Son dönemde gözlenen ve AB uyum süreci ile somut görüntüler olarak karşımıza çıkan bazı değişimler var. Bunlar özellikle mesleklerin tanımlanmasında alışıldık bazı duvarları yıkarak ilerliyor. Temelde meslekleri koruyan bu duvarlar yıkılarak bundan böyle büyük şirketlerin istediği gibi kullanacakları yeni bir alan yaratılıyor.
İşsizler ordusu ve kölece çalışma koşulları arasında yapılacak seçimler bundan böyle hepimizin geleceğini belirlerken, temel sorun haline gelecek.
Eğitimde Yaşanan Neo liberal dönüşümler
Mesleklerin yeniden yapılandırılması ile birlikte her meslek ve alanın eğitim süreci de dolaysız olarak bundan etkilenmektedir. Dünya Bankası'nın eski uzmanlarından Psacharopoulos'un "Yüksek eğitimin özel faydasının sosyal faydasından fazla olduğu ve bu anlamda bireysel olarak bu eğitim hizmetlerinden yararlanaların bu faydaların zahmetine (maliyetine) katlanmaları gerektiği" sözleri sermayenin dünya ölçüsünde bakışını ortaya koymak için oldukça yeterli olmakta. Yani eğitim hizmetinden yararlananlar bu hizmet karşılığında gelecekte bir kazanç elde edeceklerse eğitimin maliyetini bugünden ödemek zorundalar. Ancak yalnızca maliyetin eğitimin alınması esnasında yüklenilmesi yeterli olmuyor. Sürdürülecek meslek de eğitim gibi tümüyle pazarın ihtiyaçları doğrultusunda, onun kurallarıyla belirlenmeli…
Bunun yanında stajlar da eğitim alanındaki talan ve sömürü zincirine bir halka daha ekliyorlar. Stajyerlerin ucuz ya da ücretsiz emeğinden azami sömürü ve kar elde etmek üzere staj sistemleri de yeniden yapılandırılmaktadır. Liselerde, MYO'larda gerek eğitim sürecinde gerekse staj sürecinde öğrencilerin emekleri tam anlamıyla çıplak sömürüye maruz kalmaktadır. Okullar kendi bünyelerinde çeşitli sermaye gruplarınca işletilmek üzere atölyeler ve döner sermaye işletmeleri açıp, çırak ve stajyer işçi pazarlayarak maddi kaynak oluşturabilmektedirler. Sermaye sınıfı da kârlarının bir bölümünü hizmetlerinin karşılığı olarak okul idarelerine aktarmaktadırlar. Sermaye sözcülerinin son dönemlerde meslek liselerini "memleket meselesi" olarak görmeleri ve bu doğrultuda vermeyi planladıkları "Staj destekli meslek lisesi bursları" bu alanlara yönelik saldırıların yalın örnekleridir.
Staj konusunda, MYO ve liselerde yaşananlara paralel olarak, lisans düzeyinde ve başka meslek disiplinlerinde de benzer durumlar yaşanmaktadır. Burada stajyer avukatlık aynı zamanda meslek ve alanların neo-liberal politikalar ekseninde yeniden yapılandırılmasına da temel örneklerden biri olmaktadır.
Neoliberal yeniden yapılandırmanın somut sonuçları
Mesleklerdeki yeniden yapılandırma başta avukatlık ve mühendislik-mimarlık olmak üzere taşımacılığa kadar birçok alanı içine almaktadır. Geçtiğimiz aylarda, 21 Eylül'de, mecliste kabul edilen "Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu"ndan tabiplik, diş hekimliği, hemşirelik, ebelik, eczacılık, veterinerlik, mühendislik ve mimarlık meslekleri ile en az lisans düzeyinde öğrenimi gerektiren ve mesleğe giriş şartları kanunla düzenlenmiş olan meslekler çıkarılarak oluşması muhtemel tepki biraz olsun azaltılmak istenmektedir. Ancak temelde yönelim hiç değişmemiştir. Bugüne kadar yapılan müdahalelerin meslek ve alanlarda yarattığı ve yaratacağı sonuçlar şimdiden çok net bir biçimde görülmektedir. Şu ana dek karşılaştığımız stajyer avukatlık ve aile hekimliği gibi birçok uygulama ile Yetkin Mühendislik tartışmaları, öncelikle buraların temel alınarak, tüm meslek ve alanlarda bir yeniden yapılandırmaya gitmek istendiğini bizlere açıkça göstermektedir.
Avukatlıkta yeniden yapılandırma ve yönüşümler: Stajyer avukatlık
2001 yılında AB süreci ile paralel olarak Avukatlık Kanunu değiştirilmiş ve avukat olabilmenin koşulları arasına "avukatlık sınavında başarılı olabilme" şartı da eklenmiştir. Sınırlı da olsa verilen mücadele sonrasında ertelenen sınavın ilki 23 Aralık'ta yapılacak. Gerçi geçtiğimiz haftalarda meclise avukatlık sınavıyla ilgili bir kanun teklifi sunulmuştu. 8 Kasım itibariyle meclis adalet komisyonunda görüşülmeye alınan teklife göre değişecek olan tek şey sınavın tarihi. Teklifteki geçici madde olan "5 Ekim 2006 tarihinden önce hukuk fakültesi öğrencisi olanlar avukatlık sınavına girmezler" hükmüyle dört yıl daha bu sınavın yapılması ertelenmeye çalışılıyor. Ancak içerik ve saldırı tümüyle korunmakta. Teklif geçse de geçmese de sınava 6 kez girme hakkı bulunmakta. Bunun sonunda başarısızlığa uğrayan kimse bir daha sınava giremeyecek.
Her ne kadar diğer eğitim alanları gibi bir çok sıkıntı ve çarpıklık barındırsa da, analiz ve yorum içeren sınavlardan hemen sonra avukatlara ÖSYM tarafından test yöntemiyle sınav yapılması söz konusu.
Hazırlık süresinin ve sınav sayısının sınırlandırılması da uygulamayı hayata geçirenlerin aslında söylenegelen " mesleki kaliteyi arttırmak" türünden kaygıları olmadığını göstermekte. Burada da asıl kaygı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda buraları da dönüştürmek, buralardan azami derecede kar elde edebilmenin olanaklarını sağlamaktır.
Avukatlık sınavı bu meslek ve alanda tekelleşmeye giden yoldaki en temel adımı oluşturmakta. Bu süreçle beraber aynı zamanda "savunma hakkı" da metalaştırılmak istenmekte. Yanı sıra oluşturulmak istenen yeni avukatlık piyasasında ezici kapitalist rekabet kuralları uygulayarak avukatlığın kamusal niteliğini de zayıflatılmaya çalışılmaktadır. Tüm bunlarla beraber bu alanda tekelleşme ve meslek içi hiyerarşi- kastlaşma kaçınılmaz olacaktır.
Mühendislik-Mimarlıkta yeniden yapılandırma ve dönüşümler
Pazarın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmak istenen alan ve mesleklerin başında mimarlık-mühendislik de gelmektedir.
Bu alandaki dönüşümlerin en somut yansıması olarak karşımıza "Yetkin Mühendislik" saldırısı çıkmaktadır.
Yetkin Mühendislik tartışmaları- öncesi varolmakla birlikte- bilhassa 17 ağustos depreminden sonraki süreçte net olarak karşımıza çıkmaya başladı. Deprem ile açığa çıkan gerçekler genelde insanlığımızın özelde ise mühendislik etiğinin sorgulanmasını şart hale getirse de sorun üç-beş kişinin para hırsına kurban ettiklerini aşan bir kapsama sahip. Sorgulanması gereken meslek etiği olduğu halde sorun, alışılageldik bir şekilde kendi nedenselliğinden tamamen kopartılarak eksik verilen eğitime fatura edilmiş durumda. Benzer şeyleri Konya'da "durduk yere çöken bina" için veya raydan çıkan "hızlandırılmış tren" için de söyleyebiliriz.
Deprem sonrasında oluşan ortamdan birçok şekilde nemalanan egemenler için mühendislik alanında da dönüşümleri hayata geçirebilmek için bir fırsat oluşmuş oldu, neticede sorunlara çözüm olarak Yetkin Mühendislik ortaya atılmış oldu.
Son olarak da, saldırının en yalın ve somut hali olan, bunun yanında bundan sonra olacaklar açısından bize ışık tutan, İMO'nun hazırlamış olduğu ve 10 Eylül 2006 itibariyle Resmi Gazete'de yayınlanan Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği karşımızda durmakta.
Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği: Yetkin mühendislik
Yetkin Mühendislik'i öne sürenler "tüm ülkede kişiler ve toplum yararına hizmet eden çağdaş tekniklere ve etik ilkelerine uygun, üstün nitelikli ve güvenilir mühendislik hizmetlerinin sunulmasını ve bu hizmetlerle ilgili yanlış uygulamaların önlenmesini" amaçladıklarını söylüyorlar. Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği'nde de amaç "meslek bilgisi, deneyim birikimi ve etik anlayışıyla belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olan inşaat mühendislerinin tespitini ve belgelenmesini amaçlayan bir yetkin inşaat mühendisliği düzeninin oluşturulması ve bu düzenin işleyiş ilkelerini belirlemektir" diye belirtiliyor.
Üniversitede mühendislik eğitimine dair ne varsa tümden gözardı edildiği gibi "etik anlayışta belirli bir olgunluğa erişen mühendisler" de aynı zihniyet tarafından "çoktan seçmeli" bir şekilde aranmak isteniyor. Depremde çöken binaların sorumlusunun bilgisiz ve "yetkisiz" mühendisler değil de egemenlerin gözü dönmüş rant hırsı olduğu gerçeği bilinçli bir şekilde göz ardı ediliyor.
Yetkin İnşaat Mühendisi olabilmek için sıralanan koşullardan en dikkat çekeni şöyle; "…uzmanlık alanlarında, en az beş yıl süreyle, Yetkin Mühendis belgesine sahip mühendisler denetiminde gerçekleştirilmiş proje ve uygulama deneyimi sahibi olmak ve bu hizmetleri belgelemek." Yani yasa ile yeni mezun mühendislere belli bir süre yetkinlik belgesi olan mühendislerin yanında çalışma zorunluluğu getiriliyor. Yetkin mühendislik ve mimarlık yeni mezunları ucuz emek gücüne dönüştürürken üniversite eğitimi sonrasında mesleki yeterlik için belirli bir süre usta/çırak tarzında bir eğitim süreci dayatılıyor. Böylece bu süre içinde hiçbir imza yetkisi bulunmayan "yetkisiz mühendis" üzerinden açık bir sömürü alanı oluşacak. Bu noktada yanında çalışacağı yetkin mühendisimizin de çöken binalardan birinin projesine imza atmış veya hızlı trene onay vermiş olması da göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir ihtimal.
Madalyonun öbür yüzünde ise "Yetkin Mühendislerin" genç meslektaşlarını kendi işyerlerinde istihdam ederek 5 yıl süreyle eğitip, yetiştirmelerinin Türkiye koşullarında neredeyse imkânsız olduğu gerçeği görünmekte. Serbest çalışan eski mühendislerin büyük mühendislik firmaları karşısında kendilerini zor geçindirebildikleri ortamda bir de ücretli eleman çalıştırmaları düşünülemez. Ücret vermeden bordroda gösterdiklerini varsaysak bile vergi stopajı ve sigorta-prim ödemeleri büyük bir maddi külfet olacaktır. Böylece tuhaf bir durum ortaya çıkacak mühendis olabilmek için muhtemelen üste para vermek durumunda kalacağız. Yetkin Mühendislik yasasının öncülü "uzman mühendislik" (daha sonradan "uzman mühendislik" kavramı tüm metinlerde "yetkin mühendislik" ile değiştirildi) yasasının uygulamaya geçmesiyle uzmanlık belgesi gerektiren çalışma alanlarında bu aynen yaşanmıştır ve halen yaşanmaktadır.
İMO'nun yönetmeliğinde "Yetkin Mühendislik" sınavına dair düşündürücü maddeler de bulunuyor. Yönetmeliğin sınavı düzenleyen 8. maddesinde "Yazılı sınavlarda, temel ilke ve kavramların özümsenmiş olup olmadığını ve adayın mühendislik problemlerine genel yaklaşımını belirlemeye yönelik sorular sorulur. Çoktan seçmeli sorulardan oluşan sınavlar, Yetkin Mühendislik Kurulu tarafından oluşturulan sınav kurulları tarafından düzenlenir ve değerlendirilir." deniyor. Yetkinliği sınamak üzere yapılan bir sınavın tamamen genel bilgi ölçeceğini söylemek tam bir mantıksızlık örneği. Odaların işin en can alıcı bölümü olan sınavın içeriği konusundaki özensiz tutumu samimiyetlerini açıkça sorgulanır hale getiriyor.
Birçok ayrıntıyı içeren yasa tuhaftır ki kamu sektörünü es geçmektedir. Yeni mezun bir mühendisin kamu sektöründeki statüsü üzerine tek kelime bile edilmemektedir. Yasadan çıkan sonuç hiçbir yeni mezunun memur olamayacak böylece Türkiye'nin halen en büyük işvereni konumundaki Kamu sektörünün kapıları yeni mühendislere kapatılarak zaten kronikleşen işsizlik artacaktır. Yetkinlik belgesi olmayan mühendisler için "mühendis" olabilmenin tek adresini özel sektör olarak belirleyen yasa çizdiği çerçeve ile yönelimi açıkça ortaya koymaktadır.
Böylece bu müdahalerle birlikte mühendisler arasında statü farkı oluşacak, ucuz işgücü açığa çıkacak, küçük ölçekte iş yapan büroların kapanacak, mühendislik hizmetleri tekellerin eline geçecektir.
Mimarlık hakkında kanun tartışmaları
Mimarlık Hakkında Kanun Tasarısı Taslağının, maddelerine geçmeden önce, gerekçelendirilmesini tartışmaya açmak gerekiyor. Gerekçelendirme, kültürel kimlik değerlerden uzaklaşma, göç sonucunda sağlıksız gelişen kentleşme gibi belli sorunlar tespit edilerek başlıyor. Tüm bu tespit işleminden sonra ortaya konulan Kanun Taslağında ise düzenlemeler, sanki tüm bu sorunların kaynağı yeni mezun mimarlarmışçasına yapılıyor..
1999 Marmara Depremi göstermiştir ki, evlerin yıkılması hiç de yeni mezun mimar mühendislerin deneyimsizliği yüzünden olmamıştır. Yalova'da çöken binaların pek çoğunun yapımını üslenmiş olan Yüksel İnşaat'ın çalışanlarının, 15-20 yıllık, kariyer sahibi mimar mühendisler olması, şirketin danışmanının ODTÜ'nde profesör olması sorunun deneyim değil kar hırsı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer bir gerekçe, eğitim sisteminin yetersizliği buna bağlı olarak bu eğitim sisteminden çıkmış olanların bilgisizliği olarak gösterilmektedir. Eğitim sisteminin yetersizliği konusundaki tespit her ne kadar doğruysa da, buna çözüm olarak ortaya koyulan tasarının, bu yetersizliği meşru gösterdiğine ve bu yetersizliği ortadan kaldırmak yerine, üzerine yeni bir sistem inşa ederek açıklarını kapatmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Devlet üniversitelerine ayrılan bütçenin %5'in altında olduğu, 12 Eylül ve getirdiği YÖK düzeninin üniversiteleri bilimsellikten uzaklaştırdığı bir durumda, asıl müdahale edilecek yerin eğitim sisteminin kendisi olması gerekirken, bunun dışında yapılacak her uygulamanın eğitim sisteminin çürümüşlüğünün üzerini örtmek olacağının bilinmesi gerekmektedir.
Gerekçelendirmenin bir başka bölümünde 1995 yılında imzalanmış GATS anlaşmasının koşulları gereği ve AB uyum sürecinde, mesleklerin yeniden yapılandırılması çerçevesinde, bazı düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine yer verilmiştir. Aslında bu gerekçe her şeyi açıklamaktadır. ‘95 yılında imzalanan anlaşma gereği mimarlık hizmeti uluslar arası piyasaya açılmıştır ve onun isteğine göre şekillenmek zorundadır.
Tamamen tekelci sermayenin çıkarlarını savunan örgütlerin kurallarını belirlediği anlaşmaya göre meslek alanlarının uluslar arası platformda sorun teşkil etmemesi için:
* Eğitim koşullarının uyumlaştırılması
* Diplomaların karşılıklı tanınması
* Çalışma ve oturma izinleri ile
* Mesleki akreditasyon
gibi uygulamaların hayata geçirilmesi gerekiyor.
Anlaşmanın amacı mimarların serbestçe tüm ülkelerde çalışmasını sağlamak olarak gösterilse de, mimarların serbest dolaşımı ile mimarlık hizmetinin serbest dolaşımı aynı şey değildir. Sorun da yabancı mimar mühendislerin ülkede çalışması değil, mühendislik mimarlık gücümüzün bu anlaşmayla tasfiye ediliyor, piyasa tutunabilecek büyük tekellere açılıyor olmasıdır.
Mimarlık Hakkında Kanun Teklifi Taslağı'nın maddelerine baktığımızda, madde 3 ‘te belli tanımlamalara gidildiğini görüyoruz. Stajyer mimar, mimardan ayrılmış, mesleğe kabul kurulu, mesleki sorumluluk belgesi gibi terimler getirilmiştir. Bu kanun hayata geçtiği takdirde, üniversiteden mezun olmuş mimar hâlihazırda YÖK tarafından diplomasına el konduğunu da göz önüne aldığımızda, stajyer mimar olarak 1 yıl süreyle mesleki bilgi ve deneyimini geliştirici çalışmalarda bulunmak, bu çalışmasıyla ilgili çalışan kurumdan olumlu değerlendirme raporu alarak, Mesleğe Kabul Kurulu tarafından Mesleki Sorumluluk Yetki Belgesi almak zorunda olacaktır. Aksi durumda mimar sayılmayacak imza yetkisi de olmayacaktır. Madde 5'te de söylendiği gibi "yardımcı olarak hizmet üretebilecekler, mimar unvanını kullanamayacaklardır".
Bu maddeleri değerlendirdiğimizde 1 yıl staj yapması öngörülen yeni mezunun, lisans eğitimi boyunca yaptığı stajların nereye oturduğu da düşündürücüdür. 1 yıl süreyle yapılması öngörülen staj boyunca, unvanı olanın olmayanı hangi koşullarda çalıştıracağı konusunda ciddi eksiklikler bulunmaktadır. Taslak bu şekilde kanunlaştığı takdirde, yeni sömürü şekillerinin önünü açacaktır.
Madde 6'da Mesleğe Kabul Kurulu ve bu kurulun üyeleri hakkında açıklama getirilmiş, kurulun sorumluluklarına dair ilgili yönetmeliğin esas alınacağı söylenmiştir. Bu madde de akla belli sorular getirmektedir. Üniversite gibi bir kurum varken neden başka bir kurul madde 9'da belirtilen Mesleki Sorumluluk Belgesi vermeye talip olmaktadır. Üniversiteler görevleri gereği eğitim verdikleri süre boyunca öğrencileri belli sınav ve yöntemlerle sınamak, bu sınavlarda başarılı olanlara mimar- mühendis unvanı vermek durumundadır. Yani kısaca kimin ne bildiğini ölçmek üniversitelerin sorumluğudur. Kanun hayata geçtiği takdirde üniversitelerin misyonu boşa düşürülecektir.
Geçici madde 1'in b bendinde çıkarılması öngörülen Akreditasyon Kurulu'ndan bahsedilmektedir. MİAK (Mimarlık Akreditasyon Kurulu) olarak geçtiğimiz dönem kurulan kurulla üniversiteler incelenecek, akredite olmak için verilen zamanda dönüşümlerini gerçekleştiremeyen üniversiteler kapanacaktır. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor, üniversiteler arasında eğitim kaliteleri bakımından farklar olduğu açıktır. Tek bir öğretim üyesiyle kurulan mimarlık fakülteleri, laboratuarı olmayan üniversiteler bulunmaktadır. Bu sorunların tespit edilmesi ve buralara müdahale edilmesi elbette önemlidir. Fakat bahsi geçen uygulamanın GATS anlaşması doğrultusunda Amerikan Sistemi olan ABET ile uygulanması öngörülmektedir. ABET akredite yetkisi veren bir Amerikan şirketi olup, azaltılmış dersler, süslü sınıflar, laboratuarlar buna karşın anglo-sakson tipi (Amerika'da İngiltere'de uygulanan) eğitim sistemi demektir. Pratikten uzak olan bu sistemin uyum sağlamak adına getirilmesi, tespit edilen sorunlara çözüm üretmeyeceği gibi gerici bir sistemi beraberinde getirecektir.
Sağlık alanında yeniden yapılandırma ve dönüşümler
Şu ana dek sıraladığımız alan ve mesleklerdeki bu neo-liberal dönüşümler kendini sağlık alanında da göstermektedir.
Türkiye'de sağlık alanını da diğer kamusal alanlarla birlikte sermayeye peşkeş çekebilmek için düzenleme faaliyetleri, pratik olarak, seksenli yılların sonunda başlatılan çalışmalarla birlikte halen devam etmektedir.
Yani yakın zamanda karşımıza çıkan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) ve Aile Hekimliği gibi birçok uygulama, aslında uzun yıllardır süren sistematik ve düzenli bir saldırının yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır.
AKP hükümeti ile birlikte Haziran 2003'te, Dünya Bankası kredileriyle hazırlanıp uzun yıllar boyunca Sağlık Reformu Projesi" adıyla sunulan şablonun yeni adı "Sağlıkta Dönüşüm Programı" olmuştu. Bu programa göre ortaya atılan çözüm önerileri şöyleydi:
*SSK sağlık kurumlarına el konulup Sağlık Bakanlığı'na tasfiyesi, Sağlık Bakanlığı'nın hizmet sunumundan çekilmesi ile kamu sağlık kurumlarının il özel idareleri ve belediyelere devredilmesi
* Sağlık ocaklarının yok edilerek birinci basamak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi; "Aile Hekimliği" modelinin uygulanması
* Kamu hastanelerinin önce "sağlık İşletmeleri"ne dönüştürülmesi, daha sonra özel sektöre devredilmesi ya da satılması
* Kamusal kaynakların özel sağlık sektörüne akıtılması, kamu sağlık kurumlarının kaynaklarının, yatırımlarının ve personel alımlarının kısıtlanarak çökertilmesi
* Sağlık harcamalarının yeni bir "sağlık vergisi" olan GSS ile finanse edilmesi
Bu "çözüm önerilerinin" büyük kısmı şu ana kadar hayata geçirilmiş durumda. Somut olarak yakın zamanda SGK ve SSGSS saldırıları ile tekrar hayat bulan bu politikalar sağlık alanında gerçekleştirmeye çalışılan dönüşümleri tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Aile Hekimliği
Saldırıların diğer bir ayağı olan "Aile Hekimliği"ni ismi üzerinden değil, bir model olarak, sağlık finansmanı, örgütlenmesi ve mevcut koşullar bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir. Çünkü bugün Küba'da aynı isimle uygulanan aile hekimliği ile Türkiye'deki ve benzer ülkelerdeki (ABD, İngiltere, Almanya) uygulamalar oldukça farklıdır.
Aile hekimliği henüz sağlıktan kar elde etmeye dayalı bir yapı haline gelemediği dönemlerde, elinde çantasıyla müşterilerini dolaşan çağdışı bir doktor modeliydi. Bizde de uzun süre Anadolu'da görülen kasaba doktorları aslında şimdinin aile hekimleriydi. Ancak tedavi edici hekimlik geleneğinin sürdürücüsü olan bu simge, muayenehane hekimliğinin yani sağlıkta özel sektörün temelini oluşturan ve kapitalist sistemin vazgeçilmez bir kar unsurunu oluşturmaktaydı. Türkiye'de de Cumhuriyet sonrası dönemde oluşturulan, koruyucu hizmetlerle hiç uğraşmayan, salt tedaviye dayalı bir anlayışla hizmet veren "hükümet tabipliği" modeli, aslında şimdinin aile hekimliğinin öncellerinden birini oluşturmaktaydı.
1960'lı ve 70'li yılların yoğun kitlesel dinamiğinin ve ileriye yönelik hızlı toplumsal ivmenin getirdiği yönelimler, sınırlı da olsa, sağlık kuruluşlarını ve üniversiteleri bu çağdışı modele karşı harekete geçirdi. Halk sağlığı okulları, toplum hekimliği ve sağlığı enstitüleri açıldı. Sendikalar, meslek örgütleri, ilerici ve devrimci kurumlar, kendi amaçları ile örtüşen bu eylemde yerlerini katılımcı olarak aldı. Hükümet tabipliği yerini, kısmen de olsa, sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerine ve sağlık ocağı hekimliğine bırakmıştı.
12 Eylül darbesiyle tüm toplum yeniden yapılandırılırken toplum hekimliği yaklaşımı geri plana atılarak yerine aile hekimliği uygulaması ve aile hekimliği ana bilim dalları oluşturuldu. "Toplum hekimliği" görüşünün sakıncalı olduğu, hekim ve diğer sağlıkçıların "aile hekimi" görüşü ile yetişmesi gerektiği ileri sürüldü. 12 Eylül ayrıca sağlık çalışanlarına da önemli darbeler vurdu. Tam süre yasası kaldırıldı. Ücretler yarıya indirildi. Hekimlerden başlayarak zorunlu hizmet getirildi. Toplumsal ve mesleki örgütlenme yasakları oluşturuldu. Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) kondu. Ancak bunun yanında sadece yabancı dil puanı ile girilen Aile Hekimliği Uzmanlığı adı altında bir dal oluşturuldu. Tıp fakültesini bitirenler zorunlu hizmete gitmeden, TUS'a da girmeden, bir yabancı dil sınavına giriyor, aile hekimliği uzmanlık öğrencisi olarak devlet hastanelerinde uzmanlık eğitimine başlıyorlardı. Tüm bunlarla birlikte, "Sağlıkta Dönüşüm Programı" sonrasında da, artık akademik kadrolara yerleşmiş aile hekimliği anlayışının Türkiye için bir sistem haline getirilmesi ve yurt dışındaki örneklerinde de görüldüğü gibi serbest piyasa ve sigorta sistemleri ile bütünleşmiş bir yapı kurulması için somut adımlar atıldı.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin yerine ikame edilmeye çalışılan aile hekimliği, nüfus tabanına göre örgütlenmemiş, her mahallede özel muayenehane açılarak işleyen bir sistemdir. Aile hekimlerinin listesine kaydettiği isimlerin uzunluğu hekimin alacağı ücretin belirleyenidir. Bu da listeye hasta kaydetmek adına yarışı ve sağlık etik değerlerini sorgulatacaktır. Her aile hekimi ayrı muayenehane açacağı için sağlık maliyeti yükselecektir. Aile hekimliği modeli maliyetini yükseltmemek için genelde yalnız çalışmayı esas alır. Bu durum diğer sağlık personelinin devre dışı kalmasını ve işsizliğini getirecektir. Sadece bireye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri yürütülmesi öngörülen aile hekimliğinde, bireyin korunması toplumun tümünün korunabilmesini mümkün kılmaz. Toplumun gelir düzeyi, işsizliğini de buna eklediğimiz de sonuç sağlıksız bir toplum ve "paran kadar sağlık" ortamı olmaktadır.
Aile hekimliği ile ilgili olarak bu perspektifle "Aile Hekimliği Pilot Uygulama Hakkındaki Kanun" çıktıktan sonra apar topar 15 Eylül 2005 tarihinde Düzce'de, 17 Temmuz 2006 tarihinde Eskişehir'de Aile Hekimliği Pilot uygulaması başlatılmıştır. Uygulamanın 2007 yılından itibaren GSS ile birlikte, tüm Türkiye'de yaygınlaştırılması planlanmaktadır.
Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası'nın (SES) pilot bölgelerde yapmış olduğu incelemelerde, Düzce'de 15 Eylül 2006 da başlatılan Aile Hekimliğinin, bir plan dahilinde değil, deneme yanılma yöntemiyle çeşitli aşamalardan geçilerek uygulanmaya devam edildiği söylenmektedir. Aile Hekimliği başladığında, yönetmelikler çıkarılmış ve uygulamanın seyrine göre yönetmelik değişiklikleri yapılmıştır. Düzce'deki uygulama Sağlık Bakanlığı'nın kendi çıkardığı yönetmeliklere bile uymamaktadır.
Aynı incelemeye göre Düzce'de aile hekimleri ciddi anlamda iş yoğunluğundan şikayet etmektedirler.Gereksiz yere hasta sayısının arttığını, dertleşmek için bile gelen hastaların çok olduğunu ifade etmektedirler. Kesintilerin başlaması ile birlikte ellerine geçen paranın 657'li iken aldıkları ücretten biraz fazla olduğunu, temizlik elemanı ve ekstradan tuttukları her kişinin ücretini kendilerinin karşıladığını belirtmektedirler. Sevk kesintilerinin henüz başlamadığını ve nasıl kesinti yapılacağını bilmediklerini ifade eden hekimler, hastayla karşı karşıya gelmemek için çözüm olarak isteyen herkesi sevk ettiklerini belirtiyorlar. Düzce'de uygulamanın başlamasıyla birlikte hasta başvurularını daha da artırmıştır.Başvuruların %50 si sevk istemlidir.Yaz aylarında bile hekim başına muayene sayısı 130'lara ulaşmıştır.
Tüm bunlarla birlikte denilebilir ki; aile hekimliği toplumsal gereksinmeler ve bilimsel gelişmeler sonucu ortaya çıkmış bir disiplin değil, sağlıktan daha fazla kazanç elde etmeyi amaçlayan ekonomik sistemler tarafından yapay olarak oluşturulmuş bir daldır.
İşgücü fiyatının düşürülmesi: Sözleşmeli Personel Statüsü ve Performansa Dayalı Esnek Çalışma
Kamu Personeli Kanunu tasarısı ile başlayan meslekler alanındaki yeniden yapılandırma sürecinde taslak eleştiriler neticesinde Devlet Memurları Kanunu tasarısı olarak değiştirilmiştir, ancak içerik yönünden temel anlamda bir değişiklik olmamıştır. Taslak sağlıkla beraber, ulaşım, güvenlik, bilişim ve eğitim gibi hizmetlerde sözleşmeli çalışmayı içermektedir. Bununla birlikte birçok hizmet alanında çalışanlar memur statüsünden çıkarılarak yıllık sözleşmelerle çalıştırılacaklardır. Özellikle öğretmenlerle birlikte hekimlere iş güvencesi olmadan performansa dayalı olarak esnek çalışma zorunluluğu getirilmektedir.
Geçtiğimiz yıl gündeme gelen Sözleşmeli Öğretmenlik uygulaması geçtiğimiz yıl Danıştay tarafından durdurulmasına rağmen Milli Eğitim Bakanlığı, norm kadro sonucu ortaya çıkan öğretmen ihtiyacının kadrolu öğretmen istihdamıyla kapatılamaması durumunda, öğretmenlerin sözleşmeli olarak istihdam edilmesi yönünde yasal düzenleme yapmıştır. Söz konusu düzenlemenin Danıştay kararı ile eş zamanlı olarak yapılması anlamlıdır ve hükümetin sözleşmeli öğretmenlik uygulamasındaki ısrarını göstermektedir.
Devlet Memurları Kanunu tasarısında öngörülenler ile Aile Hekimliği uygulaması birbirinden bağımsız değildirler. Aile hekimliği ve GSS uygulamaları ile de hekimler ve diğer sağlık personeli için sözleşmeli çalışma esası getirilmekte, performansa dayalı esnek çalışma üst düzeye ulaşmaktadır. Devlet ve aile hekimleri arasında yapılan sözleşme bir yılı kapsamakta, bu bir yıllık süre içersinde aile hekimine kayıtlı kişi sayısı iki ay üst üste binin altına düşerse sözleşme feshedilmektedir. Sağlık elemanları için iş güvencesi olmayan bir sistem oluşturulmak istenmektedir. Düzce'deki uygulamada daha şimdiden büyük sıkıntılara yol açtığını söylediğimiz sevk kotası işi iyiden iyiye çetrefilli bir hale sokmaktadır. Aile hekimi kendine kayıtlı kişi sayısının %15'inden fazlasını uzmana sevk ederse ücretinde düşme olacaktır.
(Sempozyum broşür metni…)
http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır.