Cephe Çizgisindeki Ülkelere Dair Sorunlar [Afganistan, Irak, Filistin, İran]
ABD'nin astlaştırdığı [subalternes] müttefikleri Avrupa ve Japonya tarafından da farklı derecelerde desteklenen projesinin amacı, dünyanın tamamında askerî denetimi tesis etmektir. [Ben buna ‘Monreo Doktrini'nin tüm gezegeni kapsaması projesi' diyorum]. İşte bu perspektifte Ortadoğu, ilk "vurulacak" bölge olarak görülüyor. Bunun da başlıca üç nedeni var: (i). Ortadoğu en zengin petrol rezervlerine sahip, dolayısıyla bu bölgenin Amerikan silahlı güçleri tarafından denetim altına alınmasının Washington'a ayrıcalıklı bir pozisyon kazandıracağı düşünülüyor. Zira böyle bir durumda hem rakipleri AB ve Japonya, hem de bölge petrolüne bağımlı muhtemel rakipleri [Çin, vb.] karşısında önemli bir koz ele geçirmiş olacak; (ii). Eski Dünya'nın merkezinde konumlanmış olan Ortadoğu, Çin, Hindistan ve Rusya'yı askeri tehdit altında tutmaya elverişli; (iii). Nihayet bölge tam bir zayıflık döneminden geçiyor ve karmaşa hakim, ki bu durum kısa vadede zafer kazanmaya müsait bir ortam sunuyor.
Cephe çizgisindeki ülkelere yönelik saldırı sonucu bölge ülkelerinden üçü çökertilmiş durumda [Afganistan, Irak, Filistin] ve İran topun ağzında.
AFGANİSTAN
Afganistan tarihinin en iyi dönemini, "komünist" denilen cumhuriyet rejimiyle yaşadı. Bu, karanlıkçılığa karşı kız ve erkek çocuklara birlikte okulun kapısını açan; bu niteliğinden ötürü de halkın desteğini alan bir aydın despotluk rejimiydi. Giriştiği toprak reformunun asıl amacı, aşiret reislerinin zorba [tyranniques] iktidarını etkisizleştirmekti. Köylü kitlesinin rejime verdiği hiç değilse "zımnî" destek başlatılan sürecin başarı şansını artırıyordu. Batılı medya ve Politik İslam'ın yürüttüğü yıkıcı propaganda, rejimi "dinsiz komünist totalitarizm" olarak sunuyor ve Afgan halkı tarafından da reddedildiği yaygarası yapılıyordu. Oysa, oradaki rejim yaşadığı dönemde Atatürk'ün rejimi gibi halkın gözünde kabul edilebilir sayılıyordu.
Fiiliyatta, Afganistan Halk Partisi'nin her iki fraksiyonunun [Halk ve Perşam] kendilerini komünist olarak tanımlamaları şaşırtıcı değildi. Her ne kadar demokratik olmamakla eleştirilse de, Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri'nin gerçekleştirdikleri, İngiliz emperyalizminin bölgenin diğer ülkelerinde yarattığı yıkımla karşılaştırıldığında [Pakistan, Hindistan dahil], yurtseverleri orada ve başka yerlerde her türlü modernleşmeye düşman emperyalizme karşı önlemler almaya itiyordu. Bir kesimin diğerlerinden kurtulmak için Sovyetleri müdahaleye çağırması, ulusalcı-popülist-modernist projenin başarısını olumsuz yönde etkileyecek, rejimin geleceğini ipotek altına alacaktı.
Başta ABD olmak üzere Avrupa va Japonya, komünist olsun ya da olmasın her zaman Afgan modernleşmesinin iflah olmaz düşmanıydılar. Pakistan'daki karanlıkçı Politik İslamcıları [Taliban] harekete geçirenler, emperyalist üçlü [ABD, Avrupa, Japonya] ile komünist denilen rejim tarafından etkisizleştirilen savaş ağalarıydı. Sadece gerici güçleri mobilize etmekle de kalmadılar; aynı zamanda söz konusu gerici unsurları eğittiler ve silahlandırdılar. Eğer Pakistan askerî saldırısı, Taliban'ın yardımına gelip kaosu derinleştirmeseydi, savaş ağalarının yeniden güçlenmesini sağlamasaydı, Sovyetler çekildikten sonra bile Necibullah'ın direnişi başarıya ulaşabilirdi.
Afganistan, Amerika'nın ve müttefiklerinin ve özellikle de İslâmcı ajanları tarafından yerle bir edildi. Artık Afganistan bu sonuncuların sopası altında kalmaya devam ettikçe ülkeye dışardan ithal edilmiş uşakların, soytarıların iktidarı altında asla toparlanamaz. Texas'dan ithal adamların misyonu bellidir. Esasen Washington, NATO ve Birleşmiş Milletler'in Afganistan'a demokrasi için geldiklerini söylemek sadece büyük bir yalan değil; kocaman bir münasebetsizliktir, tam bir farstır…
Afgan "sorununun" bir tek çözüm yolu var: Tüm yabancı güçlerin derhal ülkeyi terketmesi ve tüm güçlerin oradaki "müttefiklerini" silahlandırıp, finanse etmekten vazgeçmesi… Kimi "iyi niyetli" çevreler Afgan halkının Taliban diktatörlüğüne [ve savaş ağalarına] katlanacağını düşünüyor. Buna verilecek cevap şudur: Bugüne kadar diktatörlüğün asıl destekçileri oradaki yabancılardı! Ne zaman Afgan halkı daha iyi sonuçlar vaadeden bir rotaya girse, batılılar yakasını bırakmadı. "Komünistlerin" aydın despotluğuna karşı uygar Batı her zaman karanlıkçı despotizmi tercih etti, çıkarları onu gerektirdiği için…
IRAK
Silahlı Amerikan diplomasisi daha karşısına iki bahane çıkmadan çok önce, Irak'ı çökertmeyi gündeme almıştı. Bahanelerden biri 1990'da Kuveyt'in işgali, diğeri de 11 Eylül'ün Bush tarafından Goebbels vari yalan ve sinsilikle kullanılmasıdır [Bir yalan bin defa tekrarlanırsa gerçek olurmuş…]. Amaç gayet açıktı ve asla Irak halkını Saddam Hüseyin'in kanlı diktatörlüğünden "kurtarmak" değildi. Irak, topraklarının altında dünyanın en kaliteli petrolüne sahip ama hepsi bu kadar değil; Irak yetiştirdiği bilimsel ve teknik kadroları sayesinde ulusal bir projeyi hayata geçirebilecek potansiyele ulaşmıştı ve bu tehlike "önleyici bir savaşla" bertaraf edilmeliydi. ABD böyle bir şeye hakkı olduğunu düşünüyordu ve bunun için uluslararası "hukuka" en ufak saygısı yoktu.
Bilinen bu gerçekler dışında birkaç önemli soruyu cevaplamak gerekiyor: (i). Washington'un planı nasıl bu kadar kolay başarı kazanmış görüntüsü verebildi; (ii). İşgal, Irak halkının bugün üstesinden gelmesi gereken nasıl bir yeni durum ortaya çıkardı; (iii). Bu meydan okuma karşısında Irak halkının farklı bileşenleri nasıl bir cevap verecek; (iv). Irak'takiler de dahil, uluslararası ilerici ve demokratik güçler bu durum karşısında nasıl bir çözüm geliştirebilirler?
Saddam Hüseyin'in yenilgisi bir sürpriz değildi. Hava bombardımanıyla jenosit yapma avantajına sahip [ama cezalandırılmayan, nükleer silah kullanma olasılığı da gündemde olmak kaydıyla] bir düşman karşısında halkın yapabileceği yegâne şey, direnişi işgal edilmiş topraklarına taşımaktır. Fakat Saddam rejimi, halkın kendini savunmasına yarayan her türlü örgütü ve örgütlülüğü sistematik olarak yok etmişti. Modern Irak'ın tarihinde önemli roller üstlenmiş tüm siyasi partiler [ki buna Komünist parti ve aynı şekilde bizzat önemli bir aktör olan Baas Partisi de dahildir] işlevsiz hale getirildi. Elbette şaşırtıcı olan "Irak halkının" neden ülkeyi savaşmadan işgale razı olduğu, ya da bazı davranışların [işgalcilerin tezgâhladığı seçimlere katılmak veya Kürtler, Sünni ve Şii Araplar arasındaki mezhep çatışması] yanılgının kabullenildiği izlenimi veriyor; [kaldı ki, zaten Washington da hesabını bunun üzerine yapıyordu] ama durum öyle değil. Direniş günden güne güçleniyor [elbette bir zaafları da var] ve bu direniş ülkede ‘düzen kurulduğu' görüntüsü verecek bir kukla rejimin kurulmasını engelleyerek, Washington'un projesini başarısızlığa uğrattı.
Yine de, yabancı askerî işgaliyle birlikte yeni bir durum ortaya çıkmış durumda. Irak ulusu gerçekten tehdit altında. Zira Washington'un projesinin bir tek amacı var: Ülkenin petrol kaynağını yağmalamak. Dolayısıyla, orada düzeni sağlaması mümkün değil. Sözde ‘ulusal' bir rejim aracılığıyla da bunu yapması mümkün değil. Böylesi bir uydu hükümetle yönetme macerası ülkenin parçalanmasıyla sonuçlanır. Bu da Kürtler, Sünnî ve Şii Araplar olmak üzere en az üç devlet demektir… Belki bu daha baştan bir Washington-İsrail ortak projesiydi. [Herhalde gelecekte arşivler bunu gösterecektir…]. Bugüne kadar Washington "iç savaş" kartını oynadı ve onu sadece ülkeden çekilmemenin değil, işgali sürdürmenin de gerekçesi yapmaya devam ediyor. Zira sürekli işgal amaçtı – ve öyle kalmaya devam ediyor- bu Washington'un petrolü denetlemesinin yegâne yoluydu. Dolayısıyla, Washington'un "düzen sağladığında ülkeyi terkedeceğiz" türü "beyanlarının" hiçbir inandırıcılığı yok. İngilizler de 1882'deki Mısır işgalinin hep "geçici" olduğunu söylemişlerdi ama 1956'ya kadar orada kaldılar. Bu arada ABD her türlü canice yöntemlerle ülkeyi harabeye çeviriyor; okullarını, fabrikalarını, bilimsel kapasitesini yok ediyor.
Şimdilik Irak halkının saldırıya verdiği karşılık, – durumun vahameti ortadayken- olması gereken düzeyde değil. En azından bu kadarı söylenebilir. Peki, neden böyle? Batı medyasının bıkkınlık derecesinde tekrarladığı şu: Irak "yapay" bir ülkedir. Saddam'ın Şiiler ve Kürtler üzerinde kurduğu baskı rejimi iç savaşı zorluyor [eğer böyleyse, iç savaşı önlemenin yolu işgalin uzatılmasıyla mümkün…]. Direniş, "Sünnî üçgen" denilen bölgedeki İslâmcı direnişle sınırlı kalacaktır. Herhalde bu tür safsatalara itibar etmek ahmaklara özgü bir şey olabilir…
İngilizler, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Irak halkının direnişini ezmekte zorlanmıştı. Emperyal geleneklerini çağrıştırırcasına İngilizler, bir "ithal monarşi" ve büyük toprak sahipleri sınıfı oluşturup, Sünnî İslâm'a da üstün bir statü vererek, Irak'taki iktidarlarını sürdürmeyi amaçlamışlardı. Sistematik çabalarına rağmen başarısız oldular. İki siyasi örgüt Komünist Partisi ve Baas Partisi önemli birer örgütlü güç oluşturarak, herkes tarafından [Sünniler, Şiiler, Kürtler] nefret edilen Sünnî monarşiyi devre dışı bıraktılar. Fakat, 1958-1963 yılları arasında bu iki siyasi formasyon arasındaki şiddetli rekabet, Baas'ın baskın gelmesiyle sonuçlandı. Bu durum Batılılar tarafından "memnuniyetle" karşılandı, yüreklerine su serpilmişti… Oysa Komünist Parti'nin projesi muhtemel bir demokratik açılım istidadı taşıyordu; ama Baas için aynı şey söz konusu değildi. Milliyetçi, panarap Baas Partisi üniter devletten yana, Alman Birliğinin kurucusu Prusya modeli hayranı, modernist, laiklikten yana, dinin karanlıkçı yorumuna karşı, küçük burjuvaziye dayanan bir partiydi. İktidara geldikten sonra, tahmin edilebileceği gibi, diktatörlüğe dönüştü. Devletçiliği de yarı-anti-emperyalistti. Konjonktürün durumuna göre ve gerektiğinde, iki taraf arasında [Baas ile bölgede hakim durumda olan ABD] uzlaşma mümkün oluyordu. Bu durum liderin megalomanik saplantılarını da cesaretlendirdi ve sandı ki ABD onu bölgedeki başlıca müttefiki olarak kabul edecek… Irak'ın 1980-1989 arasında İran'a karşı yürüttüğü saçma ve canice savaşta Washington'un Bağdat'a verdiği destek [kimyasal silah sevkiyatı da dahil] Saddam'ın hesabına inandırıcılık kazandırıyor gibiydi…
Saddam, Washington'un hile yaptığından habersizdi. Irak'ın modernleşmesi emperyalizm için kabul edilebilir bir şey değildi ve ülkeyi çökertme kararı çoktan alınmıştı. Saddam kurulan tuzağa düştü [Kuveyt'i işgal etmesi için yeşil ışık yakılmıştı – zaten Kuveyt, emperyalist İngilizler tarafından aslında Irak'a dahil olan bir bölgeyi petrol kolonisi yapmak üzere ondan ayrılmıştı…] Sonuç malûm, Irak, on yıl boyunca ülkeyi ve toplumu takatsiz, kansız bırakacak yaptırımlara maruz kaldı; artık Amerikan ordusunun ‘şanlı' istilası için koşullar oluşturulmuştu…
Tüm Baas yönetimleri -son zayıflık dönemi Saddam rejimi de dahil- suçlanabilir ama mezhep çatışmalarını körükledikleri asla söylenemez. Bugünlerde iki mezhep arasındaki kanlı çatışmalardan kim sorumludur? Bir gün gelecek bu katliamların çoğunun CIA'nın [ve tabii MOSSAD'ın] örgütlediğini öğrenmek şaşırtıcı olmayacak. Fakat, bir şey daha var: Saddam rejiminin miras bıraktığı siyasi çoraklık ve onun ilkesiz-oportünist yöntemleri, her türlü odağı iktidar adayı haline getirmiş durumda. Elbette işgalcilerin desteğiyle buna cüret edebiliyorlar. Kimi zaman da işgalcilere en iyi hizmeti kendilerinin sunabileceği naif düşüncesiyle hareket ediyorlar. Söz konusu iktidar adayları, [Sünnî ve Şii] dinî şefler olsun ya da aşiret şefleri veya ABD'den ihraç edilmiş çürümüş işadamları olsun, hiçbiri ülkede bir siyasi tabana dayanmıyor. Irak halkının gözünde güvenilir sayılmıyorlar. Eğer Saddam'ın yarattığı siyasi boşluk olmasa, bunların esamesi bile okunmayacak; kimse bunların adını bile anmayacaktı. Neoliberal küreselleşme tarafından bu yeni politik model karşısında gerçekten halkçı ve ulusal, muhtemelen demokratik başka güçler bir varlık olarak kendilerini dayatabilecekler mi?
Bir zamanlar Komünist Partisi Irak'ta çok önemli bir odak haline gelmeyi başarmıştı ve Irak toplumunun en iyi unsurlarını temsil ediyordu. Komünist Parti ülkenin her yanında örgütlüydü ve çoğunlukla Şii aydınlar dünyasını bünyesinde barındırıyordu [Şiiler özellikle devrimciler ve dini liderler, istisnai olarak da bürokrat ve komprador çıkarıyor!]. Komünist Parti gerçekten halkçı ve anti-emperyalistti; demagojiye pek itibar etmiyordu, potansiyel olarak da demokratikti. Artık kesinlikle tarihten siliniyor mu? Baas'çı dikta rejimi tarafından en seçkin militanları katledilen, Sovyetlerin çökmesi [ki, öyle bir şeye hazırlıklı değillerdi] ve ülkeye Amerikan ordusunun furgonunda dönmeyi içine sindiren aydınlarının tavrına rağmen varlığını sürdürebilecek mi? Bu imkânsız değil, tam tersine "kaçınılmaz" da değil. Maalesef durum böyle…
Türkiye'de ve İran'da olduğu gibi Kürt sorunu Irak'ta da reel bir sorun. Fakat Batılı güçler bu konuda da her zaman tam bir kinizmle hareket ettiler ve soruna tam bir ikiyüzlülükle, "çifte standartla" yaklaştılar. İran ve Irak'ta Kürt taleplerinin ezilmesi için uygulanan şiddet, hiçbir zaman Türkiye'de süreklilik arzeden askeri, polisiye, politik ve moral şiddet düzeyine çıkmadı. Ne Irak'ta ne de İran'da Türkiye'de olduğu gibi Kürtlerin varlığı inkâr edilmedi. Bununla Birlikte NATO üyesi olan Türkiye hoşgörüyle karşılandı. Çünkü Türkiye, medyanın demokratik dediği ulusların örgütü olan NATO'nun üyesiydi. Öyle bir demokratik ülkeler örgütü ki, en büyük demokrat Salazar söz konusu örgütün kurucu üyesiydi. Bu arada cuntacı Türk ve Yunan generallerin demokrasisinin de aynı gruba dahil olduğunu hatırlamamak olmaz…
Çalkantılı tarihinin en iyi dönemlerinde, Komünist Partisiyle Baas'ın oluşturduğu halk cephesi dönemlerinde, Komünistlerin hükümette sorumluluk aldıkları her zaman, belli başlı Kürt partileriyle bir uzlaşma yolu bulunuyordu ki, zaten her zaman onların müttefikiydiler.
Saddam rejiminin anti-Kürt ve anti-Şii sapkınlığı bir vakıaydı. 1990 Kuveyt yenilgisi sonrasında Saddam ordusunun Basra bölgesini bombalaması, Kürtlere karşı zehirli gaz kullanması akla gelen örneklerdir. Bu sapkınlıklar silahlı Washington diplomasisinin manevraları sonucu, durumdan yararlanmak isteyen büyücü çıraklarına verilmiş bir cevaptı. Elbette bu onun sapkın bir canilik ve saçmalık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Fakat Saddam gibi bir diktatörden başka ne beklenebilirdi ki?
Böylesi koşullarda direnişin "beklenmeyen" gücü bir mucize midir? Asla değil. Çok iyi bilinen husus şudur ki, bir bütün olarak Irak halkı [Araplar, Kürtler, Şiiler, Sünniler], işgalcilerden nefret ediyor. Her günkü cinayetleri, işkenceleri, bombardımanları, katliamları yaşıyorlar. Bu koşullarda bir Ulusal Direniş Birliği [adını ne korsanız koyun] tasavvur edilebilir ki, böyle bir birlik, kendini bileşenleri ve ortak programıyla dünyaya ilan eder. Fakat şu ana kadar bu yönde bir gelişme emaresi yok ve bu da anlaşılır bir şey. Zira daha önce değindiğimiz nedenlerden ötürü, Saddam rejiminin daha sonra da işgalcilerin, sosyal ve politik dokuda yarattıkları tahribat ve sosyal dokuda ortaya çıkan yıkım maalesef çok derin. Sonuç itibariyle sebepleri ne olursa olsun bu durum önemli bir handikap oluşturuyor ve bölünmeleri kolaylaştırıyor; oportünistleri cesaretlendiriyor; onları işbirlikçiler haline getiriyor; tabii kurtuluşun hedefleri hakkında da kafa karışıklığı yaratıyor.
Bu handikapı kim aşacak? Komünistler bu iş için uygun durumdalar. Daha şimdiden militanları, şimdilerde kimlerle dans ettiklerini bilmedikleri "liderlerinden" uzaklaşıyorlar. Zaten o liderlerin kimler olduğunu da egemen medya dışında pek bilen yok… İşbirlikçi hükümete destek vererek, direnişe katkı sunduklarını sanıyorlar… Sonuç itibariyle Iraklı komünistler, başka siyasi güçlerle bir cephe oluşturma yolunda önemli inisiyatifler alabilirler.
Zaaflarına rağmen; Irak halkının direnişi daha şimdiden Washington'un [politik ve militer] projesini bozguna uğratmış durumda. İşte Amerika'nın sadık Avrupalı [Atlantist] müttefiklerini endişelendiren de bu. ABD'nin astlaştırdığı ortakları [AB ve Japonya] ABD'nin yenilgiye uğramasından korkuyorlar. Zira bu, güney halklarının gücünü artırarak üçlünün [ABD, AB, Japonya] transnasyonal küresel sermayesini zorlayıp; onları Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının haklarına saygı göstermeye mecbur edecektir.
Irak direnişi, ABD'yi kapandan kurtaracak, ülkeyi çıkmazdan çıkaracak şu önerileri sundu: (i). BM Güvenlik Konseyi'nin desteğiyle geçici bir hükümet kurulması; (ii). İşgal ordusunun ve direnişçilerin saldırısına karşılıklı son verilmesi; (iii). Altı ay içinde sivil- asker tüm işgal güçlerinin ve otoritelerin ülkeyi terk etmesi. Bu önerilerin detayları Beyrut'ta yayınlanan saygın Arap dergisi El Mustakbel El Arabi'de [Ocak 2006] yayınlandı.
Avrupa medyasının bu mesajı yayınlamaktaki mutlak sessizliği, emperyalist ortaklar arasındaki dayanışmanın bir kanıtı sayılmalıdır. Avrupa'nın ilerici ve demokratik güçlerinin görevi, emperyalist üçlünün [ABD, AB, Japonya] bu politikasını mahkûm edip, Irak direnişinin önerilerini desteklemek olmalıdır. Irak halkını düşmanla birbaşına bırakmak kabul edilebilir değildir; aksi halde bu, Batı'dan ve batılı halklardan bir şey beklemek boşunadır görüşüne de haklılık kazandırır. Daha da ötede bu tavır, bazı direniş hareketlerinin kabul edilemez olduğu, dahası canice pratiklerini de onaylamak sonucunu doğurur…
İşgal güçleri ülkeyi ne kadar çabuk terkederse, dünyadaki ve Avrupa'daki demokratik güçlerin desteği de o ölçüde güçlü olacaktır, büyük acılar çeken Irak halkı için daha iyi bir gelecek ihtimali de böylece güçlenecektir. İşgal ne kadar uzarsa sonuç itibariyle mutlaka sonlanması gereken savaşın faturası da o ölçüde ağır olacaktır.