FİLİSTİN
Filistin, Birinci Dünya Savaşındaki Balfour deklarasyonundan beri, yabancı sömürgeci yerleşimin kurbanı olmaya devam ediyor. İster kabul edilsin isterse ikiyüzlüce yok sayılsın, Filistin halkına revâ görülen akıbet "Kızılderili'lerinkinden" farklı değil. Bu proje, ta baştan bölgedeki hakim emperyalist güçler [dün İngiltere, bugün ABD] tarafından koşulsuz desteklendi. Desteklendi, çünkü bölgede bu şekilde oluşturulmuş yabancı bir devlet, onların koşulsuz müttefiki olabilirdi. Bu bakımdan İsrail, Arap Ortadoğu'sunu emperyalist kapitalizmin hâkimiyeti altında tutmanın, bölgeyi emperyalist saldırılara açık hale getirmenin bir aracı olmaya devam etti.
Bu durum tüm Asya ve Afrika halkları için bariz bir gerçekliktir. Bu yüzden de her iki kıtada Filistin halkının haklarının savunusu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Buna karşılık "Filistin sorunu" Avrupa'da Siyonist ideolojinin propagandasının yankı bulması sonucu bölünmelere neden oluyor.
Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi'nin gündeme gelmesiyle birlikte, Filistin halkının hakları hiçbir zaman olmadığı kadar yok ediliyor. Oysa, Filistin Kurtuluş Örgütü [FKÖ], Oslo ve Madrit planlarını ve ABD tarafından kaleme alınan "yol haritasını" kabullenmişti. Asıl İsrail, imzasını inkâr etti ve çok daha cüretkâr bir yayılma planını devreye soktu! Bu durum, Filistin Kurtuluş Örgütünü [FKÖ] zayıflattı; zira kamuoyu haklı olarak onları düşmanın samimiyetine kolayca inanmakla suçlayabilirdi. Hiç değilse başlarda Siyonist işgalci güçlerin rakibi İslâmcı güçlere [Hamas] verdiği destek, Filistin yönetiminin de yolsuzluk batağına iyice saplanması, ki bu konuda "finansörleri" [Dünya Bankası, Avrupa, Sivil Toplum örgütü denilen NGO'lar] eğer işin içinde değillerse en azından susuyorlar; seçim Hamas'ın zaferiyle sonuçlanacaktı ki, bu da İsrail politikalarına "her ne olursa olsun" teslim olmanın ilave bir gerekçesi yapılmıştı!
Siyonist kolonyalist [sömürgeci] proje, Filistin'den başka komşu Arap halkları için de, her zaman bir tehdit demekti. Mısır'ın Sınaî bölgesini ilhak etme arzusu, Suriye'nin Golan yöresini fiilen ilhak etmesi bunun kanıtıdır. Büyük Ortadoğu Projesi'nde İsrail'e önemli bir rol düşüyor. Bir kere bölgede nükleer silah tekeline sahip yegâne ülke olması isteniyor; ikincisi, İsrail teknolojik olarak hiçbir Arap halkının sahip olmadığı yetkinliğe sahip olduğu için "zorunlu müttefik" sayılıyor! Buna mecburî ırkçılık deyin!
Burada Siyonist kolonyalist yayılmaya karşı sürdürülen mücadeleler ve Suriye ve Lübnan arasındaki politik çatışmaların tahliline girmemiz uygun değil. Suriye'nin Baas rejimi kendi tarzına göre, İsrail'in ve emperyalist güçlerin taleplerine direndi. Fakat bu direniş aynı zamanda [Lübnan'ın kontrolü gibi] bazı tartışmalı istekleri de meşrulaştırdı ki, bu tartışmasız öyledir. Bu çerçevede, Suriye Lübnan'daki "müttefiklerini" "en az zararlı olanlar" arasından seçmeye özen gösterdi. Komünist Partisi, Güney Lübnan'a yönelik baskınlara [su yatağının da değiştirilmesi dahil] karşı bir direniş hattı oluşturmuştu. Yoğun bir işbirliğiyle İran, Suriye ve Lübnan iktidarları bu "tehlikeli üssü" çökertip onun yerine Hizbullah'ı ikame ettiler. Refik El Hariri'nin katledilmesi de emperyalist güçlere [ABD ve arkasındaki Fransa] bir müdahale fırsatı verdi ki, bunun iki amacı vardı: Suriye'ye nihai olarak vasallaşmış Arap devletleri [Mısır, Suudi Arabistan…] safında yer almayı kabullendirmek ve eğer bu gerçekleşmezse bile çürümüş Baas'tan kalan ne varsa yok etmek; Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını dayatarak, Siyonist akınlarına karşı son direniş odaklarını da yok etmek. İşte demokrasi söylemini bu bütünlük içine yerleştirmek gerekiyor…
İRAN
Aynı şekilde buradaki amacım "İslâm Devrimi'nin" gerektirdiği tahlili yapmak değil. Söz konusu devrim, gerçekten kendini ilân ettiği gibi miydi; Politik İslâm çevrelerinin ve yabancı gözlemcilerin ekseri ileri sürdükleri gibi, tüm bölgeyi, daha da ötede tüm İslam âlemini kapsayacak bir evrim sürecinin başlangıcı mıydı? Yoksa Şii'lere ve İran milliyetçiliğine özgü bir duruma mı denk geliyordu?
Burada sadece sorunun bizi ilgilendiren yanıyla ilgili iki gözlem yapmakla yetineceğim. Birincisi şu: İran'daki İslâmi politik rejim, kapitalist sisteme entegre olmaya engel değil, küreselleşmiş kapitalizmle bütünleşmesine mâni bir şey yok. Rejimin dayandığı temel, liberal ekonomik yönetimle çelişmiyor; İkincisi, bu haliyle İran ulusu "güçlü bir ulus", onu oluşturan unsurlar, emekçi sınıflar ve yönetici sınıflar, ülkelerinin küreselleşmiş kapitalist dünya sistemiyle tâbi; [bağımlı] bir pozisyonda bütünleşmesini istemiyorlar. Elbette İran gerçeğinin bu iki boyutu arasında çelişki var ve yabancı dayatmaları karşısında direnme arzusuna dayanıyor.
Her zaman olduğu gibi İran milliyetçiliği – güçlü ve bana göre tarihsel olarak da pozitif- birbiri ardından gelen Şah ve Humeyniciliğin giriştiği bilimsel, endüstriyel, teknolojik kapasitenin modernleşme başarısını da açıklıyor. İran, Güney'in "milliyetçi burjuva" bir projeye sahip [Çin, Kore, Brezilya, belki başkaları…] ender ülkelerinden biri. Elbette uzun vadede böyle bir proje mümkün mü değil mi, [ki, bana göre değildir] o ayrı bir tartışma konusu ve bizim buradaki sınırlı amacımızı aşıyor. Lâkin böyle bir proje mevcut ve yerli yerinde duruyor.
İşte İran, uluslararası camiada saygı değer bir taraf olarak var olma niyetini ortaya koyduğu, eleştirel bir tavır geliştirme basiretine sahip olduğu içindir ki, ABD onu bir "önleyici savaşla" yıkmaya karar verdi. Bilindiği gibi çatışma, İran'ın geliştirdiği nükleer kapasitesiyle ilgili. Neden bu ülke de -diğerleri gibi- nükleer kapasiteye, dahası nükleer bir askerî güç olma hakkına sahip olmasın? Hangi gerekçeyle emperyalist güçler ve onların oyuncağı İsrail, kitle imha silahına sahip olmayı kendilerine ait bir hak sayıyorlar? Demokratik ulusların onu asla kullanmayacağı; ama "haydut devletlerin" kullanacağına dair görüşe itibar edilebilir mi? Üstelik söz konusu "demokratik" ulusların modern zamanlarda en büyük jenositleri yaptıkları biliniyorken -kaldı ki, buna Yahudi jenosidi de dahildir- . Daha da ötede, ABD daha önce atom silahı kullanmış bir devlet ve bugün nükleer silahların mutlak ve genel kullanımının yasaklanmasına da karşı çıkmaya devam ediyorken!
6. Demokrasi İçin Mücadelenin Muğlaklığı
Politik İslam'ı dini bir hareket olduğu için gerici saymıyorum. Kaldı ki, Polonya'da Papalığın yaptığı gibi, bilinen anlamda dinî kesimleri belirli politik amaçlar için harekete geçirmek gibi bir durum da söz konusu değil.
Buna karşılık, gerçekten dinî ama açıkça ilerici hareketler de var. ‘Kurtuluş Teolojisi'* [Özgürlük Teolojisi] bunun en canlı örneğidir. Söz konusu hareket, hiç tereddüt etmeden tüm sosyal mücadelelerde emekçi sınıfların yanında yer alıyor. Bu nitelikte bir İslâmî solu tasavvur etmek elbette mümkündür; ama şimdilik ortada öyle bir hareket yok. İslam dünyasında böyle bir hareket Mahmut Taha tarafından başlatılacaktı; ama daha civciv yumurtadayken ezildi. Mahmut Taha'nın ortaya attığı fıkh el tahrir, kurtuluş teolojisinin, özgürleşme teolojisinin densin Arapçadaki eşanlamlısıydı [synonyme]. Mahmut Taha İslamcılar tarafından öldürüldü [asıldı] ve İslamcı olduğunu söyleyen hiçbir eğilim, hiçbir örgüt ve şahsiyet bu duruma en ufak bir tepki göstermedi…
Geride kalan sayfalarda Politik İslam'la ilgili dile getirilen görüşler mutatis mutantis, politik Hinduizm ve politik Budizm için de geçerlidir. Hindistan'da liberalizm yanlısı komprador sağ, oylarını eski Kongre Partisi'yle Politik Hinduizm arasında bölüştürüyor!. Bush kliği tarafından harekete geçirilen Dalay Lama'nın zırvalıkları ‘iyiler kampında' sayılıyor ve Şeytan'a karşı harekete geçiriliyor, ‘ilerici' örgütlerin çoğunluğu tarafından da teveccühle karşılanıyor.
Gerici hareketler sadece dinî bir görüntü altında ortaya çıkmıyorlar. Yalancı bir parlaklığın gerisindeki uyduruk bir "gerçek etnisite" söylemiyle de arz-ı endam ediyorlar. Hırvatlar, Bosna Müslümanları, Kosovalılar, Baltıklılar kendilerini aynı Afrika'dakiler gibi ulusal bağımsızlık hareketleriyle ortaya çıkan ulus devletin yerine, bir etnik veya cemaatçi aidiyetle yetinme yolunu seçiyorlar. Tüm bu milliyetçilikler milliyetçilik değil; zira ABD'nin sopasıyla dayatılan neoliberal küreselleşme saldırısına karşı duruşu temsil etmiyorlar. Tam tersine transnasyonal denilen şirketlerin yaptıkları herşeyi, ABD'nin ve NATO'nun silahlı diplomasisini koşulsuz destekliyorlar. Onların milliyetçiliği; sadece komşularına karışıdır ki, o da zaten emperyalizmin halkları bölme ve zayıflatma stratejisinin hizmetindedir. Bu tür hareketleri kendilerine haksızlık edenlere karşı seferber oldukları için desteklemek, çeşitliliği kötü yönetmektir. Elbette söz konusu talepler haklı olabilir ve ekseri öyledir de, ama bu tarz yaklaşımlarla çıkmazdan kurtulmak mümkün değildir. Anti-demokratik ve etnokrasiye dayalı bu tür hareketler, sadece emperyalizmin aktarma kayışı [courroies de transmission] işlevi görüyor, daha fazlası değil.
Sosyal hareketler ekseri çok boyutlu değil ve sadece mücadele ettikleri alanlara hapsolmuş durumdalar. Kendi ilgi alanları dışındaki dünya'ya gözlerini kapıyorlar. Bir sendika, bir feminist örgüt, bir ekoloji derneği ne ise öyle kalıyor. Üstelik bu durumdan rahatsızlık da duymuyorlar. Oysa, bir başlarına ve yaptıkları veri iken bunların herhangi bir başarı şansı yoktur. Mesela kapitalist yeniden üretim mantığının dışına çıkmadan kadın-erkek eşitliği diye bir şey mümkün müdür? Kısa vadede kâr güdüsü dışında hiçbir kaygı taşımayan finansal mantık olduğu yerde durdukça, herhangi bir ekolojik hareketin gerçekten bir şeyler başarması mümkün müdür?
Bunun ötesinde, seçilen mücadele alanının özgüllüğü de söz konusu aktörler için bir stratejik tutarsızlık anlamına geliyor. Bu koşullarda yürütülen bir hareketin ilerici olup olmadığı sorusu tartışılmayı gerektirir. Nitekim bu bağlamda "demokratik siyasi talepler" için mücadele ettiğini söyleyen çok sayıda örgütün toplumlarını demokratik dönüşümler istikametinde ilerletmesi mümkün değil. Bunların daha çok geriletici bir işleve koşulduklarını kaydetmek gerekir. Hemen aklıma Gürcistan ve Ukrayna gibi eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki [gül, turuncu, vb.] türü sözde devrimlerin tetikleyicisi hareketler geliyor. Elbette bu hareketlerin, insanları ayaklanmaya çağırdıkları rejimlere yönelttikleri eleştiriler haklı eleştirilerdir. Dolayısıyla yaptıkları eleştiri tamamıyla doğru. Fakat bu hareketler demokratik taleplerini neoliberal küreselleşmeye mutlak katılım çerçevesinde dillendiriyorlar. Bu trajik deneyler, bize, sosyal mücadele ile demokratik mücadele hedefinin asla birbirinden ayrılamayacağını bir defa daha hatırlatıyor. Buradan şu sonuç çıkar ki, tüm "demokratik" etiketine rağmen söz konusu hareketler tartışmasız gerici hareketlerdir.
Elbette bu tür "demokratik hareketlerin" varlık nedeni kolayca ortadan kalkacak gibi değil. Birçok Asya ve Afrika ülkesindeki aşırı demokrasi zaafı ortadayken, bu tür hareketler de var olmaya devam edecektir. İşte bu koşullarda ABD ve astlaştırdığı Avrupalı müttefikleri "demokrasiyi geliştirme" yanılsamasını canlı tutmayı başarıyorlar. Hiçbir asgarî demokrasi inancına sahip olmayan Asya ve Afrika'daki komprador burjuvaziler nasılsa ve birden bire "liberal demokratlığa" terfi ettiler ve tabi Washington'dan alkış aldılar. Artık "değişim" için harekete geçilebilirdi [Mısır'da düşüşteki tekno- bürokrasinin yerini yükselen Politik İslam'ın alması gibi…] Bu liberaller daha baştan ekonomik ve sosyal neoliberalizme sadakatlerini beyan ettiler ve Washington'un silahlı diplomasisi safında yer aldıklarını ilân ettiler…
7. Sonuç: Ortadoğu ve Başka Yerlerdeki Gerçek ve Sahte Çatışmalar
Tüm modern çağı belirleyen temel çatışma [sömürülen, ezilen, hâkimiyet altında tutulan] emekle, [sömürücü egemen] sermayeyi karşı karşıya getiren çatışmadır. Elbette politik ve sosyal arenadaki tüm çatışmaların doğrudan bu temel çatışmadan kaynaklandığı, sadece ona "indirgendiği" söylenemez. Aynı şekilde, tarihsel aktörlerin bu bütünlüğü [eklemlenmeyi] kapsayıcı-kavrayıcı bir yaklaşım içinde oldukları, öyle bir misyona cevap verdikleri, hatta ona ilgi duydukları da söylenemez. Söz konusu emek-sermaye çatışması gerçekte var olan kapitalizmde, egemenlik altındaki çevre-egemen merkez çelişkisi şeklinde tezahür ediyor. Elbette bu, çevre ve merkez toplumlarının homojen bloklar olduğu anlamına gelmez, tam tersine her ikisi de aynı temel çelişkiyi kendi tarzlarında yaşıyorlar, o kadar. Benim anlayışıma göre, tarihsel materyalizmin amacı tüm bu eklemlenmelerin [articulations] işleyişini tahlil etmek ve oradan hareketle de uzun erimli bir sosyalist, hümanist, enternasyonalist, üniversalist perspektif için ne tür olumluluk ve olumsuzluklar içerdiğini ortaya koymak olmalıdır.
Sahnenin önünde gerçekleşen çatışmalar, ileri sürüldüğü gibi gerçek çatışmalara tekabül etmiyor. Bunlardan önemli gördüğüm üçüyle ilgili şunları söyleyebilirim.
Birincisi: Lider ABD tarafından formülasyonu yapılan kollektif emperyalizm üçlüsünün sistematik olarak geliştirdiği politik stratejiden başka bir şey değildir. Ezilenler kampındaki sosyal hareketler onun temalarını benimseyip ete kemiğe büründüğünde, söz konusu politik strateji tartışmasız bir gerçeklik haline geliyor.
İkincisi: Her türlü otokrasiye ve zulme karşı yürütülen demokrasi mücadelesi, ne sömürünün kurbanı işçilerin ve halk sınıflarının, ne de ezilen halkların mücadelesinden asla ayrılabilir değildir. Oysa bugün böyle bir ayrımdan doğan ve ayrıma rağmen bir şeyler başaracaklarını sanan sosyal ve politik hareketler var. Benim iddiam odur ki, böyle bir yaklaşım içinde olan ilgili sosyal hareketler egemen sermaye tarafından manipüle ediliyorlar ve bizzat demokrasi davasına bile hizmet etmeleri mümkün değildir. Her ne kadar ABD ve Avrupa kamuoyu ülkelerinin "demokrasi lehine" müdahalelerinin samimiyetine inansalar da, Asya ve Afrika'da bu demokrasi retoriğine kimse itibar etmiyor.
Üçüncüsü: Kulağımızı sağır edercesine tekrarlanıp duran "terörist" ve "uygar" çatışmasına gelince, aslında bu emperyalizmle emperyalizmin egemen olmak istediği halklar arasındaki asıl çatışmayı yok sayma ve gizleme işlevi görüyor. Amerikan yönetimi yaklaşık 20 yıldan beri bu "yeni düşmanı" peydahlamaya çalışıyor. Öyle bir "teorik" söylem oluşturuluyor ki, kimi "özel" örgütler kitle imha silahına sahip olabilir ve "haydut devletlerin" olası desteğiyle de bunları kullanabilir… Bu söylem gerçekten de fiilen terörist grupların ortaya çıkmasını sağlıyor [CIA tarafından aşırı İslâmî fundementalistlerin desteklenmesi, ya da bu örgütlerle ‘pasif' işbirliğiyle 11 Eylül'deki gibi saldırının ve yasal düzenlemelerin gerekçesi oluşturuluyor. Yasal düzenlemelerin o kadar hızlı yapıldığına bakarak, bu iş için çoktan hazırlanmış olduklarını söylemek mümkündür.]
Modern Dünya Sisteminin [Batılı güçlerin] 1492'den beri üç kıtayı oluşturan çevreye müdahaleleri, ileri sürülen saikler ne olursa olsun, emperyalizmi dayatmak içindi. Şimdilerde "demokrasi ihracı", "terörle mücadele" gibi saikler de eski "uygarlaştırıcı misyon" söyleminden daha inandırıcı değil. Bugün Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yapılan müdahalelerin dramatik sonuçları ortadayken, isterse Birleşmiş Milletler'in bir kararının arkasına gizlensin; ABD'nin ve NATO'nun hiçbir müdahalesi nerede olursa olsun [Avrupa'daki Yugoslavya dahil], gerekçesi ne olursa olsun [insani, vb.] kabul edilebilir değildir. Avrupa'nın demokratik güçlerinin yapması gereken, NATO'nun lağvedilmesini, Amerikan üslerinin sökülüp atılmasını ve işgal güçlerinin derhal Afganistan, Irak ve Filistin'den çekilmesini talep etmek olmalıdır. Bu bağlamda Bamako Çağrısına [18 Ocak 2006] bakılabilir.*
Elbette Avrupa'nın demokratik güçlerinin sorumluluğu ne kadar önemli olursa olsun bu, Güney ülkelerinin, özellikle de Arap ülkeleri, demokratik güçlerinin kendi sorumluluklarını unutturmamalıdır.
Bugün Ortadoğu bölgesinde "politik çatışma" üç grup gücü karşı karşıya getiriyor: Milliyetçi geçmişi ihya etmek isteyenler [aslında ulusal-popülist dönemin kalıntıları, çürümüş, yoz bürokratik unsurlar]; politik İslamcı olduğunu söyleyenler; bir de liberal ekonomik yönetimle "uyumlu" demokratik taleplerle ortaya çıkmaya çalışanlar. Ulusun ve emekçi sınıfların çıkarlarına dair kaygı duyan bir sol hareket için bunların hiçbirinin iktidarı arzulanır bir şey değildir. Aslında bu üç "eğilim" de emperyalist sisteme yamanmış komprador sınıfın çıkarlarını temsil ediyorlar. Amerikan diplomasisi de bu üçünü birbirlerine karşı kullanarak aralarındaki ‘çelişkileri' kendi lehine kullanmak üzere sürekli "demiri sıcak tutuyor". Biriyle veya diğeriyle ittifak yapıyor, birini diğerine karşı kullanıyor [mesela Politik İslam'dan çekindiğinde mevcut rejimin ayakta kalmasını tercih ediyor, ya da birinden kurtulmak için diğerini ona karşı destekliyor, başarısız olacağını anladığında o rejimden kurtulmak için diğerini destekliyor]. Solun mücadele alanında kendini var edip dayatarak; emekçi sınıfların ekonomik ve sosyal haklarını, demokrasiyi ve ulusal egemenliği savunması gerekiyor ki, bunlar ayrılmaz bir bütünlüktür.
Bugün "Büyük Ortadoğu" bölgesi, emperyalist liderleri dünya halklarıyla karşı karşıya getiren çatışma için merkezî bir öneme sahiptir. Washington'un projelerini boşa çıkarmak, nerede olursa olsun dünya halklarının ilerlemesinin koşuludur. Bu gerçekleşmediği takdirde tüm olumlu gelişmeler aşırı derece tehlikeye girecektir. Elbette bu, dünyanın başka yerlerindeki [Avrupa, Latin Amerika ve başkaları] mücadeleleri hafife almak değildir. Bu sadece şu anlama geliyor, Washington ilk canice vuruşunu bölgeye yöneltmiş durumdadır ve soruna global bir perspektiften bakıldığında son derece önemlidir…
Çev: Fikret Başkaya
* Théologie de la Libération'u Türkçede ‘kurtuluş teleojisi' şeklinde ifade etmeyi uygun buldum (ç.n.)
* Söz konusu çağrı için bkz: Bu kitabın 5'inci bölümü [ç.n.]
Kaynak: http://www.ozguruniversite.org/guncel_samir_islam.php