ilerici sayanlar açısından SSCB’nin en önemli ve olumlu yanı da sosyal haklar bakımından sunduğu imkanlara bakarak tarif edilir. Zaten Avrupa’daki sosyal hakların da geçmiş sınıf mücadelelerinin kazanımlarından ziyade Avrupa işçi sınıfının SSCB ve kopyalarına özenmemeleri için sunulan rüşvet kabilinden ayrıcalıklar olduğunu düşünmek daha doğru olur.
Avrupa’nın muhtelif ülkelerinin ABD ile «sosyal devlet» bakımından kıyaslanması halinde ve bu ilericiliğin ya da demokratikliğin ölçüsü olarak ele alındığı takdirde, elbette sosyal demokrasinin ana vatanının ABD’den daha ileride olduğu sonucuna varılabilir. Oysa ABD bireysel haklar bakımından hatta sivil toplum örgütlenmeleri ve bunların etkinliği bakımından hiçbir zaman Avrupanın emperyalist devletlerinden daha geride kalmamıştır.
Hatta bir başka açıdan tam tersi bile söylenebilir. Avrupanın «sosyal devlet» niteliği bakımından en ileride sayılan devletleri meşruti monarşilerle yönetilmektedir. Buna rağmen bu tuhaf durumu sorgulamak pek adetten değildir. Hatta sosyal devlet rüşveti ile gözleri ve illeri bağlanmış Avrupalı solcuların bu monarşileri bir teferruat hatta bir hoşluk gibi görmeleri daha çok da görmezden gelmeleri yaygın ve yerleşik bir adet gibidir.
Kuşkusuz ABD dendiğinde akla yerel yöneticilerin seçmenleri tarafından geri çağrılabilmesi yerel yönetimlerin belli başlı harcamalarını seçmenlerin onayı olmadan yapamayışı bazı eyaletlerde şeriflerin seçimle belirlenmesi ve geri alınabilmesi mahkemelerdeki jüri uygulaması gibi vaktiyle Paris komünarlarına esin kaynağı olmuş uygulamaların kalıntıları gelmemektedir. Hatta Amerikalıların silah merakının aslında herkesin silahlanma hakkı olmasından kalan bir kalıntı olduğu da düşünülmez.
ABD dendiğinde daha çok akla McCarty dönemi, Ku Klux Klan vb. gelir. Ama Almanya’nın geçmişindeki Nazi dönemi ve bu dönemin kalıntılarının halen yürürlükte olması kimsenin Almanya’nın demokratikliğini sorgulamasına yol açmaz. Avrupa’daki ırkçıların Ku klux Klanı (mutatis mutandis) aratmadığını kimse söylemez.
ABD’nin emperyalist saldırıları ve savaşları sık sık vurgulanır Avrupa’nın demokrasilerinin halen sömürgeler üzerinde hüküm sürdüklerinden ve oralarda yaptıklarından söz edilmez. İngiltere’nin AB toprağı olan İrlanda’da yaptıklarını AB toprağı sayılan Fransız sömürgelerini hatırlamak adetten değildir.
Bunların hepsi Avrupalı emperyalistlerin daha demokratik ve daha az emperyalist oldukları konusundaki hurafelerin kaynağında SSCB ile bu Avrupalı emperyalistler arasındaki ve Avrupanın sosyal emperyalist işçi örgütleri ile SSCB arasındaki ilişkilerde aranması adetten değildir.
Bu yerleşik alışkanlıklar AB ile demokrasi arasında bir paralellik kuran bakış açının ardında yatmaktadır. AB’ye girmekle demokratikleşileceği hakkındaki hurafeler de buradan ileri gelmektedir.
Öte yandan, Cenevre sözleşmesi ile Avrupa’nın kucak açtığı siyasi mültecilerin kendi ülkelerindekine kıyasla elde ettikleri ayrıcalıkların büyüsü de özellikle bu büyüyü hazırlayıp yayan ideologlar bakımından Avrupa’nın demokratikliği hakkında üretilen hurafelerin kaynakları arasındadır.
Şöyle bir örnek çarpıcıdır: kürt olduğu için Avrupa’dan siyasi iltica hakkı elde edilenlerin küçük bir kısmı siyasi mülteci ayrıcalığından yararlanırken aynı kanaldan AB’ye kapağı atmış olan Kürtlerin ezici çoğunluğu adeta köle koşullarında çalışmaya ve yaşamaya mahkum edilmektedir. Buna rağmen ellerine geçen ücretin çalıştıkları ülkenin ücret ortalamasına çalışma koşullarının o ülkenin çalışma koşullarına yararlandıkları sosyal hakların o ülkenin sosyal haklarına kıyasla değerlendirilmesi adetten değildir. Mültecilik büyüsü bu kıyaslamanın geldikleri daha doğrusu kaçtıkları yerin ölçülerine vurularak yapılmasını sağlar.
Tıpkı kendi ülkesinde baskı ve işkenceye maruz kaldıkları fikir ve sloganları duvara yazmanın serbest olmasını bir demokrasi ölçüsü, kaçtıkları devlete karşı özgürce küfretmenin serbest olmasının yaşadıkları devletle barışık yaşamanın karşılığında elde edilmiş bir ayrıcalık olduğunun görülmemesi gibi.
AB’nin demokratikliği hakkındaki hurafelere ilişkin bu hatırlatmalar yeter. Şimdi de Türkiye’nin demokratikleşmesi hakkındaki temel yanılgıya değinmek gerekir.
Türkiye’nin ne olursa demokratikleşeceği ve nasıl demokratikleşeceği hakkında tek tek bütün detaylar üzerinde durmadan bir esaslı noktaya değinmekle yetineceğim.
Bir başka ulusu (hem de dünyanın en kalabalık ezilen uluslarından birini) zorla kendi sınırlarında tutan bir devletin demokratikleşmesi için evvela bu vasfını yitirmesi gerekir. Bu da nasihatle tadilat ve tamiratla olacak iş değildir. Bu kuruluşu bu ilhak üzerine dayanan devletin yıkılmasını gerektirir ve bu AB’ye yahut başka bir yere girmekle olacak iş değildir. Eskiden daha sık söylenirdi Türkiye’de demokrasi bir devrim sorunudur denirdi. Hala öyledir ve hep öyle olacaktır.
Türkiye’nin AB’ye girmekle demokratikleşeceği hakkındaki hurafelerden ikincisinin kaynağında da bu unutkanlık yatar.
Bir de son olarak demokrasinin bir nitelik olarak değil tedrici bir iyileşme olarak algılanması hakkındaki çarpıklığa değinmek gerekiyor.
Elbette AB’ye girmekle hatta AB yolunda emeklerken veya AB kapısında beklerken bile bir takım iyileşmelerin olduğu aşikardır. Hatta pek çok bakımdan bir nevi tedrici ferahlamanın olduğu da besbellidir ve görmezden gelinemez. Bunların zamanla artması da şaşırtıcı olmaz. Ama buna demokratikleşme denmez. Bunun adını zaten oyunun kuralını koyanlar koyuyor: bunlar AB ile uyumlu hale gelme yolunda adımlardır. Buna demokratikleşme demek için AB’yi önce demokrasinin mihenk taşı olarak kabul etmek sonra da Türkiye’nin bu mihenk taşına sürterek demokratik olabileceğini kabul etmek gerekir.
Türkiye’nin AB’ye girmesi ile kişi hak ve özgürlükleri alanında AB’ye uyumlu bir hukuki çerçevesi olacaktır; ama bu kolektif özgürlüklerin artmasına değil azalmasına mal olacaktır. Örneğin Kürtler bir ulus olarak ferahlamayacak hatta bunu unutmaları istenecektir; karşılığında bireysel azınlık haklarından yararlanmakla yetinmeleri dayatılacak bunu kabullenmemeleri halinde AB hukukunu çiğnemiş olarak bütün Avrupalı emperyalistlerin baskısına maruz kalacaklardır. Belçika, İspanya modellerini anarak federasyon ya da özerklik hayalleri kuranlar Monarşilerle cumhuriyetler arasındaki farkı göz ardı etmektedir. Kıyaslamayı Fransa’ ile yapmak gerekir örneğin. Korsika Brötanya DOM TOM ne kadar özerk ya da federasyon ise Kürtlere de en fazla o kadarı nasip olur.
AB’ye girmekle demokratikleşme hayali kuranlar için ibretlik bir örnek de türban özgürlüğünün AB ile geleceğini hayal edenlerin uğradıkları hüsrana yansır.
Kuşkusuz AB’ye girmek hatta yaklaşmakla durumu iyiye gidenler de olacak. Bunları özetle ifade etmek gerekirse, şöyle tarif edilebilir: AB’nin emperyalist bir birlik olduğunu görmezden gelip, demokrasi ve özgürlükler alemi olarak söyleyerek ödüllendirilenler gibi ayrıcalıklara tamah edenlerin durumu iyiye gider. Renault, EDF, SNCF işçileri gibi kendi ayrıcalıkları üzerinde şahin gibi durup yabancı kağıtsız işçileri vb. baykuş gözleri ile görenler ödüllendirilir ferahlar.
En son banliyölerdeki isyanda olduğu gibi eşitlik kardeşlik özgürlük bayrakları altında kısmi sıkıyönetim uygulamalarını görmezden gelenler ferahlar…. Kısacası AB’ye girmekle ferahlayacak olanlar AB’ye uyumlu hale gelenler olacak. AB’ye uyumlu olmayanlar, yani gecekondu sakinleri, F-Tiplerinde (Avrupa tipi diyelim) çile çekenler işçi sınıfının en örgütsüz ve en çok sömürülen kesimleri tıpkı AB ülkelerindekiler gibi her adımda boyunduruklarının biraz daha ağırlaşacağını hissedeceklerdir.
www.ozguruniversite.org sitesinden alınmıştır….