Read Time:27 Minute, 26 Second
Süleymaniye yakınlarında İmralı Partisinin "özel elemanları" tarafından hunharca katledilen Kani Yılmaz ve Sabri Tori cinayetlerinin tarihsel arka planının, buna kaynaklık eden iktidar anlayışı ve kültürününün kavranmasına katkı sunacağı düşüncesiyle "KUKM’ni Toparlama ve Yeniden İnşa BİLDİRGESİ"nden konuyla ilgili bir parçayı yeniden yayınlamayı gerekli gördük. -Sosyalistê Şoreşger-
İç şiddet, iç infazlar, farklı düşüncelerin ve tavırların bastırılması anlayışı ve pratiği çok kapsamlı bir muhasebeyi, değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bölümde bu konuyu ana çizgileriyle değerlendirmeye çalışacağız. Burada yapacağımız genel değerlendirmenin, bundan sonra bu konulardaki çalışmalara ışık tutacağını düşünüyoruz.
Bu noktada sorun, tek başına tek tek olayların açığa çıkarılması ve mahkum edilmesi değil. Yine sorun bu konuda gerçekleri hukuki boyutuyla açığa çıkarıp sorumlularından hesap sormak da değil. Kuşkusuz bunlar, yapılacak değerlendirmelerin, hatta yargılamaların önemli ve mutlaka ele alınması gereken boyutlarıdır. Bunlar yapılmalı, ama bu noktada başarılı olmak için doğru bir bakış açısının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Doğru bir bakış açısıyla, doğru bir tarih anlayışıyla PKK tarihinin bu yönü bütün boyutlarıyla açığa çıkarılabilir, değerlendirilebilir, gerekli ahlaki, hukuki ve siyasal sonuçlara ulaşılabilir.
İç şiddet, iç infazlar bizim için derin bir yaradır ve çoğalarak, derinleşerek kanamaya devam ediyor.
Aslında Reel sosyalizmin tarihi, genelde solun tarihi bu konuda değerlendirmeyi ve aşılmayı gerektiriyor. Örgüt ve birey, otorite ve özgürlük, merkeziyetçilik ve demokrasi, farklılıklar ve onlara yaklaşım, haklar ve görevler diyalektiği, en genel ifade ile sosyalizm ve demokrasi konusu anlayış, kültür ve pratik düzeyinde aşılmadığı sürece örgüt içi şiddet, farklılıkları bastırma anlayışı ve pratiğini ve bunun en uç noktası olan iç infazları aşmak ve yeni bir örgüt içi demokrasi anlayışına ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Sorun, yaşanan deneyimlerden dersler çıkararak yeni bir örgüt, siyaset, demokrasi ve iktidar anlayışına ulaşma sorunudur. Tartışmaların, değerlendirmelerin ve yapılacak tarihi yargılamaların hedefi bu olmalıdır.
Yani ortaya devrimci sosyalist bir anlayış, örgüt içi ilişkileri ve hakları güvence altına alacak bir devrimci demokratik anlayış ve devrimci hukuk amacı doğrultusunda yapılacak bir muhasebe, ulusal kurtuluş mücadelesini toparlama ve yeniden inşa çabalarına büyük bir güç verecektir.
İç şiddet ve giderek bunun uç noktası olan iç infazlar PKK tarihinde çok önemli bir yer tutar. ‘70’li yıllarda genelde sol kültürde “devrimci şiddet” başlığının bir öğesi olarak iç şiddet, sol içi şiddet, farklılıkların söz dışındaki yöntemlerle bastırılması genel bir anlayış ve kültürdü. Tek ve mutlak bir doğru vardı, o da kendisi (örgütü) tarafından temsil ediliyordu, onun dışındakiler ise ilk veya son tahlilde düşmana hizmet ediyordu, dolayısıyla bastırılması ve yaşam olanaklarının ortadan kaldırılması meşru idi. Farklılıkların ideolojik mücadele ile çözümü, devrim ve halk saflarındaki çelişkilerin şiddet dışı yöntemlerle çözümü konularında bolca söz söylenmesine rağmen pratik farklı gelişiyordu, her grup ve çevre gücüne, politik duruşuna göre anılan bu anlayış ve kültürden nasibini almıştır. Pratikte kimin, hangi grubun ne kadar bu olumsuz anlayışı sürdürdüğü veya sürdürmediği başka bir tartışma konusudur. Ama burada genel çizgileri netleşmiş ve özümsenmiş bir devrimci demokrasi anlayışının gelişmediğini, genel egemen kültürün şu veya bu düzeyde etkili olduğunu söylememiz gerekir. Şiddetle bastırma ve egemen olma anlayışı gücün gelişmesine bağlı olarak çoğu grup tarafından benimsenmiş ve uygulanmış bir yöntem olmuştur. Bunun da büyük ölçüde reel sosyalizmin bir siyaset kültürüne dönüşen pratiğinden kaynaklandığını vurgulamalıyız.
Yine bunun genelde devrimci şiddetin kavranışı, anlayışı ve kurallarının kendi içinde sınırsız belirsizliği içermesi ve tek boyutlu, dar ve kaba kavranışı iç şiddet uygulamalarını daha da ölçüsüz hale getirmiştir. Ayrıca sosyalizm kavrayışındaki darlıklar, sığlıklar ve devrimci demokrasiden yoksun kavranışı da anılan olumsuzluğu teşvik edici, hatta meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür… 1970’li yılların genel düzeyi ve pratiği hatırlandığında bu sözlerimizin anlamı daha bir yerli yerine oturur. Kısaca anlatmak istediğimizin özeti şu:
1970’li yıllardaki sosyalizm ve demokrasi anlayışımız, bunun kendi içinde barındırdığı olumsuzluklar, egemen toplumdan edindiğimiz anlayış ve kültürel kalıntılar, bunların sığ sosyalizm anlayışımızla oluşturduğu karma, iç şiddeti meşrulaştıran ve geliştiren bitek bir zemin ve ortam sunmuştur. Bu genel tablonun dışında olan, olabilen grup ve kişi var mıydı? Hatırlamıyoruz. Kuşkusuz genel bir kuraldan söz ediyoruz, istisnalardan değil…
1980’ne kadar PKK’nin durumu da aşağı yukarı bu çerçevededir. Fakat bu genel anlayış ve pratik PKK’de ve onun adına yürütülen faaliyetlerde belirgin ve sonuçları büyük olan bir çizgiye dönüşmüştür. Bunun ayrıntılarına geleceğiz. Bir kez daha vurgulamalıyız ki, 1970’li yılların genel kültürü ve siyaset anlayışı böyleydi ve hemen hemen herkesi ve her grubu etkisi altına almıştı. Bu kısa genel özetten sonra PKK’de farklılara yaklaşım, bir bastırma ve tasfiye yöntemi haline gelen iç şiddet ve iç infazlar konusuna geçebiliriz.
‘70’li yıllardaki iç şiddet, daha çok sol içi, örgütler arası şiddet olarak somutlaştı. Bu, teorik olarak meşru ve gerekli olarak görülüyordu. “Genel çıkarlar”, “ajan-provokatör”, “karşı-devrimci”, “halk düşmanı” ve “hain” kavramlarıyla açıklanıyor ve meşrulaştırılıyordu. PKK Kuruluş Bildirgesinde sosyal-şoven ve reformist-teslimiyetçi milliyetçi olarak tanımlanan gruplara karşı şiddet de dahil her yöntemin kullanılmasını yazılıyordu. Bu, yukarda özetlemeye çalıştığımız siyaset anlayışının çok daha net formüle edilmesiydi ve aynı zamanda daha sonra bu doğrultuda geliştirilecek “teorik” ve pratik anlayışların da önemli bir referans noktası olmuştur. Başka bir değişle o dönemin iç şiddeti belli gerekçelerle savunuluyor ve ideolojik-politik bir gerekçeye oturtulmaya çalışılıyordu. Örgüt içi şiddet, iç infazlar ise pek yaygın olmamakla birlikte “ajan-provokatör”, “hain”, “karşı-devrimci” teorileriyle meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.
PKK’de egemen olan düşünce ve uygulama da en genel çizgileriyle böyleydi. Özellikle MİT fobisi o dönemde geliştirilen bir yaklaşımdır. Farklıları tartışma, farklılıklara demokratik yaklaşım, farklı düşenlere hoş görü ile yaklaşma, o dönemin siyaset anlayışında ve tarzında yeri olmayan kavramlardı. Bu genel olarak böyle olmasına rağmen PKK’de daha kalın çizgileriyle böyleydi. PKK’nin güç olmasına paralel olarak şiddeti etkin bir yöntem olarak kullanma eğilimi de güç kazanıyordu. Burada genel düşünce ve niyet devrime, Kürdistan’a, ulusal kurtuluş mücadelesine katkı ve hizmet etmekti. Ancak süreç içinde bu dönemin verdiği anlayış ve kültür, şiddetin örgüt içinde iktidar olmanın en etkili bir aracı haline getirilmesinde sonuna kadar kullanıldı… Özellikle “objektif ajanlık” kavramıyla iç şiddet ve iç infazlar teorik ve örgütsel boyutlarıyla kurumlaştırıldı. Bunlara kısaca bakalım:
Gruplar arası şiddet, yukarda özetlemeye çalıştığımız genel anlayış ve pratiğin bir ürünü olmasına rağmen onun tartışılmasını bir yana bırakıyor ve esas olarak örgüt içi şiddetin nasıl geliştiğinin genel bir tablosunu çıkarmaya çalışalım. Bu konuda ortaya çıkan ilk önemli pratik “Antep Hizbi” olarak adlandırılan olaya yaklaşımda sergilendi. O güne dek başka partilerde, başka gruplarda da ayrılmalar, farklı düşmeler ve farklı oluşumlara yönelimler olmuştur. Ancak bizde Antep’teki farklı düşünme, farklı tavır alma ve farklı gruplaşma eğilimi, hemen “ajan-provokatör” olarak değerlendirilerek şiddetle bastırılmıştır. Kuşkusuz başta ikna çabaları olmuştur, ama sonuçta belli iddialarla ortaya çıkan grup ve onu oluşturan kişiler tartışmasız, ciddi kanıtlar ortaya konmadan “ajan-provokatörlük”le mahkum edilmiş ve böylece iç infazların önü açılmıştır. O dönemde bütün kadroların düşüncesi ve yaklaşımı aşağı yukarı buydu.
“Ajan-provokatördürler, katli vaciptir!”
Bu, aynı zamanda Öcalan’ın tek kişiye dayalı kaba despotik iktidarının önünü açacak ve onun eline çok güçlü bir iktidar olma ve iktidarı tek başına sürdürme olanağını, zeminini, anlayışını ve kültürünü verecektir. Antep’teki olayın değerlendirilmesi farklı bir konudur. Ancak orada ortaya çıkan farklılığın, farklı eğilimin şiddetle bastırılması, bunun da komplo teorileriyle açıklanıp meşrulaştırılması tutumu önemlidir. Önemlidir çünkü, Öcalan sisteminin iki temel ayağının şekillenmesinde bir ilk deney, bir laboratuar işlevini görmüştür. Hemen vurgulamalıyız ki, Öcalan siteminin iki temel ayağı var.
Bir: İç şiddet, bastırma ve tasfiye, bunu salt örgüt içiyle sınırlı tutmayarak yaşamın her alanına yaymak ve kurumlaştırmak!
İki: Şiddet, bastırma ve tasfiye pratiğini meşrulaştırmak için uydurulan komplo teorileri; yani “ajan”, “ajan-provokatör” ve sonunda kendi sistemine uymayan her şeyi “objektif ajan” olarak damgalayıp tasfiye etme anlayışı!
Bu ikisi de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Komplo teorileri, “ajan-provokatör” suçlamaları, şiddete dayalı iç tasfiye hareketini, bastırma, susturma ve her türlü farklı eğilimin önünü tutma politikasının “ideolojik-teorik” alt yapısını oluşturmaktadır. Aslında burada bütün iktidar ilişkilerinde var olan zor, şiddet ve bunu meşrulaştırma aracı olarak ideolojik hegemonya geliştirme olgusuyla karşı karşıyayız. Fakat bu ideolojik hegemonyanın son derece kaba, futürsüz, en geri diktatörlüklerin baş vurduğu bir “ideolojik hegemonya” olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Daha doğru ve yalın ifadeyle “komplo teorileri” bütün istihbarat örgütlerinin baş vurduğu en temel yöntemdir.
Şiddetle bastırma ve komplo teorileri, 1978’in sonlarında Antep’te uygulanmış ve bu giderek örgüt içinde kurumlaştırılmıştır.
Kuşkusuz bu somut pratiğin siyasal, örgütsel, kültürel ve ahlaki sonuçları derin olmuştur, hem de çok kapsamlı ve bugüne uzanan boyutları olmuştur. Bugün çok açık bir biçimde ihanet etmiş olmasına ve Genelkurmayın emirleri doğrultusunda bir davayı, bir halkın en temel istemlerini tasfiye etmesine rağmen Abdullah Öcalan, iktidarını dört başı mamur bir biçimde sürdürebiliyorsa bunun bir ucu anılan yıllara uzanıyor. Antep olayı ve ona karşı geliştirilen şiddet ve “ajan-provokatör” tanımlamalarından sonra farklı düşünme, özgürce tartışma ve haklı veya haksız farklı yönelimlere girme ortamı ve olanağı ortadan kalkmaya başladı. Farklı düşmeme ve farklı bir yere düşmeme eğilimi giderek içselleşmiş ve iç sansür, iç denetim mekanizmasına dönüşmüştür. Farkından olunsun ya da olunmasın gelişen içsel durum budur!
Öcalan, farklılıkları komplo teorileriyle açıklayarak bastırma ve tasfiye etme anlayışını kurumlaştırmasına ve bunu, en temel iktidar yöntemi olarak kullanmasına rağmen Antep’te uygulanan politikadan örgütün bütün yönetimi sorumludur. O dönemde bütün kadrolar bu anlayışı benimasmiş ve meşru görmüşlerdir. Etki altına alınan kitlelerin durumu da böyledir. Bu, bugüne gelindiğinde artık bir siyaset ilişkisine ve kültüre dönüşmüştür ve bundan hepimiz sorumluyuz, şu veya bu düzeyde… Devrim, halk, ulusal kurtuluş adına da yapılsa bir kez iktidar olmanın ve iktidarı sürdürmenin, bunun bir parçası olarak farklılıkları bastırmanın bir yöntemi olarak iç şiddet kullanıldı mı bunun önünü almak mümkün olmaz. Nitekim gerçekleşen de bundan başka bir şey değildir.
1978 tarihinde Antep’te yaşanan olaydan sonra farklılıkları “öcü”, “ajan-provokatör”, “tasfiyeci” olarak tanımlama ve böyle tanımlananları ise şiddet de dahil her yöntemle bastırma anlayışı ve pratiği bir iktidar olma ve tek başına iktidarı elinde tutma, sürdürme tarzı haline getirildi. İç tasfiyenin ilk ve en büyük örneklerden biri II. Kongreden sonra gündeme getirilir. Çetin Güngör, Resul Altınok’ların örgütün yapısı, iç ilişkileri, yönetim tarzı, sorunların ele alınışı ve daha bir çok konuda farklı görüşleri, eleştirileri ve önerileri vardır. Ama bunlar parti yönetimine sunulmasına rağmen meşru zeminlerinde sağlıklı bir biçimde tartışılmaz, tartıştırılmaz. Öcalan, ortaya çıkan bu durumu ustaca kullanmasını bilmiştir. Bir yandan büyük bir korkuya kapılmış, bir yandan da bunu bütün iktidar iplerini eline geçirmenin fırsatı olarak değerlendirmiştir.
Korku, iktidar oyununda daha etkin, atak ve hilebaz olmayı koşullamıştır. Kadrolar arasında bazı çelişkilerin ve farklılıkların olması bir bakıma doğal ve kaçınılmazdır, bunların kişisel özelliklerle, çatışmalarla farklı boyutlar kazanması da anlaşılabilir bir durumdur. Öcalan, bu farklılıkları, çelişkileri, kişisel özellikleri ve duyarlılıkları ustaca kullanmasını bilmiştir. İzlediği en önemli ve sonuç alıcı yöntem kendisini hakem rolünde tutarak kadroları birbirine vuruşturması ve genel olarak güçsüz duruma, hatta örgüt karşısında “suçlu” duruma” düşürmesidir. Avrupa’da Semir (Çetin Güngör) üzerinde oynanan oyun budur ve sonuç almıştır. Resul “II. Kongreye davet” adına Suriye’ye götürülür ve henüz hava alanındayken tutuklanır. II. Kongrede de Resul, Çetin eksenli bir tartışma yapılmaz. Daha sonra uydurulan “Semirler kongrede partiyi ele geçirseydiler partiyi Avrupa emperyalizminin bir eklentisi haline getirecek ve tasfiye edeceklerdi” uydurmasını kanıtlayacak veya buna işaret edebilecek bir kongre tartışması, belgesi yoktur. Öcalan ve yanında tuttuğu Duran Kalkan gibileri, Kongrede Semirlerle ilgili hiç bir tartışma açmazlar, ama buna karşılık tartışmaları, daha doğrusu kadroları ve asmpatizanları şartlandırma çalışmalarını “kulislerde” yapar ve etkili de olurlar.
Aslında Semir’in, Çetin Güngör’ün ne söylediği, neden partiden ayrıldığı konusu bütün partililerden gizlenmiş ve onun yerine resmi tarihin bildik tekerlemeleri, komplo teorileri konulmuştur. Oysa gerçeklik çok farklıdır. Resmi tarihin korkunç tahrifatlarının boyutlarını gösterebilmek için Çetin Güngör (Semir)’ün kaleme aldığı, bir tür “Veda mektubu” niteliğinde olan 10 Mayıs 1983 tarihli bir belgeyi buraya olduğu gibi almak istiyoruz. Bize, bütün partililere, dosta ve düşmana “ajan-provokatör, tasfiyeci” olarak damgalanıp yansıtılan Semir’in gerçek duyguları ve düşünceleri çarpıcı ve etkileyicidir. Bu sözler artık ayrılan, ilişkilerini kesen bir “ajan-provokatöre”, “tasfiyeci”ye ait olabilir mi? Birlikte okuyalım ve karar verelim:
“Bütün arkadaşlarıma,
Durumumu bildiren okuduğunuz yazımı sizlere gönderirken PKK’den ayrılmak üzere olduğumu bilmelisiniz. Bu anda gerekçelerimi nasıl formüle edeceğim konusunda oldukça şaşkınım ve bir çok noktada duygularımı yitirmiş gibiyim.
Ayrılık tavrımı veda mektubu biçiminde –eksik de olsa- sunmak bana en kolay biçim geldi. Fazla şeyler söyleyecek durumda hissetmiyorum kendimi. Ne kadar kısa olması mümkünse, o kadar kısa yazmak istiyorum. Beni bugünkü konumuma ulaştıran gelişmeleri daha önce yaptığımız toplantılarda ve kaleme aldığım birkaç yazımda açık-seçik sizlere anlatmaya çalışmıştım. Bir anlamda bunlardan da önemli olan o süreçteki bazı tutumları sanıyorum biraz da olsa biliyorsunuz.
Sizler PKK saflarında çalışmalarınızı sürdürürken, ben geleceğimi uzun yıllar kader birliği yaptığım ortamdan koparıyorum. Geleceğimi henüz çizmiş değilim. Kafamda açıklık yok. Her şey o kadar ani oldu ki.
Geçmişte birbirimize karşı beslediğimiz karşılıklı sevgi ve saygının yeri büyüktü. Halkımız ve birbirimiz uğruna çok şeyi göze aldık. Ben vefanın ve insan olmanın ne demek olduğunu biraz da sizlerle birlikte katlandığımız o eziyetler sırasında kavradım. Parti saflarına katıldığım 75 yılından bugüne kadar geçen anları hayatımın en güzel yılları olarak sürekli muhafaza etmeye çalışacağım. Bilincimi yitirmediğim sürece bu duygularımın korunmasına özel bir gayret göstereceğim. Bilmiyorum ama gelecek günlerimde eskiyi aratmayacak bir imkana kavuşacak mıyım? Niyetim zor da olsa bu olanağı sağlamaya çalışmak olacak. Bunda emin olabilirsiniz.
Fırtınalı geçen devrimcilik yıllarımda Kürt insanı olarak ne kadar namuslu olunması gerekiyorsa o kadar namuslu olmaya çalıştım. Geçmişte, bugün ve gelecekte sizler ve Kürt halkı beni nasıl anacak orasını fazla bilmiyorum. PKK’den ayrılırken bütün bunları düşünmek çok zor. Ama yine de aklıma getirmeden edemiyorum. Ayrılığımın dehşetli günlere denk düşmesi beni en çok kahreden nokta olmaktadır. Kişi böylesi günlerde karışık duygulara sahip olduğundan ikna edebilmek mümkün olamıyor. İnanıyorum ki, örgütten ayrıldığımda düşmana karşı yürütülen mücadelenin gerisinde kalmayacağım. Ortaya çıkan mesafeyi başka biçimlerde de olsa mutlaka kapatmaya çalışacağım. İnsanın ailesinden ayrılması zor ama örgütünden ayrılması bir başka zor. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Mücadelede halkı yalnız bırakacağım sanılmasın. Yıllarca davaların en güzeli uğruna çabaladım. Bundan sonra da davaya hizmet etmekten geri durmayacağım. Devrimcilik yaptığıma asla pişman olmadım.
Parti içinde bir davanın, bir anlayışın savunuculuğunu yaptım. Bir anlamda kendimi feda ettim. Amacım uğruna tüm emeklerim boşa gitmiş olsa da, görevimi yerine getirmeye çalıştığıma inanıyorum. Parti-içi dogmatizmi karşısında düşüncelerimin yanlışlığından değil, ama koşulların yetersizliğinden ötürü birlikte barınma olanaklarım kalmadı. Aranızdan ayrılmak zorunda kaldım. Kendimce doğru karara verdiğime inanıyorum.
Şimdilik pek sanmıyorum ama “benzer” eleştiriler getirmelerine mukabil Parti içinde kalmayı tercih eden ve bağlılıklarını sürdürenler, gelecekte, o felaketli dogmatizm karşısında mutlaka akıl almaz patlamalar yapacaklardır. Somut gelişmeler sonucun bu yönde olduğunu göstermektedir. Sizlerin şu andaki kararınıza saygı duyduğumu bilmelisiniz. Zaten kimseye aksi tutum takınmaları için ısrarda bulunmadım. Yalnız her şeye rağmen arkadaşlarıma söyleyeceğim bazı şeyler olacak; insan bir davanın gönüllü ve bilinçli savunucusu olmalıdır. Demir disiplin yaratmanın tılsımı budur. Gönüllü ve bilinçli olmayan birlik körü körüne itaattir. Hangi kurallarla ayakta tutulmaya çalışılırsa çalışılsın içerden çürümeye mahkumdur. Kimse tanrının “en sevgili kulu” değildir. Olamaz. Bütün devrimciler (mevkileri ne olursa olsun) bir ve aynıdır. Kimsenin yetkilerinden ötürü özel ayrıcalıkları olamaz. Bizde bu anlamada eleştiri bilinci yok. Büyük eksiklik. Benim savaşımın altında yatan felsefi görüş buydu. Tartışmalar Partiyi güçlendirir. Bu mantıktan ilhamla, haklı gördüğüm eleştirilere cesaretle sahip çıktım. Sonum beni ilgilendirmiyordu. Nerede olursa olsun haksızlıklara ve yanlışlıklara karşı çıkmak devrimciliğimizin varlık nedenidir. Bir halkın özgürlüğü uğruna savaşan, can pazarlarında dolaşan devrimci, onuruna yakışacak tarzda örnek tutumlara girmek zorunda hissetmelidir kendisini. Çabalarımın aslına sadık özü kısaca budur.
Uğraşım, örgütsel gelecek içindi. Buna inanmalısınız. Halkımızın çıkarlarını bu tutumda görmüş, cesaretle savunmuştum. Örgütü dogmatizmden kurtarıp doğru devrimci çizgiye kavuşturmanın yollarından bir tanesi budur sanıyordum. Ama başka yazımda da yazdığım gibi bilinen nedenlerden ötürü ‘pınarın başındakiler’ izin vermedi. Başaramadım.
Gelecek günlerin devrimcileri mükemmel olacaklar. Bugün aramızda ortaya çıkan ve ayrılık yaratan krizin üzerinde daha akıllı ve cesaretlice duracaklardır. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Bunun için istiyorum ki benim iddialarım bütün devrimcilere duyurulsun. Neyin kavgasını verdiğim bilinsin. Onlar da böylesi kavgalarda saflarını alsınlar. Eğer böyle olmazsa, çatışmalar dar tutulursa çabalarımın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Dolayısıyla elimden geldiğince çok insana bıkmadan, yılmadan anlatmak istiyorum. Yalnız biçimi üzerine henüz karar vermiş değilim. Örgüt bunu engellemeye kalktı (başka türlüsü de olamazdı). Sonra her nedense vazgeçti. Lakin ben kararımdan vazgeçmeyeceğim. Çünkü sorunlar çok daha geniş kapsamlıdır. Beni anlamanızı isterasm, bilmem anlar mısınız?
Savunduğum görüşlerin değerini her zaman bileceğim. İstiyorum ki bütün Partililer de bilsin. Partinin şöhret olmammış meçhul kahramanları artık ne zaman kükreyecekler? Şafak uyanmalı ki yarasalar kaçsın. Benim gelecek nesillere bırakacağım tek miras bu olacaktır. Çam sakızı çoban armağanı. Tarihe kötü yazılmak niyetinde hiç değilim. Bunun için çaba sarf etmek zorundayım.”
Kafasında farklı ideolojik görüşler olmayan Semir, mücadeleyi başka bir zeminde sürdürme kararındadır. Aslında hiç istemese de buna zorlanmıştır. Ancak kendisi yaşadığı sorunların derin bilincinde değildir. Öcalan sistemini kavramaktan ve köklerine inmekten uzaktır. Sanır ki “parti-içi dogmatizm” Kesire ve onun çevresinden kaynaklanmaktadır. Oysa Kesire’yi Semirlerle çatışma içine sürükleyen ve yıpratan, sonuçta ayrılmaya zorlayan her zaman perde arkasında ve hakem rolünde kalmayı yeğleyen Öcalan’dan başkası değildir. Kendisi için potansiyel seçenek oluşturanları birbirine vuruşturarak, sorunları kördüğüm haline getirip çözümsüz bırakmak Öcalan’ın sistemini kurmada ve sürdürmede başvurduğu temel yöntemlerden biridir. Semir gibi partinin ilk kadrolarının tasfiye edilmesi de bu yöntemle olmuştur. Yukarda da aktardığımız gibi, Semir, saf duygulara sahiptir. Bizans entrikalarını aratmayan yöntemlerden habersizdir. Devrimci duygular ve düşüncelerle parti içi sorunlarla mücadele eder, ama egemen kirli politikadan bihaberdir ve buna kurban gider. Kaybedişin temel nedeni de budur. Egemen olan verili politikanın bütün acımasızlıklarını uygularken, iktidar ufkundan ve bilincinden yoksun olarak ideolojik saflık ve dürüstlükle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, ama verili politikaya ve oyunlarına yenik düşüyorlar. Egemen olan iktidarın tüm olanaklarını kullanarak tasfiye edilenleri istediği gibi karalamaya, gözden düşürmeye çalışıyor ve ona bırakalım siyaset yapma, en sıradan yaşam olanağı ve zemini bırakmıyor.
Öcalan sitemindeki tasfiyeci çark böyle işliyor…
II. Kongrede ilginç bir olay daha yaşanır. Öcalan daha sonra yaptığı bütün değerlendirmelerde bundan övgüyle söz eder. Aslında normal ve demokratik olarak kabul edilen yöntem, “gizli seçim, açık döküm”dür. Ama Öcalan işi garantiye almak için oy veren delegelere verdikleri oy pusulasının altına kendi adlarını yazmalarını ister. Oy veren delegeler de denileni yaparlar, oy pusulalarının altına kendi adlarını yazarlar. Bu yöntem delegelerin iradelerine açıkça el koymak ve baskı altına almak demektir.
II. Kongre ve sonrası süreç, Öcalan’ın iç tasfiyeleri yapmak, tek kişiye dayalı despotik iktidarını kurumlaştırmak için önemli bir işlev görür. Bu süreç III. Kongrede tamamlanır, bu tarihten sonra parti bütünüyle Öcalan’ın iktidarında, tekelindedir, artık onun özel mülkiyeti gibidir.
II. ve III. Kongreler arası süreç partinin ilk kadrolarının tasfiye edildiği, bastırıldığı ve iç infaz yöntemiyle ortadan kaldırıldığı bir süreç olmuştur. Resul Altıkok’un katledilmesi bu dönem infaz ve iç tasfiyelerinin en tipik örneğidir. Mehmet Karasungur’un YNK İKP arasındaki çatışmada henüz netleştirilmeyen bir biçimde katledilmesi açığa çıkarılmayı bekleyen önemli bir olaydır. Bu infaz ve tasfiyelerin bir sonucu olarak eski kadrolardan geriye bir kaç kadronun dışında başka kimse kalmaz. Onlar da III. Kongrede tam anlamıyla teslim alınır, bazıları tasfiye edilir, bazıları uydulaştırılır, kişiliklerinden geriye kalan ne varsa un ufak edilir ve Öcalan sisteminin birer etkin uygulayıcısı haline getirilir. Duran Kalkan ve Cemil Bayık bunların tipik örnekleridir.
III. Kongre, Öcalan’ın partiyi tümüyle ele geçirdiği, sınırsız, kuralsız ve ölçüsüz iktidarına aldığı ve bunu kurumlaştırdığı bir platform olmuştur. Bundan sonrası artık çocuk oyuncağıdır. Komplolar, komplo teorileri, kadroları sayısız yöntemlerle tasfiye etme, bastırma ve iç infazlar Öcalan için çocuk oyuncağı haline gelir. En önemlisi bunun teorik-ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılması ve bu alanda ideolojik hegemonyanın kurumlaştırılmasıdır. Kendi iktidarını ve iktidarını yürütüş tarzını meşrulaştırmak için bu süreçte “Stratejik ve taktik önderlik” kavramını geliştirir. “Stratejik önderlik” daha sonra “Parti Önderliği” haline getirilir. Aynı kavramlarla birlikte geliştirilen “Objektif ajanlık” kavramı ile farklıklar peşinen, tartışmasız devlet uzantısı ve bağlantısı olarak mahkum edildi ve böylece iç tasfiye, bastırma ve iç infazların teorik alt yapısı oluşturuldu. Dikkat çekicidir, “objektif ajanlık” kavramı ile “Stratejik Önderlik”, “Parti Önderliği” kavramı birlikte telaffuz ediliyor. Gerçekten de bu iki kavram birbiriyle bağlantılıdır. “Objektif ajanlık” uydurması, her türlü farklılığı düşman gösterme ve bastırma, tasfiye etme teorisidir! Yani komplo teorisinin Öcalan jargonundaki adıdır.
Ve dikkat edilsin, bütün resmi değerlendirmelerde, kongrelere sunulan raporlarda iki çizgiden söz edilir, iki çizginin mücadelesinden söz edilir. Bu, bir yönüyle doğru, ama bir yönüyle de yanlış ve eksik bir değerlendirmedir. En genel anlamda devrimci emekçi çizgi ile tek kişiye dayalı despotik bir iktidarı kuran ve sürdüren egemen sınıfların en tortu yanlarını kendinde cisimleştiren egemenlik çizgisi arasında süren bir mücadele. Bu anlamda doğru. Ama bir yönüyle de yanlış ve eksik. Şöyle ki:
Ortada doğal, meşru ve normal zeminlerde süren bir sınıf savaşımından, iki çizgi mücadelesinden söz etmek mümkün değildir. Egemen taraf hiç bir zaman farklılıkların kendilerini tanımlamalarına, ifade etmelerine, ortaya koymalarına fırsat ve olanak tanımamıştır. Henüz ne dediği partililer ve halk tarafından bilinmeden ve hiç bir zaman da öğrenmelerine olanak verilmeden komplo teorileri ve komplo yöntemleriyle bastırılmış, susturulmuş ve yaşama şansı tanınmamıştır. Resmi PKK tarihinde sayısız “komplocudan”, “tasfiyeciden”, “ajan-provokatörden” söz edilir. Onlar tarafından söylendiği söylenen sayısız ideolojik ve politik iddiadan söz edilir. Peki, resmi tarihin bu değerlendirmelerinden tek bir tanesi anılan “komplocuların”, “tasfiyecilerin” belgelerine dayanıyor mu? Örneğin Çetin Güngör neler savundu, neyi eleştiriyor, neyi öneriyordu? PKK içinde yer alan kadrolardan ve kitleden bu soruya yanıt verebilecek tek bir kişi var mı? Denemesi yapılsın, en bilgili, bütün süreçleri bilen ve bir çok şeye tanıklık etmiş bir PKK’liye anılan soruyu sorun. Alacağınız yanıt, resmi değerlendirmelerden başka bir şey olmaz. “Reformizmi savunuyordu, bizi Avrupa’ya çekip tasfiye edecekti, silahlı mücadeleye karşıydı. Zaten eskiden beri devletle bağlantılıydı, vb.” temelsiz değerlendirmelerle karşılaşırsınız. “Olabilir” deyip “bunun belgesi, kendilerinin görüşlerini ortaya koyan bir belge var mı ortada” diye sorarsanız, hiç bir yanıt alamazsınız. Çünkü resmi tarih belgelere değil, belli bir amaca göre düzenlenmiş hurafelere dayanır. Oysa Çetin Güngör ve tasfiye edilen diğer arkadaşların partiye sunduğu raporlar var ve bunlar arşivlerde duruyor. Bunlar hiç bir zaman kadrolara okutulmadı. Tasfiye edilenlerin görüşlerinin ne olduğu Öcalan’ın uydurmalarından, “mutlak doğru” olarak anlatılan uydurmalardan öğrenebilirsiniz. Bunun dışından başka bir öğrenme kaynağınız yok.
Bu kısa özetten sonra şu soru sorulabilir: Gerçekte henüz kendini tanımlama, ifade etme ve ortaya koyma olanağı bulmadan komplo teorileriyle ve komplolarla tasfiye edilenler ile Öcalan sistemi arasındaki mücadeleyi sözcüğün gerçek ve politik anlamıyla bir mücadele olarak tanımlamak mümkün mü?
Hayır!
Parti içinde sağlıklı, normal, olağan ve kendi kuralları üzerinde bir sınıf mücadelesi, iki çizgi mücadelesi olmamıştır. Olan, partiye ve tüm olanaklarına, yönetimine el koyan Öcalan’ın her türlü farklılığı ve kendisi için açık ve potansiyel tehlikeyi, devrimci, emekçi, direnişçi kadroları Bizans entrikalarını, Kemalist komploları ve Ortadoğu hilebazlıklarını aratmayan yöntemlerle, hatta bunların tümünü iç içe kullanarak tasfiye etmesidir.
Kuşkusuz, komplo teorileri ve komploları parti içi sınıf mücadelesi olarak sunmak kadar aldatıcı bir şey olamaz. Saray entrikacılığı, hilebazlık, yalan ve en ilkel şiddet hangi modern partide temel ve genel sınıf mücadelesi olmuş ki?
Öcalan sistemini tüm partiye ve alanlara hakim kıldıktan sonra bunu teorileştirdi, bir kültüre ve külte dönüştürdü. Hatta din düzeyine çıkardı, İmralı ihanetiyle kendisini tanrı katına çıkardı. Esas olarak yalan ve zorbalığa dayanan bu sistem, farklılıkları “ajan provokatör” olarak tanımlama ve bunun bir sonucu olarak bastırma, iç infazlarla tasfiye etme çizgisiyle çok yönlü egemenliği hemen hemen bütün bir topluma yaydı.