0 0
Read Time:31 Minute, 54 Second

Sermaye düzenin rejim krizine dönüşen açmazı
İçinde bulunduğumuz yılın düzen payına zor bir yıl olarak yaşanacağı daha baştan belliydi ve hemen herkesin beklediği bir sonuçtu. Bu genel beklentinin gerisinde bir dizi öteki etkenin yanısıra egemen sınıf klikleri arasındaki dalaşmanın cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlerin yakınlaşmasıyla birlikte şiddetlenecek olması gerçeği vardı.

 Beklenen oldu; güdümlü ama etkili cumhuriyet mitingleriyle tırmandırılan gerilim, ordunun cumhurbaşkanlığı seçimine muhtıralı kaba müdahalesiyle yeni bir düzeye ulaştı. Bu siyasal süreci kilitledi ve mevcut koşullarda erken bir genel seçimi durumdan çıkış için tek seçenek olarak gündeme getirdi.

Rejim krizine bir çıkış sağlayıp sağlamayacağı henüz belli olmayan erken genel seçim Mayıs başından beri artık resmen toplumun gündeminde ve rejim bünyesinde karşı karşıya gelen tüm gerici siyasal güçler kendi yönlerinden en iyi sonucu almak için hummalı bir çalışma içinde. ABD, AB ve başta TÜSİAD olmak üzere işbirlikçi büyük burjuvazinin kendi hesapları çerçevesinde yeni bir seçim dönemi için daha destek verdiği AKP, bu desteğin sağladığı siyasal-moral güçle rejim bekçileri tarafından son dönemlerde örgütlenen kuşatmayı yarmak için seçimleri yeniden kazanmak, parlamentodaki mevcut durumunu ve dolayısıyla tek başına hükümet olma konumunu korumak istiyor. Ordu tarafından desteklenip yönlendirilen ve CHP'den MHP'ye ve yeni DP'ye uzanan parçalı gerici-faşist cephe ise, en fazlasından AKP'nin tek başına hükümet olmasını engelleyebilecek bir sonucu elde etmek için uğraşıyor. (Bunu zora sokabilecek en önemli handikap ise, Kürt hareketinin parlamentoda temsilini engellemek için tam bir "milli mutabakat" halinde korunan o yüzde on barajından başka bir şey değil.)

Bu tablo karşısında burjuva düzeninin açmazı şudur: AKP'nin kazanması, ABD, AB ve TÜSİAD'ın hesap ve beklentilerine uygun bir biçimde, istikrarlı bir parlamento bileşimi ve dolayısıyla içerde ve dışarda emperyalizmin ve sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun tüm politikaların zamanında ve eksiksiz olarak uygulanabilmesi demektir. Fakat bu başarı ve hizmetin dinci gericiliğin baş siyasal odağı olarak AKP cephesinde karşılığı, devlet iktidarında daha etkin bir konum kazanmak, dolayısıyla sömürü ve rant kaynaklarının kontrolünde temsil ettiği özel sermaye grupları lehine daha büyük avantajlar elde etmek ve elbette kendi dinsel gerici eğilimleri doğrultusunda toplum yaşamına daha çok biçim vermeye çalışmak olmaktadır ve olacaktır. Sonuçta rejim krizine dönüşen sorun da buradan çıkmaktadır. Ordu eksenli faşist-şovenist burjuva gericilik cephesinin AKP'nin emperyalizme ve işbirlikçi sermayeye sorunsuz hizmetiyle esasa ilişkin bir sorunu yoktur. Sorun tam da AKP'nin dinsel gericiliğin temsilcisi olarak bunun karşılığını devlet iktidarında (ve dolayısıyla rant kaynaklarının denetiminde) etkinlik ve toplum yaşamına müdahale biçiminde devşirmesinde çıkmaktadır.

Karşı cephenin AKP'nin tek başına hükümet olmasını engelleyecek muhtemel bir seçim başarısı ise bugünkü biçimiyle rejim krizini hafifletecek, fakat bu durumda da parçalı bir parlamento bileşimi ve koalisyona dayalı hükümetlerin yaratacağı sorunlarla yüzyüze kalınacaktır. Emperyalist çevreler ve TÜSİAD bunu istememekte, bu nedenle de rejimin yerleşik dengelerini sarsarak yarattığı ve yaratacağı sorunlara rağmen bir dönem daha AKP'le işleri götürmek istemektedirler. Kıbrıs, Kürt sorunu, bölge politikaları ve AB ile uyum sürecinin gerekleri konusunda AKP'nın daha uyumlu ve uysal bir hizmetkar olması, onların bu tercihini ayrıca güçlendirmektedir.

Emperyalist çevrelerin ve TÜSİAD'ın bu tercihi, düzen bekçiliğini cumhuriyetin yerleşik değerlerini korumak ve kollamak olarak topluma sunan ordunun siyasal yaşama müdahalesine belli sınırlar getirmekte, bu ise alışık olmadık bir biçimde bugünkü çatışmanın parlamento zeminini güçlendirmekte, burjuva siyasal yaşamın iç dengeleri ve dolayısıyla yakın gelecekteki seyri bakımından gündemdeki seçimlere apayrı bir önem kazanmaktadır.

28 Şubat başarısının yarattığı beklenmedik handikap

18 Nisan 1999 seçimlerini konu alan Seçimler ve Parti Taktiği başlıklı yazıda, Türkiye'de parlamento-siyaset ilişkileri konusunda şu değerlendirmelere yer verilmişti:

"Türk parlamentosu başından itibaren güdümlü bir kurum olarak doğdu ve bütün bir tarihi boyunca da böyle kaldı. Fakat güdümlü olması işlevsiz olması ile aynı şey demek değildi. Tersine, rejime yığınlar nezdinde parlamenter bir görünüm kazandırması, ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir' yanılsamasına bir inandırıcılık sağlaması, özellikle çok partili dönemde ‘demokrasicilik' ve ‘milli irade' oyununa aksesuar oluşturması bakımından hakim sınıf payına hayli işlevsel de oldu. 27 Mayıs darbesi ile birlikte ‘anayasal bir kurum' olarak MGK üzerinden ordu vesayetine alınan hükümetler ve parlamento, buna rağmen, halkın yükselen toplumsal muhalefetinin de basıncı altında, egemen sınıflar arası çelişki ve çatışmaları belli ölçülerde yansıtan kurumlardı. Ordu bunun yarattığı sorunları bilindiği gibi 12 Mart ve 12 Eylül'le aştı.

"12 Eylül darbesi bu açıdan bir dönüm noktası oldu. Darbenin hedeflerinden biri de düzen içi çatlakları onarmak, egemen sınıfın tüm gruplarını tek program/çizgi etrafında birleştirmekti. Darbeyi izleyen ilk ‘serbest seçim' sayılan ‘87 seçimleri, 12 Eylül'ün bu çerçevede amacına ulaştığının, düzen partilerinin MGK-İMF çizgisinde giderek tekleştiğinin, birbirinden ayırdedilemez hale geldiklerinin ilk işaretlerini verdi.

"Yapısal bunalımın düzenin esneme olanaklarını en aza indirmiş olması ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin rejimin yerleşik dengelerinde yarattığı sarsıntı, MGK denetiminde bu aynı program etrafında tekleşmeyi hızlandırdı ve kolaylaştırdı. 20 Aralık ‘95 seçimlerine kadar bunun tek istisnası RP olarak görünüyordu. Tüm temel düzen politikalarına tam destek verdiği halde, halkın dini duygularını istismar ile sosyal demagojiyi kullanma yeteneği, yine de bu partiye ayrı bir görünüm kazandırıyor ve onu parlamentoda da aykırı bir konumda gösteriyordu.

"Ordunun 28 Şubat müdahalesiyle yaptığı operasyon bu sorunu da tümüyle değilse bile önemli ölçüde çözdü. Kürt halkına karşı kirli yoketme savaşını yönetiyor ve yürütüyor olma konumunu yıldan yıla siyasal yaşama daha dolaysız müdahale için bir araca çeviren ordu, 28 Şubat sonrasında RP ve onun isim değiştirmiş hali FP'yi de hizaya getirerek, böylece tabloyu tamamladı. Bu arada, dinsel gericiliğe, onun temsilcisi olan partiye yönelik müdahalesini ‘laiklik' ve ‘çağdaş değerler' adına yaptığı için, siyasi yaşam üzerinde bu dolaysız ve kaba müdahalesini toplumun ilerici kesimleri nezdinde bile meşrulaştırmayı başardı." (Parti Değerlendirmeleri-1, Eksen Yayıncılık, s. 31-32)

Ne var ki bugünkü rejim krizini de işte tam da düzen bekçilerinin bu başarılı müdahaleler silsilesi hazırladı. AKP bazı generallerin kendi nitelemesiyle bu 28 Şubat'ın ‘post-modern darbe'siyle elde edilen başarının hem meyvesi ve hem de bugün soruna dönüşen handikapı oldu. 28 Şubat'ın dinsel gericiliği rejim için kabul edilebilir sınırlara çekmeye yönelik terbiye operasyonu, sonuçta Erbakan liderliğindeki hareketi bölünmeye götürdü ve ABD'nin özel desteği ve yönlendirmesi altında AKP siyaset sahnesine çıkarıldı. Bu çıkış yığınlar nezdinde 2001 krizinin yarattığı büyük sosyal yıkımın sorumluları olarak görülen ya da önceki süreçler içinde zaten yıpranmış bulunan CHP dışındaki tüm öteki düzen partilerini sandığa gömünce AKP'nin üçte bir oyla üçte iki çoğunluğa dayalı parlamento üstünlüğü tablosu doğdu.

ABD ve TÜSİAD desteği olmayınca…

AKP dönemi istikrarlı parlamento bileşimi, istikrarlı hükümet ve dolayısıyla emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun kararların seri ve eksiksiz biçimde uygulanması demekti. Bu ise uzun yıllardır arzulanan bir siyaset tablosu anlamına geliyordu ve bir tek 1 Mart tezkere kazası dışında emperyalizme ve işbirlikçi sermayeye umulan yararları umulandan da fazlasıyla sağladı. Anayasayı bile değiştirebilecek çok belirgin parlamento üstünlüğüne rağmen AKP hükümet olma gücünün kaynağının parlamentoda değil fakat ABD'de ve işbirlikçi büyük burjuvazide olduğunun tam olarak bilincindeydi ve bu nedenle tüm çabasını bu güçlere güven vermeye ve onların desteğini almaya yoğunlaştırdı. Onların her istediğini ve beklediğini eksiksiz biçimde yerine getirmek, siyaseten güçlü olmanın ve parlamentodaki üstünlüğünü kendi hesapları doğrultusunda siyasal bir güce dönüştürebilmenin biricik olanaklı yoluydu. AKP bu yoldan yürüdü ve bu sayededir ki aradan geçen beş yıla yakın bir dönemin ardından yine bu aynı güçlerin desteğini bugün hala koruyabilmektedir.

Fakat bunun karşılığını da son derece ihtiyatlı ve ölçülü adımlarla da olsa parça parça aldı. Sözkonusu olan beş yılı bulan bir hükümet icraatı süresi olunca ve bunu yerel yönetimlerdeki belirgin üstünlük de tamamlayınca, bu ihtiyatlı ve ölçülü adımlar bile zaman içinde AKP, onun şahsında dinsel gericilik payına önemli sonuçlar ve kazanımlar anlamına geliyordu. Nitekim devlette kadrolaşmada büyük bir mesafe katedildi. Toplum yaşamına, özellikle de eğitim ve kültür yaşamına sinsi ve etkili müdahalelerde bulunuldu. Hükümet olmanın da gücüyle düzen medyası içinde dolaysız ve dolaylı biçimlerde etkin bir konum kazanıldı. Ve bütün bunlar, mevcut adımlara bir sıçrama kazandırmanın ötesinde büyük bir siyasal-moral anlamı da bulunan cumhurbaşkanlığının ele geçirilmesiyle birleştirilmek istenirken, işler  sonuçta izlemekte olduğumuz rejim krizine vardı.

Olaylar bunun düzen bekçilerinin katlanabileceği sınırlar olduğunu ortaya koymuş bulunuyor ve sürecin bundan sonraki seyri henüz tüm belirsizliğini koruyor. Zira çatışma çözülmüş değil, fakat yalnızca seçimlerin ortaya çıkaracağı yeni tabloya kadar ertelenmiş durumda.

Bu çatışmanın egemen sınıf siyasetinde parlamento zeminine ve dolayısyla gündemdeki seçimlere alışılmadık ölçüde bir önem ve işlev kazandırdığını söyledik. Bunun gerisinde, siyasal yaşamın işleyişinde bugüne kadarki çizginin, bugün için ve kuşkusuz geçici bir durum olarak, bozulmuş olması gerçeği var. Bugüne kadar ordunun siyasal yaşama dolaylı ya da dolaysız tüm önemli müdahalelerinin gerisinde her zaman Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçi büyük burjuvazinin tam desteği, dahası dolaysız teşviki ve yönlendirmesi vardı. 12 Mart'tan 12 Eylül'e ve 28 Şubat'a kadar bu hep böyleydi. Bugünkü özel konjonktürde ise Amerikan emperyalizmi ve TÜSİAD bu desteği vermiyorlar, zira bu dönem ihtiyaç duyduğu bazı adımların atılmasında istikrarlı ve uyumlu bir hükümet istiyor ve bunu da mevcut koşullarda AKP şahsında buluyorlar. Mevcut siyasal tablo içinde, emek düşmanı politikaların eksiksiz uygulanmasının ötesinde, (ki bu konuda tüm öteki partiler AKP kadar hizmete hazır ve gönüllü durumdalar), Kıbrıs sorunun çözümü, Kürt sorununun ve dolayısıyla Güney Kürdistan sorununun Amerikancı çizgide belli bir çözüme bağlanması, ABD'nin Ortadoğu politikalarına tam uyum, AB sürecine uyumun gerektirdiği tavizlerin verilmesi vb. konularda AKP'yi tüm öteki partilere göre daha uyumlu, uysal ve hizmete hazır görüyorlar.

Fakat AKP'ye bu özel konumu kazandıranın aynı zamanda halen korumakta olduğu önemli seçmen desteği olduğunu da unutmamak gerekir. Bu seçmen desteği AKP'yi ABD ve TÜSİAD için ayrıca tercih nedeni haline getiriyor ve bunların verdiği destek de gerisin geri AKP'nin seçmen desteğini güçlendiriyor.

Böyle olunca, ordu siyasal yaşama daha etkin ve sonuç alıcı bir müdaheleyle dinsel gericiliği dizginleyebilecek bir dolaysız desteği ABD ve TÜSİAD'dan bugün için alamayınca, bir yandan cumhuriyet mitinglerinde görülen türden bir güdümlü kitle hareketi ve öte yandan sözde "laik cephe" içindeki partilerin yeni seçimlerdeki başarısı, mevcut duruma mudahalenin araçları olarak daha çok önem kazanıyor. Bu özel ve kuşkusuz geçici evrede parlamento seçimlerinin rejim bünyesindeki krizin çözümü bakımından kazandığı göreli önem de buradan geliyor.

(Kızıl Bayrak, Sayı:20, 25 Mayıs 2007)

 

Ek Metin:

Düzen içi iktidar çatışmasında zorlu yıl

(Bu metin Sermaye Düzeninin Zor Yılı başlıklı daha geniş
bir değerlendirmenin yukarıdaki başlığı taşıyan ara bir bölümüdür…,

Ekim, Sayı: 246, Şubat 2007)

Türkiye'nin kapitalist düzeni siyasal planda da uzun yıllardan beridir aşılamayan, ancak dinamikleri ve dolayısıyla mahiyeti değişmiş bulunan bir kriz yaşıyor. Bu halen çıkarları karşıt sınıflar arasındaki zorlu sosyal mücadelelerin ürünü bir siyasal kriz değil kuşkusuz, değişen dinamikler ve muhtevadan sözederken bu önemli noktayı vurgulamış oluyoruz. Alt sınıflardaki tarihsel hareketlenmenin ürünü sosyal mücadelelerin siyasal krizi yarattığı, beslediği ve derinleştirdiği dönemler oldu yakın zaman Türkiye'sinde. ‘60'lı, özellikle de ‘70'li yılların ikinci yarısında, Türkiye'de, yaygın sosyal mücadelelerin devrimci bir kitle hareketi biçimini aldığı, böylece rejimi zora soktuğu, devlet işleyişini zaafa uğrattığı, hükümetleri etkisiz kıldığı, dolayısıyla burjuvaziyi belli sınırlar içinde yönetemez duruma düşürdüğü dönemler yaşandı. O dönemler temel kriz etkeni, ilerici-devrimci akımların içinde önemli bir yer tuttuğu sosyal mücadelelerdi ve gerici burjuva düzeninin kendi içi çelişkileri de bunun bir yan ürünü olarak depreşiyor, krizi derinleştiren bir etkide bulunuyordu.

Fakat 12 Eylül faşist darbesi ile toplumsal muhalefete ve devrimci hareket vurulan ağır darbeden bu yana, Türkiye'deki siyasal kriz dinamikleri arasında bu etken, sözü edilemeyecek denli tali plana düşmüş durumda. ‘90'lı yıllar boyunca ve halen bunun tek istisnası, Kürt sorunu eksenli toplumsal-siyasal muhalefettir. Bugün devrimci çizgiden tümüyle kopmuş, düzen içi reformist bir çizgiye oturmuş bir siyasal akım tarafından temsil ediliyor olsa da, Kürt sorunu ve dolayısıyla hareketi, düzen için ciddi bir siyasal kriz etkeni olmayı sürdürmektedir.  Fakat paradoksal bir biçimde bu aynı sorun, toplumun önemli bir kesiminin şovenizmle zehirlenmesini kolaylaştırarak, burjuva gericiliğine ekonomik ve siyasal krizi yönetme imkanı da vermektedir. 12 Eylül'ün düzlediği ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarda serpilip palazlanan dinsel gericiliğin yanısıra, Kürt sorunu üzerinden kışkırtılan şovenizm, bugün burjuvazinin elinde, kitleleri denetim altında tutmanın, onları ilerici sosyal mücadeleden ve siyasal bilinçlenmeden alıkoymanın, böylece tüm zorluklara ve açmazlara rağmen toplumu nispeten kolay yönetebilmenin iki etkili silahı durumundadır. Dolayısıyla ilerici bir kriz dinamiği olarak Kürt sorununun/hareketinin oynadığı role buradan, bu çelişik etkileri üzerinden bakmak gerekmektedir.

Yine de, yönetmekte gösterilen başarı ne olursa olsun, düzen için siyasal boyutu ile de kriz bugünün açık bir olgusudur ve Kürt sorununun oluşturduğu ağırlığın ötesinde, bunu esas nedeni düzenin kendi bünyesinden kaynaklanan sorunlardır. Siyasal kriz dinamikleri öncelikle rejimin iç işleyişinde ve burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşmalarında ifadesini bulmaktadır.

12 Eylül faşist darbesinin düzen siyasetine müdahalesinin önemli sonuçlarından biri, bunu kolaylaştıran ekonomik ve sosyal faktörlerin de etkisi altında, tüm düzen partilerinin aynı program ekseninde tekleşmesi ve böylece kitleler nezdinde inandırıcılıklarını yitirmesi oldu. Bu uzun yıllar boyunca, oy desteği zayıf partiler, parçalı bir parlamento bileşimi ve birbirini izleyen koalisyon hükümetleri şeklinde bir siyaset tablosu çıkardı ortaya. Düzen temsilcileri, özellikle de sermaye kuruluşları, aynı yıllar boyunca burjuva siyasetinin bir türlü aşamadığı bu krizden "siyasal istikrarsızlık" söylemiyle yakınıp durdular. Yakındıkları sorun, ihtiyaç duydukları politikaları seri ve eksiksiz biçimde uygulayacak uyumlu ve güçlü hükümetlerin mevcut parlamenter işleyiş içerisinde bir türlü çıkamamasıydı.

3 Kasım 2002 seçimlerinin ortaya çıkardığı yeni parlamento bileşimi ve tek parti hükümeti bunun nihayet ve hiç değilse bir seçim dönemi için aşılması anlamına geliyordu. Nitekim şu son 4 yıllık hükümet icraatı boyunca burjuvazi bu anlamda bir "siyasal istikrar"ın tüm sonuçlarından en iyi biçimde yararlandı da. İstenen her şey, AKP hükümeti ve parlamento tarafından tam olarak ve gecikmeksizin yerine getirildi, emekçilere yönelik çok yönlü saldırılar pervasızca uygulandı. Mevcut hükümet, bu çerçevede işbirlikçi burjuvazinin ve uluslararası sermayenin tam desteğini aldı ve işin bu yönü bakımından bu destek halen de sürüyor.

Fakat bu aynı imkanın bir de öteki yüzü vardı. Bir yönüyle burjuvazi için adeta bir nimet olan, yılların özlemini karşılayan bu aynı parlamento bileşimi ve ona dayalı hükümet, bir başka yönden ve üstelik daha baştan, bir siyasal kriz etkeni oldu. Zira parlamentoda neredeyse anayasayı tek başına değiştirebilecek üçte ikilik bir çoğunluğa dayalı parti ile ona dayalı hükümet, gerici islamcı gelenekten geliyordu ve bu konumuyla rejimin oturmuş dengelerini zorlayacak bir ağırlık ve tehdit oluşturuyordu. Geride kalan dört yıl içinde buna ilişkin bir dizi siyasal dalgalanma yaşandı. Fakat içerden işbirlikçi burjuvazinin ve dışardan Amerikan emperyalizminin dengeleyici müdahaleleri ile; bu arada AKP'nin, büyük burjuvaziye ve emperyalizme güven vermek kaygısı ve geleceğe yönelik hesapları çerçevesinde ifade uygunsa soluğunu tutması sayesinde, bunun rejimin işleyişini tıkayacak boyutlara dönüşmesi bugüne kadar engellendi.

Fakat bugüne kadar iyi kötü kontrol edilebilen bu ilişkiler, bu hassas dengeler siyaseti, gelinen yerde ve özellikle de girmiş bulunduğumuz yıl içinde, yerini bir çatışmaya ve belki de hesaplaşmaya bırakacak gibi görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni seçim yılı bunu belirgin bir kuvvetle zorlamaktadır. Yıllardır işbirlikçi burjuvaziye ve emperyalizme sadakatle hizmet edip güven vermeye çalışan gerici islamcı parti, gelinen yerde bunun karşılığını almak istemekte; oysa kendilerini geleneksel olarak devletin sahibi ve düzenin bekçileri olarak gören güçler -başta ordu olmak üzere- buna direnmekte, bunun önünü ne edip edip almak istemektedirler. Sorun ve çatışma buradan doğmakta, bunda ifadesini bulmaktadır.

Rejimin içten içe yaşadığı siyasal krizin bir yönü halen budur ve bu, 28 Şubat'a yolaçan özel evre dışta tutulursa rejim için nispeten yeni, AKP hükümeti dönemiyle ilgili bir sorundur.

Bir dizi noktada bunu da kesen ve dolaysız olarak içeren öteki yönü ise, egemen sınıfın farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşıdır. Evet bu, çıplak bir çıkar ve bu çıkarları kollamak, devlet katında kritik mevzileri elde tutmak ya da ele geçirmek çerçevesinde, bir iktidar dalaşıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeni parlamentoyu ve dolayısıyla hükümeti çıkaracak yeni genel seçimlerin kritik önemi de buradadır.

Daha önce başvurduğumuz parti değerlendirmesi bu konuya ilişkin olarak da halen tüm geçerliliğini koruyan özlü bir çerçeve sunmaktadır:

"Sorunların bir de öteki cephesi var. Bu ikinci cephedeki sorunlar AKP'den değil burjuvazinin kendi iç bölünmesinden doğuyor. Burjuvazinin en güçlü ve dışa en bağımlı kesimleri ile dışa bağımlılığa ilke olarak itirazı olmayan, ama emperyalist küreselleşme politikalarının ölçüsüz gerekleri karşısında sıkıntıya giren, iç pazardaki ayrıcalıklarını yitiren kesimleri arasındaki bir bölünmedir bu. Bu kesimler AB sürecine uyumun sorunları, Kıbrıs ve kısmen de Güney Kürdistan sorunu üzerinden bugün kendi aralarında giderek daha çok dalaşmaktadırlar.

"Burjuvazinin en güçlü ve dışa en bağımlı kesimleri, kendi konumlarından gelen olanakların yanısıra, çatışma konusu sorunlarda emperyalist odaklarla birlikte hareket etmenin avantajlarına da sahiptirler. Burjuvazinin iç pazara daha çok bağımlı ve küreselleşmenin gerekleri adına gündeme getirilen uygulamalara daha az dayanıklı kesimleri ise, başta ordu olmak üzere devletten, yanısıra ‘milli davalar' ve ‘ulusal çıkarlar' söylemiyle toplumun şovenizmle yoğrulmuş duyarlılıklarından güç almaktadırlar. Geleneksel düzen partileri ile ‘düzen bekçileri'nin aynı konulardaki duyarlılıkları, bu kesimi ayrıca güçlendirmektedir.

"Kıbrıs ve Kürt sorunu üzerinden yaşanan görüş ayrılıklarının temelinde bu var. Emperyalist burjuvaziyle daha ileri düzeyde bütünleşmeyi çıkarlarına uygun görenler, gelinen yerde Kıbrıs'ı bir yük saymakta ve bu yükten kurtulmak istemektedirler. Kürt sorununda ise içerde ‘uyum yasaları' çerçevesinde belli düzenlemelerin yapılmasını istemektedirler. Bu tutumun Güney Kürtleri'yle ilişkilere yansıması, çatışma yerine hamilik yolunun tercih edilmesi olmaktadır.

"Milli politikalar'da ısrarı savunan öteki kesim ise, bugüne kadar izlenegelen geleneksel gerici-şoven politikaların sürdürülmesini istemektedir. Kürdistan ve Kıbrıs, onlar için kolayca feda edilemeyecek kazanılmış egemenlik ve sömürü alanlarıdır. Karşılığında bir şey alamayacakları gelişmeler karşısında bu egemenlik alanlarını yitirmeyi (Kıbrıs) ya da buna yolaçacak gelişmelerin önünü açmayı (Kürt sorunu ve Güney Kürdistan'daki gelişmeler karşısında esneklik) kabul etmemekte, buna direnmektedirler. Öte yandan bu konular üzerinden direnmeyi politik alanda güç ve etkinlik kazanmanın bir basamağı olarak değerlendirmektedirler.

"Gelinen yerde AKP hükümeti ile ordu arasında yaşanacak sorunlara temelde buradan bakmak gerekir. AKP, emperyalist odakların, özellikle de ABD'nin desteği ile başa geldi ve bu desteği koruduğu sürece başta kalabileceğini düşünüyor. Bunu içte, büyük burjuvazinin TÜSİAD'da temsil edilen en güçlü kesimlerinin halihazırdaki desteğini korumak kaygısı tamamlıyor. Böylece, normalde geleneksel konumu ve temsil ettiği burjuva kesimlerin çıkarları bunu gerektirmediği halde, AB'ye uyum dayatmaları, Kıbrıs, kısmen Kürt sorunu vb. konularda emperyalist odakların ve TÜSİAD'ın tercihlerine uygun bir icraat izlemeye çalışıyor. Bununla konumunu korumayı, güçlendirmeyi ve orduyu dengelemeyi, giderek iktidarda daha güçlü bir yer tutmayı umuyor…" (Yeni Bir Yılın Başında Türkiye: Güncel Durum ve Devrimci Görevler, Ekim, Sayı: 233, Ocak 2004, Başyazı)

Görünüşe bakılırsa, daha önce sözünü ettiğimiz kriz etkeninden farklı olarak iç dalaşmaya dayalı bu ikinci sorunlar alanında belli bakımlardan farklı bir gelişme seyri yaşanıyor. AB politikasındaki iflas, buna bağlı olarak AB ile Kıbrıs konusundaki "milli" restleşme, Kürt sorunu ve Güney Kürdistan sorununda halen yaygara yapan birleşik gerici koro, bütün bu konular üzerine sürmekte olan çatışmayı hafifletmiş görünmektedir. Gerçekte ise bu ancak kısmen doğrudur, esası yönünden ise yanıltıcıdır. AB ve buna bağlı olarak halen Kıbrıs sorunu eksenindeki gelişmeler, burjuvazinin AB'yi hararetle savunan kanadının tercihleri aşmıştır. Bu konudaki katı dayatmalar AB'nin kendisinden gelmektedir ve burjuvazinin sözkonusu kanadı için fazlaca bir esneklik alanı bırakmamaktadır. Bu, seçim yılı ve dolayısıyla gerici-milliyetçi söylemlerle oy desteği kaygısı ile de birleşince, ilgili konularda görünürde benzeşen bugünkü tablo oluşmaktadır.

Fakat bu tabloya aldanmamak gerekir. İlkin, çıkarları AB ile bütünleşmeye sıkı sıkıya bağlı bulunan, ayrıca topluma başka bir gelecek ufku sunmak olanağından da yoksun olan işbirlikçi büyük burjuvazi, şu an için bu konuda geri çekilmiş görünse de, kendi yönünden AB hedefini öyle kolayca bir yana bırakmayacaktır. İkinci ve daha da önemli olanı ise şudur: AB konusundaki umutların zayıflaması ABD'ye daha sıkı bir bağlanmayı beraberinde getirmekte ve bu ise burjuvaziyi kendi içinde tam da Kürt sorunu üzerinden bölmeye devam etmektedir. Çünkü Amerikan emperyalizminin halihazırdaki Ortadoğu politikası, Türk burjuvazisi ile Kürt güçlerini aynı cephede buluşturmayı gerektirmekte ve ABD bu çerçevede, Türkiye'ye Kürt sorununda ılımlı ve uzlaşmaya dayalı bir çözüm empoze etmektedir. Bu, bir yandan Güney Kürdistan hükümeti ile olumlu ilişkilere girilmesini ve öteki yandan içerdeki Kürt sorununun sınırlı bazı tavizlerle yatıştırılmasını gerektirmektedir. Çelişki ve potansiyel çatışma, bu politikaya zımnen yatanlar ile ona açıktan direnenler arasındadır. Taraflar için bu aynı zamanda önemli bir iç iktidar mücadelesi alanıdır. Her iki tarafın aynı ölçüde Amerikancı olması ve onun desteğini iç dalaşmada konumunu güçlendirmek için vazgeçilmez görmesi, bu çatışmayı daha da karmaşık hale getirmektedir. Aralarındaki fark, taraflardan birinin ABD desteğini her konuda ve dolayısıyla da gerektiğinde Kürt sorununda da onunla uyumlu davrananarak elde etmeye çalışması, oysa öteki tarafın gösterilecek uyum karşılığında ABD'den Kürtlerin feda edilmesini beklemesidir.

Sorunu siyasal planda daha da karmaşık hale getiren ise şudur: AKP'nin mevcut icraatlarından en iyi biçimde yararlanan işbirlikçi büyük burjuvazi, büyük bir bölümüyle onun örtülü şeriatçı özlem ve hedeflerinden rahatsızdır. Bu konuda generallerle ve CHP-MHP-DYP gibi düzen partileri ile rejimin yapısı ve oturmuş dengeleri konusunda aynı hassasiyetleri paylaşmaktadır. Fakat öte yandan bir bölümüyle, esas olarak da TÜSİAD'da temsil edilen en güçlü bölümüyle, ABD'nin Kürt politikası konusunda AKP'ye paralel bir tutum içindedir. Daha doğrusu bu doğrultuda AKP'yi bizzat teşvik etmekte ve cesaretlendirmektedir. Aynı şekilde siyasal cepheden buna son çıkışlarıyla DYP meyletmekte, bu konuda (ama yalnızca bu konuda!) düzenin kudurgan bir şovenizmi bayrak edinen gerici-faşist partiler blokundan bir ölçüde farklı davranmaktadır.

Bütün bunlar çelişki ve çatışmaların, buna dayalı saflaşmaların grift yapısını göstermektedir. Bu grift ilişki ve saflaşmayı devletin zirvesini oluşturan kurumlar üzerinden de görmek mümkün. Örneğin, irticai eğilim ve hevesler karşısında devletin ve düzenin oturmuş modern burjuva yapısının korunması konusunda ordu ile aynı cephede olduğu tartışmasız olan MİT, ABD'nin Kürt politikası konusunda AKP'ye benzer bir esneklik içindedir ve son çıkışıyla ona açıkça destek vermiş olmaktadır.

MİT'in kendi çıkışı üzerinden ortaya koyduğu yaklaşım, sorunun temel önemde bir başka boyutuna da bir kez daha ışık tutmaktadır. Bu, Kürt sorunu üzerinden yaşanan bölünmenin basitçe bir iç iktidar savaşı olmanın ötesindeki anlamıdır. Burada burjuvazinin Türkiye'deki Kürt sorununun üstesinden nasıl gelinebileceği konusundaki görüş ayrılığı çıkmaktadır karşımıza. Bir kesim bu konuda, Irak işgalinin ardından oluşan durumun artık kabul edilmesi ve sindirilmesini, bu çerçevede ABD'nin bölgesel politikalarıyla da uyumlu davranılarak Güney Kürdistan'a hamilik yapılmasını savunmakta; gelinen yerde tam da bu politikanın hem Türkiye Kürtleri üzerindeki kontrolü kolaylaştıracağını ve hem de bunu Güney Kürtlerine yayma olanağı sağlayacağını düşünmektedir. TÜSİAD'ın başını çektiği bu eğilime devlet katından MİT destek vermekte, düzen partileri cephesinden ise AKP ve DYP meyletmektedir.

Öteki bir kesim ise, Güney Kürdistan üzerinden Kürtlerin devletleşmesini meşrulaştırmanın Türkiye'deki Kürt sorununu daha da azdıracağını ve uzun vadede Türkiye Kürtlerinin kaybını getireceğini düşünmekte; bu nedenle içerde olduğu kadar dışarıda da Kürtlerin her türlü kazanımına karşı savaşılması gerektiğini, Ortadoğu politikasındaki açmazlarından da yararlanarak ABD ile uşakça işbirliğini Kürtlerin satılması ve ezilmesi koşuluna bağlamak gerektiğini savunmaktadır. Bu politikayı burjuvazi cephesinden AB konusunda temkinli ya da ona açıkça karşıt kesimler, devlet katında ordu ve cumhurbaşkanı, düzen partileri cephesinden ise CHP-MHP temsil etmektedir. (Bu konu hakkında bkz. Ortadoğu'da Gelişmeler ve Sermaye Düzeninin Büyüyen Açmazları, Ekim, Sayı: 243, Aralık 2005).

Özetle, bu alanda da AB eksenli sorunlara benzer bir görüş ayrılığı ve çatışma ekseni ile yüzyüzeyiz. Ve yine bu tür bir görüş ayrılığı ve saflaşma göstermektedir ki, düzen cephesindeki iç dalaşmalar, kudurgan bir şovenizmin de bayraktarlığını yapan resmi laik cephenin genellikle sunmaya çalıştığının aksine, hiç de basitçe bir laiklik-irtica çatışmasından ibaret değildir.

Sonuçta girmiş bulunduğumuz yıl içinde bu çatışmanın önce alevlenmesi ve sonra da bir süreliğine yeni bir dengeye oturması muhtemel olduğu gibi, beklenmedik gelişmelerle kontrolden çıkması ve rejim içi hesaplaşmalara dönüşmesi de pekala olanak dahilindedir. Daha zayıf olan bu ikinci ihtimalin önünü almak için büyük burjuvazinin en kodaman kesimleri şimdiden duruma müdahale etmekte, taraflara telkinlerde bulunmakta, özellikle AKP'yi dizginleyerek cumhurbaşkanlığı sorununu yumuşak bir biçimde çözmeye çalışmaktadırlar. Bunda başarılı olurlarsa eğer bu krizi bitirmez, fakat işlerin kontrolden çıkmasına yolaçabilecek bir çatışmayı engeller veya şimdilik erteler.

Öte yandan çatışmanın nasıl bir biçim alacağı ve hangi sonuçları doğuracağı yalnızca siyasal etkenlere bağlı olmadığı gibi yalnızca iç dinamiklere de bağlı değildir. Örneğin ekonomide beklenmedik bir ağır çöküntü, bugünün etkin taraflardan biri olan AKP'nin sonunu getirebilir ve siyasal cephede işler kendiliğinden farklı bir seyre oturabilir. Aynı şey farklı bir çerçevede, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'daki macerasının alacağı yeni biçimin iç dengelere etkisi bakımından da geçerlidir. Amerikan emperyalizminin örneğin Baker-Hamilton raporu eksenindeki muhtemel bir köklü politika değişimi, beraberinde Kürtlerin feda edilmesini getirebilir ve bu da egemen sınıf bünyesinde bu konuda halen yaşanmakta olan görüş ayrılıklarını kendiliğinden ortadan kaldırabilir. Ya da ABD'nin safında İran'a karşı bir savaşa katılmak orduya geniş bir inisiyatif ve etkili bir Amerikan desteği sağlayabilir. Bunun ise iç dengeler üzerinde önemli sonuçları olabilir.

Bütün bu konularda dayanaksız spekülasyonlara düşmeksizin şimdiden kesin şeyler söylemek kolay değildir, bunu zorlamanın anlamı da yoktur. Önemli olan sorunları, çatışma konularını, çatışan tarafların konum ve eğilimlerini bilmek ve bunların ışığında gelişmeleri dikkatlice izlemektir.

***

Bütün bu çatışma konuları burjuva gericiliğinin gerici bir temeldeki iç bölünmesini anlatmaktadır. Dolayısıyla ilerici-devrimci güçlerin bu çatışmanın şu veya bu boyutunda taraf olmaları, taraflardan birine yakınlık göstermeleri, hele hele destek vermeleri hiçbir biçimde düşünülemez. Düzenin bu gerici iç çatışmalarından ancak devrimci amaçlarla yararlanılabilinir. Bunun içinse bağımsız devrimci bir konumda bulunmak, bunun gerektirdiği bağımsız devrimci bir inisiyatifle hareket etmek, işçilere ve emekçilere yönelerek devrimci alternatifi kitleler içinde ete kemiğe büründürmek gerekir.  Ve elbette, Kürt hareketi de içinde olmak üzere burjuva gericiliğinin iç çelişki ve çekişmeleri üzerinden politika yapan, bunu yaparken de taraflardan birinin yedeğine düşmekten kurtulamayan liberal ya da milliyetçi  kanatlarıyla reformist akımlara karşı sürekli bir mücadele vermek gerekir.

Daha önce yararlandığımız parti değerlendirmesine bu açıdan da başvurmak istiyoruz: "… düzen cephesinde büyüyen iç çatlakların iki yönlü bir sonucu olabilir. Bunlardan ilki, burjuvazinin iç bütünlüğünün zayıflaması ve böylece toplumsal muhalefetin gelişmesinin nispeten kolaylaşmasıdır. İkincisi ise, örneğin 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, toplumsal muhalefetin bu iç çatışmada taraflarca yedeklenmesidir. AB hayranı liberal sol ile ordu yalakası devletçi sol, her biri kendi cephesinden olmak üzere, bu konuda şimdiden çatışan tarafların hizmetindedirler."

Bu değerlendirme bugün de aynen geçerlidir. Buna belki şunu da eklemek gerekir. ABD ve AB karşıtlığını Kürt sorununda zaman zaman tüm kabalığı ile kendini dışarı vuran incelikli bir şovenizmle birleştirenler de var artık reformist solda. Bunlar da işin aslında, milliyetçi duyarlılıklar maskesini takınarak kudurgan bir şovenizmden kendi gerici burjuva çıkararı için yararlanmaya çalışan burjuva kesiminin yedeğinde hareket etmekte, onun soldaki yankıları olmaktadırlar. AB ve ABD karşıtlığının bu milliyetçi, sosyal-şoven yozlaştırılışına karşı mücadele de günün önemli görevleri arasındadır. ABD'nin mazlum Kürt halkı üzerindeki kirli oyunlarının teşhirini, Kürt halkının tüm meşru ulusal haklarının ve bu çerçevedeki kazanımlarının açık ve kararlı bir savunusu ile birleştirmeyen her çaba, ikiyüzlü ve sinsi bir sosyal-şoven girişim olarak şiddetle mahkum edilmelidir.

(…)

(Sermaye Düzeninin Zor Yılı, Ekim, Sayı: 246, Şubat 2007)

http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter