-Yüksel Akkaya'nın İstanbul İşçi Kurultayı'nda yaptığı konuşma…
-Fuat Ercan'ın İstanbul İşçi Kurultayı'nda yaptığı konuşma…
-Volkan Yaraşır'ın İstanbul İşçi Kurultayı'nda yaptığı konuşma...
İstanbul İşçi Kurultayı / Konuşmalar
Yüksel Akkaya'nın İstanbul İşçi Kurultayı'nda yaptığı konuşma…
Sınıfın örgütlenme sorunu
Hepiniz hoşgeldiniz, merhaba. Önce, bana bu kalabalığa konuşma fırsatı verdiği için başta hazırlık komitesine ve bu pazarı bir deniz kıyısında geçirmek yerine bu salonda toplanan sizlere teşekkür ediyor ve “hoşgeldiniz” diyorum.
Ben tekrara düşmememeye çalışacağım, zira çok iyi tebliğler sunuldu, söyleyeceklerimin bir kısmı tebliğlerde anlatıldı. Ben burada sınıf mücadelesinin araçlarından biri olan örgütlenme sorunlarına değineceğim.
Örgütlülük içinde yeralan, ona biçim veren işçilerden sözetmek istiyorum. Örgüt ve işçiyi değiştirebilirsek sınıf mücadelesini yükseltebiliriz. “İşçi sınıfı savaşacak” sözcüğü yerine “işçi sınıfı savaşıyor” diyebiliriz. “Sosyalizm kazanacak” yerine “sosyalizmi kuruyoruz” diyebiliriz. Bunu başarabilmek için bu örgütleri ve işçiyi değiştirmek gerekiyor.
Bizim klasik eserlerimize baktığımızda, işçi sınıfının asli örgütlerinden biri olarak bol bol sendikalardan sözedilir. Oysa işçi sınıfının tek örgütü değildir sendikalar. İşçi sınıfının yararlanabileceği, sınıf mücadelesinde kullanabileceği araçlar olarak yardım sandıkları vardır, kooperatifler vardır, işçi kültür evleri vardır. Ama bunlar içinde işyerinde birebir mücadeleyi yükseltmek için, sermaye ile doğrudan cepheden karşı karşıya geldiği için sendikalar önemsenmektedir. Oysa sendikaların doğuşunda demin sözünü ettiğimiz diğer işçi örgütlerinin çok büyük katkısı vardır.
Mesela sendikalardan önce yardım sandıkları vardır. Yardım sandıklarının, sınıf bilincinin ve dayanışmasını gelişmesine büyük katkısı olmuştur. 1760’lı yıllarda Fransa’da henüz sendika kimliğine kavuşmamış ama sendikaların öncüleri olmuştur. Bunu gören sermaye cephesi; kardeşim üç-beş kuruş topluyorsunuz kendi aranızda, iş kazası olduğunda, işsiz kaldığınızda, biri öldüğünde yardımda bulunuyorsunuz. Bununla da yetinmiyorsunuz, grevlere fon veriyorsunuz, grevdeki işçileri destekliyorsunuz, “ben bunlara izin vermiyorum” diyerek, başta bunları yasaklamıştır.
Ama bu yasak işçi sınıfının kendi oluşturduğu kültür çerçevesinde etkisiz hale getirildi. İşçiler bu sandıkları kurmaya devam ettiler. Başka adlar altında da sürdürdüler. Bunun üzerine, madem ki yasaklayamıyoruz, bari denetleyelim dediler. Eğer yardım sandığı kuruyorsanız, bu sandığın yöneticisi ya o ilin valisi ya da belediye başkanı olacak, başka türlüsüne izin vermeyiz, dediler. Bir süre sonra yardım sandıkları sendikal örgütlenmeye dönüştüğünde, sendikaları kontrol etmeye başladılar.
Demek ki, sınıf açısından baktığımızda, gerçekten sendikalar kadar yardım sandıkları, kooperatifler, işçi dernekleri de önemlidir. Bunları bir kenara atmamak lazım. Çünkü sınıf mücadelesinin birikimleri aslında buradan başlamakta, sınıf bilincinin tohumları burada atılmaktadır. Sendikal örgütlenme açısından baktığımızda, belki sunulan tebliğde işaret edilen sınırlar sendika olmayan bu tip örgütlerle aşılabilir. Sendika olmayan örgütler ile bu işe başlanarak daha sonra sendikalara dönüşebilir. Birçok araç var, bunları kullanmak lazım.
Aslında benim özellikle üzerinde durmak istediğim nokta şu. İşyerlerinde gizli örgütlenmeler vardır. İşçi sınıfının kendi kültürüyle oluşturduğu, patronun her dediğinin yapılmamasına yönelik olarak işçilerin kendi aralarında oluşturdukları gizli örgütler vardır. Basbayağı gizli örgütlerdir bunlar. Aslında o örgütün içinde olanlar da o örgütlerde olduklarını bilmezler. Bir takım örnekler vereceğim. Belki aslında sizler de bu gizli örgütlerin üyesisiniz. Bir örgüt oluşturmak için iki kişinin biraraya gelmesi gerekir. Bir amaçlarının olması gerekir. Bu amaçlar doğrultusunda bir takım faaliyetlerde bulunması gerekir. Kitaplar örgütü böyle tanımlıyor, ben de böyle tanımlıyorum size. Gizli örgüt nedir? Mesela iki tane arkadaş yanyana çalışıyor. Bunlardan bir tanesi saatte 20 ilik, bir diğeri 35 ilik açıyor. Birinci işçi “ya oğlum, deli misin, ne hızlı hızlı çalışıyorsun, yavaş çalış yavaş, 20’şer 20’şer çıkar işi” der. Peki işveren ne ister burada? Saatte 35 çıkartılmasını ister. Şimdi burada işverene karşı gizli örgüt girişimi var mıdır? Var. Kim? 20 iş çıkartan “ben yavaş yavaş çalışıyorum, sen de. Ne öyle deli gibi çalışıyorsun, sanki daha fazla para mı veriyorlar, başımız göğe mi eriyor?” der. Diğerleri de bakarlar, bunlar 20 adet çıkarıyor, ortalama bir mutabakat sağlanır, 20 iş çıkarmaya başlarlar.
Şimdiki yasa diyor ki; işçiyi yetersizliğinden dolayı, haklı bir gerekçe göstererek işten çıkartabilirsin. Yeterlilik ne peki? 35 tane iş çıkaracaksın. İşte burada bir direniş var! Sendika örgütlemiyor ama, işçiler kendi içinde örgütleniyor, bir direniş var. Sınıf bilinci burada oluşmaya başlıyor. Ne kadar az çalışırsak, ne kadar az üretirsek, o kadar az kendimizi sömürtmüş oluruz. Sermayenin, sermaye birikiminin büyümesine o kadar az katkıda bulunuruz. O daha az güçlendikçe, bizi daha fazla tokatlayamaz…
Belki böyle bir gizli örgüt var, fakat işçiler bu gizli örgütün farkında değil, kendiliğinden böyle bir gizli örgüt oluşturuyor. Ama sermaye cephesi bu gizli örgütün farkında arkadaşlar. İşletme bölümlerinin hocaları bu gizli örgütleri çökertmek için yıllardır çalışmaktadırlar. Kitaplar, makaleler yazarlar. Örgüt psikologları da bu gizli örgütleri çökertmek için çalışırlar. Örgüt sosyologlarının ve psikologlarının bütün derdi budur. Bu gizli örgütleri bulup hallettiğinizde, direnişleri de kırarsınız, sınıf bilincinin oluşumunun da önüne geçersiniz, böylece onları tek tip insanlar olarak daha fazla çalıştırırsınız. Birbiriyle yarıştırırsınız. Vay, o 35 atmış, ben de 40 atayım dedirtirsiniz. Bütün yapmak istedikleri budur. Dönüp baktığınızda, işçi sınıfının düşmanı olan o hain hocalar, akademisyenlerin tüm çabasının bu yönde olduğunu görürsünüz.
Buradan çıktıktan sonra herhangi bir kitapçıya gidin ve herhangi bir işletme yönetimi kitabı alı, çalışma psikolojisi kitabı alın, örgüt sosyolojisi kitabı alın, göreceksiniz bunları anlatıyorlardır. “Enformal örgütlülüğü” anlatıyorlardır. Adını “enformal örgütlülük” koymuşlardır. İşçiler farkında değildir bunun. Bazen bu örgütler farkında olmadan çok büyük işler yaparlar.
Zaman zaman verdiğim bir örneği vereyim sizlere. Anadolu Cam Sanayi işçileri “toplam kalite”nin uygulandığı dönemde, tam da işverenin istediği işçiler olarak, canla başla bir ayda toplam kaliteyi hayata geçirmişler, verimliliği arttırmışlar. Yüzde yüz performans göstermişler. Sonra aybaşı geldiğinde bordrolarına bir bakıyorlar, hiçbir şey yok. Aynı para. Hepsi bordroyu aldığı gibi müdürün kapısına dayanıyor. Kahvede okey oynarken bile toplam kaliteyi konuştuk, ama siz bize beş kuruş zam yapmamışsınız diyorlar. Onlara, toplam kalitede böyle bir artış yok, deniliyor. Bunun üzerine herkes toplam kaliteyi bırakıyor.
Bunun üzerine işçilerde intikam alma hissi uyanıyor. Yaklaşık 1500 işçi. Hepsi bir gizli örgüt kurdu mu kafasında? İşverenden intikam almak temel amaç. Bir faaliyette bulunacaklar. Ya bir şey kıracaklar ya bir şey dökecekler. 4 tane ve hepsi milyarlık makine… Kiminin vidası gevşemiş, kiminin başka bir şeyi… Hepsi diyorlar ki, toplam kalite dönemi olsa, işverenin gözüne girmek için hızla koşup en önce biz müdahale ederdik, gevşemiş bunu sağlamlaştırın, diye. Ama hocam hiçbir şey söylemedik diyorlar.
Sınıf bilinci açısından, örgüt kurma açısından baktığınızda, aslında işçilerin kendi mayasında bu var. Niye biz bunu harekete geçiremiyoruz, niye sendikal örgütlülüğü hayata geçiremiyoruz. Orada da engeller var. Bir tanesi mevzuat, bir tanesi – arkadaşlar da söyledi- sendikal bürokrasi, işyerlerinin küçük olması, işyerlerinde milliyetçi ve dinsel temelde ayrışmalar, bir sürü etken var, ama bunlar işin aslı değil.
Son dönemde sermaye cephesi, bu gizli örgütlülüğü, enformal örgütlülüğü çökertmek çabasında. Şöyle diyor sermaye cephesi: İnsan olduğunda, işçi olarak düşünmeye başladığında, taa 1760’larda başladı bunlar… Makine kırıcılar bunu en tepeye tırmandırdı. Sonra sendika diye başımıza bela açtı. İşçilerin aklını almak, yüreğine korku salmak, böylece teslim almak, insan olmaktan çıkarmak lazım, diyorlar. Yaklaşık 25 yıldır yapmak istedikleri bu. Evet, sana örgütlenme hakkı vereyim, ama senin sendikan da çıkıp meydanlarda sana “işimi seviyorum, fabrikamı seviyorum, patronum kazanacak ben de kazanacağım”! dedirtecek… Böyle derseniz sendika serbest, diyorlar.
Bakın, sendikaların olmadığı yerlerde daha uzun süreli, daha sert mücadeleler yaşanıyor. Sendikalar araya girdiğinde daha kısa sürüyor; patronlara “bunlara acıyın” diyor… Hangi sendikalar? Bürokratikleşmiş, işbirlikçileşmiş, hain sendikalar diyor. Demek ki, sendikanızın olması yetmiyor, sendikaların sınıf bilinciyle donanmış, insan olan, işçi olan, karakter sahibi insanlardan oluşması gerekiyor.
İnsana savaş açmış sermaye cephesine karşı işçi sınıfının yapacağı tek bir şey var. Akıllı olacak, yüreğini ortaya koyacak. Aklına ve yüreğine sahip çıkan bir işçi örgütlenmenin en alasını yapar, adı sendika olabilir, başka bir şey olabilir, çok önemli değil. Sınıf mücadelesinin en güçlüsünü de yapar. Çünkü artık korkuyu da yenmiştir. Kendisine güvenmektedir. Yumruğunu kaldırdığında ya da yürümeye başladığında karşısındaki korkar. Bugün tam tersi. Patron geldiğinde saklanacak yer arıyoruz. Ya da bizim işçilerimiz patronun gözüne girmek için mesaiye 5 dakika önce girebiliyor, 17.00’te mesai bitiyorsa 5 dakika sonra çıkabiliyor. Bunu içselleştirmiş. Buradan bakıldığında, böyle bir sorun var.
Mevzuat açısından baktığımızda, mevzuatta bir takım olumsuzluklar var, doğru. Ama bu mevzuat okumakla bitmez. Onu sınıf mücadelesinin yükseltilmesinde bir kaldıraç olarak kullanabiliriz. Mesela makina kırıcılar olarak ünlenmiş işçilerin yaptığı işlerden biri de budur. Fabrikaların kurulmaya başladığı, büyük sanayilerin oluşmaya başladığı bir dönemde makina kırıcısı Ludistler artık makinaları kırmamaya başlamışlardır. Yasal haklarını, dilekçe haklarını kullanmışlardır. Ondan sonra da, siz yasadan anlamıyorsunuz, o zaman biz de bildiğimizi okuruz demişlerdir.
Mesela Ludist hareket de bir “enformal örgütlenme”dir, gizli örgütlenmedir. Bunun içinde sadece işçiler yoktur. O işçinin alış-veriş yaptığı esnaflar da vardır. Hatta küçük işverenler de vardır. Bunların ortak zemini şudur. Kapitalist hayat bizim özgürlüğümüzü elimizden almakta, bizi yabancılaştırmaktadır; ortak payda bu. O zaman biz bu kapitalist hayatın dayatmalarına, onun dayattığı yaşam tarzına karşı çıkalım dediler. Bunun üzerinden hareket etmeye başladılar. Akşamları balta ve sopalarını ellerine alıp kendi isteklerine uymayan, düşük ücretli işçi çalıştıran işyerlerine saldırdılar. Burada da bir örgüt yoktu, ama bir sendikal örgütlülükten daha güçlü bir örgüttü bu. Buradan baktığımızda, bir kere ortak çıkarımız var. Bu, işçinin mayasında, doğasında var. Bunu hayata geçirmemiz lazım.
Bunu hayata geçirmek için ilkin mevzuatın bize tanıdığı olanakları zorlamak lazım. Yasalar, kağıt üzerinde de olsa, bir örgütlenme hakkı, sendika hakkı tanımış mı, o zaman onu kullanacağız. Peki, bizi bunun için işten attığında bunun bir cezası yok mu? Bir kere işveren işçiyi sendikaya üye olduğu için attığında en az 12 aylık ücreti tutarında tazminat ödemelidir. Biz işten atıldıktan sonra ne yapıyoruz. Bu davaların bir kısmını açıyoruz, bir kısmını açmıyoruz. Çünkü davayı açtığımızda dava uzayabiliyor. Ya da işveren bizi haklı bir gerekçe göstermeden sendikalı olduğumuz için attı. Yasada diyor ki; işveren haklı bir neden göstermek zorundadır, işten çıkarmadan önce yazılı olarak bildirmek zorundadır. Bunu yapmazsa, bir aylık ücreti tutarında kötü niyet tazminatı öder. Sizin için belki önemli değil ama, ona pervasız davranma hakkı vermiş olursunuz. Ona, burada şimdi de hesaplaşırız, mahkemede de hesaplaşırız, karanlık sokakta da hesaplaşırızı gösterebilmemiz lazım. 3 işçi, 5 işçi, 10 işçi atmasına karşı kötü niyet davası açmak lazım. Bu sizin için çok büyük para olmayabilir, ama onun için çok büyük masraf olur. Yasaları sonuna kadar zorlamak lazım.
Örgütlenme açısından baktığımızda, ciddi engellerden biri de, işçiliğin meslek olarak içselleştirilememesidir. Nasıl olsa bir gün başka bir işe geçeceğim, emekli olacağım, sayısal lotodan, milli piyangodan para çıkar köşeyi dönerim vb. türünden düşünceler var. Böyle olduğu için örgütlenmeye de sıcak bakılmıyor. Bunları da kırıp yıkmak lazım. Bunları kıramadığımız sürece sorun büyür. Potansiyel işsizler ya da mevcut işsizler arasında sürekli bir rekabet vardır. Bu rakabet kaçınılmaz olarak örgütlenmeye engel olmaktadır.
Bir başka nokta, işyerindeki sorunlarımızı hayatımıza taşımıyoruz, evimize geldiğimizde eşimizle, çocuklarımızla paylaşmıyoruz. Ne oldu denildiğinde, işyerinde canım sıkıldı deyip geçiyoruz. Bunları derinleştirmek lazım, işyerindeki sorunları evde tartışmak lazım. Komşularla, mahalledeki arkadaşlarla, esnafla tartışmak lazım. Yani işyerindeki sorunları hayatımıza taşımalıyız, hayatımızı da işyerine taşımalıyız. İşyeri sadece hapsaneler olmamalı, kendi yaşamımızı taşımalıyız. Çocuk okula gidecek harçlığı var mıydı, evde yemek pişecek et var mıydı sorularını işyerinde kendimize sormalıyız. Niye? O soruyu her sorduğumuzda, aldığımız düşük ücret ve harcadığımız emek bize bir çağrışımda bulunacak. O çağrışımda, bu iş sonuna gitmez, lanet olsun diyeceksiniz. Gidip sendikaya üye olacaksınız, yanınızdaki ile konuşarak bir enformal örgüt oluşturmaya başlayacaksınız. Bunları yapmakta yarar var diye düşünüyorum.
Sonra bir başka sorun var. Günlük yaşamını işçi kendisi oluşturuyor gibi gözükse de, o kendisi oluşturmuyor. Ona dayatılmış bir yaşam var, işçi o hayatı yaşıyor. Yaşamının bir kısmını işte geçiriyor, bir kısmını yolda geçiriyor, bir kısımını da akşam evde TV’nin karşısına geçiriyor. Üç dizi izliyor, yetmiyor bir dizi daha izliyor. Sonra uykusu geliyor yatıyor, sabah kalkıp işe gidiyor. Bu, işçinin kendi yaşamı değildir. Bu, kapitalist sistemin uyuşturmak için işçiye dayattığı yaşamdır. Bu yaşamdan kurtulmalıyız. Bir hafta boyunca demiyorum, bunu yapamazsınız, bir gece bütün televizyonlarınızı kapatın. Saat 20.00’den gece 24.00’ye kadar. Bakın ne olacak. İlk yarım saat sıkılacaksınız. Misafirliğe gittiğinizde zorunlu olarak TV seyredemezsiniz. İlkin sessizlik olur, 15 dakika kimse kimse ile konuşamaz…
İsterseniz akşam 20.00’ye kadar haber izleyin, dünyadan haberdar olmak için; 20.00 ile 24.00 arası TV’lerinizi kapatın, bakalım ne yapacaksınız? O zaman düşünmeye başlayacaksınız, kapitalist hayatın size dayattığı yaşamdan kaçmaya başlayacaksınız. Belki sokağa çıkacaksınız, deniz kıyısına ineceksiniz, sevginizle, eşinizle, çocuğunuzla gezeceksiniz. Belki türkü patlatacaksınız, belki Nazım’dan bir şiir okuyacaksınız, belki isyan edeceksiniz, bağıracaksınız, çağıracaksınız ama, size dayatılan hayatın dışına çıkmaya başlayacaksınız…
Dolayısıyla, günlük yaşamda kapitalist sistemin bize dayattığı o yaşantının dışına çıkmalıyız. Onun dayattığı tüketim normlarının dışına çıkmalıyız.
Peki bunları yapmak mümkün mü? Bence mümkün. Direnişleri başlatırken aslında içsel bir gelenek oluştu. Burada belki de 15-16 Haziran Direnişine katılanlar vardır. Kitaplardan okuyup, sinevizyonlardan izleylenler de vardır. 15-16 Haziran Direnişinde işçiler toplu olarak sokaklara çıkmamışlardır. Bir fabrikadan çıkıp yan fabrikayı alarak eyleme devam etmişlerdir. Dolayısıyla, işyerlerinden yanan o tek tek ateşleri, fabrika ateşlerini birleştirmek lazım. Bir yerde başlayan bir direniş varsa, oradaki arkadaşlar yandaki işyerini basmalı, onları da direnişe dahil etmeli. Bunu yaptığınız zaman kendinize güven duyarsınız, karşınızdaki size bir şey yapamaz. Siz tek tek hareket ettiğiniz zaman, o ateş çoğalamaz ve kök salamaz.
O zaman yapmamız gerekenler, ki bunu son sözler olarak söylüyorum: Birincisi, aklımızı koruyacağız. İkincisi, yüreğimize sahip olacağız. Üçüncüsü, sokağa ve eyleme çıkmaktan korkamayacağız. Bunları yaptığımız insan ve işçi olacağız. O zaman şuradaki pankartta yazılı olan “cekler” kalkacak, “yapıyoruz” olacak!