0 0
Read Time:18 Minute, 23 Second

Kürdistan'a gelince…..Yeni Irak Anayasasının 113. maddesi gereğince "Kürdistan bölgesi ile bu bölgenin federal ve bölgesel makamları" Anayasanın yürürlüğü ile birlikte tüm Irak halkı tarafından kabul edilmiş ve anayasal güvenceye bağlanmıştır.

 Yine Anayasanın 138. maddesi gereğince Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra da geçerli olacak olan 8 Mart 2004 tarihli Geçiş Dönemi Yönetim Yasasının 53/A maddesi, Kürdistan Bölgesel Hükümetini Duhok, Erbil, Süleymaniye, Kerkük, Diyala ve Neneveh illerinden oluşan toprakların resmi hükümeti olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Federal Kürdistan ile Bölge Başkanlığı, Meclisi, Hükümeti ve diğer kurumlarından oluşan Kürdistan Bölge Yönetimi meşruiyetini halkın % 80'i tarafından onaylanmış Irak Anayasasından almaktadır…"

ULUSLAR ARASI HUKUK ÇERÇEVESİNDE KERKÜK VE FEDERE KÜRDİSTAN BÖLGESİNİN STATÜSÜ -TÜRKİYE'NİN MÜDAHALE SENARYOLARI-

Av. Şehmus ÜLEK
*MAZLUMDER Eski Gn. Bşk. Yrd. 03 Mart 2007

Sunumumda Kerkük'ün statüsü, Türk Devletinin Irak ve Güney Kürdistan politikası, müdahale söylemleri ile Türk yetkililerinin bu konulardaki argümanlarını uluslar arası hukuk ve uluslar arası sözleşmeler çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağım.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor. Türkiye ile Irak'ın mevcut sınırı, 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, Irak ve mandatör olarak İngiltere arasında imzalanmış antlaşma ile belirlenmiştir. Daha sonra Irak Krallığı 30 Mayıs 1930 tarihinde "Irakta manda rejiminin bittiğini" ilan eden bir bildiri yayımlamış; bunun üzerine 16 Ağustos 1932 tarihli memorandumla Irak, bağımsız bir devlet olarak Milletler Cemiyeti'ne kabul edilerek bugünkü sınırları uluslararası garanti altına alınmıştır.

Irak'ta 2003 yılında fiili bir işgal yaşanmış ise de BM Güvenlik Konseyinin 8 Haziran 2004 tarihinde oybirliği ile aldığı bir karar gereğince "Irak'ta egemenlik 30 Haziran 2004 tarihinde Iraklılara devredilmiş ve barışın sağlanması için ABD önderliğindeki bir güce yetki verilmiştir." Burada da yine güçlünün hukuku belirleyici olmuş; ABD işgali, uluslar arası hukuk açısından meşrulaştırılmıştır. Yani bugün ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri BM Güvenlik Konseyi kararına dayanılarak Irak'ta bulunuyorlar. Dolayısıyla Irak'ın uluslar arası hukuk açısından bugünkü statüsü, "Birleşmiş Milletlere üye egemen bir devlet" olarak ifade edilmektedir.

Kürdistan'a gelince…..
Yeni Irak Anayasasının 113. maddesi gereğince "Kürdistan bölgesi ile bu bölgenin federal ve bölgesel makamları" Anayasanın yürürlüğü ile birlikte tüm Irak halkı tarafından kabul edilmiş ve anayasal güvenceye bağlanmıştır. Yine Anayasanın 138. maddesi gereğince Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra da geçerli olacak olan 8 Mart 2004 tarihli Geçiş Dönemi Yönetim Yasasının 53/A maddesi, Kürdistan Bölgesel Hükümetini Duhok, Erbil, Süleymaniye, Kerkük, Diyala ve Neneveh illerinden oluşan toprakların resmi hükümeti olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Federal Kürdistan ile Bölge Başkanlığı, Meclisi, Hükümeti ve diğer kurumlarından oluşan Kürdistan Bölge Yönetimi meşruiyetini halkın % 80'i tarafından onaylanmış Irak Anayasasından almaktadır.

Ancak Anayasasında Hukuk Devleti olduğunu söyleyen Türkiye yöneticileri bu hukuki gerçeği bir türlü kabullenemiyorlar. Geçen gün NTV'de yayınlanan Sayın Mesut Barzani ile yapılmış bir röportajdaki beyanları dengelemek amacıyla yapıldığı izlenimi veren bir program da CNN Türk'te Türkiye Başbakanı Sayın ERDOĞAN ile yapıldı. Biz Sayın Başbakanı geçmişte tanık olduğumuz "ananı al git", "gözlerini toprak doyursun" ve benzeri insani nezaketle pek de bağdaşmayan söylemi ile tanıyoruz. Sayın Başbakan bu programda da siyasi ve diplomatik nezaket konusunda Kasımpaşalılığından örnekler sunuyordu. Hukuki pozisyonu Kürdistan Bölge Başkanı olan Sayın Barzani'nin "Kürdistan" ifadesi kullanmış olmasına tepki gösteriyor; "Türkiye olarak, bizim kalkıp da Kürdistan mürdistan bu tür şeyleri kabullenmemiz mümkün mü?" diyordu. Kabulleneceksiniz Sayın Başbakan. Dünya kabulleniyor, siz de kabulleneceksiniz. Kaldı ki ikide bir "Türkiye büyük devlettir" diyorsunuz. Tarihi ve hukuki gerçekleri inkar eden bu tutumunuz diplomatik nezaketle bağdaşmadığı gibi büyük devlet yöneticilerine de yakışmıyor. Anlaşılan o ki Türk Devletinin Yöneticilerinin kısmen de olsa gerçekleri söylemeleri için, ancak darbe lideri Kenan EVREN gibi yaşlanıp emekli olmaları gerekiyor. Belki de o zaman gerçekleri ifade etmelerine izin veriliyor.

Evet, tekrar konuya dönersek; Kerkük'ün statüsüne de göz atmakta yarar var. Kerkük'ün statüsü, Irak Anayasasının 140. maddesi gereğince 31 Aralık 2007 tarihine kadar yapılacak referandum ile belirlenecektir. Bundan önce yine Anayasa gereğince Kerkük'te koşulların normale dönüştürülmesi, nüfus sayımı, orada yaşayan insanların iradelerinin belirlenmesine yönelik halk oylaması yapılması gerekmektedir. Normalleşmeden kasıt önceki yönetim döneminde yerinden edilenlerin geri dönmelerinin sağlanması, yine önceki yönetim zamanında buraya yerleştirilenlerin geldikleri yerlere geri gönderilmeleri, tazminat ödenmesi ve benzeri düzenlemelerdir. Bu süreç işleyecektir. Anayasanın gereği olan budur. Türkiye'nin süreci uzatmaya yönelik çabalarının da sonuç vereceğini zannetmiyorum.

Kerkük'ün Kürtler için önemi, sunum yaptığım konunun dışında kaldığından ben o konuya girmeyeceğim. Ancak Kürdistan'ın her parçasındaki Kürtlerin Kerkük'e ilgisi bağlamında "aidiyet" konusuna değinmeden geçemeyeceğim. Kürtlerin Kerkük'e ilgi göstermelerinden daha doğal bir şey olamaz. Nüfusunun yarısına yakını Kürtlerden oluşan Türkiye'nin yöneticileri her fırsatta Kıbrıs, Bulgaristan, Batı Trakya Türkleri, Irak'taki Türkmenlerle soydaşlık temelinde aidiyet geliştirirken; nedense sömürgeciler tarafından saçma bir sınırla ayrılmış Kuzey ve Güney Kürtleri arasındaki benzer bir aidiyete korkunç tepki gösteriyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Kürdistan'ın tarihi ve doğal bir parçası olan Kerkük ile Kürtlerin ilgilenmesi yadırganacak; ama Kerkük Türklerin kırmızı çizgisi olacak. Sayın Hilmi AYDOĞDU'nun "Kerkük ile Diyarbekir'i özdeşleştiren" açıklaması, Türklerin her kesiminden tepki aldı. Oysa Kürtlerin de vatandaşı oldukları Türkiye Devletinin yöneticileri, adına Türki Cumhuriyetler denen ülkelerle "Türk Dünyası" temelli stratejik ittifaklar geliştiriyor, bu ülkelerin devlet başkanı ve başbakan düzeyinde temsil edildikleri, Türklerin bütünleşmesine yönelik Türk Dünyası Kurultaylarında her sene çekiçle örs dövüyorlar… Geçen sene Mayıs ayında Sayın Tayip ERDOĞAN Antalya'da örse çekiçle vuruyordu. Türklerin dünyanın diğer bölgelerindeki Türklerle aidiyet bağları geliştirmeleri problem olmuyor ama Kürtlere gelince yasak….. Her halk kendi ulusal çıkarlarını, birliğini öncelerken, Kürtler neden bundan mahrum bırakılsın? Yok öyle yağma. Türklerin atasözü ile söyleyeyim: Geçti Bor'un pazarı… Mam Celal daha 1999 yılında Londra'da şunları söylüyordu: "Sevr'de ihanete uğradık. Dünyada devleti olmayan en büyük halkız. Ama artık Kürt cini lambadan çıktı." (Milliyet Gazetesi, 11 Şubat 1999) Son yüzyılda Kürlerin uğradığı mağduriyetten sonra, tüm diğer halklar gibi Kürtlerin de kendi vatanlarında, ulusal haklarına sahip olarak birlik ve barış içerisinde yaşamalarını kimse çok görmemelidir.

Şimdi de "PKK'nin silahlı birimlerinin Güney Kürdistan'da konuşlanmış olması, Kerkük'ün statüsü ile ilgili işleyen süreç ve bunun Bağımsız Kürdistan'a zemin hazırlayacağı" gerekçeleri veya bahaneleri ileri sürülerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin Güney Kürdistan'a müdahale etmesi gerektiğine ilişkin planları uluslar arası hukuk açısından değerlendirmeye çalışalım.

Birleşmiş Milletler'in çatısı altında kurulu hukuk düzeni, devletlerin egemen eşitliği ilkesine ve genel şiddet yasağına dayanmaktadır ve bu bağlamda BM Anlaşması'nın 2. maddesi sadece savaşı değil, devletler arasındaki her türlü şiddet kullanımını yasaklamaktadır. Bu genel kural yanında Birleşmiş Milletler Anlaşması'nın 51. maddesi, silahlı bir saldırı halinde, saldırıya uğrayan devletin doğal bir hakkı olarak bireysel ya da kollektif bir meşru savunma durumunu düzenlemektedir. Şiddet yasağının bir istisnasını oluşturan bu durum açısından saldırı kavramının tanımı büyük önem taşımaktadır. Çünkü herhangi bir saldırı olmaması halinde, meşru savunma hakkı da doğmayacaktır. BM Genel Kurulu'nun 14 Aralık 1974 tarihli 2319. oturumunda kabul ettiği 3314 sayılı "Saldırı Tanımı"nın 1. maddesinde saldırı, "bir devletin başka bir devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı ya da herhangi bir biçimde BM Anlaşması'na aykırı olarak silahlı kuvvet kullanımıdır".

Bu durumda meşru savunma hakkı, fiili olarak vuku bulmuş bir saldırı halinde doğacaktır; sadece bir saldırı tehdidi bu hakkın kullanılması için yeterli değildir. Yani önleyici nitelikteki meşru savunma hakkı Birleşmiş Milletler Anlaşması'nın 51. maddesinin kapsamına girmemektedir.

Meşru savunma hakkı, 51. maddeye göre, BM Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) dünya barışının yeniden inşası için önlemler almasıyla birlikte sona erer. Yani bu hak, BM'yi tamamen devredışı bırakan ve savaşı genel uluslararası hukuk kurallarının temel bir istisnası haline getiren bir hak değil, BM'nin derhal müdahale edememesi nedeniyle doğacak bir savunma boşluğunun giderilmesini mümkün kılmak için getirilmiş ara bir düzenlemedir. (Dr. Ece GÖZTEPE, SBF Dergisi, Cilt:59, Sayı 3, Yıl:2004)

Bir meşru müdafaa eyleminin gerçekten de meşru kabul edilebilmesi için bazı koşullara uyulması gerekmektedir.

Bunlar:
1- Hukukilik: Müdahalenin pozitif hukuk dayanakları olmalıdır.
2- Zorunluluk: Derhal kuvvete başvurmaktan başka çare kalmamış olmalıdır.
3- Ölçülülük ya da orantılılık: Bu da kuvvet kullanmanın şiddet ve derecesi ile ilgilidir. Saldırının kapsamını aşan her türden tedbirin kendisi bir saldırı olarak kabul edilir.
4- Amacın sınırlı olması: Müdahale maruz kalınan saldırıyı def etmeye yönelik bir eylemin ötesine geçmemelidir.

Yine Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın "savaş hali ilanı ve kuvvet kullanılmasına izin verme" başlıklı 92. maddesinde yer alan "Milletlerarası hukukun meşru saydığı haller.." ifadesi ile de kuvvet kullanmaya karar verilmesi konusunda açıkça uluslar arası hukuka atıfta bulunulmuştur. TBMM, ancak uluslar arası hukukun meşru saydığı durumlarda kuvvet kullanılmasına izin verebilir. TBMM'nin uluslar arası hukuka aykırı bir kuvvet kullanma kararı Anayasa ihlali olacaktır.

Bu verilere göre mevcut koşullarda Türkiye'nin uluslararası hukuk çerçevesinde Güney Kürdistan'a meşru bir müdahalede bulunma olanağının olmadığını düşünüyorum. Ayrıca Güney Kürdistan'da ve Irak'ın diğer bölgelerinde BM Güvenlik Konseyinin barışı sağlamak üzere yetki verdiği askeri güçlerin varlığı dikkate alınırsa Türkiye'nin bu bölgeye müdahalesi, aynı zamanda BM'nin Irak'ta barışı sağlama amacını ortadan kaldırmaya yönelik bir saldırı olacaktır.

Buna rağmen müdahale edemez mi? Gücü varsa, uluslar arası kamuoyunu karşısına alabiliyorsa, uluslar arası hukuka göre suçlu bir ülke olmayı kabulleniyorsa müdahale edebilir. Yalnız o zaman Irak'ın ve Kürtlerin de saldırıyı defetme, her tarafta meşru direnme hakkı doğacaktır.

BM antlaşmasına rağmen tek taraflı olarak bir çok müdahaleye dünya tanık oluyor. Nitekim İsrail ve ABD bugüne kadar uluslar arası hukuku hiçe sayan çok sayıda müdahalede bulunmuştur. Bu tür hukuka aykırı müdahalelerin temel sebeplerinden biri dünya sisteminde hukukun üstünlüğünün sağlanamamış olması, güçlünün hukukunun daha işlevsel olması; ikincisi ise başta BM olmak üzere uluslararası kurumların ve uluslararası hukukun işlev ve reflekslerinin zayıf olmasıdır.

Biraz önce değindiğim ve meşru müdafaa olarak nitelendirilen müdahale dışında bir devletin egemenlik hakkının ihlal edilebileceği bazı özel durumlar da söz konusudur ve bunlar da uluslararası hukukta tanımlanmıştır. Eğer bir devlet, kendi egemenlik sınırları içindeki insan haklarını ciddi biçimde ihlal ediyor veya var olan ihlalleri engelleyecek gücü kendinde bulamıyorsa ve bu durum ancak uluslararası bir müdahale ile aşılabilir ise o zaman uluslararası müdahale hakkı doğar. Böyle bir müdahale, yine Birleşmiş Milletler Hukuku çerçevesinde Güvenlik Konseyi kararı ile yapılabilir. Buna örnek olarak 1999 yılındaki NATO'nun Kosova Müdahalesi verilebilir. Bir devletin egemenlik duvarının aşılarak uluslararası müdahaleye maruz bırakılması ancak insani müdahale çerçevesinde açıklanmaktadır. Bunun dışında, bir devlet başka bir devleti kendi güvenliğine düşman olarak görüyor diye onun egemenlik hakkını, uluslararası meşruiyete dayanmaksızın, ihlal edemez. (Hakan ÇOPUR, www.ihh.org.tr)

İşte Türkiye'de kimi siyasetçiler ve stratejistler, "Kerkük'te demografik yapının değiştirildiğini, Türkmenlere yönelik etnik temizlik yapıldığını" ileri sürerek Türkiye'nin Türkmenler'e yönelik bir soykırımı önlemek için insani müdahale kapsamında bir müdahalede bulunabileceğini ileri sürmektedirler. Şüphesiz Türkmenlere veya başka bir etnik ve dinsel topluluğa karşı bu türden bir insanlık suçunun işlenmesi halinde Türkiye'nin de başka ülkelerin de bunu önlemek için müdahale etmeleri gerekir. Ancak Kerkük'te durum bu şekilde değildir. Özellikle de Kürtlerin bu tür bir uygulamada rol almaları veya kendi egemenlikleri altındaki bölgede soykırıma, etnik temizliğe göz yummalarına ihtimal bile verilemez. Çünkü son yüzyılda kendileri etnik temizlik olarak nitelenebilecek zorunlu göçettirmelere, soykırıma, onlarca katliama maruz kalmış mağdur bir halktır. "Kendileri soykırım kurbanı olan Kürtlerin başka etnik unsurlara karşı benzer muamelelerde bulunmalarının düşünülemeyeceği hususu" Federal Kürdistan Bölge yöneticileri tarafından da defalarca ifade edilmiştir.

Aksine batı medyasında Türkiye'nin Kerkük'te karışıklığa ve etnik çatışmalara sebep olacak provokasyonlara girişebileceğine dair haberler yer almaktadır. Daha geçenlerde Türkiye'nin ana muhalefet partisi genel başkanı Sayın Deniz BAYKAL, bir televizyon programında Kerkük'e askeri müdahale yerine "örtülü operasyonlar" yapılması gerektiğini söylüyordu. Türkiye Başbakanı Sayın ERDOĞAN devlet içerisinde çetelerin varlığını kabul ettiğine göre bu çetelerin Kerkük'te Kürt, Arap ve Türkmenlere yönelik provokasyon amaçlı kimi örtülü operasyonlar gerçekleştirmeleri muhtemeldir. Bu nedenle bu tür provokasyonlara karşı gerekli tedbirleri almak, öncelikle Federe Kürdistan Bölgesi güvenlik birimlerinin görevidir.

Türk Devletinin Güney Kürdistan'a müdahale senaryoları içerisinde kullanılan argümanlardan birisi de "PKK silahlı birimlerinin Güney Kürdistan'da konuşlanmış olması, oradan Türkiye toprakları içerisine girerek silahlı saldırılar yapmaları nedeniyle Türkiye'nin Kandil'deki PKK varlığına karşı askeri bir müdahale hakkı olduğu" şeklindedir. Uluslar arası hukuk açısından kendi sınır güvenliğini sağlamak öncelikle Türk Devletinin hak ve sorumluluğundadır. Yalnız PKK silahlı güçlerinin, bunların eğitim kamplarının Türkiye topraklarında da mevcut olduğu göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla PKK'nin Kandil'deki varlığı, Türkiye'nin Güney Kürdistan'a müdahalesinin inandırıcılıktan uzak basit bir bahanesidir sadece. Öyle ki PKK'nin silahlı gücü ve şiddete dayalı mücadelesi, Türk Devletinin asıl egemen unsuru olan silahlı güçlerinin Kürt/Kürdistan politikasında ellerinde bulundurdukları en önemli kozudur. Türk Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın ABD ziyareti sırasında PKK'nın siyasallaşmasını Türkiye için en büyük tehdit olarak değerlendiren açıklaması, bu konuda kendilerini ele vermektedir. Siyasallaşma neden tehdit olsun? Özellikle silah bırakılırsa ve şiddet mücadele yöntemi olmaktan çıkarılırsa siyasallaşma nasıl tehdit olur? Çünkü PKK'nin silah bırakması, Türk şahinlerinin Kürtlerin meşru hak taleplerini bastırmada kullandıkları şiddet bahanesini kaybetmelerine sebep olacaktır. Türk Genelkurmayının asıl korkusu da budur. Buna rağmen uluslar arası hukuk açısından değerlendirildiğinde, Türkiye'nin Kandil'e yönelik sınırlı bir müdahale de bulunması, Türkiye ile Irak ve Federe Kürdistan Hükümetleri arasında varılacak bir mutabakat çerçevesinde mümkün olabilir. Bu mutabakat sağlanmadan tek taraflı bir müdahale, Irak'ın egemenlik hakkının ihlali olmakla birlikte aynı zamanda BM'nin Irak'ta barışı sağlama amacını ortadan kaldırmaya yönelik bir müdahale olacaktır.

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz. Türk Devleti, artık Kürt gerçeği ile yüzleşmek zorundadır. İçeride Kürt'ü Türkleştirme projesi iflas etmiştir. Askeri çözümde ısrarın sonuç vermeyeceğini 80 yıllık pratik ispat etti. Türk Devleti, Güney Kürdistan'a ilişkin politikasını ise uluslar arası hukuk zeminine oturtmak suretiyle bölge barışına katkıda bulunmalıdır. Türkler, "Türkiye'nin hamiliğinde bir Federe Kürdistan, Benelux modeli, Tayvan modeli, v.b projelerle" Kürtlere yön tayin etme çabalarından da vazgeçmelidir. Bırakın Kürtler de kendi kaderleri üzerinde özgürce kendileri karar verebilsinler.

Bugün tarihlerinin en önemli dönemecinden geçmekte olan Kürtler, "gelecek perspektifinden yoksun oldukları, konjonktürü iyi okuyamadıkları, uluslar arası dengeleri lehlerine çeviremedikleri, kardeşlerinin ihanetine uğradıkları, v.b" üzerinde tartışılabilecek pek çok sebeple yirminci yüzyılı kaybettiler. Ancak bir yüzyıl daha kaybetme lüksleri yoktur. Hiçbir Kürt örgütü veya liderliği, Kürtlerin en ileri düzeydeki kolektif haklarını kullanmalarını zora sokacak şekilde Kürtlerin geleceği üzerine ipotek koyacak projeleri yaşama geçirme veya bu tür projelerin yaşama geçirilmesinde rol alma hakkına sahip değildir. Kürtler, özellikle kuzeyde maruz bırakıldıkları asimilasyon politikalarına karşı toplumsal düzeyde aidiyet bilincini geliştirdikleri; iç siyasal çatışmalardan (bıraküji) uzak durdukları; bölge ülkelerinin ve emperyal güçlerin hedeflerinin aracı olmaktan kaçındıkları taktirde 21. yüzyıl Kürtlerin kazanımları açısından önemli bir yüzyıl olacak; Kürtler de diğer medeni milletler gibi tarih sahnesinde hak ettikleri yeri alacaklardır. Kürtlerin bu sayede bölge barışında da garantör bir rol oynamaları kuvvetle muhtemeldir. Bu bilinçle hareket etmek, her düşünce ve inanç sahibi Kürdün öncelikli sorumluluğudur.

Not:KUDÇG'nun yasaklanan Kerkük Konferansının konuşmacılarından MAZLUMDER Eski Genel Başkan Yardımcısı Av. Şehmus ÜLEK'in, konferansta yapmayı düşündüğü konuşma….

http://www.rizgari.com/ sitesinden alınmıştır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter