Türkiye'deki gerçek iktidar ile siyaset kurumu arasındaki ilişkilerin nitelik, biçim ve düzeyine ilişkin görüşlerimizi vurgulama ihtiyacını duyuyoruz. Bu ilişkiyi doğru kavramak önemli, Türkiye'deki siyasal gelişmeleri kavramada büyük bir kolaylık sağlamaktadır.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinde odaklanan bu ilişki, belli bir çatışma düzeyini kazanmış bulunuyor. Çatışma, anılan ilişkiyi yeniden düzenleme amacına dönük… Gelinen noktada çatışma, yeni boyutlar kazanmış bulunuyor ve bunun kısa sürede sonuçlanacağını da düşünmemek gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığının, bir yönüyle asmbolik bir anlamı var. Ancak sorun bununla sınırlı değil. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bir kriz etkeni haline gelen cumhurbaşkanlığı seçiminin iktidar ilişkilerinde politik ve psikolojik anlamları da var. Dolayısıyla seçimi hep önemsenmiş ve ciddi bir çatışma konusu olmuştur. Daha önceleri bir yana 12 Eylül darbesi ve son olarak 27 Nisan Muhtırası bunun somut göstergesi niteliğindedir. Bu neden böyledir?
Her şeyden önce gerçek iktidar odağı olan ve kendisini devletle özdeş gören ordu ve onun genelkurmayı, cumhurbaşkanlığını, kendi bu iktidar konumları için bir politik kalkan, bu iktidar ilişkilerinin asmbolik bir dışa vurumu olarak algılıyor. Dolayısıyla her açıdan bu makama oturan kişilerin kendilerinden biri olmasını isterler… İdeolojik çizgisi, geçmişi ve kişiliğiyle, yaşam tarzı ve tercihleriyle kendilerinden biri, kendilerini yansıtacak biri olmasını isterler…
Ancak bu kez pek öyle olmayacağa benziyor… 22 Temmuz Seçimlerden sonra epey bir darbe terbiyesinden geçmiş imajını veren T. Erdoğan ve AKP, seçimlerde çatışma konusu olan A. Gül'ün adaylığında geri adım atmak yerine, aynı tutumunu ısrarlı bir biçimde sürdürdü… Burada bireysel tercihler, darbe terbiyesinden geçme düzeyden çok başka etkenler ve dinamiklerin rol oynadığını, bundan böyle de rol oynamaya devam edeceğini vurgulamak gerekiyor.
Çatışmanın odağında gerçek iktidar, yani devlet ile siyaset kurumu (Meclis, Hükümet, seçimler, partiler, vb.) arasındaki ilişki ve dengeyi yeniden düzenleme, siyaset kurumu lehinde bir düzenleme yapma isteği vardır. Bu, daha fazla pay isteme, daha fazla iktidar olma isteği anlamına geliyor. AB bu eğilimi destekliyor. Bu eğilimin büyük burjuvalardan önemli bir destek aldığı, son yıllarda palazlanan "İslamcı" olarak tanımlanan sermaye kesimlerinden bu desteği gördüğü bilinmektedir. AKP, bir bakıma hem var olan siyasal boşluğa doğdu, hem de anılan kesimin politik temsilciliği rolüne soyundu. Bunda önemli bir başarı yakaladığını vurgulamamız gerekiyor. AB'ye giriş süreci ve sermayenin ihtiyaçları, halk nezdinde AKP'yi güçlendirdi. Şimdi bu "gücü" iktidar ilişkilerine yansıtmak, bu güç ölçüsünde pay almak istemektedirler.
Ama her şeye rağmen güçlerinin farkındadırlar, nereye kadar gidebileceklerini de biliyorlar. Bu, boyun eğme ile bu bağlamda kimi adımlarında ayak diretme eğilim ve tutumlarını birlikte götürme paradoksudur; bu paradoksu iyi ve başarılı yönetmeye çalışmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkan durum da bunun bir yansımasıdır.
Gül'ün seçilmesi, kuşkusuz, Genelkurmay için önemli bir başarısızlıktır, prestij ve inandırıcılığına bir darbe niteliğindedir; bu, aynı zamanda bir iktidar zayıflığı anlamındadır. Dolayısıyla ordunun bunu sindirmesi hemen hemen olanaksız görünmektedir. Bu darbenin bir biçimiyle rövanşını almaya çalışacakları kesin gibidir. Ama bu rövanşın biçimleri, araçları ve düzeyi hakkında bugünden somut bir şey söylemek son derece güçtür!
Hemen vurgulamalıyız ki, bu çatışmadan demokrasi çıkmaz. Çünkü tarafların hiçbiri demokrat değildir.
Ordunun, hem kurumsal olarak, hem de güncel politik gelişmeler açısından beslendiği temel konu, Kürdistan sorunudur. Bu, özel savaş iktidarının, her türlü anti-demokratizmin temel kaynağı konumundadır. Güncel olarak özel savaş kurmaylığı, kendi iktidarını daha etkin bir biçimde sürdürmede, AKP ve dayandığı güçleri sınırlandırmada ve giderek etkisizleştirmede 2004 yılında yeniden başlatılan ve Kürtler açısından tüketici ve kıyıcı bir rolden başka bir rol oynamayan "Çatışma süreci"ni etkin bir politik araç olarak kullanmaktadır. Ayrıca Güney Kürdistan'ın konumu da özel savaş iktidarını güçlendirmede kullanılan başka bir etkendir! Kısacası Kürdistan sorunu her türlü gericiliğin, özel savaşın, askeri despotik rejimin temel nedenidir. Bu temel neden sürdüğü sürece Genelkurmayın iktidarı ve gücü devam edecektir.
Öte yandan "Demokrasi şampiyonu" kesilen AKP'nin devleti demokratikleşme derdi, niteliği ve isteği yoktur. Bu, AKP için yapısal bir durumdur. Türkiye'de İslamcılık, hep fetihçi, farklılıkların düşmanı, devletçi, ırkçı şoven bir yapıda olmuştur. "Tek devlet, tek dil, tek vatan" sözlerinin Erdoğan'ın ağzından düşmemesi bu yapısından kaynaklanıyor. Aynı zamanda bu, kendisini kanıtlama ve devlete "değiştiğini" kabul ettirtme dürtüsünden de beslenmektedir. AKP, Kürt, Alevi ve her türlü farklılığa düşman bir partidir. Aynı zamanda devletin resmi çizgisi ve politikası konusunda çok daha dikkatli davranmayı zorunlu görmektedir. Özellikle bu süreçte gerçek iktidar sahiplerine daha "duyarlı" yaklaşmaya özen göstereceği açıktır!
Bir kez daha vurgulamak durumundayız. Egemenler cephesinde yaşanan çatışma ve gerilimden "demokrasi" çıkmaz. Tersine bütün tarafların en gerici duruşlarıyla askeri despotik rejim daha da derinleşecektir!
Gerçek demokrasi ve demokratikleşme sorunu bir devrim sorunudur! Kürdistan sorunu çözülmeden ne askeri despotik rejinde bir sarsılma olur, ne de demokratikleşmede gerçek anlamda bir gelişme…
Dolayısıyla devrimciler, kendilerini ve halkı kandırmadan devrimci iktidar hedefli mücadelelerini her cephede yoğunlaştırmak, halkın önüne bu seçeneği inandırıcı bir biçimde ortaya koymak durumundadırlar…
21 Ağustos 2007