Daha önce defalarca üzerinde durduğum gibi, İslamcı olduğunu söyleyen tüm akımlar, Hıristiyanlığa özgü olan politikanın dinden ayrılmasının, İslam için mümkün olmadığını iddia ediyorlar. XIX. Yüzyılda Aydınlanma Felsefesinin ve Fransız Devrimi'nin Batı Hıristiyan dünyasında yarattığı kopuşu mahkûm etmek için, Avrupalı gericilerin …
[Bonald ve de Maistre gibi] kelimesi kelimesine aynı şeyleri söylediklerini hatırlamak gerekir.
Bu yaklaşımdan hareketle, tüm İslamî akımlar mücadeleyi kültür alanına taşıyorlar ki, bu da bilinen İslamî mirası tekrarlamanın ötesine geçemiyor. Zaten politik İslâm'ın militanları, dini oluşturan dogmaları bile tartışmaya yanaşmıyorlar. Şeklen İslâm'a dahil olduklarını söylemek onlar için yeterli oluyor. Elbette modern dünya'ya bu tarz bir bakış sadece üzücü ve rahatsız edici değil; aynı zamanda bu kesimlerin nasıl bir düşünce çoraklığına hapsolduklarının da bir göstergesidir. Egemen merkez/egemenlik altındaki çevre çatışmasının yerine kültürü koyarak; emperyalizmin stratejisini meşrulaştırıyorlar. Bir kere kültürel özgünlük [teklik-benzemezlik] yaklaşımı benimsenince, emekçi sınıfları kendilerini ezen ve sömüren, dünya kapitalist sistemiyle karşı karşıya getiren çatışma gündem dışına atılıyor. Politik İslam'ın militanları hiçbir zaman gerçek mücadele alanında değiller ve yöneticileri de durmadan yürüttükleri mücadelenin "çıkar peşinde olmadığını" söylüyorlar…
Asıl sosyal çatışma alanındaysa, Politik İslâm bağımlı kapitalizm ve egemen emperyalizm safında yer alıyor. Politik İslâm, mülkiyetin kutsallığı ilkesini savunuyor; eşitsizlikleri ve kapitalist yeniden üretimin tüm gereklerini meşrulaştırıyor. Müslüman Kardeşler'in Mısır Parlamentosu'nda küçük çiftçiler [çoğunluğu küçük köylü] aleyhine büyük toprak sahiplerinin durumunu pekiştiren gerici yasaya olumlu oy vermesi, bu alandaki yüzlerce örnekten sadece biridir. Herhangi bir Müslüman devlette kabul edilen -emperyalist patronların da istekleriyle uyumlu- tek bir gerici yasa örneği yoktur ki, Politik İslâm karşı çıkmış olsun… Militanları kendilerini öyle görseler de, Politik İslâm "anti-emperyalist" değildir. Tam tersine emperyalizmin değerli bir müttefikidir ki, emperyalizm de zaten bunun farkında… Daha baştan Politik İslâm'ın saflarındaki en büyük destekçilerin Suudi ve Pakistanlı yönetici sınıfın adamları oluşu boşuna değildir. Yerel komprador burjuvazilerin, bölgede emperyalist küreselleşmeden beslenen ‘yeni zenginlerin' Politik İslâm'ın destekçileri arasında olması da bir tesadüf değildir. Politik İslâm, anti-emperyalist perspektifi reddedip, onun yerine, "anti-Batı" [nerdeyse anti-Hıristiyan] bir pozisyon benimsedi. Böylece söz konusu toplumları bir çıkmaza hapsediyor ve küresel emperyalist sistemin yayılması ve dünyayı denetim altına alması karşısında bir engel oluşturmuyor.
Politik İslâm sadece bazı konularda [toplumda kadının statüsü gibi] gerici değil, aynı zamanda Müslüman olmayanlara karşı yürüttüğü fanatik "aşırılıklardan" da [Mısır'da Koptlara karşı olduğu gibi] sorumlu. Politik İslâm temelde gericidir; dolayısıyla, toplumların ilerleme ve kurutuluş mücadelesine katılabilmesi mümkün değil.
Yine de, "Sosyal Hareketlerin" Politik İslâmcı Hareketlerle diyaloga girmesi gerektiğine dair üç argüman ileri sürülüyor.
Birincisi şu: Politik İslâm geniş kitleleri harekete geçiriyor; dolayısıyla, bu durum yok sayılamaz; talepleri küçümsenemez. Bu anlayışı güçlendirmek üzere imajlar da devreye sokuluyor. Fakat soruna soğukkanlı yaklaşmak ve söz konusu "mobilizasyonun" gerçek anlamını gözden uzak tutmamak gerekir. Tutarlı bir analize tâbi tutulduğunda, seçim başarılarının pek de tevatür edildiği gibi olmadığı görülecektir. Bu vesileyle seçimlerde oy kullanmayanların çok yüksek oranlara çıktığını hatırlamak gerekir. Mesela, Mısır seçimlerinde sandığa gitmeyenlerin oranı %75'lere kadar yükselmişti! Aslında İslâm'ın sokaktaki gücü, büyük ölçüde örgütlü solun zaafının, asıl sosyal mücadele alanında yer alamayışının bir sonucudur.
İslâm önemli bir kitleyi örgütlemeyi başarıyor diye, solun İslâmcı akımlarla ittifak arayışı içine girmesi mi gerekir? Elbette İslâm'ın geniş kitleleri örgütleyip harekete geçirmesi bir vakıâdır ve her türlü politik stratejinin de bu durumu tahliline, düşüncesine ve hedeflerine dahil etmesi gerekir. Bu durum karşısında "ittifak" arayışı herhalde yapılması gereken en iyi şey değildir. Kaldı ki, böyle bir şey yapmalı mı? Dahası yapılabilir mi? Mesela ‘Ortak Cephe'ye faşistleri de dahil etmek gerekir miydi? Kaldı ki, Politik İslâmî hareketler – özellikle de Müslüman Kardeşler- böyle bir ittifak arayışı içinde değiller. Daha da ötede onu reddediyorlar. Tesadüf eseri bazı sol örgütler böyle bir ittifaka kabul edileceklerine inansalar ve kabul edilseler, muhtemeldir ki, iktidara gelen Politik İslâm'ın alacağı ilk karar, ayak bağı olan müttefiğini en aşırı şiddetle yok etmek olacaktır. İran'da Mücahidin ve Fedayin örgütlerinin yaptığı gibi…
Diyalog yanlılarının ileri sürdüğü ikinci argüman da şöyle: Her ne kadar Politik İslâm sosyal öneriler planında gerici olsa da "anti-emperyalisttir" dolayısıyla diyalog gereklidir… Sanki bir hareketin ilericiliğinin kriterleri arasında saydığım [sosyal gelişme için mücadeleyi koşulsuz destekleme] "ekonomist" [économiciste] bir yaklaşım olduğu, güney halklarının karşı karşıya olduğu politik boyutu ihmal ettiğinin söylendiğini duyar gibiyim… Bu eleştirinin kabul edilebilir olduğunu sanmam. Zira ileri sürdüğüm "demokratiklik" ve "ulusallık" kriterleri dikkate alınmadan meydan okumaya karşılık vermek mümkün değildir. Kaldı ki, meydan okuma karşısında söz konusu güçler tutarlı bir görüş ortaya koymuyorlar, zira sorunun politik ve sosyal veçhesini dikkate almıyorlar. Sosyal planda gerici ama anti-emperyalist bir Politik İslâm tasavvur edilebilir. Ve hemen akla İran, Filistin [Hamas], Lübnan Hizbullah'ı, Irak'ta mücadele eden bazı hareketler gelecektir. Bu özel durumları ilerde tartışma konusu yapacağım; ama iddia ettiğim şudur: Bir bütün olarak alındığında Politik İslâm anti-emperyalist değildir; anti-emperyalist değildir ama bütünüyle dünya ölçeğindeki egemenlerin arkasında saf tuttuğuna da şüphe yoktur.
Üçüncü argüman da, solun dikkatini İslamofobiyle mücadele gereğine çekmekle ilgili. Şu varoşlar [banliyöler] sorunu ki, çağdaş kapitalizmin merkezindeki metropollerde yaşayan göçmen kökenli emekçi kitlelere nasıl davranılacağı sorunu, elbette adına lâyık hiçbir sol hareketin görmezlikten geleceği bir şey değildir. Bu sorunun nasıl tahlil edileceği, ne tür çareler önerildiği [göçmenlerin durumu, Avrupa'da seçimlere katılan sol partiler ve radikal sol] bu makalenin ilgi alanı dışındadır. Bu vesileyle sadece kendi ilkesel yaklaşımımı ifade etmekle yetineceğim. Bir kere soruna ilerici bir cevap asla "cemaatçiliğin" kurumsallaşması üzerine oturamaz. Zira, cemaatçilik doğası gereği ve kaçınılmaz olarak eşitsizlik ve ırkçılık esasına dayanır. Cemaatçilik Amerikan politik kültürünün ürünüdür ama daha şimdiden İngiltere'de de etkindir ve tüm Avrupa politik yaşamını da kirletmektedir. İslamofobi [İslâm korkusu] politik merkezlerde ve medyada sistematik olarak peydahlanmaktadır. Sözde "çeşitliliği yönetme" söylemiyle pazarlanıyor. Fakat asıl önemli olan, İslamofobinin sermayenin lehine araçlaştırılmasıdır. Aslında ‘çeşitliliğe saygı' söylemi, emekçi sınıflar arasında bölünmeyi derinleştirme işlevi görüyor.
Şu "varoşlar" sorunu özel bir durum ve bazen kafaları bulandıracak şekilde anti-emperyalizmle de ilişkilendiriliyor. Başka bir ifadeyle, emperyalist egemenliğin çevre-merkez ilişkisiyle bağ kurmak, bu sorunun anlaşılmasına hizmet etmez; zira orada söz konusu olan tamamen farklı bir durumdur. Öyle bir kafa karışıklığı ki, doğrudan gericiliğe gönderme yapıyor. Aslında İslamofobi, hem merkezde emekçi kitlelere, hem de çevrenin ilgili halklarına yönelik saldırıyı güçlendiriyor. Bu kafa karışıklığı ve İslamofobi, aynı zamanda gerici Politik İslam'a da değerli bir hizmet sunuyor; onun anti-Batı söylemini meşrulaştırıyor. Irkçı batı sağının ve Politik İslâm'ın bu iki gerici kampanyası, aynı cemaatçiliği desteklediği gibi, birbirini destekleyip yeniden üretiyor.
Modernite, Demokrasi, Laiklik ve İslam
Müslüman-Arap bölgesinin görüntüsü, sosyal ve politik yaşamın tüm alanlarına dinin [İslâm'ın] damgasını vurduğu izlenimi veriyor. O kadar ki, başka türlü olabileceğini tasavvur etmek yersiz… Yabancı gözlemcilerin çoğunluğu [politik yetkililer ve medya] buradan hareketle, modernitenin ve demokrasinin, İslâm'ın bu baskın varlığına uyum sağlaması, bunun için de fiilen laikliği dışlaması gerektiği sonucuna varıyorlar… Ya da, eğer böyle bir uzlaşma mümkünse, desteklemek gerektiğini söylüyorlar. Eğer o da mümkün değilse, bu bölgeyi olduğu gibi kabul etmek ve ona göre davranmak gerektiğini ileri sürüyorlar. "Gerçekçi" denilen bu görüşü asla paylaşmıyorum. Bölge halklarının ve başka yerlerdeki halkların geleceği laiklik ve demokrasidedir [uzun bir perspektifte de dünya sosyalizmindedir]. Böyle bir gelecek hem söz konusu bölgede hem de başka yerlerde mümkündür; ama asla "kesin" ve "garanti" de değildir.
Modernite, XVI. yüzyılda Avrupa'da uç veren evrensel tarihte bir kopuş demektir ve modernite insanın bireysel ve kollektif olarak kendi tarihinden sorumlu olduğunu vazeder. Oradan hareketle de modernite, öncesinin egemen ideolojilerinden kopuşu temsil eder. Modernite, demokrasiyi mümkün; dinin siyasetten ayrılması anlamında laikliği varsayar ve gerekli kılar. XVIII. yüzyılda Aydınlanma Filozofları tarafından formüle edilip, Fransız Devrimi'yle de hayata geçirilen modernite, bir tür modernite/ demokrasi/laiklik "bütünlüğüdür". Ondaki ilerleme ve gerilemeler modern dünyayı biçimlendire gelmiştir. Fakat modernite sadece bir kültürel devrim değildir; kapitalizmin doğuşu ve gelişmesiyle sıkı ilişki içinde oluşu, onu biçimlendirmiş, dolayısıyla "gerçekte var olan" modernitenin tarihsel sınırlarını da belirlemiştir. Şurada burada görülen somut demokrasi ve laiklik biçimleri, kapitalist gelişmenin aldığı somut biçimlerle doğrudan ilgilidir. Başka türlü söylersek, sermaye egemenliğinin aldığı somut biçimler, siyasi rejimlerin niteliğini doğrudan etkilemiştir. Hegemonik tarihsel kompromiler [uzlaşmalar], benim "politik kültürün tarihsel güzergâhı" dediğimi biçimlendirmiştir.
Burada özet olarak yaptığım sunuş, tarihsel materyalist yöntem anlayışımı hatırlatmakla yetinecek [başka yazılarımda daha geniş tahlillere ulaşılabilir]. Burada sadece kapitalist modernite/demokrasi/laikliğin farklı eklemlenme biçimlerine dair teorik çerçeveyi özetlemekle yetineceğim.
Aydınlanma Filozofları ve Fransız Devrimi radikal bir laiklik modeli önermişlerdi. Ate [Tanrı tanımaz] veya agnostik [bilinmezci] veya mümin [inançlı], dolayısıyla Hıristiyan olsun, birey seçmekte özgürdür ve devlet bu işin dışındadır; ona burnunu sokmaz, sokmamalıdır. Avrupa kıtasında – ve Restorasyon dönemi Fransa'sında- geri adımlar ve burjuvaziyle modernite öncesine ait egemen sınıflar arasında uzlaşmalar [kompromiler] bir döneme damgasını vurdu. Böyle bir kompromi de laikliğin "yumuşatılmış versiyonu" demekti. Kilisenin sosyal işlevi politik yapıda yer almasa da, bu, bir tür tolere etmek olarak algılandı. Öte yandan, ABD de tarihsel güzergâhın oluşturduğu politik kültür temelli gericiydi; laikliği tanımıyordu. Din, toplumda önemli sosyal işlevi olan bir aktördü ve orada laiklik, resmi dinlerin çokluğu olarak anlaşıldı [orada tüm dinler hatta tarikatlar bile resmidir].
Kabul edilen laikliğin radikallik düzeyiyle, laikliğin toplumsal dönüşümdeki işlevine dair anlayış arasında doğrudan ilişki vardır. Sol hareket [radikal veya ılımlı], toplumun istenen istikamette biçimlendirilmesinde politikanın önemli olduğunu düşünür, bu yüzden radikal bir laikliği savunur. Muhafazakâr sağ, ister ekonomide [ki, orada sermaye için işleri piyasaya havale etmek her zaman arzulanır bir şeydir] ister ‘düşük yoğunluklu demokrasinin' kural haline geldiği politikada, değişim, alternatifin yerini alıyor, politikanın aktif bir laikliğe ihtiyacı olmadığı, bu alanda devletin boşluğunu "cemaatlerin dolduracağı" söyleniyor. Piyasa ve temsili demokrasi tarihi yapar ve yapmasına izin verilmelidir. Şimdilerde sol hareketin gerilediği dönemde, söz konusu muhafazakârlar, sosyal düşüncedeki egemenliklerini artırmış durumdalar. Tourain'den Negri'ye bu tür formülasyonları görmek mümkün. Politikanın sorumluluğunun yadsınması hususunda Amerikan siyasi kültürü daha da ileri gidiyor. Sürekli tekrarlanan Tanrı'nın Amerikan ulusuna ilham verdiği inancı ve bu "inanca" çoğunluğun teveccühü, laiklik kavramını yok saymak demeye geliyor. Bu, tarihi yapan Tanrı'dır, demektir… Söylem öyle olsa da bu, gerçek dünyada bu işi yapan bir başına piyasadır, demeye gelir. Ve böyle bir toplumda herhangi bir Kiliseye veya bir tarikata mensup olmayan özgür düşünceli biri "sapkın", değilse "a-sosyal" sayılır. Nitekim uzun zaman boyunca homoseksüellik tolere edilmiş değildi [Salem büyücülerini unutmadan…], eğer sapkınsa Amerikalı değildir… [Mac Carthy Komisyonu ve şimdilerde oğul Bush hep o dönemleri hatırlatmıyor mu…]. Yakın zamanlarda artık "sapkınların" da varolma hakkı tanındı; ama bir şartla: Söz konusu sapkınların kendi gettolarında kapalı kalma kaydıyla…
Bu bağlamda, Ortadoğu bölgesindeki halklar nerede duruyor? Secde eden sakallı kalabalıklar ve peçeli kadınlar bölüğünü yansıtan imajlar, orada bireylerin dine yoğun bir şekilde teveccüh ettikleri kestirme sonucuna götürebiliyor. Fakat bu sonuca varmak için yapılan sosyal baskıdan hiç söz edilmiyor; kadınlar peçeyi kendileri istemedi, onlara büyük bir baskıyla dayatıldı. Dışarıda peçesiz yakalanmak sadece işinden olmak değil; kimi zaman hayatından da olmak anlamına geliyor. İnanç özgürlüğüne saygıyı öneren "kültüralist" Batılı dostlar, oradaki iktidarların böylesi bir "görüntüyü" nasıl başardıklarını asla sorgulamaya yanaşmıyorlar. Şüphesiz "Allah'ın delileri" eksik değil… O görüntülerdekiler oran olarak Paskalya Bayramı'nda İspanya'da yürüyüşe geçen Katoliklerden daha mı fazladır? Ya da ABD'de tele-vaizleri izleyen devasa kalabalıklardan daha mı fazla dersiniz?
Her hâlükârda din kendiliğinden hiçbir zaman böyle bir görüntü vermedi. Ülkeden ülkeye değişse de, tüm Arap halklarını kapsayan; Fas'tan Afganistan'a uzanan bölgede Türkler, İranlılar, Afganlar ve eski Sovyetler Birliği Orta Asyası'nda [Arap Körfezi hariç], laikliğin gelişme potansiyeli önemsiz değildir. Diğer komşu ülkelerde, Körfez Arapları ve Pakistan'daysa durum farklıdır.
Söz konusu bölgede politik gelenek, modernitenin radikal versiyonundan büyük ölçüde etkilendi: Aydınlık Felsefesi, Fransız Devrimi, Rus Devrimi, III. Enternasyonal Komünizminin bölgedeki insanların bilincine Westminister Parlamenterizminden daha çok yerleştiğini bile söylemek mümkündür. Bölgede yönetici sınıfların esinlendiği politik dönüşümlerin arkasında bir tür "Aydın Despotluk" olduğu söylenebilir.
Mısır'da Muhammet Ali veya Hidiv İsmail, bunun tipik örnekleriydi. Türkiye'de Kemalizm, İran'daki modernleşme de az-çok benzer yöntemlerle gerçekleşmişti. Yakın döneme ait ulusal popülizm de aynı "modernist" politik proje ailesine dahildir. Bu modelin varyantları da çoktur [Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi -FLN- ve Tunusta Burgibacılık, Mısır Nasırcılığı, Suriye ve Irak'da Baasçılık aynı yönde hareketlerdi. "Komünist görüntüsü" veren daha radikal rejimler olan Afganistan ve Güney Yemen deneyleri de özde diğerlerinden farklı değildi]. Tüm bu rejimler önemli şeyler başardılar ve bunun sonucunda da geniş bir kitle desteğine sahip oldular. Her ne kadar demokratik olmasalar da, o yönde muhtemel gelişme potansiyeline sahiptiler. Bazı durumlarda, -1920-1950 döneminde Mısır'da olduğu gibi- çoğulcu demokrasi denemeleri de söz konusu oldu ama egemen emperyalist güçler [İngiltere] ve yerli müttefikleri [monarşi] tarafından püskürtüldü. Laiklik uygulamaları -ılımlı versiyonları demek daha uygun- halkın itirazıyla karşılaşmadı: Halkın gözünde asıl karanlıkçı [obscurantistes] olarak görülenler din adamlarıydı ve gerçekten de büyük çoğunluğu öyleydi.
Modernist deneyler -aydın despotluktan ulusal popülizmlere kadar- tesadüf eseri ortaya çıkmış değillerdi. Modern küreselleşmede eşit ve etkin aktörler [ortaklar] olmak isteyen güçlü politik hareketler tarafından empoze edilmişlerdi. Söz konusu politik hareketler orta sınıfların özlemlerini dile getiren hareketlerdi. "Burjuva demokrat" denilebilecek bu hareketler; modernist, laiklikten yana ve potansiyel olarak da demokratik evrimin taşıyıcısıydılar. Fakat bu projeler egemen emperyalizmin çıkarlarıyla çatışıyordu ki, emperyalizm her yola başvurarak bunları etkisizleştirmek üzere aralıksız mücadele etti; bu amaçla da güç kaybına uğrayan karanlıkçı odakları destekleyip harekete geçirdiler.
Müslüman Kardeşlerin tarihi biliniyor: Bu örgüt Mısır'da 1920'lerde tam anlamıyla İngilizler ve Monarşi tarafından; demokrat ve laik Wafd'ın önünü kesmek için kuruldu. Nasır'ın ölümünden sonra CIA ve Enver Sedat tarafından kitleler halinde Suudi Arabistan'dan Mısır'a nasıl getirildikleri biliniyor. Aynı şekilde Taliban'ın durumu da bir sır değil. Taliban da CIA tarafından, kız çocukları da dahil tüm çocuklara okulun yolunu açan "komünist" rejimle mücadele etmek üzere Pakistan'da kuruldu. Başlarda, Filistin direnişinin laik ve demokratik akımlarını yok etmek için, Hamas da İsrailliler tarafından desteklenmişti.
Eğer ABD'nin güçlü ve kararlı desteği olmasaydı, Politik İslâm'ın Suudi Arabistan ve Pakistan sınırlarını aşması kolay olmazdı. Şüphesiz topraklarının altında bir petrol denizi olduğu keşfedilince, Suudi Arabistan gelenekten kurtulmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Geleneksel egemen sınıfla emperyalizm arasındaki ittifak hemen tasdik edildi ve bu bir tür Wahabit Politik İslâm'a taze kan nakli demeye geliyordu. İngilizler de kendi paylarına, Müslüman liderleri kendi devletlerini kurmaya ikna ederek; Hindistan'ın birliğini engellediler ki, bu daha baştan nüfus cüzdanını Politik İslâm'a kaptırmak anlamına geliyordu. Aslında Mawdudi'ye atfedilen "teori" önceden ve bütünüyle İngiliz oryantalistleri tarafından Majestelerinin adına kaleme alınmıştı.
Bandung Konferansı'nda [1955] başlatılan, Asya ve Afrika halklarının birliğini oluşturmayı amaçlayan girişimi etkisizleştirmek, önünü kesmek üzere ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan'ın önünü çektiği bir " İslam Konferansı" başlatılmıştı [1957] ki, bölgeye Politik İslâm'ın yerleşmesi bu yolla gerçekleşecekti…
Yukarıdaki gözlemler en azından şu sonucu çıkarmayı mümkün kılıyor olmalıdır: Politik İslâm, ilgili halkların kendiliğinden hareketinin ve dini inançlarının gerçek gücünün sonucu olarak ortaya çıkmış bir şey değil. Politik İslâm, emperyalizmin sistematik faaliyeti sonucu oluşturuldu. Elbette gerici, karanlıkçı güçler ve bağımlı komprador sınıflar tarafından da desteklendi. Bu tartışmasız gerçek karşısında sol hareketler ne yapacağını, ne yapması gerektiğini ne gördü ne de bildi. Ki, asıl sorumluluk da onlara aittir…