Sevr ve Misak-i hemen hemen her dönemde gündemde tutulmaya özen gösterilmiştir. Bu iki kavramın gündeme getirilmesi Kürdistan sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. Bundan kısa bir süre önce bu iki konu DTP EşBaşkanı Aysel Tuğluk tarafından gündeme getirildi. Bireysel olarak A. Tuğluk'u ciddiye almayabilirsiniz. Ama o, bir çizgiyi, bir misyonu dile getiriyor.
O nedenle sözlerini ve davranışlarını ciddiye almak ve temsil ettiği çizgi ve misyonu deşifre etmek devrimci yurtseverlik açısından kaçınılmazdır. Bir de A. Tuğluk, Diyarbakır halkının huzuruna "Milletvekili adayı" olarak çıkarılmış bulunuyor. Kürdistan sorunu, ulusal direniş ile anılan, asmbolik bir değer ifade eden Diyarbakır'ın teslimiyet ve ihanet çizgilerini taşımayacağı, taşımaması gerektiği, bu anlamda kendisiyle çelişen kişiliklerin gerçekliğinin deşifre edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Kuşkusuz bu yazının konusu A. Tuğluk ve Radikal gazetesinde çıkan yazısını tartışmak değildir. Bu yazının konusu tarihsel gerçeklerin çok kabaca nasıl çarpıtıldığını bazı yönleriyle göstermek ve halkımıza yedirilmeye çalışılan köleleştirici, sömürgeci çizgiyi yine belli yönleriyle göstermektir!
Aysel Tuğluk, hiç kuşku yok, bir İmralı yetiştirmesidir, onun ağzını konuşmakta, onun çizgisinin ve misyonunun pratik temsilini gerçekleştirmektedir. Zaten öne çıkması, "politik aktör" haline gelmesi İmralı sonrasına denk gelir. Ondan önce sıradan bir avukattır sadece. Yazısı bir bütün olarak ele alındığında devletin resmi çizgisinin çok kaba, bayağı ve abartılı motiflerle dillendirilmiş iğrenç bir biçimiyle karşılaşırısınız. M. Kemal için söylenenleri, bugüne dek en değme bir Kemalist söylemiş midir? Ya Türk halkı için yapılan "ruhsal analizler", Sevr ve Misak-ı Milli için söylenen tarihsel tahrifatlar? Kürtleri Sevr sendromu konusunda uyaran sözler, Güneyi işgal senaryolarının tartışıldığı bir dönede Güneyi Misak-ı Milli içinde gösterme çabaları… Egemen bir ulusun "travmalarından" mazlumların sorumlu gösterilmesi kadar "Yavuz hırsız" örneği olabilir mi?
Kaldı ki ortada bir "Travma" mı var, yoksa ezilenlerin kurtuluş istemlerini ve direnişlerini bastırmak için kabaca yaratılmış bir psikolojik hareketin kendisi mi var? Kuşkusuz Sevr korkusu, bir psikolojik savaş kavramıdır ve Türk halkını düşünsel ve ruhsal olarak teslim almanın, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini bastırmanın propaganda tezlerinden biridir. A. Tuğluk'a göre, Kürtler Sevr travmasını hatırlatacak hiçbir çaba içinde olmamalı, Türk halkına "bölünme" korkusunu yaşatmamalıdır. Öyle ya onlar ruhsal olarak yaralı; ruhlarını kanatacak kavram, çağrışım, asmbol ve davranışlardan kaçınılmalıdır! Ne de olsa adları kimlikleri, her türlü hakları inkâr ve gasp edilen onlar; sayısız katliama maruz kalan onlar, her gün aşağılanan, onurları ayaklar altında, asker postalı altında çiğnenenler onlar! O nedenle Kürtler son derece dikkatli olmalı, onların yaralarını kanatmamalıdır!
Aslında ortada alay konusu olabilecek aşağılık bir yalvarış ve kendini kabul ettirme çabası var. Tabii en yumuşak yorumla böyle… Bu yazıyı herhangi bir özel savaş ve Kürtlerin beyinlerini yıkama amaçlı yazılmış bir özel savaş propaganda yazısını sollayan, onu kat kat aşan bir yazı olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Kısacası son derece öfkelendirici bu yazı ve sahibi, Kürtler ve onların onurları için bir yüzkarasıdır. Ama sorun şu: Genelde Kürt halkı ve özelde Diyarbakır halkı A. Tuğluk ve onun temsil ettiği Kürtlerin bilincini, ruhunu ve belleğini katletme hareketini bağrına basacak mı? Peki, basarsa, bunun suçluluk duygusu ile ne kadar yaşayabilir?
Bu kısa hatırlatmalar ve sorulardan sonra esas konumuza geçebiliriz.
Türk tarih anlayışı gerçekleri çarpıtma, yalan ve hurafeler üzerine kurgulanmıştır. Osmanlı, "Milli Savaş", Cumhuriyet, Sevr, Lozan, Misak-ı Milli ve bu eksendeki konular üzerine söylenenler, yazılanlar, ders olarak öğretilenler bunun en tipik örnekleridir. Kuşkusuz konu, çok geniş bir tartışmayı gerektiriyor. Biz üç kavram üzerinde durmaya çalışacağız. Sevr, Mondros ve Misak-ı Milli… Bu üç kavramın arka planında hangi tarihsel, politik ve askeri gerçekler vardı? Peki, tam bir teslimiyet mütarekesi olan Mondros neden bir "Ruhsal yarılma" nedeni olmadı da zaten fiili olarak dağılan ve çözülen bir imparatorluğun son kalıntıları üzerine yapılan bir antlaşma sonu gelmez bir hastalık tablosu, "ruhsal yarılma" konusu oluyor, daha doğrusu yapılıyor? Peki, bugün kutsallık düzeyinde algılanan ve değişmez anayasa hükümleri haline getirilen Misak-ı Milli sınırları kimin iradesiydi? 30 Ekim 1918 tarihinde kabul edilen Mondros Ateşkes Mütarekesiyle belirlenen sınırlar neden "kutsal" da, ondan önce Osmanlının sınırları içinde olan topraklar, neden aynı kutsallıkla anılmadı? İngiltere, Fransa, İtalya emperyalistlerinden oluşan blokun dayattığı bu sınırların kutsallığı nereden geliyor? Bu sorular ve yanıtları tartışılmadan TC ve onun sömürgeci niteliklerini kavramak olanaklı değildir.
Osmanlı imparatorluğu I. Emperyalist Paylaşım Savaşına neden katıldı? Sadece bir "paylaşım" konusu muydu? Yoksa emperyalist, yayılmacı ve kendi egemenliği altındaki ülkeleri kendine bağlı tutma politikası yok muydu? Türk tarih tezi bu soruları ve onların yanıtlarını es geçmeyi, tartışma konusu yapmamayı yeğler. Bu sorular atlandığında M. Kemal liderliğinde verilen Milli Savaş'ın arka planı, dayandığı tarihsel gerçekler de havada kalmış olur, geriye çarpıtılmış, tahrif edilmiş ve temel gerçekleri inkâr edilmiş bir hurafeler yığını kalır. Olan da budur…
Açık ki, Osmanlı İmparatorluğu, hem emperyalist devletler için bir paylaşım konusuydu, hem de emperyalist amaçları olan ve bu amaçla savaşta Alman blokunun yanında yer alan bir imparatorluktu. Enver Paşa liderliğindeki İttihat Terakki Cemiyeti, savunduğu Pan-Türkist ve Pan-İslamist düşüncelerle I. Savaşa katılmışlardır. Hesapları şuydu: İmparatorluk batıda toprak kaybediyordu, bunları yeniden kazanmak mümkün değildir. Ama Osmanlının Doğuda genişlemesi ve Türk ve İslami unsurları bünyesine katması mümkündür. Doğuya kaydırılarak genişletilmiş ve varlığı korunmuş bir imparatorluk, diğer devletlerle boy ölçüşebilir. Bu savaşta Almanya ile yapılacak bir ittifak bu hedefin önünü açabilir. Aynı zamanda bu ittifakla büyük devletlerin yemi olmaktan kurtulmanın şansı da ortaya çıkabilir. Ancak bilindiği gibi bu hesap tutmadı, Osmanlı devleti çarpıştığı savaş cephelerinde ağır bir yenilgiye uğradı ve 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros ateşkes Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Bu Antlaşma ile Osmanlı devleti 5 milyon km2'yi bulan topraklardan yaklaşık %85'ini yitirerek 770 bin km2'lik bir toprak parçasıyla kalıyor. İmparatorluk topraklarından geri kalan topraklardan belli bir bölümü Kürdistan'a aittir.
Mondros Mütarekesinin koşulları son derece ağırdır, uğranılan stratejik askeri yenilgi sonucunda imzalatılan teslimiyet antlaşmasıdır. (Bu antlaşmanın maddeleri "Ek" olarak verilecektir.) Öyle de olsa Misak-ı Milli'nin en temel referans noktası yine bu teslimiyet anlaşmasıdır. Bu noktaya geleceğiz.
Burada altı çizilmesi gereken temel nokta şudur: Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı içinde yer alması, emperyalist ve sömürgeci hesaplar nedeniyledir. Ama savaşta yenildi ve tarihin çöplüğünün yolunu tuttu. Savaş süresince kaybettiği topraklar tarih boyunca zor, fetih savaşları sonuncu sınırlarına kattığı topraklardır. Yani zor ve savaşla "kazandıklarını" başka bir tarihsel kesitte yine zor ve savaşla kaybetmiştir. Başka halklara ait toprakların zor ve savaş yoluyla fethedilmesi, egemenlik altına alınması, hiçbir zaman, hiçbir neden ve gerekçeyle meşru olamaz. Yine hiçbir biçimde bu topraklar üzerinde hak etmesi meşru değildir, kabul edilir değildir!
Mondros teslimiyet anlaşmasından Misak-ı Milli'ye geçmemiz gerekiyor. Bu konuda bir kaynakta şunlar yazılı:
"İstiklâl Harbi yıllarında toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin aldığı kararlar, "Ahd-i Millî" ve "Mîsâk-ı Millî" adı altında altı maddeden meydana gelir. Meclis, 28 Ocak 1920'de toplandı. Osmanlı Sultanı Vahideddin Han, rahatsız olduğundan, Meclisin açış konuşmasını İçişleri Bakanı Damad Şerif Paşa okudu. "Felâh-ı Vatan" yani vatanın kurtuluşu istendi. Mecliste, Erzurum Mebusu Celaleddin Ârif Beyin başkanlık ettiği Felâh-ı Vatan grubundaki milletvekillerince, Mîsâk-ı Millî hazırlandı. Erzurum ve Sivas kongrelerindeki beyannameler kabul edildi. Millî Kurtuluş Programı hazırlandı ve millî hudutlarımız tespit edilerek, hukuk ve siyaset anlayışı esaslarına göre ortaya kondu." (http://www.dallog.com/kavramlar/misakimilli.htm)
Aynı yazının devamında Misak-ı Milli'nin gerekçeleri ve amacı belirtiliyor. Aktarmakta yarar var:
Altı madde hâlinde yazılıp, oybirliği ve heyecanla kabul edilen Mîsâk-ı Millînin girişinde şöyle deniliyordu: "Osmanlı Mebuslar Meclisi üyeleri, yapılacak fedakârlığın en son mertebesine göre hazırlanan aşağıdaki esaslarla, devletimizin istiklâlini ve milletimizin sulh ve sükûna kavuşabilmesi, bunlar gerçekleşmeden Osmanlı saltanatı ve cemiyetinin varlığı ile devamının imkânsızlığını, hep birlikte kabul ve tasdik etmişlerdir." (http://www.dallog.com/kavramlar/misakimilli.htm)
Belli ki Osmanlı Mebuslar Meclisi, bu 6 maddelik metni hazırlarken Osmanlı devletinin varlığı ve geleceği için bir zorunluluğu, ama içinde "yapılacak fedakârlığın en son mertebesini" taşıyan bir kaçınılmaz zorunluluğu vurgulamaktadır. Bu zorunlulukla hazırlanan 6 maddelik metin, Milli Savaşın, TC'nin, resmi çizginin temel politik programı haline getiriliyor. Misak-ı Milli böylece tartışmasız bir kutsalla dönüştürülüyor. Ancak bunun dayandığı irade ve temeller hiçbir zaman ciddi bir tartışma konusu yapılmadan… Misak-ı Milli'ye içerilen irade, aslında Mondros Mütarekesinin iradesidir. 30 Ekim 1918 tarihi, Misak-ı Milli için bir "Milat" niteliğindedir. Devam etmeden bu 6 madenin tümünü aktarmakta yarar var:
"Misak-ı Milli Beyannamesi
Aşağıda imzası bulunan Osmanlı Meclisi Mebusan üyeleri, devletin ve ulusun geleceğinin adaletli ve sürekli bir barışa kavuşması için göstereceği özverinin en son sınırı olan aşağıdaki ilkelerin hepsinin uygulanabileceğine inandığını ve sözü geçen ilkelerin dışında Osmanlı Saltanat ile toplumunun varlığının olanaksızlığını kabul ve onaylamıştır:
1. Osmanlı Devleti'nin yalnızca Arap çoğunluğu bulunan ve 30 Ekim 1918 tarihli Ateşkes'in imzası sırasında düşman ordularının elinde kalan bölgelerin geleceğini halkın özgürce vereceği oya göre saptamak gerekir. Sözü geçen Ateşkes'in çizdiği sınırlar içinde, dince, soyca ve asılca birlik, birbirlerine karşı saygı ve özveri duygularıyla dolu, gelenekleriyle toplumsal çevrelerinde tüm olarak Osmanlı İslam çoğunluğunca oturulan bölgelerin tamamı gerçekten ya da hükmen, hiçbir nedenle ayrılmaz bütündür.
2. Halkı özgür kalır kalmaz anayurdu, kendi istekleriyle katılmış olan Kars, Ardahan ve Batum için gerekirse yine halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz.
3. Geleceği Türkiye ile yapılacak barışa bırakılan Batı Trakya'nın hukuksal durumu da özgürce yapılacak halkoyu sonucunda uygun biçimde ortaya konulmalıdır.
4. İslam halifeliğinin merkezi ve Osmanlı Saltanatı'nın başkenti İstanbul ile Marmara denizinin güvenliği her türlü tehlikeden uzak olmalıdır. Bu ilke saklı kalmak koşuluyla Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaretine ve ulaşımına açılması hakkında bizimle öbür bütün devletlerin oybirliğiyle verecekleri karar geçerlidir.
5. Yenen devletlerle düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmalardaki ilkeler çerçevesinde azınlıkların hakları, çevre ülkelerde bulunan Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanmaları koşulu ile tarafımızdan güvence altına alınacaktır.
6. Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş bir düzenli yönetimle işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de tam bir bağımsızlığa ve özgürlüğe gereksinmemiz vardır. Bu, yaşamamızın ve geleceğimizin temelidir. Bu nedenle siyasal, yargısal parasal gelişmemizi önleyecek sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızın ödeme biçimi de bu ilkeye aykırı olamaz."
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Misak-%C4%B1_Milli sitesinden alınmıştır.)
Çok açıkça görüldüğü gibi, kabul edilen irade, Mondros Mütarekesinin iradesidir, yani emperyalist güçlerin iradesidir. 30 Ekim 1918 tarihinde kaybedilen toprakların kesin ve nihai kaybı kabul ediliyor, ancak henüz işgal edilmemiş, ama işgal olasılığı yüksek olan toprakları vatan ve devlet toprakları olarak kabul ediyor ve bunu bir "ulusal ant" olarak belgeleniyor. Bu toprakların "ayrılmaz bütündür " olarak kabul edilmesinin hiçbir ulusal, toplumsa nedeni bulunmuyor. Vurgu "Osmanlı İslam çoğunluğun"adır. Burada belirleyici unsur, reel politik gerekçelerdir. Şunu çok biliyorlardı ki, savaşla birlikte kaybedilen toprakları yeniden kazanmak mümkün değildir. Ama kalan toprakları korumak ve bunlar üzerinde "bölünmez bir vatan" yaratmak mümkündür! Yine burada kabul edilen sınırlar doğal sınırlar değil, halkların iradesine ve temel ulusal iradelerine rağmen, zor ve savaşlar yoluyla belirlenen sınırlardır. Bundan dolayı hiçbir tarihsel ve güncel meşruiyeti yoktur. Misak-ı Milli sınırları içinde kalan topraklardan önemli bir bölümü Kürdistan'dır. Osmanlı ve mirasçısı TC'nin Misak-ı Milli sınırları içinde, yani 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinin çizdiği sınırlar içinde kalan topraklar üzerindeki hak iddialarının, bu toprakları Osmanlının zor ve fetih savaşlarıyla ilhak etmesi gerçeği dışında hiçbir dayanağı yoktur.
Mondros ve Misak-ı Milli ile Sevr arasındaki ilişki ve resmi çizginin bu konudaki yaklaşımına bir sonraki yazımızda değinmeye çalışacağız…
(Devam edecek…)
16 Haziran 2007
M. Can YÜCE
Ek:
Mütareke Görüşmeleri
Birinci Dünya Savaşı'na Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'ın oluşturduğu İttifak Devletleri Grubu'nda savaşa katılan Osmanlı Devleti'nin durumu 1918 yılına gelindiğinde pek iç açıcı değildi. 1911 yılından beri sürekli savaşmakta olan Osmanlı Devleti, son büyük savaşta insan ve malzeme kaynaklarının çoğunu tüketmek zorunda kalmış, devletin temel dayanağı olan Anadolu, sosyal ve ekonomik açıdan çökmüştü. Aktif iş gücünün askerlik hizmetinde bulunuyor olması nedeniyle üretim düşmüş, fiyatlar alabildiğine yükselmiş, yoksulluk artmıştı. Ekonomik çöküntü, sosyal çöküntüyü de beraberinde getirmiş; ordudan kaçan askerlerin gruplar halinde soygun, talan vb. suçları işlemesi nedeniyle devlet otoritesi kalmamıştı.
Savaşın İttifak Devletleri grubunun aleyhine sonuçlanacağı 1918 yılının ortalarına doğru anlaşılmaya başlanmış; hatta Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa, 3 Eylül 1918'de Avrupa'ya yaptığı seyahatinde müttefiklerin barış hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışmıştı. Ancak bu çabalardan bir sonuç alınamamıştı.
1918 yılının Ekim ayından başlayarak; savaşta birlikte çarpıştığımız müttefiklerimiz, mütareke yapmak için değişik kanallardan İtilâf Devletleri'ne başvurmaya başlamışlardı. Bunun üzerine, Talat Paşa hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa etmişti. 4 Temmuz 1918'de Osmanlı tahtına oturmuş olan Sultan Vahdettin, yeni hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa'ya vermişti. Ancak, Tevfik Paşa'nın hükümet kuramaması üzerine hükümeti kurma görevi Ahmet İzzet Paşa'ya verilmişti.
Ahmet İzzet Paşa, memleketin içinde bulunduğu kritik durumu göz önünde tutarak, vakit kaybetmeksizin, bütün gayreti ile bir mütareke imzalamak için çalışmalara başlamıştı. Çünkü İngilizler ve Fransızlar, Trakya'da yedi tümenlik yeni bir askerî kuvvet oluşturmaya başlamışlardı. Bu kuvvetlerin İstanbul ve boğazlar üzerine yürümesine mani olmak isteyen İzzet Paşa, mütareke çalışmalarını hızlandırmıştı. Hatta 5 Ekim 1918'de barış yapma isteğimiz A.B.D. Başkanı Wilson'a değişik kanallardan iletilmiş, ancak müsbet bir cevap alınamamıştı.
Ahmet İzzet Paşa, 19 Ekim 1918'de Meclis-i Mebusanda okuduğu hükümet proğramında yapılacak bir mütarekenin temel esaslarını ortaya koymaya çalışmıştı. Ahmet İzzet Paşa "Amerika Reisği Cumhuru tarafından ilân edilmiş olan hak ve adil esaslarına müstenit bir sulhü kemâl-i hulus ile kabul edeceğiz" diyerek Wilson prensipleri çerçevesinde bir barış yapabileceğimizi belirtmişti.
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti'nin mütareke yapma yollarını arayıp, bir türlü muvaffak olamadığı sıralarda; Kutülammâre'de esir düşerek Büyükada'da esirlik günlerini geçiren İngiliz Generali Townshend, eskiden beri tanıdığı ve hükümette Bahriye Nazırlığı görevinde bulunan Rauf Bey'e bir mektup göndererek "esirliği süresince gördüğü hoş ve şerefli muameleye karşılık olarak, İngiltere ile müzakerelere girişildiği takdirde, Osmanlı Hükümetine yardıma hazır olduğunu" bildirdi.
İngiliz Generalinin bu müracaatı, Osmanlı Hükümeti'nce bulunmaz bir fırsat telakki edildi. Çünkü, Hükümet, mütareke yapabilmek için çeşitli yollardan teşebbüse geçmiş, fakat olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu nedenle Townshend'in teklifine sıcak bakılmış ve 17 Ekim 1918'de Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Bahriye Nazırı Rauf Bey ve General Townshend arasında bir görüşme yapılmıştı. İngiliz yetkililer ile görüşen General Townshend, bu girişimden olumlu sonuç aldı.
Diğer taraftan İngiliz Hükümeti de Osmanlı Hükümeti ile yapılacak bir mütarekenin sadece kendi delegelerinin katılacağı görüşmelerle yapılmasını istemekteydi. Bu nedenle, Osmanlı Devleti'nin mütareke teklifini kabul etmiş ve Akdeniz Filosu Komutanı Vis Amiral Calthorpe'ye İngiltere adına mütareke görüşmelerini başlatması konusunda yetki vermişti. Amiral Calthorpe de Osmanlı Sadrazamı Ahmet İzzet Paşa'ya bir an önce Osmanlı delegelerinin mütareke için Mondros'a gönderilmesini isteyen bir mektup gönderdi.
Mütarekenin İmzalanması ve Hükümleri
Amiral Calthorpe'nin bu mektubu üzerine Padişah Vahdettin'le görüşen Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, bir heyet teşkil etti. Heyete Bahriye Nazırı Rauf Bey, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Bey, o zaman İzmir'de bulunan Erkân-ı Harp yarbaylarından Sadullah Bey'ler seçildi.
26 Ekim 1918'de Limni Adası'nın Mondros Limanına ulaşan heyetimiz, 27 Ekim 1918'de İngilizlerin meşhur Agemennon zırhlısında görüşmelere başladı. İlk oturumda -önceden Osmanlı heyetine verilmemiş olan- mütarekename projesi metni okunarak maddeleri üzerinde görüşmelere geçildi. Beş oturum olarak yapılan görüşmeler sonucunda, 30 Ekim 1918'de çalışmalar tamamlanmış ve mütareke aynı gün akşamı saat 20. 00'de imzalanmıştır.
30 Ekim 1918 günü İtilâf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Vis Amiral Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Bey'lerin imzaladıkları Mondros Mütarekenamesi 25 maddeden oluşmaktaydı.
Türk Milletinin kaderini büyük ölçüde etkileyen ve altıyüz küsur yıllık Osmanlı Devleti'nin sonunu da hazırlayan Mondros Mütarekesi'nin en ağır maddeleri, ya da sık sık ihlâlinden şikayet edilen maddeleri şunlardır:
Madde 1. Karadeniz'e geçiş için, Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının açılması ve Karadeniz'e geçiş güvenliğinin sağlanması için Çanakkale ve Karadeniz İstihkamlarının müttefikler tarafından işgali.
Madde 5. Hudutların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için, lüzum görülecek askerî kuvvetten fazlasının derhal terhisi (İşbu askerî kuvvetin sayısı ve durumu İtilâf Hükümetleri tarafından Devlet-i Aliye ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır. )
Madde 7. Müttefikler (İtilâf devletleri), güvenliklerini tehdit edecek durumda stratejik noktalarını işgal hakkına sahip olacaklardır.
Madde 10. Toros Tünellerinin Müttefikler tarafından işgali.
Madde 12. Hükümet haberleşmeleri dışındaki telsiz ve kablolar İtilâf devletleri memurları tarafından denetlenecektir.
Madde 15. Bütün demiryollarına İtilâf kontrol subayları memur edilecektir.
Madde 20. Beşinci madde gereğince terhis edilecek Osmanlı kuvvetlerine ait teçhizat, silah, cephane ve nakil vasıtalarının kullanma tarzına ait verilecek malumata riayet olunacaktır.
Madde 21. İtilâf devletlerinin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilâf mümessilleri bulunacak ve kendilerine bu yolda gerekli görülecek bütün bilgiler verilecektir.
Madde 24. Vilayat-i Sittede (İngilizce metinde altı Ermeni vilayeti olarak geçen bu vilayetlerimiz şunlardı:Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas, Bitlis) karışıklık çıkması halinde bu vilayetlerin bir kısmının işgal hakkını İtilaf devletleri muhafaza ederler.
İtilâf devletleri bu mütarekeye, dış görünüşte Osmanlı Devletini ve Türk Milletini yokedici kayıtsız ve şartsız teslim hissini verecek açık hükümler koymaktan dikkatle kaçınmışlardı. Buna mukabil, savaş içinde aralarında imzaladıkları gizli paylaşım projelerinin ve antlaşmalarının tatbik edilebilmesi için de yoruma açık bir metin düzenlemek gayretlerini sarfetmişlerdi.
Mütarekenin imzalanmasını her iki hükümet de kendi açısından bir başarı saymıştı. Nitekim Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Rauf Bey'e bir teşekkür yazısı yazmış ve mütarekenin onaylanması amacıyla Meslis-i Mebusan'da yaptığı konuşmada mütarekenin ılımlı olduğunu söyleyerek, meclisin oy birliği ile mütarekeyi onaylamasını sağlamıştı. Diğer taraftan, İngiliz Harp Kabinesi de 31 Ekim'de Calthorpe'ye görüşmeleri "kudret ve başarı ile yürüttüğü için" tebrik telgrafı göndermeye karar vermiş; bilahare de Calthorpe'yi İngiltere'nin İstanbul'daki "Yüksek Komiserliğine" getirmiştir.
Aslında mütareke Osmanlılar için, diğer müttefik devletlerin yaptıkları antlaşmalara bakarak daha hafif gibi görünüyorsa da, uygulamada Türk Milleti için bir felaket habercisi olmuştur. " (http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_10/bolum10.html)