Gazetede yazının başına oturduğum anda, Yazı İşleri Müdürü Cevdet Aşkın, "Ne olacak Irak'ın durumu, ülkede yönetici kalmadı" diye sordu.
Ve devam etti: "Celal Talabani, Amman'da hastaneye kaldırıldı; Şii Cumhurbaşkanı Yardımcısı'na suikast yapılmış, 10 kişi ölmüş. O da yaralıymış…"
Bu diyaloğun yer aldığı andan üç saat önce, Celal Talabani'nin Amman'dan Ankara'daki temsilcisini aradığını, telefonda bilinen kişiliğine uygun, şakalar yaptığını; ertesi gün (bugün) hastaneden çıkacağını ve bir hafta sonra Irak'a geri döneceğini söylediğini biliyordum. Talabani'nin, -doğru mu bilmiyorum- Amman'daki hastanenin bulgularına göre sinüzitten gayri, ciddiye alınacak bir sağlık sorunu yokmuş.
Bana aktarılan bilgide, asıl diğer konu "şok" etkisi yaratacak cinstendi. "Adil Abdülmehdi mi" diye sordum, "Şii Cumhurbaşkanı Yardımcısı o. Geçen hafta Ankara'ya gelmişti. O mu? Nasıl olur? Daha dün kendisiyle telefonda konuştum…"
Hemen haber taraması yaptım. Oymuş. Elinden ve bacağından hafif yaralanmış. Evine gittikten sonra hastaneye götürmüşler. Hastanelik bir durum olmadığına hükmettikten sonra kısa sürede "taburcu" etmişler.
Adil Abdülmehdi, benim 1980'li yılların başında Beyrut'ta, 1980'lerin ortalarında Fransa'da, birlikte uzun zaman harcadığım çok eski arkadaşım. Geçen haftaki Ankara ziyaretinde ben yurtdışında olduğum için buluşamamıştık. Ankara'ya gelince, beni aramış ve bulamamış. Pazar günü ben onu aradım, konuştuk. Ankara'daki temaslarını, ne zaman ne şekilde görüşebileceğimizi konuştuk. 24 saat sonra "suikast yapılmış, yaralıymış" haberini aldığınızda, ister istemez, bir tuhaf oluyorsunuz.
Neyse ki, birkaç önemsiz sıyrıkla, kendisine yönelik saldırıyı atlatmış. Beklemediği, şaşıracağı bir şey olmamalı. Önceki yıl, bir Amerikalı gazeteciye mülakat verdiği sırada, bir suikast sonucu kardeşinin öldüğü haberini almış, Irak'ta şiddet ortamında yaşayan birisi o. Elimine edilmesi, sadece Irak açısından değil, Türkiye'nin Irak'a yönelik çıkarları açısından da önemli bir boşluk yaratırdı. Adil Abdülmehdi, Irak üst yönetiminde, dış dünyayı en iyi kavrayan, bu kavrayışı içinde Türkiye'yi "özel" bir yere oturtan, Şii kimliği nedeniyle ülkenin en güçlü Şii örgütünün liderinin hemen altında "iki numaralı" konumda bulunmasından gayri, Şii şahsiyetler arasında Kürt liderleri ve bu arada Celal Talabani ile en iyi ve güvenilir ilişkilere sahip lider.
Türkiye'nin Kürt liderlerle "diyalog" sıkıntısı ve "Kerkük dosyası" düşünüldüğünde, işlevsel bir "köprü" rolünü şu dönemde ondan daha iyi oynayacak kimse yok. Bu arada, Kerkük konusunda, esas itibariyle Türkiye'nin tezinden farklı düşünmediğini de kaydedelim.
Yöntem konusunda ise farklı. Nitekim, Ankara'daki temaslarında, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül gibi muhataplarına, her iki Kürt lideriyle -Celal Talabani ve Mesut Barzani- görüşülmesinin herkes için yararlı olacağı telkinini yaptığını biliyorum.
Türkiye'nin Kürt liderleriyle görüşmesi gerektiği veya gerekmediği, son günlerde, adeta bir "anket formu"na dönüştü; "görüşülmeli" diyenler, "görüşülmemeli" diyenler… "Görüşülmemeli" veya "Onlar PKK'yı destekliyor, görüşecek ne var? Ben, görüşmem, görüşmek isteyen görüşsün" diyenler arasında kayda alınması gerekenler ya hâlâ üniforması üzerinde askeri yetkililer veya emekli askerler.
Onların ağırlığı nedeniyle hükümet, görüşme eğilimindeyken geri bastı. Ardından Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Bildirisi'nde "görüşme yetkisi" elde etmiş gibisinden yorumlara imkân veren ifadeler çıktı. Çankaya'da Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanı sıfatıyla oturdukça, Irak Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'ye gelmesinin söz konusu olmadığı belli. O gelemezken, Mesut Barzani ile "Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı" sıfatıyla Türkiye'de görüşmek hiç mümkün olamaz.
Peki, Bağdat'a ve Erbil'e giderek görüşülemez mi? Görüşülür tabii ama seçimlere doğru yol alan Türkiye'nin mevcut "siyasi iklimi"nde bunun yapılabileceği bile şüpheli. Gerçi, Tayyip Erdoğan'ın martın ikinci yarısında Bağdat'a gitme ihtimalinden söz ediliyor ama burada önemli olan bu isimlerin "Türkiye'ye gelebilir" olması. Ankara ve İstanbul hastanelerinde check-up kayıtları bulunan Celal Talabani'nin Süleymaniye'de rahatsızlanması üzerine, Ankara veya İstanbul yerine Amman'a uçurulması, Ankara siyasetinin ayıbı ve yıllar içinde nasıl zemin kaybettiğinin göstergesi sayılmalı.
Bu kişiler, hiç görüşülmemiş kişiler hiç değiller. On beş yılı aşkın süredir onlarla Türkiye'nin birçok yetkilisi burada Türkiye'de ve orada defalarca görüştüler. Görüşmeme hali, biri "Irak Cumhurbaşkanı", diğeri Irak'ta anayasal bir sıfat olarak "Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı" sıfatı elde ettikten sonra söz konusu oldu.
Dolayısıyla onlarla görüşmek, görüşülmüş olması bakımından özel bir önem taşımıyor. Önemli olan, Irak'taki mevcut statülerini ve sıfatlarını tanıyıp tanımamak. Irak'ın referandumdan geçmiş (bazı maddelerin tadilatı söz konusu olmakla birlikte) bir anayasası olan, federal nitelikle egemen bir devlet olduğunu kabul edip etmemek.
Irak'ı işgal etmiş olan Amerikan askeri gücünün orada bulunması, "hukuk açısı"ndan Irak'ın işgal altında, egemen bir devlet olmadığı anlamına gelmiyor. Talabani ve Barzani'yi Ankara'da kabul etmemek, başta ABD, tüm ülkelerin kendilerini mevcut sıfat ve statüleri içinde ağırlamalarını engellemiyor. Buna, başta "komşu ülkeler" dahil. Talabani, "Irak Cumhurbaşkanı" olarak Tahran'a, Şam'a ve şu anda bulunduğu Amman'a gitti. Mesut Barzani, mevcut sıfatı ile Beyaz Saray'dan Vatikan'a uzanan yelpazede kabul gördü.
Türkiye'nin benimsediği veya hükümetin içinden çıkamadığı kalıp, Türkiye'ye "Ortadoğu manevra alanı"nda yıllarca "siyaset ve diplomasi felci"ne neden olmuş bir tavır. Bir eski MGK Genel Sekreteri, emekli Orgeneral, "Barzani ile devlet adına niye görüşülemez" sorusuna "Çünkü sizin kırmızı çizginiz, Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması. Hal böyleyken siz bölünmüş Irak'ı muhatap almazsınız, Irak'ı muhatap alırsınız" diyebiliyor.
Bu mantık, "Federal Irak"ı "bölünmüş Irak" görmek, federalizmi, bölünme ile "eşanlamlı" saymak demek. Oysa, AB, Irak'ta federalizmden yana; dünyada 100'ün üzerinde bölünmemiş ama federal ülke var. Bunların önemli bölümü, Türkiye'nin müttefiki.
Kaldı ki, "Irak'ı muhatap aldığınız" vakit, Irak'ın Devlet Başkanı'nı muhatap almıyorsunuz.
Niçin?
Bunun tek cevabı var: Kürt olduğu için!
Eğer, Irak Cumhurbaşkanı bir Kürt, Celal Talabani olmasaydı, Irak Cumhurbaşkanı, muhatap alınmayacak mıydı? Bunca yıl, insanlığa karşı suç işlemiş Saddam Hüseyin'i muhatap almadı mı Ankara?
Dahası, Irak'ın Şii Arap Cumhurbaşkanı Yardımcısı da Ankara'ya gelip, Türk yetkililere, Irak'ın Kürt liderlerin muhatap alınması telkinini yaptıktan sonra, bu yaklaşımın iler tutar bir tarafı var mı?
Bu tavır ve bu yaklaşımla PKK'ya ve Kerkük'e ilişkin Ankara politikasının sonuç verebilmesi mümkün mü?
"Kürt karşıtlığı" her yanından sırıtan bir tavırla Ankara'nın Irak'ta yol alabilmesi mümkün olmadığı gibi, Türkiye'nin iç dengelerinin de usturuplu biçimde korunabileceğinden kaygı duymak gerekir…
(Referans, 27 Şubat '07)