Volkan Yaraşır'ın İstanbul İşçi Kurultayı'nda yaptığı konuşma…
Taban örgütlenmeleri: Sınıf kimliğinin ortaya çıktığı organizasyonlar
Arkadaşlar merhaba!
Benim pek hoşuma giden yazarlardan biri Kafka’dır. Kafka’nın Değişim adlı bir kitabı vardır, bu kitapta Kafka insan ruhunun labirentleri anlatır. Gregor Samsa diye bir kimlik vardır. Bu kimlik kendini öldürmek ister. Roman böcek ile insan arasındaki gerginliği anlatır. Kitapta anlatılanlar, insanın kendine yabancılaşmasının somut bir örneğidir.
Ben bugün Türkiye işçi sınıfının durumunu Gregor Samsa’ya benzetiyorum. İşçi sınıfı, evet öfkeli ama mecalsiz. İşçi sınıfı hareket etmek istiyor ama korkuyor. İşçi sınıfı yumruğunu sıkıyor ama sessiz. Şimdi somut görev bu olguyu değiştirebilmek, bu olguya karşı bir şeyler yapabilmek.
Sermaye bu olguyu yaratırken aslında iki taktik kullanıyor. Bir tanesi devletin veya sistemin zor aygıtları. Polisiyle, askeriyle, copuyla, tankıyla korku kitleselleştiriliyor, içselleştiriliyor. İkinci aygıtı ideolojik zor aygıtları. Medyasıyla, üniversitesiyle, okuluyla beynini işgal ediyor. Diyor ki sana, sen düşünemezsin, sen hareket edemezsin, senin yapabileceğin çok fazla bir şey yok!
Bugün yaşadığımız somut durum şu; işçi sınıfı aslında yapmak istiyor ama o enerjiyi kendinde göremiyor. İşçi sınıfı yürümek istiyor ama yine o enerjiyi kendinde göremiyor. O zaman biz bu somut duruma karşı ne yapabiliriz? Bence problem bu. Bugünün gündemi de belki bu olmalıydı. Ben de elimden geldiğince “ne yapmalı” sorusuna cevap vermeye çalışacağım.
Arkadaşlar, Türkiye işçi sınıfının 2002 rakamına göre profili aşağı yukarı şöyle: Türkiye’de 16 milyon kişi ücretli olarak çalışıyor. Bu sayının yaklaşık 14 milyonu işçi, 1.5-2 milyonu memur. 1.5-2 milyon devlet memurunun da yalnızca 700 veya 800 bini sendikalı, ama onlar da toplusözleşme hakkı olmayan, kısacası dernek niteliğinde bir sendikaya üye. Diğer taraftan işçilerinde yalnızca 700 bini sendikalı. Yani koca bir gövde var, 16 milyonluk bir gövde var. Bu gövdenin örgütlü diyebileceğimiz 700 bin kişiden oluşan işçi sendikalarına bağlı bir kesimi var, memur sendikalarında örgütlü diyebileceğimiz 700 bin kişi var. O da dernek düzeyinde bir yapı. Türkiye’de ücretleriyle geçinen aşağı yukarı %65’lik bir kesim güvencesiz. Ve bu kesim ağırlıklı olarak sanayi alanları ve hizmet sektöründe çalışıyor. Bunun somut örneğini tekstilde çalışan arkadaşlarım çok daha iyi bilir. Şu anda tekstil sektörünün aşağı yukarı %90’ı fason, sektörde faaliyet gösteren şirketlerin %80’i kayıt dışı. Kısacası Türkiye işçi sınıfının ana gövdesi açlık sınırında yaşıyor, inanılmaz derecede örgütsüz. Diğer sendikalı dediğimiz kesimi ise en fazla metalde veya petro kimya sektöründe çalışanlar, onlar da yoksulluk sınırında yaşıyor.
Bu anlamda bölgelere baktığımızda, yoğun bazı işçi havzaları veya organize sanayi bölgeleri görüyoruz. O %65’lik kesimin yaşadığı alanlar buralar. Dün Fordist fabrika denilen işletmelerde 3-4 bin kişi çalışabiliyordu, ortak ruhhali vardı. Siz ortak ruhhali yakalayabildiğinizde o fabrikaları greve çıkartabiliyordunuz, bir şeyler yaptırabiliyordunuz. Ama şimdi karşımızda koskoca bir fabrika zemini var; aşağı yukarı 30 bin-40 bin işçinin çalıştığı, çok sayıda sektörün içinde olduğu yüzlerce patronla karşı karşıyasınız. Orada artık bir tane fabrika var, yüzlerce işveren var, binlerce işçi var, onlarca sektör var… Onu bir fabrika gibi düşüneceksiniz.
Bu fabrikayı nasıl örgütleyeyip nasıl harekete nasıl geçireceğimizin cevaplarını aramaya çalışacağız.
Burada çalışan işçi arkadaşlarımızın genel durumu hepimizin ortak paydasıdır. Bu alanlarda, bu havzalarda çalışan arkadaşlar sınıfsal ve sendikal bilinçten yoksunlar. Son derece dağınık ve örgütsüzler. Sınıf kimliği oturmamış. Bu genç işçi kuşaklar deneyimden yoksunlar. Hiçbir güvenceleri yok. İşçi sirkülasyonları bu alanlarda alabildiğine yoğun. Ama bütün bu ağır sömürüye, ağır çalışmaya karşı dönemsel tepkiler doğuyor. Hiç de manasız tepkiler değil bunlar. Bazı eğilimler bu tepkileri yanıyor sönüyor diye değerlendiriyor. Hayır. Bu tepkileri şöyle değerlendirmek gerekiyor. Reaksiyon gösteriyor; bu sendikal mücadele oluyor, işverene karşı yürütülen mücadele oluyor. Bugün açısından bir koordinasyonu yok ama şöyle düşünelim; koskaca yanan bir alev bu, bir birikim bu ve bu birikim bir yere geldikten sonra patlayacak.
Şöyle düşünelim. Suyun kaynama noktasına baktığınızda 0 ile 99 arasında hiçbir şey görmezsiniz. Ama 1. derecede su kaynamaya başlamıştır. 5. derecede su kaynamaya başlamıştır. 10. derecede su kaynamaya başlamıştır. 90. derecede su kaynamaya başlamıştır. Artık buharlaştığı nokta 100 derecedir. 0 ile 99 arasında bir şey görülmemesi, bu arada bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlar bir birikim. Bir kere önce bunu alacağız. Yani yapacağımız her çalışmanın, bir işçi ile konuşmanın, kurmak istediğimiz bir ilişki ağının, bir birikim olduğunu düşüneceğiz. Her konuşmamızın, her adımımızın da bu birikime hizmet etmesini isteyeceğiz. Ne zaman alevlenmeye başlayacak bu iş? Su kaynadığı zaman, yani 100. derecede! Bu, toplumsal mücadelede 5 yıl olur, 10 yıl olur, hiç önemli değil. Ama neyi düşüneceğiz? O suyun kaynamasına bakacağız, birinci nokta bu.
İkinci nokta, asıl problem bu bozkırı nasıl tutuşturacağımızdır. Evet, bu noktada dönem dönem küçük küçük alevler yanıyor, ama bir türlü bozkır tutuşmuyor. Yani Türkiye işçi sınıfı ayağa kalkmıyor, kolektif bir güç gibi görünmüyor. O yıkıcı ve yaratıcı gücü ortaya çıkartamıyor. Peki ne yapacağız, ne yapmamız lazım? Bugün tüm siyasal güçlerin, bugün sendikal alandaki güçlerin problemi bu. O zaman şöyle algıyacağız. Bu zamana kadar bu platformlarda hep şu tartışıldı, kapitalizm sömürü mekanizmasıdır dendi. Evet kapitalizm bir sömürü mekanizmasıdır, bu doğrudur. Ama bence kapitalizm için en eksik bıraktığımız nokta şudur; kapitalizm aynı zamanda ruhları kadavra eden bir sistemdir. Yani sömürü mekanizması olduğu kadar, insan olma özelliğini yokeder, yaratık yapar. O zaman bu yaratık olmaya karşı tavır koymak zorundayız.
Bu sistem bize ne hissettiriyor. Burada hepimizin ortak hissidir, bu sistemde kendimizi yalnız hissediyoruz. Bu sistem tedirgin etmiyor mu, tedirgin hissediyoruz. Peki bu sistemde bir gelecek güvencemiz var mı, gelecek güvencemiz yok. Aynı şekilde bu sistem bizi kaygıda bırakmıyor mu? Eğer bunlar psikolojik, bireysel sorunlar olsaydı, bu işi çözerdik. Ama bu sorun kolektif bir sorun. O zaman biz bu sorunu nasıl ortadan kaldırabiliriz, ne yapabiliriz? Aslında cevap sorunun içinde saklı. Peki ne yapacağız? Şimdi oturup konuşalım. Buradaki arkadaşlarımızla konuşalım. En yalnız kendimizi nerede hissederiz? Ölüm olduğunda hissederiz. Ölüm inanılmaz bir yalnızlıktır. O zaman buna cevap vereceğiz. Yani artık hiçbir işçi arkadaşın cenazesi yalnız kalkmayacak. O zaman sendikal mücadele, işçi mücadelesi neye müdahale ediyormuş, ölüme müdahale ediyormuş. Bu ne demekmiş, yalnızlığa müdahale etmesi demekmiş.
İkinci nokta, kendimizi ne zaman en mutsuz hissediyoruz? Hasta olduğumuz zaman hissediyoruz. O zaman her hastalığa cevap vermek, maddi veya manevi olarak yardımlaşmak buradaki işçi arkadaşların sorunu. Buradaki siyasal güçlerin sorunu. Oradaki yalnızlığı gidermek de buradan geçiyor.
Diğer taraftan, en geleceksiz kendimizi nerede hissediyoruz? İşsiz kaldığımızda hissediyoruz. O zaman öyle işler yapacağız ki, Arjantin somut örnek buna; işsizleri harekete geçirilebildiğinizde, işsizleri örgütleyebildiğinizde ortalık değişebiliyor. O zaman işsiz kalmaya, bugün işçi sınıfını hareketsiz bırakan, kötürüm bırakan bu olguya karşı da bir şeyler yapmak zorundayız. Telefon hatları mı kuracağız, iç işlerimizde mi organize edeceğiz, bir iş mi arayacağız bunları düşünmek zorundayız. Ama bu işe de bir cevap vermek zorundayız.
Peki en kaygılı hissetiğimiz nokta hangisi? Bizi hareketsiz bırakan, bizi tutuk bırakan, yakan nokta hep işten atılma korkusu. Bu korkuyu nasıl yeneceğiz? İşten atıldığımızda gelecek güvencesi sağlayacak organizasyonlar yapabilirsek, kapitalizmin bizim ruhumuzu kadavraya çevirmesine cevap vermiş oluruz. Evet kapitalizm bir sömürü mekanizması, ama asıl tehlikesi, asıl yokeden noktası bizim ruhumuzu kadavra haline getirmesi, bir ölüleştirmesi. Biz bunlara cevap verdiğimizde, kapitalizme karşı son derece alternatif işler yaratmış ve ciddi bir mücadelenin önünü açmış oluruz.
Bu, bir yandan da şu demektir; işçi sorunları ve çözüm yolları ortak olduğundan dolayı, doğal olarak paylaşmanın ve dayanışmanın adımıdır. Aslında bu yaptığımız şeyler insan olma çabası, aynı zamanda bugün yok olmuş işçi kültürünü yeniden yaratma çabasıdır. Yani yapılanın böyle bir anlamı da var.
Peki bunu bir sendikal çatı yapabilir mi? Yani bir taraftan bizim yaşam alanlarımıza müdahale edecek, bir taraftan çalışma alanlarımıza müdahale edecek, bir taraftan bizim boş zamanlarımıza müdahale edecek bir sendikal yapı var mı? Bakıyoruz bugünkü sendikal yapılara, hepimizin tartışmasız onay vereceği bürokratik yapılanmalar, korporatist yapılanmalar, yani devlet güdümlü, devlete bağımlı yapılanmalar bunlar. Burada umut yok. Ama benim bu platformlarda her zaman eleştirdiğim bir nokta vardır; o sendikalar bizimdir. O sendikaların bizim olduğunu unutmayacağız. Şu anda belki o sendikalarda bürokratizmin ve korporatist yapıların etkisi var, ama o sendikaların bizim olduğumuzu unutmayacağız. O zaman ne yapacağız arkadaşlar? Sendikalar bunu yapamıyorsa, o zaman yıkacağız bu sendikaları, yeniden yapacağız. Birinci şık bu. Ama bizim olduğunu bilerek yapacağız, sahip çıkarak yapacağız.
Bu platformda benim en çok gördüğüm, sendika düşmanlığının çok yaygın olduğu. Ve garip bir şekilde buradan sendikaları kötülediğinizde cevap alıyorsunuz, alkış alıyorsunuz. Hayır. O sendikalar bizimdir. Bunu unutmayacağız. Evet bugün konjonktör olarak bürokrasi burada etkindir, konjonktürel olarak korporatist ilişkiler etkindir. Ama bunu kırmak bizim elimizdedir. Asla unutmayacağımız noktalardan biri bu.
Biz neyi arıyoruz? Yaşam alanlarıyla, çalışma alanlarıyla ve boş zamanlarımızı örgütleyebilecek bir şey arıyoruz. Baktık sendikalar buna cevap vermiyor. O zaman başka bir şey arayacağız. Hem o sendikaları adam eden bir şey arayacağız, hem de bizim kolektif gücümüzü, o patlayan gücümüzü, volkan gücümüzü açığa çıkartan bir şey arayacağız. Böyle bir örgütlülük yaratıp yaratmamayı arayacağız. Benim kişisel tanımlamam şu, öyle bir yapı kuralım ki, öyle bir hayal kuralım ki, içinde işçi de olsun, öyle bir yapı kuralım ki içinde sendikalı arkadaşımız olsun, içinde güvencesiz işçi olsun, içinde beyin işçisi olsun, içinde sokak işçisi olsun. Böyle bir emek odağı oluşturalım. Bunu hayal edelim. Yani bir tarafta sendikalı, bir tarafta sendikasız, bir tarafta güvencesiz işçi, bir tarafta sokak işçisi, bir tarafta beyin işgücünün çalıştığı bir sendikal yapı kuralım.
Kanımca bugün yapılması gereken en temel nokta böyle bir odağın yaratılması konusunda mücadele etmektir. Sendikalı işçi arkadaşımız bu mantıkla hareket edecek, sendikasız işçi arkadaşımız bu mantıkla hareket edecek, güvencesiz arkadaşımız bu mantıkla harekete edecek. O zaman bu odağın yaratılması bizim önümüzdeki temel bir problem. Çünkü bu platformun da, bugün yaptığınız bu organizasyonun da amacı bu. Biz ruhumuzu kaybettik, ruhumuzu arıyoruz. İşçi sınıfı neyini kaybetti, birliğini kaybetti. Burada aranan ne? Birliğimizi arıyoruz. O birlik ruhumuzu açığa çıkartmaya çalışıyoruz. Peki bu birlik ruhumuz nasıl açığa çıkacak? Problemlere ayrı cevap vermek zorundayız. O zaman sendikalı arkadaşım benim düşmanım değil, sendika da düşmanım değil. Güvencesiz işçi arkadaşım benim düşmanım değil. Benim omuzdaşım, yoldaşım, birlikte mücadele yürüttüğümüz arkadaş…
Bugün belki bu organik birliğimiz yok. O zaman öyle bir emek odağı yaratacağız ki, bu organik birliği kuracak. Bunu düşünmek zorundayız. Bunu nasıl yapabiliriz? Bunun yöntemlerini düşünmek zorundayız. Bunun da bazı somut gelişmeleri var. Şimdi bakalım, lokomotif bazı sektörler var. Nedir onlar? 2002-2006 rakamına göre metal sektörü şu anda en önde giden sektör, resmi rakamlara göre 650 bin çalışanı var. Daha önce inşaat sektörüydü, daha önce dokuma sektörüydü, bunlar geriledi. Metal sektörü önplana çıktı. Metal sektörü sınıf hareketinin en dinamik kesimidir. O zaman odağımız bellidir. Buradaki Kızıl Bayrakçı arkadaşlarımızın odağı bellidir. Metal sektörüne ağırlık koyacağız. Metal sektörü çünkü taşıyıcı bir güç. İşçi sınıfının lokomotif gücü.
İkinci bir nokta daha var. Spekülatif sermayenin yaygınlaşması ile birlikte parakende sektörü gelişiyor. Nedir onlar? Tansaş’tır, Gima’dır, Courfour’dur, Real’dir, Metro’dur. O zaman ikinci bir görevimiz daha var. Bir ayağımız metal sektöründe olacak, bir ayağımız parakende sektöründe olacak. Bu iki sektör işin taşıyıcı gücü.
Somut örnekle anlatayım bunu. DİSK’i DİSK yapan Maden-İş’tir. ‘70’li yıllarda taşıyıcı sektör maden sektörüdür ve metal sektörüdür. Maden-İş almıştır, DİSK’i bir yerden bir yere taşımıştır. O zaman sınıfın lokomotif gücü, taşıyıcı gücü Maden-İş’miş ve metal sektörüymüş. O zaman buna müdahale edilseydi, sınıfın yeniden yapılanmasını sağlayacak organizasyonları gündeme getirebilirdi. O zaman bugün metal ve parakende sektörüne ağırlık vereceğiz.
İkinci bir boyutumuz daha var. Sanayi bölgelerinin işçi yatakları, havzaları olduğunu belirtmiştik. O zaman sanayi bölgelerinde öyle bir şeyler yapacağız ki, mesela Gebze bu anlamda örnektir, son birkaç yıl içersinde inanılmaz bir sendikalaşma çabasında bulundular. Röportajlardan okuyabildiğim kadarıyla, bu arkadaşlar bir kere alt kimliklerini aşıyorlar. Üretim sürecinden kaynaklanan bir kimlikleri var, işçi olmak kimliği. Aleviliği, Sünniliği, Kürtlüğü, Lazlığı, Çerkezliği, etnik, siyasi alt kimlikleri aşıyorlar, üst kimlikte hareket ediyorlar. Bir bunu başarmışlar Gebze’deki arkadaşlarımız. Diğer taraftan sendikalara örgütlü gidiyorlar, sendikalarda örgütlenmiyorlar. Sendikalara giderken örgütlü gidiyorlar. Bir de bunu başarmışlar. Ondan sonra şiarları şu; sendika biziz. Orada inanılmaz çalışmalar oldu, 6-7 tane başarılı gelişme var.
Diğer taraftan metal sektöründe özellikle son toplusözleşme dönemi son derece sert geçti. Neden sert geçti? Çünkü metal işvereni sınıf bilinci olan bir işveren. Ben burada Türk-Metal ile metal sektörünü organize edebilirim diye düşündü ve kırdı mücadeleyi. Bu anlamda da düşünmek gerekiyor. Metal sektörü yapısal önemde bir sektör.
Özellikle parakende ve metal sektöründe hayatın içine girebilirsek bir şeyler yaratabiliyoruz. Anlatmak istediğim çok somut bir şey. Rus devrimine baktığınızda da onu görürsünüz, diğer devrimci mücadele deneyimlerine baktığınızda da onu görürsünüz. Nedir o? Taban örgütlenmeleri. Sovyetler’e mi bakmak istiyorsunuz; 1896’lardaki ‘97’lerdeki grev komitelerine, dayanışma komitelerine bakacaksınız, eğer Sovyet gibi bir düşünceniz varsa. Bugün Kızıl Bayrak taban örgütlenmelerini tartışıyor. Bence yeterli değil. Şundan dolayı yeterli değil. Bunu şiar haline getirmek gerekiyor. Taban örgütlenmelerini aslında öyle bir yapı ki, sınıfı sınıf kimliğine kavuşturan, sınıfı bir yerden alıp bir yere taşıyan bir yapı.
Bugün bunu bir slogan, bir ajitasyon olmaktan çıkartıp hayatın içinde örgütlemek zorundayız. Peki bu neyi yaratıyor? Taban örgütlenmelerinin bir bağlamda çok vektörlü özelliği var. Mesela taban örgütlenmeleri toplusözleşme komiteleri şeklinde de kendini gösterebilir. Örneğin yakın dönemde metal sektöründe toplusözleşme süreci vardı, burada bir sınıf inisiyatifi mi yaratmaya çalışıyoruz, işte oradaki taban örgütlenmesinin adı toplusözleşme komitesidir. Yarın bir yerde grev mi olacak, oradaki taban örgütlenmesinin adı grev komitesidir. Diğer taraftan bir sendikalaşma çabamız mı var, oradaki taban örgütlenmesinin adı sendikalaşma komitesidir. Diğer taraftan sendikalaşma anlamında alt yapısı olmayan bir yer var, orada tabandan kuracağımız örgütlenmenin adı işçi komitesidir. Bu anlattığım çok vektörlü, çok yönelimli, çok atıl da olabilir, ama burada amaçlanan işçi sınıfının kolektif gücünü açığa çıkartmaktır. Taban örgütlenmesinin en önemli başarısı burasıdır. Yani bizim birlik ruhumuzu güçlendiren, kolektif gücümüzü açığa çıkartan bir özelliği var. Taban örgütlenmeleri birlik ruhunu aşılayan örgütlenmelerdir. Bu ne demektir? Bu, hayatın her alanında birlik ruhunu aşılayan demektir. Ne yapacaktık biz? Hayatın her alanını, yaşadığımız alanı, çalıştığımız alanı, boş zamanlarımızı örgütleyecektik. O zaman taban örgütlenmesi çabası birlik ruhunu aşılayan bir çaba oluyor.
İkinci nokta, taban örgütlenmesi sıradan bir işçinin yıkıcı ve yeniden yapıcı gücünü ortaya çıkartır. Bunun somut bir örneği var. Hayatımda beni çok etkileyen bir örnektir bu. 15-16 Haziran başlıyor. Topkapı’dan işçiler yürüyor. Geldikleri yer İstanbul Valiliğinin önü. Valiliğin önünde tanklar sıralanmış. O sırada bizim işçi arkadaşlarımız, tankların paletleri hareket ederken, sanki çelik bir el gibi tankların paletine sarılıyorlar. O sırada tank duruyor. Oradan sıradan bir işçi arkadaşımız, bayan bir arkadaşımız, diyor ki, hadi valiliği işgal edelim. Şimdi bu ne demektir? Dün makine tezgahında çalışan bir arkadaşımızdı bu. Sessiz sakindi, patrondan korkuyordu, tedirgindi. Yürüdü, 15-16 Haziran patladı. Yürüyerek yapabileceğini öğrendi ve bu devletin özü olan valiliği işgal edelim diyebilecek noktaya geldi.
O zaman bir çıkarsama yapıyoruz; taban örgütlenmesi demek ki sıradan bir işçinin yıkıcı gücünü açığa çıkartabilir. Sonra taban örgütlenmesi yapabilme gücünü açığa çıkartabilir. Bugün bizim en eksik bıraktığımız nokta bu; yapabilir miyiz, muktedir olma gücümüz var mı? Bu iş bize düşer mi? Hayır ben bu işi başaramam düşüncesi… Yanımızdaki işçinin başına bir iş geldiğinde, bana ne dememizin, sessiz kalmamızın nedeni bu. Patron baskı yaptığında sessiz kalmamızın nedeni bu. O zaman taban örgütlenmesi neyi yaratıyor; yapabilme gücünü yaratıyor. Biraz evvel anlattığım olayda olduğu gibi, taban örgütlenmesi işçi sınıfını gücünün farkına vardırtıyor.
Şöyle düşünün. Burada yüzlerce arkadaşımız var. Yüzlerce arkadaşımızı tek başına düşündüğümüzde, işçi Ali, işçi Ahmet, işçi Zeynep, işçi Mehmet diye düşündüğümüzde bunun çok fazla bir anlamı yok. Hep verdiğim bir örnektir bu, bunlar su damlacağı. Evet su damlacığı gibi aparı, tertemiz ama, işten atılmaktan korkuyor işçi Ahmet, işçi Ali… Ama aynı arkadaşlarımız, işçi Aliler, işçi Ahmetler, işçi Zeynepler birleşince ne oluyor? O zaman sele dönüşüyor. Çünkü biliyoruz ki sel milyonlarca su damlacığının biraraya gelmesinden oluşuyor. O zaman taban örgütlenmeleri bize neyi gösteriyor? Sen güçsüz değilsin diyor, yeter ki birleş! Birleşirsen sel gücüne sahip olacaksın diyor. Herşeyden önce taban örgütlenmeleri bize şunu hatırlatıyor. Patronun karşısında sessiziz, işten atılmaktan korkuyoruz ya, Gregor Samsa gibi kendimizi böcek gibi hissediyoruz ya, bu taban örgütlenmesi şunu söylüyor; sen onurlu bir işçisin, sen böcek değilsin, bu kapitalizm seni ezemez. Dimdik ayakta durabilirsin, işçi arkadaşlarınla birlikte hareket ettiğinde. Taban örgütlenmelerinin bir boyutu da bu.
Teorik boyutta bu işi ifade edersek, taban örgütlenmeleri sınıfın kendi sınıf kimliğinin ortaya çıktığı organizasyonlardır. Kendi sınıf olma bilincinin ortaya çıktığı organizasyonlardır. Aynı zamanda emeğin yaratıcı gücünün ortaya çıktığı organizasyonlardır.
Bu anlattığım genel şeyleri nasıl somutlayacağız? Somut olarak şöyle. Organize sanayi bölgesinde çalışıyoruz. Tepkiliyiz patrona, ama yanımızdaki arkadaşımızla konuşma şansımız yok. Yanımızdaki arkadaşlarla örgütlenme şansımız yok. Öfkeleniyoruz. Çay vaktinde öfkeleniyoruz, sigara içme vaktinde öfkeleniyoruz. Ama ne yapabileceğiz konuşmuyoruz. Bu noktada, bir işçinin formülasyonu olan üzüm salkımı örgütlenmesinden söz edeceğim. Üzüm salkımını hepiniz biliyorsunuz. Üzüm salkımınından dallar çıkar, o dallarda da üzümler vardır. Atölyelerin her birini üzümün dalları, onları biraraya getirenin de bu üzümün salkımı olduğunu düşünün. Atölyelerde neler yapacağız? Atölyelerde işçi komitesi kuracağız. Neydi işçi komitesi, bizim taban örgütlenmemizdi, bizi vareden, bizi kimlik sahibi yapan bir oluşumdu. Peki bunları nasıl organize edeceğiz? Üzüm salkımı anlamında eşgüdüm komitesi kuracağız. O salkım da eşgüdüm komitesi.
Bunları kurmak yeterli mi? Yeterli değil. Onlarca sektör var. Orada da bir fizibilite çıkaracağız. Bu sanayi bölgesinde en kritik işyeri hangisi? Mesela İMES’ten arkadaşlar burada, İMES’te Pacard’dır. Pacard önemli bir işyeridir. Eğer Pacard’ı sökerseniz gerisini de sökersiniz. Böyle kritik işyerlerini bulacağız. Bu kritik işyerlerinde mücadele edeceğiz. Amerikalı bir anarşist şöyle der, eğer siz kapitalizmin acıyan yerine vurmazsanız kapitalizm kendini yeniden yaratır, kendini yeniden güçlendirir. Bu bölgelerde işverenin acıyan yerini bileceksiniz. A işyeri mi, A işyerini vuracaksın.
‘68 İtalya işçi hareketinden de öğreneceğimiz bir şey var. İki tane grev tarzı geliştirmişler. Bir tanesi zincirleme grev, bir tanesi de satranç grev. İşçiler greve şöyle başlıyor. İşyerinde eylem başlıyor, bütün işyerine yansıyor. O zaman iki taktiğimiz var, satranç grevi. Satranç nedir, o organizasyonun beynidir. O zaman o satrançta şah matı oynayacağız. O sanayi bölgesindeki şahın ne olduğunu tespit edeceğiz. Ve o şahı mat etmeye çalışacağız. Mesela bir tanesi bu olabilir.
Öte yandan başkan Moldova vardır. Başkan Moldova der ki, kentler çelik çemberlerle yani varoşlarla çevrilmiştir. O zaman biz organize sanayi bölgesinde örgütlenme faaliyetimizi yaparken yaşadığımız bir alan var. O çelik çemberler. O zaman bir ayağımız işyerinde olacak, bir ayağımızda kendi yaşadığımız alanda olacak. Yani teşkilatı da böyle kurmaya çalışacağız.
Ben bütün anlattıklarımı şöyle toparlamak istiyorum. Bu toparlanmaya da nar örgütlenmesi adı veriyorum. Herkesin narın nasıl bir şey olduğunu bilir. Nar nasıl bir şeydir; çarşıdan alırsınız bir tane eve gelirsiniz bin tane. Hiç dikkat ettiniz mi nara? Narın her tanesinde bir çekirdek vardır, öyle değil mi? O içindeki organizasyona bağlıdır, yani biraraya getiren, birarada tutan şeye bağlıdır. Arkasında bir kabuk vardır. Temel örgütlenme şeklimiz böyle olmalıdır. Her atölyeye taban örgütlenmesi yapacağız. Neydi o taban örgütlenmesi, narın çekirdeği. Peki eve geliyoruz bin tane, yani biz binlerceyiz. Kime karşı tek kişi olacağız? İşverene karşı. Orada tek kişi olacağız. Peki kabuğumuz ne olacak? Bizim örgütlenme biçimimiz olacak, örgütlenme gücümüz olacak. Yapılması gerekenlerden biri de nar örgütlenmesi. Unutmayın diye söylüyorum, narın rengi kızıldır. Bu da çok önemlidir.
Değer verdiğim marksistlerden biri diyor ki; yitirilen haklara, sendikal hareketin çözülmesine, işsizliğe karşı militan bir mücadele gerekiyor. Şu an yaşadığımız duruma karşı militan bir mücadele gerekiyor. Bugün yapmamız gereken savunma, bir dahaki kriz geldiğinde hücuma dönüşebilir. Yepyeni politik olanaklara yolaçabilir. O zaman bugün yapılması gereken militanca savunmadır. Neyle gerçekleştireceğiz bunu? Aynı nar örgütlenmesi gibi çekirdek yapılanmamızı, taban örgütlenmemizi kurarak. Ne zamana kadar? Krizin açığa çıktığı zamana kadar, salkım dönemine kadar…
Son olarak; çok beğendiğim Asaf Halet Çelebi’nin işsizlik konusunda çok güzel şiirleri vardır. Onun, işçi sınıfını anlatan çok beğendiğim bir dizesiyle bitirmek istiyorum. Koskoca bir ağaç görüyorum bu ufacık tohumda, der. Ben de diyorum ki; ufacık bir tohum görüyorum ama koskaca bir ağaç tadında biliyorum.
Teşekkür ederim…