0 0
Read Time:26 Minute, 15 Second

Özgür Üniversite – Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı Başkanı Sayın Fikret Başkaya'ya, siyasal yaşamın en çok kullanılan kavramlarından bazıları üzerine sorular yönelttik.

a) Bir yerde, son döneminde Osmanlı bürokrasisini Batıcı-yenilikçi-komprador olarak tanımlıyorsunuz (SEK: 188). Başka bir yerde de, Türkiye'nin 24 Ocak-12 Eylül sürecinde ″kesin olarak″ kompradorlaşma tercihini yaptığını yazıyorsunuz (SEK: 204; ayrıca, AKY: 168). …

Özgür Üniversite – Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı Başkanı Sayın Fikret Başkaya'ya, siyasal yaşamın en çok kullanılan kavramlarından bazıları üzerine sorular yönelttik.

a) Bir yerde, son döneminde Osmanlı bürokrasisini Batıcı-yenilikçi-komprador olarak tanımlıyorsunuz (SEK: 188). Başka bir yerde de, Türkiye'nin 24 Ocak-12 Eylül sürecinde ″kesin olarak″ kompradorlaşma tercihini yaptığını yazıyorsunuz (SEK: 204; ayrıca, AKY: 168). Osmanlı'da komprador olan egemen sınıf(lar)ın 80 sonrası yeniden kompradorlaşması, arada geçen süreç içinde, bu sınıfın -komprador olup olmama açısından- tanımını gerektiriyor. Başka bir söyleyişle, kalkınmacı olarak kabul edilen dönem için egemen sınıf(lar)ın emperyalizmle ilişkilerini nasıl adlandıracağız?

a. Eğer, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkenin egemen sınıfı
"içerden çok dışarının ihtiyaçlarına göre″ biçimlenmişse, oradaki yönetici sınıfın komprador bir sınıf olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şey burjuvazi için de geçerlidir. Zaten, marksist literatürde daha çok komprador burjuvazi kavramı kullanılıyordu. Yarı-sömürge statüsüne indirgenmiş bir sosyal formasyon olan Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetici sınıfının kompradorluğu işin doğası gereğidir. Dolayısıyla orada tartışmalı bir durum olmaması gerekir. Tabii, kavramları yerli yersiz kullanmak da son derece tehlikelidir. Aksi halde, kavramların bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Türkiye solunun bu konuda aşırı özensiz davrandığını söyleyebiliriz. Osmanlı çöktükten sonraki dönemi iyi tahlil etmezsen, yaptığın tahlil boşlukta kalabilir. 1914-1945 aralığı, kaptalist dünya sisteminin ‘yapısal kriz' dönemi. O kadar ki, 1929-33 krizi sistemin tarihindeki en derin kriz sayılıyor. Emperyalist hegemonya yarışı da bu dönemde en yüksek seviyeye çıkıyor; emperyalist liderlik için kıyasıya bir rekabet var ve bu rekabet iki büyük emperyalistler arası savaşla sonuçlanıyor. Böyle dönemlerde emperyalizmin çevreyi sömürme, biçimlendirme, şartlandırma gücü azalır. Zira içerde sorunlar var ve asıl mücadele kendi aralarında cereyan ediyordur. Bu da, sistemin çevresinde yer alan ülkelerdeki iç dinamiği harekete geçirebilir. Türkiye 1923-1945 döneminde böyle bir uluslararası güç dengesi ortamında görece ‘özerk' konuma geldi. Başka türlü olması da zaten mümkün değildi. Az çok benzer durumlar, bir çok başka çevre ülke için de geçerliydi. Bu sorunla ilgili bilgiler Azgelişmişliğin Sürekliliği başlığını taşıyan kitabımda ve başka yazılarımda yer alıyor. Netice itibariyle, tek partili Bonapartist rejim dönemini ‘komprador' kavramıyla açıklamak asla uygun değildir. "Yeni sömürgecilik" denilen 1945-1980 döneminde de, Türkiye'de komprador bir rejimden söz etmek mümkün değil. Zira, o dönemde "ulusal kalkınmacılık" dalgası geçerliydi. Türkiye de buna dahildi. İkinci savaş sonrasında ilk defa, ezilen halklar, sömürülen sınıflar lehine göreli bir güç dengesi durumu ortaya çıkmıştı. Böyle bir güç dengesi durumu, emperyalizmi ödünler vermeye zorlamıştı. Sadece yeni bağımsızlığa kavuşanlar değil, nerdeyse bütün azgelişmiş ülkelerde ulusal kalkınmacı bir model geçerliydi. Yabancı sermaye millileştiriliyor, ulusal ekonomiyi güçlendirecek yatırımlar devlet eliyle yapılıyor, devlet sosyal amaçlar için seferber oluyordu… Türkiye bu genel çerçevenin dışında değildi. Ancak neoliberal küreselleşmenin dayatması, ulusal kalkınmacılığın aşınmasından sonra [1980 24 Ocak Kararları], Türkiye ulusal kalkınmacılığa elveda dedi ki, işte benim yeniden kompradorlaşma tercihi dediğim budur. Velhasıl, şu anda külliyen kompradorlaşmış bir rejim söz konusu…

b) Sosyalist solun bir kesimi, 1900'lerin Uzak Doğu'su gibi algıladıkları Türkiye burjuvazisini her zaman "komprador″ olarak adlandırmıştır. Böyle (mekanik) bir süreklilikten söz edilebilir mi?

b. Soruna böyle yaklaşılırsa, somut durumun somut tahlili boş bir retorik olarak kalır. Bilindiği gibi, sermaye sınıfı burjuvazinin tamamı değildir ve Türkiye'de sermaye sınıfı devletin serasında yetişmiştir. Burjuvazi, sermaye sınıfını içermekle birlikte, ondan daha fazlasını kapsar. Türkiye bakımından önemli bir husus da, Türkiye'de devletin niteliğini, geleneği ve geleneğin sürekliliğini angaje ediyor. Burjuvazi dediğin zaman buna sadece sermaye ve çevresi değil, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, meslek örgütleri yöneticileri, işçi konfederasyonları yöneticileri, yüksek yargıdan medya'ya, köşe yazarlarından edebiyat sanat çevrelerine, "orta-sınıf″ denileni kapsayan geniş bir yelpaze söz konusudur… Bu yüzden, 1980 öncesinde rotayı belirleyen esas itibariyle bürokrasiydi. 1980'den sonra kompadorlaşma proğramının dayatılması, bürokrasinin bu başat rolünün aşındırılmasıyla mümkün oldu. Avrupa-merkezli ideolojik safsatalardan kurtulmadan, Türkiye sosyal formasyonunun tahlilini yapmak mümkün değildir… Türkiye burjuvazisi 1980 öncesinde komprador değildi… Bu tür anlayışlarla, kaba yuvarlamalarla realite anlaşılamaz. Dünyayı değiştirme kaygısı ve amacı taşıyanların bu tür kolaycılıktan uzak durmaları gerekir.

c) Sizin, kompradorlaşma kavramını, ″biçimsel bir siyasal bağımsızlığın varlığına rağmen, emperyalist merkezler tarafından yönetilen, biçimlendirilen, deregülasyon sonucu iğdişleşmiş devlet aygıtına sahip sosyal formasyonları, onlarda geçerli rejimler için (RA: 199) kullandığınızı biliyoruz.(1)

Egemen sınıf(lar)ın bugün için komrador olarak değerlendirilemeyeceği doğrultusundaki görüşleri nasıl yorumlarsınız?

Yaşadığınız ülkede ücretlere, maaşlara ne kadar zam yapılacağına, ne kadar ‘faiz dışı fazla' gerektiğine, sağlık sisteminin nasıl olması gerektiğine, nerelere hangi ürünün ekilmemesi gerektiğine, akla gelen her şeyin özelleştirilmesi gerektiğine, vb. başkaları, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi kurumlar karar veriyorsa ve uygulanan politikalar sadece küresel sermayenin tek yanlı çıkarını gözetiyorsa, bu, buradaki rejimin artık burada yaşayan insanların sorunlarına yabancılaştığı anlamana gelir. Başka türlü ifade edersek, ülkede temel doğrultuyu belirleyen içerdekiler değil, dışarısıdır. Eğer böyle bir rejim komprador değilse nedir? Elbette bu kepazelik, "dünya ekonomisiyle bütünleşme", "küreselleşmeye uyum sağlama", "dışa açılma" vb. gibi söylemlerle kabullendirilmek isteniyor. Kimse dışarıya kapan demiyor, zaten böyle bir şey hem saçma, hem de gereksizdir, kötüdür. Biz diyoruz ki, içeriyi dışarının ihtiyacına göre değil, dışarıyı içerinin ihtiyacına göre kurgula… Dış ilişkilerini içerinin ihtiyaçlarını gözeterek dizayn et… Oysa bu gün buradaki durum tamı tamına bunun tersidir. Bu sorunla ilgili mutlaka egemen söylemin dışında bir yaklaşıma ve anlayışa ihtiyaç var.

Yarı-sömürge kavramı, ″temelde, sömürgelerin bulunduğu çağda askersel işgal altına girmeyen, ama belli ülke ya da ülkelerce sömürülen geri ülkeleri dilegetirir (ES: 468)″, diye açıklanıyor.

Bu kavramı sizin de ″nüfuz bölgesi″ anlamında ele aldığınız anlaşılıyor (RA: 175). Buna göre; ″…mali-diplomatik sömürgecilik… 1800'lü yıllardaki Çin, Osmanlı imparatorluğu, İran, Tayland, Latin Amerika ülkeleri, Liberya, Etyopya, yine 1880 öncesi Kara Afrika'nın birçok bölgesi doğrudan sömürge değillerdi (SEK: 34).″

Lenin de, ″…malî sermayeye en büyük ‘rahatlığı', en büyük üstünlükleri sağlayan şey, o boyun eğmiş bulunan halkların ve ülkelerin siyasî bağımsızlıklarını da yitirmekte olmasıdır. Yarı-sömürge ülkeler, bu yönden ‘yarı yolda' olan tipik örneklerdir (E: 97)″, diyor.

Batı'nın yarı-sömürgesi durumuna gelen Osmanlı'dan Cumhuriyete geçilince, emperyalizm, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ağırlıklı olarak tercih edeceği bağımlılık ilişkilerinin belki de prototipini Türkiye'de deniyor. Ve Türkiye yeni-sömürge bir konuma geliyor.

1980 sonrasını yeniden komradorlaşma olarak adlandırıyorsunuz ama, bunu, yeni-sömürgeciliğin aldığı yeni biçim olarak görüyorsunuz (AKY: 126). Sistemin evrilmesi bu biçimde iken, Türkiye'yi hâlâ yarı-sömürge olarak kabul eden anlayışları nasıl değerlendiriyorsunuz? (2)

Genel olarak Türkiye solu, kendi gerçekliğinin somut tahlilini yapmaktan çok, başka yerlerde başkaları tarafından yapılan tahlilleri ithal etti. Bir kere zahmet edip kendi tarihiyle ilgilenmedi. Resmi tarihi veri aldı. Resmi tarihi veri aldığı anda, artık söylediğinin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildi. Sen dününü bilmeden bu gününü anlayabilir, onu değiştirebilir misin? Bu bana, bir yalan söyleyip sonra kendi yalanına inanmak gibi geliyor. Üretim tarzı diye bir şey var ve yüksek düzeyde bir soyutlamadır. Belirli bir toplumda belirli bir tarihsel dönemde geçerli hakim üretim ilişkilerini ifade eder. Fakat o andaki toplumun somut fotoğrafı değildir. Hakim üretim ilişkilerine eklemlenen ikincil, üçüncül kapitalizm öncesi ilişkiler de pekâlâ mevcut olabilir; ama bunların varlığı oradaki toplumda geçerli ″hakim üretim tarzını″ değiştirmez. Mesela, 1950'li yılların başında Türkiye'ye Irak tarafından giren bir yabancı, oradaki duruma bakarak Türkiye'de kapitalizm öncesi [feodal] üretim ilişkilerinin geçerli olduğu sonucuna varabilir. Eğer üretim tarzı hakkında bilgi sahibi değilse… Oysa, Türkiye'de geçerli hakim üretim tarzı o zaman da kapitalistti bugün de kapitalisttir. Aradaki fark, bugün yarım yüzyıl öncesine göre kapitalist üretim ilişkilerinin yoğunluğunun ve kapsayıcılığının artmasıdır… Daha fazlası değil… Bu gün hâlâ Türkiye için yarı-sömürge kavramını kullanmak asla uygun değildir. Zira, yarı-sömürge kavramı ikinci savaş öncesi duruma uygun düşen bir kavramdı. Bu yüzden, 1945 sonrası için yeni-sömürgecilik kavramı kullanıldı. Bununla, emperyalizmle yeni tip bir uyum kastediliyordu. Neoliberal küreselleşme çağında ulusal kalkınmacılığın sahneden çekilmesiyle söz konusu rejimler için uygun tanım veya kavram artık yeniden kompradorlaşmadır.

Bir yazınızda emperyalizm için, ″Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü emperyalizm kapitalizme içkindir, dolayısıyla kapitalizm varsa emperyalizm de vardır… emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir… (SEK: 13); Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerekecektir, mesela yayılmacılık gibi… Oysa yayılmacılık kapitalizme içerilmiş bir eğilimdir… (SEK: 14); …kapitalist gelişmenin belirli bir evresini emperyalist olarak tanımlamak, kaçınılmaz olarak bir başka evresini de başka türlü tanımlamayı gerektirir ki, bu kapitalizmin anlaşılması ve anti-kapitalist mücadele bakımından uygun değildir (SEK: 15)″, diye yazıyorsunuz.

Bu yazılanlardan, sizin, emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak değerlendirmek/görmek istemediğiniz anlaşılıyor. 1900'lü yılların başında yapılan -ve bizim de ideolojik gıdamızı aldığımız- emperyalizm tanımını aktardığınız yerde (SEK: 21-22) bile ″bu döneme emperyalizm denmiştir″ diyerek, isteksizliğinizi belirtiyorsunuz.

Örneğin, siz, ″emperyalizm dememek için küreselleşme kavramı kullanılıyor (SEK: 99)″ derken, küreselleşme döneminde kapitalizmin eğilimlerini çözümlemeye yöneliyorsunuz:
″Son dönemin bir özelliği de finans sermayesinin etkinliğinin artması ve üretimle söz konusu sermaye arasındaki bağın büyük ölçüde kopması, değilse de ilişkinin biçim değiştirmesidir… Dolayısıyla sermayenin potansiyel ‘toplu değersizleşme' riski ortaya çıkıyor. İşte sermaye böyle bir riske karşı kendini koruyabilmek, ‘toplu değersizleşme' riskini bertaraf etmek için kısa dönemde yüksek kâr vadeden spekülatif faaliyetlere yöneliyor, başka şirketler satın alınıyor, bizde ‘şirket evlilikleri'denilen ‘füzyonlar', Üçüncü Dünya'ya açılan kredilerle (dış borçlar) bu ülkeler yağmalanıyor, borsa oyunları, vb. gündeme geliyor, özelleştirmeleri de bu bütünlük içinde değerlendirmek gerekir (SEK: 27).

Lenin'in Emperyalizm adlı eserinde yaptığı da bundan farklı bir şey değil. O da, çağının kapitalizmini çözümlemeye çalışıyor. Diyor ki: ″Emperyalizmin mümkün en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır (E: 105)″,
″kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür (E: 26)″, ″kapitalizmin en yüksek tarihi aşamasına, yani emperyalizme… (E: 14).″ Lenin, -ilerleyen sayfalarda- emperyalizmin ayırt edici 5 temel özelliğini sıralıyor ve özetliyor: ″Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir (E: 106).″

Siz de, ″kapitalist emperyalizmi″ çözümlerken, ″Emperyalizmin kapitalizme önceliği var ama kapitalist emperyalizmin de kendine özgülüğü söz konusudur… kapitalist emperyalizm geleneksel imparatorluklardan temelli farklı niteliklere sahiptir (RA: 166)″, ″…emperyalizm daha çok ekonomik bir kategoridir (Pİ:93)″, diyerek, bazı ayrımları belirtme gereği duyuyorsunuz. Bu değerlendirme, Lenin'in düşüncesiyle örtüşüyor. Çünkü o da; ″Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu… (E: 97)″ der. (Ayrıca, Hobson'dan alıntı için bkz. E: 109)

Lukács, Lenin üzerine kaleme aldığı eserinde, emperyalizmi, ‘yeni aşamanın ekonomisi' olarak kabul eder; ″Lenin'in emperyalizm anlayışı… Ekonomik teori olarak, kısmen Hilferding'e dayanmaktadır ve salt ekonomik olarak bakıldığında ise, derinlik ve mükemmellik açısından, Marx'ın yeniden üretim teorisini harikulade bir biçimde geliştiren Rosa Luxemburg'un katkısıyla oranlanamaz. Lenin'in üstünlüğü, -ve bu eşi benzeri olmayan teorik bir başarıdır- emperyalizmin ekonomik teorisini çağımızın bütün siyasal sorunlarıyla birbirine somut olarak bağlamayı başarmasında; dolayısıyla yeni aşamanın ekonomisini, bu biçimde belirlenmiş bir çevre (dünya) içindeki tüm somut davranışlar için, bir ölçüt (Richtschnur) haline getirmeyi başarmasında yatmaktadır (LD: 43-44).″

Lenin ile, hem yöntem hem de yorum olarak benzerlik göstermenize karşın, neden siz emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak görmeme eğilimindesiniz?

Kapitalizm, insanlık tarihinin tanıdığı orijinal bir üretim tarzı. Üretim-insan, üretim-toplum ilişkisini ters yüz etmiş bir sistem. Normal olarak, ekonomi toplumda içerilmiş [mündemiç] olması gerekirken, kapitalizmde bunun tersi geçerli. Sistem rekabete dayanıyor ve kâr için üretim söz konusu, ya da üretimin birincil amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, daha çok artı-değer dolayısıyla kâr elde etmek. Kapitalistler arasındaki rekabet, P.J. Prudhon'un, bir tür savaş dediği durumdur, savaşın sonunda elde edilen kâr da ganimet… Her bir kapitalist veya kapitalist işletme için varolmanın, varlığını sürdürmenin yolu, büyümekten geçiyor. Her biri hiç durmadan ″ileriye doğru kaçmaya mahkûm″… Başka türlü söylersek, kapitalizm demek sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi demek. Böyle olunca, sistem de üretim için üretim sistemi biçimini alıyor. Araçlarla amaçların yer değiştirmesi… Dikkat edilirse, orada üretim artık araç değil, amaçtır. Bu nitelik son derecede önemlidir ve şimdilerde yaşanan sayısız sosyal, ekolojik, etik, vb. kötülüklere kaynaklık ediyor. Velhasıl sistem genişleme ve yayılma dinamiğine sahip. Yoğunlaşma ve merkezileşme sisteme içkin bir şey ve yayılmayı bir zorunluluk haline getiriyor… Bu yayılma ve genişleme de iki şekilde gerçekleşiyor: Birincisi, yatay olarak genişliyor, yayılıyor. Kapitalist olmayan sosyal formasyonları bir tür tsünami gibi kuşatıyor; ikincisi, dikey olarak genişliyor, daha önce kapitalizmle tanışmış yerlere derinlemesine nüfuz ediyor. Son yarım yüzyılda, ama asıl son 20-25 yılda bu tür yayılma müthiş bir hız kazanmış durumda. Her şeyi, yaşamın her alanını ve her anını paralılaştırıyor, metalaştırıyor, şeyleştiriyor, çürütüp içini boşaltıyor… Elbette sürecin hızlandığı, genişliğinin arttığı dönemler var. Saldırının yoğunluğunu artırdığı dönemler… Eğer bunlardan birine ayrıksı bir nitelik atfedersen, her seferinde yeni bir ad bulmak zorunda kalırsın. Mesela 19. yy sonu ve 20. yy başındaki durumu emperyalizm olarak adlandırırsan, 21. yy başına ne diyeceksin, vb… Elbette Lenin bir aşamanın belirleyici ilişkilerini tahlil ediyor ve ona emperyalizm diyor. Sonuç itibariyle söylediği doğru, yaptığı tahlil de yerinde. Ben, bir kaç bakımdan, şu döneme kadar emperyalist değil, şu tarihten sonra emperyalist oldu demeyi uygun bulmuyorum. Eğer tekeller dönemi emperyalizmse, çokuluslu şirketler dönemi nasıl adlandırılacak; zira sermayenin ‘kendi ulus devletiyle' ilişkisi artık eskisi gibi değil… Artık kendini, illa da sadece kendi ulus-devletinin koruması gerekmiyor. Tabii bu, ‘kendi ulus devletinin' işe yaramadığı anlamına gelmiyor. Bir başka husus da şu: eğer sorun çevrenin sömürüsü, yağması, biçimlendirilmesi, biçimsizleştirilmesiyse, mesela sanayi devrim sonrası dönem daha mı az tahripkârdı? Bu tür bir yaklaşım biraz da kapitalizmin önceki suçlarını aklamak gibi bir anlama geliyor; en azından, öyle bir şeyin imâ edildiğini söyleyebiliriz. Fakat, kapitalizmin aşılması mücadelesi veya pratik politika bakımından da bir sorun yarattığı kesin. Kapitalizmden bağımsız bir emperyalizm izlenimi yaratılarak, sanki kapitalizm atlanarak emperyalizmle mücadele edilebilirmiş gibi bir izlenin ve/veya yanılsama ortaya çıkabiliyor. Bunu, son zamanlarda ‘ulusalcılık' olarak bilinende görmek mümkün. Türkiye solu 1960'lardan itibaren durumu kavramada bu yüzden sınıfta kaldı… Eğer kapitalizm, yukarda kısaca değindiğim nedenlerle zaten yayılma ve genişleme dinamiğini bünyesinde barındırıyorsa, kapitalizm emperyalizmdir… Bu tadın şekerde içerilmiş olması kadar öyledir. Emperyalizm sanki dışşal bir olguymuş gibi bir izlenimin doğması, anti-kapitalist mücadele bakımından sorunlar yaratabiliyor… 1960'ların sonuna doğru [sanıyorum 1969'du] doktora yaptığım Paris'ten Türkiye'ye gelmiştim. Öğrenci hareketinin zirvede olduğu yıllardı. Bir grup insanla [çoğu genç-üniversise öğrencisi] bir dizi görüşmemiz olmuştu. Ben, ne zaman kapitalizmden söz etasm, sözümü kesiyorlar: "Hocam bir dakika, şu anda mesele kapitalizm değil, emperyalizm; şu ABD'yi bir defedelim…″ diyorlardı ve bu durum benim için son derecede rahatsız ediciydi… Bizde ‘ulusalcılık' [ milliyetçilik olarak okuyunuz] son günlerin bir ‘sapması' değil… Radikal olarak anti-kapitalist olmadan nasıl anti-emperyalist olunur… nasıl yeni ve farklı bir şey yapılır?

Sizinle, bir de antiemperyalizm sorunu üzerine söyleşmek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, Irak'a asker gönderilmesiyle ilgili tezkerenin Meclis'te reddinin birinci yılında (1 Mart 2006) yapılması düşünülen eyleme, İslami bir grubun (Özgür-Der), ″İslamcı antiemperyalist″ görülerek dahil edilmesi, birlik girişiminde çatlağa neden olmuştu. Bu çevrenin söyleminde [batı kapitalizmi, egemen emperyalist yapı, devrim süreci, köklü değişim, toplumsal değişim, devrimci eylem, devrimci olmak, devrimci tavır, baskı ve sindirme politikaları, devrimci bir kabul, devrimci kaygılar, öz eleştiri, işbirlikçi, iktidar hedefi, toplumsal mücadele gibi (İK)], sosyalist jargondan aktarma sözcük ve kavramlar yer almaktadır. Ancak, yanıltıcı olan, bunların içeriklerinin boşaltılmış ve birer padalyaya çevrilmiş olmalarının görül(e)memesidir.

Her ne kadar, ″Sistemin Temel Nitelikleri″, ″Sistem Hangi Temelde Kuruldu?″ ve ″Sistemin Evrimi″ başlıklı bölümler, bu konuların sizin eserlerinizden yararlanılarak yazıldığı izlenimini verse de, örneğin bir ‘devrim' sözünden ‘İslami bir devrim'in amaçlandığı açıkça yazılmaktadır. Şöyle ki, ″Devrim veya inkilap, hayatın bütün alanlarında yaşanıp gerçekleştirilecek olan köklü değişim demektir… İslami inkilap, münker ve müfsid (şerîatçe yapılması uygun görülmeyen ve fesat, ara bozucu, G.Ş.) olan her şeyin kişi ve toplum nefsinden ve davranışlarından sökülüp atılması, yerine vahyi ölçünün ve amelin ikame edilmesi (İK: 83)″dir. İslam'dan anlaşılanın ise, ″…üretilmiş olan tüm maddi ve metafizik eğilimli dünya görüşlerine (dinlere) galebe çalıncaya kadar yaşayacak ve tekrarlanacak olan Rabbani bir çağrı… (İK: 23).″ olduğunu öğreniyoruz.

Görüldüğü üzere, burada anlatılmak istenen, İslami mücadelenin (aynı zamanda) antisosyalist, antikomünist bir mücadele olduğudur. Kendi söylemleriyle, ″İslami mücadele için İslami kimlik, İslami kimlik için de Kur'ani ilkeler öncelenmelidir.″ Açıkçası, bu,″Allah'ın dinini haklı kılma mücadelesi… (İK: 8)″ dir.

Bu çevre, toplumsal değişimi, ″…egemen sistemin topyekün değiştirilmesi ve Kur'ani sistemin hakim kılınması, ancak toplumsal değişimin tamamlanması ve toplumun tüm tağutları (büyücü, şeytan, put, G.Ş.) reddederek, Kur'an'a teslim olması″ olarak kavramaktadır. İslam'ın (Kur'an) mülkiyet anlayışı, mülkün tanrının olması ve ondan dilediğine vermesi biçimindedir. Örneğin, İslama göre, Tanrının adlarından biri olan Muğni, ‘istediğini zengin eden' anlamına gelir. Kuran'ın ilgili bölümünde: ″Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmemeleri sonucu iktisâdi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lûtfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sâhibidir. (Gerçekten o yıllardan sonra fütûhat birbirini tâkibetmiş, müslümanlar çok zengin olmuşlardı.)(K: 9/28).″

Ayrıca, bu tür örgütlenmelerin emperyalizm karşıtı söylemleri de (İK: 31, 62, 67), antiemperyalistlerle bir araya gelmeleri de taktikseldir. Çünkü, ″amacın ve yöntemin tayininde, Kur'an nassları dışında temel bir belirleyici olamaz″ ve ″kafirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın… (Tevbe, 9/123) hükmü mutlak bir ifadedir. Ama hangi şartla, hangi kafirlere ve ne zaman savaşacağımız soruları, bu mutlak hükmün uygulanmasını içtihadi kararlara bırakmaktadır (İK: 60)″ sözleri, bunu doğrulamaktadır.

Sizin yazılarınızda antiemperyalist mücadeleden söz edildiği hemen her yerde, antikapitalist vurgusu da yapılıyor (AKY: 88, 199; RA: 26, 172; KİYD: 95). Birkaçını sıralayacak olursak:
1) ″Kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele de, öncelikle emperyalizmin uzantısı durumundaki, kopradorlaşmış, işbirlikçi sınıfları, ait oldukları yere göndermeyi gerektiriyor. Bu yüzden, kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız bir anti-emperyalist mücadele mümkün değildir (AKY: 115).″
2) ″Tutarlı bir anti-kapitalizm içermeyen hareketlerin, anti-emperyalistlik taslamaları olsa olsa kendilerini ve kitleleri aldatmaya, gericiliği yeniden üretmeye yarar (RA: 150).″
3) ″…ekonomik içerikten yoksun hiçbir hareket antiemperyalist sayılamaz; emperyalizme bir darbe vurması da söz konusu olamaz (AS: 103).″
Özgür-Der Başkanı Hülya Şekerci'nin, ″Kapitalist Tüketim Kültürü ve Kadın″ başlıklı paneldeki konuşmasının haber yapıldığı kendi internet sayfalarında, ″Şekerci, kapitalist tüketim kültürünü nasıl aşacağız? sorusuna cevap olarak: Kur'an merkezli alternatif bir kimlik oluşturmak ve bu kimliğe sahip Müslümanların cemaat olarak sürekli birbirlerini uyarmaları gerektiğini belirterek konuşmasına son verdi (3)″ diye yazılıdır.
Bunu da anımsadıktan sonra sorumuza geçebiliriz: Mülkiyet ilişkilerinden dolayı sömürücü ve baskıcı olan sistemlere, onların bu temel niteliği atlanarak, yalnızca yaptıklarından, ya da yalnızca ‘vahiy karşıtı' olduklarından dolayı karşı olan ve meşruiyet kaynağını Kuran'da gören örgütlenmeleri antiemperyalist olarak görmek söz konusu olabilir mi?

Politik islam [siyasal islam], sosyal projesi olmayan bir teokrasidir. Bu günün sorunlarının geçmişte kalmış yöntem ve araçlarla çözülebileceği anlayışına dayanıyor. Daha baştan şu kadarını söyleyebilirz ki, kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz. Siyasal İslam'ın bir zaafı da, ‘altın çağ efsanesi'ne dayanma eğilimidir. Geçmişi ihya etmek mümkün değildir. Zaten, ‘altın çağ' geriye dönük zihinsel bir kurgudur; gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Karşılığı yoktur ama, insan ve toplum psikolojisi bakımından izahı da imkânsız değildir… Elbette bu, geçmişte her şey kötüydü demek değildir. Bu günün sorunları, bu güne ait yöntem ve araçlarla çözülebilir. Bu günküler de yetersizdir, ileriye ait olanları devreye sokmak gerekir. Siyasal islam, mülkiyeti asla sorun etmiyor. Kapitalizmi de sorun etmiyor. Onlarınki, anti-emperyalizmden çok yabancı düşmanlığı, Batı düşmanlığı, Hristiyan düşmanlığıdır. Şikayeti yerindedir, ama şikayet yeterli değildir. Esasen siyasal islam, Arap ve bir bütün olarak Müslüman ülkelerde kapitalist modernleşme ve kalkınmanın iflası ve ona karşı haklı tepkinin ürünü olarak ortaya çıktı ama, bir çözümü temsil etme şansı yok. Mülkiyeti, kapitalizmi, sosyal eşitsizlikleri sorun etmediğin anda, sosyal eşitsizlikleri meşrulaştırma zorlamasından başka birşey kalmaz geriye… Dinler de, son tahlilde, diğer ideolojiler gibi bir ideolojidir. Onun için, siyasal islamın dinle ilişkisi bir retoriktir. İktidarı ele geçirmek için dinin araçlaştırılmasıdır. Dolayısıyla, mevcut haliyle politik islamın anti-emperyalist mücadele vermesi mümkün değil; ama, Latin Amerika ve bazı başka yerlerdeki ‘Özgürlük Teolojisi [Théologie de la libération]' türü bir rotaya girerse, hem emperyalizme [kapitalizme] karşı tutarlı mücadele verebilir hem de sol hareketle kalıcı ve etkili bir ittifak mümkün olabilir…

Kısaltma ve dipnotlar:

(SEK) Sömürgecilik-Emperyalizm-Küreselleşme, Fikret Başkaya, Maki Basın Yayın, 5.
Baskı, Ekim-2005, Ankara
(AKY) Akıntıya Karşı Yazılar, Fikret Başkaya, Maki Basın Yayın, 3. Baskı, Mart-2004,
Ankara
(RA) Reel Atatürkçülük, Fikret Başkaya, Maki Basın Yayın, 1. Baskı, Şubat-2007, Ankara
(ES) Ekonomi Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitapevi Yayınları, Genişletilmiş 5.
Basım, İstanbul – 1981
(E) Emperyalizm, V.İ.Lenin, Direniş Yayınları
(Pİ) Paradigmanın İflası, Fikret Başkaya, Maki Basın Yayın, 11. Baskı, Eylül-2006, Ankara
(LD) Lenin'in Düşüncesi – Devrimin Güncelliği, György Lukács, Belge Yayınları, Ocak-
1979, İstanbul
(İK) İslami Kimlik – İlkeler ve Hareket, Ekin Yayınları, 3. Baskı, Kasım-1996, İstanbul
(K) Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, 1980, Ankara
(KİYD) Kalkınma İktisadınınYükselişi ve Düşüşü, Fikret Başkaya, Maki Basın Yayın, 5.
Baskı, Mart-2005, Ankara
(AS) Azgelişmişliğin Sürekliliği, Fikret Başkaya, İmge Kitabevi Yayınları, 4. Baskı, Ocak-
2001, Ankara

(1) Ayrıca bkz.: RA: 171, 201; AKY: 44, 79, 122, 119, 123, 128, 131, 165-166, 201, 209; KİYD: 80, 118, 128, 151, 172, 178, 182, )
(2) Yeni-sömürge(cilik) için bkz.: AKY: 54, 67, 79, 83, 95, 102-103, 126, 144, 197, 204, 207; AS: 23, 25, 27, 35, 150; KİYD: 27)
(3) www.ozgurder.org/hksnews.php?haber_id=438

http://www.sendika.org/ sitesinden alınmıştır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter