Çankaya savaşları mı, sistem savaşları mı?
İşçilerin "Çankaya'nın şişmanı, işçilerin düşmanı" dediği "çapsız" T. Özal bile Cumhurbaşkanı olurken, sayısal açıdan daha iyi bir yerde olan "Ananı da al git" demekle çok nam salmış olan Kasımpaşalı, attan düşmeyi becermiş buş kılıklı bir "civan"ın partisi Cumhurbaşkanı'nı seçemedi!..
Seçemedi mi? Soru önemlidir. AKP, isteseydi, pekala bir "Cumhurbaşkanı" seçerdi, ancak sorun bir cumhurbaşkanı seçmenin ötesinde olsa gerek. Bütün faturanın "gariban, mahçup gülüşlü" mesir macunu peşinde koşturan "ağbi" Bülent Arınç'a çıkarılması olsa olsa bir aptallıktır, ya da, akıl tutulması. AKP, iktidarı döneminde iyice güçlenmiş olan, dünyanın sayılı zenginleri arasına girmiş olan, zenginliklerine zenginlik katmış olan, sermayenin has çocukları olan kapitalistler elbette ki bu iktidarın sürmesini isterler. Ancak, Uzangiller'den kurtulurken İslami sermayenin pastadan istediği payın makulluğu çerçevesinde bu mümkün olur(du). Bu "seküler" burjuvazinin talebi. Lakin, 1923-1950 arasını kendisini korumak, 1950-1970 arasını kıpırdanma, 1970-1980 arasını ben de varım ile geçiştiren İslami sermaye 1980'li yıllardaki palazlanmasına koşut olarak, artık hem daha fazlasını istiyor, hem de sistemi dönüştürmek istiyor. Bir tür 1923'ün rövanşını oynuyor ve "güç" kendisinde iken kuralları da yazarak "gizli" bir İran Devrimi'ni hayata geçirmek istiyor. Son meydan muharebesi olmasa da "Çankaya savaşları" laiklik üzerinden sondan önceki önemli "muharebeler" oluyor. Bu durumda kimin ne kadar "içten" olduğunu anlamak için savaş teorisinin ustasına bir göz atmak gerekiyor. Sorun bir savaş ise mutlaka C. V. Clausewitz'e başvurmakta yarar vardır. Hatta, Clausewitz'in hacimli ama bir o kadar da yetkin Savaş Üzerine kitabından alıntıları ardarda sıralayarak, kısa bir yorumla yetinmek de gerekebilir. *
"Savaş, çok genişletilmiş bir düellodan başka bir şey değildir. Pek çok sayıda tek tek düelloculardan oluşan bir birliği düşünmek yerine düello yapan iki kişiyi gözümüzün önüne getirecek olursak daha iyi yapmış oluruz. Bunlardan her biri, fiziksel gücüyle diğerine kendi iradesini kabul ettirmeye çalışır. O'nun ilk amacı, düşmanı mağlup etmek ve böylece daha sonra herhangi bir mukavemette bulunamayacağı bir duruma sokmaktır."
"O halde savaş, düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir (altını çizen Y.A.)."
"Kuvvet, kuvvete karşı koymak için bilim ve sanatın buluşlarıyla donanır (Buna bugün için çok gelişmiş olan iletişim araçlarını da koymak mümkündür. Y.A.). (…) O halde kuvvet, yani fiziksel kuvvet (çünkü, devlet ve kanun kavramının dışında moral kuvvet diye bir şey yoktur), düşmana irademizi zorla kabul ettirmenin aracıdır (C.V.C'ın kitabını yazdığı 19. yüzyıl sonunda belki moral kuvvet olmayabilirdi, ancak 21 yüzyılın başında moral kuvvet diye bir şey olduğunu ve çok da önemli olduğunu kabul etmek gerekir (mi?) Y.A.). Bu amaca güvenle ulaşabilmek için düşmanı silahtan arındırmak zorundayız ve bu da, kavrama göre savaş harekatının asıl hedefidir. Bu hedef, amacın yerini alır ve onu, bir bakıma savaşa ait olmayan bir şeymiş gibi kenara iter."
"Eğer düşmana irademizi kabul ettirmek istiyorsak, onu, kendisinden beklediğimiz fedakarlıktan daha sakıncalı bir duruma sokmamız gerekir. (…) savaş harekatının hedefi, daima düşmanın silahtan arındırılması ya da mağlup edilmesidir (…) Düşmanı mağlup etmediğim sürece, onun beni mağlup etmesinden korkma zorundayım."
"Düşmanı mağlup etmek istiyorsak, gayretimizi, düşmanın karşı koyma gücüne uydurmak zorundayız. (…) düşmanın karşı koyma gücünü, oldukça iyi tahmin edebileceğimizi kabul edersek kendi gayretlerimizi de buna göre ayarlayabilir ve gayretlerimizi, ya üstünlüğü sağlayacak kadar büyük tutar, ya da, buna gücümüz yetmediği takdirde, olanak oranında büyük tutarız. Fakat düşman da aynı şeyi yapar. O halde, yalın bir tasarı olarak tarafları tekrar aşırılığa iten yeni bir tırmanma başlayacaktır."
" (…) bugün ne olduğuna bakarak yarın ne olacağı öğrenilebilir. Harp hiçbir zaman birden bire çıkmaz: yayılması bir anda olacak iş değildir. Bu nedenle düşman taraflardan her biri, diğeri hakkında daha çok, ne olması, ne yapması gerektiğine göre değil, ne olduğuna, ne yaptığına bakarak bir hükme varır" (Altını çizen Y.A.).
" (…) ihmal hiçbir şekilde telafi edilemez. Fakat uygulamada kendi hazırlıklarımız için, olsa olsa, bilebildiğimiz kadarıyla düşmanın hazırlıkları bir ölçek olabilir ve bütün diğerleri yine soyutluğa karışır gider. Fakat kesin sonuç, yavaş yavaş gelişen birkaç eylemden oluşuyorsa doğal olarak ilk eylemlerin görüntüleri sonraki eylemler için bir ölçü olabilir ve böylece burada da soyutun yerini gerçekler alır ve aşırılık çabalarını yumuşatır".
Bun alıntıları mutlaka çoğaltabiliriz. Ancak, bu kadar alıntı bile "Çankaya savaşlarını" anlamamıza yardımcı olacaktır. Eylülist dönemin çocuğu olan Tayyipgiller, şimdi "boynuz kulağı geçer" kuralı gereğince daha fazlasını istiyor. Eylülistler, buna köklü bir itirazda bulunmamakla birlikte, bizim çizdiğimiz "laiklik" içinde kalırsanız "iyi olur" diyor. Sorun da bu "sınır"ın tespitinde yatıyor. Şimdi "Çankaya savaşları" olarak "açığa" çıkan, ancak "sisteme" yönelik değişimin düzeyine bir itiraz ile cismanileşen bu süreç çok büyük ölçüde bir kayıkçı kavgasından başka bir şey değildir. Zira, savaş teorisinin tüm zamanların en yetkin yazarı C. V. Clausewitz'in tespiti ile taraflar bir savaş ilanından çok, bir güç yoklamasında bulunuyor. Bu nedenle, bir savaşın kesin zaferi çerçevesinde taraflardan birinin diğerini yok etme "sorunu" yok. "Pazarlık" ürkütme, bir adım geri çekilme, "yumuşatma" üzerinden sürüyor. İki kayıkçı, hükümet ve Genelkurmay çok büyük ölçüde "mutabık" kalmış durumda. Zira, "piyasalar" hiç tınmadı!.. Oysa, bir "Anayasa kitapçığının atılmasından" daha önemli idi mesele. Demek ki, asıl operasyon, çok eskiden yapılmış, şimdi bir revizyon ihtiyacı duyulmuş.
İslami sermaye pastadan istediği paydan bir parça feragat edecek, AKP daha "merkeze" çekilecek, ordu "tali" işlerden bir parça uzaklaştırılacak. Bu durumda işçi sınıfının payına da daha fazla sömürü ve yoksulluk düşecek. Ne zaman mı? Hemen ilk seçimden sonra. İster AKP "iktidarında", ister "büyük miting koalisyonları iktidarında". Değişen tek şey "sistemin bir süre daha selameti" olacak.
Bütün bu gelişmeler de gösteriyor ki işçi sınıfı kendi kaderine sahip çıkıp, geleceğini belirleme iradesini göstermedikçe, onun adına kayıkçı kavgaları hep yapılacak; lakin her seferinde kaybeden işçi sınıfı olacak. O zaman, kayıkçı kavgasında safları netleştirmek görevi sınıfın kendisi kadar, ona önderlik edenlere düşüyor. Zira, laikler de kazansa, İslamcılar da kazansa bu sistem savaşlarını hep kaybeden işçi sınıfı olacaktır. İran mı iyidir, Fransa mı sorusu hem anlamlı hem de anlamsızdır!… İslamcılar ve laikler bu soruyu sorarken bir Latin Amerika'ya bakmak kötü olmaz tabii. Küba'ya da… Kuşkusuz, daha iyi bir sosyalist dünyanın inşa edilebileceği düşsel bir yere, örneğin T. More'un Ütopya'sının çok daha sosyalist kimlikli "adasına"…
* C. V. Clausewitz, Savaş Üzerine, (Çev. H.F. Çeliker), Özne Yayınları, İstanbul, 1999.
(Kızıl Bayrak, Sayı:18, 11 Mayıs 2007)
http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır.