0 0
Read Time:47 Minute, 58 Second

( Aşağıda okuyacağınız yazı, Şubat 1994 tarihli Özgür Halk Dergisinde yayınlandı. 14 yıl önce kaleme alınan bu yazının virgülüne dahi dokunulmadan yayınlıyoruz. Bu yazıdaki görüşlerin güncelde süren İslam, Devlet, AKP, Türban tartışmalara belli bir katkı sunacağını düşünüyoruz. Sosyalistê Şoreşger) / Anlaşılan o ki, özel rejim, UKM karşısında yaşadığı ideolojik ve askeri çaresizliği yine dine, dinsel motifler ve gerici kuruluşlara sarılarak aşmak istiyor.  Devrime karşı dini kullanma, yeni bir taktik değil; defalarca kez denenen bayat bir silah oluyor.

Din silahından umutlarını kesmiş değillerdir. Öyle olduğu içindir ki, Tansu Çiller, her fırsatta "Kuran, bayrak ve ezan" sözlerini dillendiriyor, bunları dilinden düşürmemeye özen gösteriyor.

İslam, salt propaganda ve söylem düzeyinde kullanılmıyor; bu, eksik edilmiyor. Başka ciddi düzeylerde kullanıldığı da bir olgu.

Son dönemde göze çarpan en dikkate değer olgulardan biri, Refah Partisine duyulan umuttur, özellikle Genelkurmay, 27 Mart seçimlerinde RP'ni PKK'ye karşı dikilebilecek bir güç olarak düşünüyor ve hazırlıyor. Refah Partisi de "yeni" bir söylem ve vitrin girişimiyle özel rejimin bu beklentilerine karşılık vermeye çalıştı. Bu, özel rejimin RP'de somutlaşan İslami hareketi, ÜKM'ye karşı bir alternatif olarak gündeme dayattığının açık işareti ve kanıtıdır…

 "Din Şurası" düzenlendi. I. Din Şurası'nın Diyanet işleri Başkanlığı tarafından yönetilmesi devletin buna en üst düzeyde ilgi ve katılım göstermesi devletin ideolojik silah olarak dini daha yoğun ve etkince kullanacağının bir göstergesi oluyor.

Devletin bu İslam'a yeniden sarılış ve kullanış hareketi, bizi, devlet ve İslam ilişkilerini yeniden sorgulamaya götürüyor. Ana çizgileriyle de olsa bu ilişkiyi sorgulamalıyız. Güncel politik gelişmeleri doğru ve sağlıklı kavrayabilmek açısından bu gerekli oluyor. Ayrıca kimilerinde kafa karışıklığı var; bu kafa karışıklığını çevrelerine de yayıyorlar. Örneğin devletin dine yeniden sarılışını Kemalist laiklikten "geri dönüş" olarak değerlendirenler, bu kategoriye giriyor. Bu kafa karışıklığının netleştirilmesi de gerekiyor.

En önemlisi önümüzde 27 Mart yerel seçimleri var. UKM'nin yerel secimler politikasına karşı bir "alternatif" olarak hazırlanan RP gerçekliğinin bir kez daha açığa çıkarılıp halka sunulması, önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. RP gerçeğini ortaya koyarken, hiç kuşkusuz genel bir çerçeve ile karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Bu, devlet ve din ilişkileri, Türk milliyetçiliği ile İslamcılık arasındaki içice ilişkiler oluyor. Türk İslamcıların Kürt sorununa yaklaşımları, devlet karşısındaki konumu ve tutumları, bütün bunlar, bu kısa çalışmamızın belli başlı konulan oluyor.

Türkiye'de İslami hareket derken, çok geniş bir yelpazeden söz ediyoruz. Bu kapsama giren grup, eğilim ve çevrelerin birçok farklılıkları, çelişkileri var. Böyle olmakla birlikte, Türk İslamcıların ortak bir paydaları söz konusudur; bu da şudur: Kürt sorunu karşısında devletten yanadırlar; şoven Türk milliyetçiliğini ümmetçilik biçiminde dillendirirler. Üzerinde duracağımız nokta, Türk İslamcı hareketinin bu yanıdır.

Hiç kuşkusuz, devlet ve din ilişkileri, bu bağlamda Refah Partisi gerçekliği çok kapsamlı konulardır. Bir dergi yazısında bunu bütün boyutlarıyla incelemek olanaksızdır. Ancak konu, ana çizgileriyle ve genel bir bakış getirme anlamında incelenebilir; bunu, belli başlı notlar biçiminde denemeye çalışıyoruz.

 

A- DEVLETİN DİNE YAKLAŞIMI BAĞLAMINDA DEVLET VE DİN İLİŞKİLERİ

I.

TÜRK EGEMENLERİ VE DİN İLİŞKİLERİ: KISA BİR ÖZET

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Türk egemen sınıflarının İslam'ı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarının uzun bir tarihsel geçmişi var. Türklerde İslamlaşma geniş ve ayrı bir konudur. Ancak şu nokta çok açık: Türk egemenleri İslam'ın fetihçi karakterini kendi akıncı yapılarına uygun bulmuş ve böylece İslam'ı seçmeyi ve benimasmeyi çıkarlarına denk görmüşlerdir. En başta İslam'ın emrine giren Türk boyları, daha sonra Anadolu'yu Türkleştirmede İslam'ı ideolojik bir araç olarak değerlendirmişlerdir. Giderek İslam, Türk egemenlerinin elinde bir yayılma ve imparatorluk haline gelmenin silahına dönüştürülüyor. Bizans'a karşı savaşta, Avrupa içlerine kadar yürütülen fetih seferlerinde, İslam'a, harekete geçirici, meşrulaştırıcı bir rol oynatılıyor. Bilindiği gibi Osmanlı Fütuhatında "kâfire karşı gaza" söylemi meşhurdur; bu, savaşın dinsel bir anlatımı ve meşrulaştırılması oluyor.

Ayrıntıya girmek konumuz değil, hem de gereksiz. Ancak şu noktanın altını çizmek istiyoruz. 12 Eylül'de resmi ideoloji düzeyine çıkarılan "Türk-İslam Sentezi", aslında ta Selçuklulardan başlatılabilir. Burada yaratılan ve geliştirilen sentez, resmi egemen İslam'ın en gerici yanlarının, fetihçi karakterinin Türk akıncılığı ve yayılmacılığı ile birleştirilmesidir. Esasta İslam, Türk yayılmacılığının hizmetine sunuluyor, sentez'de egemen öğe Türk egemenlerinin çıkarları oluyor.

 Osmanlı'da din, mutlak anlamda kontrol altındadır; İslam bütün yönleriyle Osmanlı Devleti'nin hizmetindedir. Gerek fetih ve ganimet savaşlarında, gerekse her türlü "iç muhalefet" karşısında, kontrol altına alınan ve resmi düzeye çıkarılan İslam, çok önemli bir ideolojik ve politik araçtır.

Özellikle Kürdistan üzerinde İran Safevi Devletiyle yürütülen hegemonya mücadelesinde resmi Sünnilik, önemli bir ideolojik araçtır. Şiilik-Alevilik, "Beşinci Kol" olarak değerlendirilip çok yönlü baskı ve bastırmaya tabi tutulur. Kontrol ve baskı, Şiilikle sınırlı kalmaz; tarikatlara kadar uzanır…

Kontrol altına alınan İslam'ın, açık ki, devletten bağımsız ve özerk bir gücü bulunmuyor. Bu, ulemanın, devletin bir parçası olması, Sultan'ın kulu olması gerçeğinden kaynaklanıyor. Osmanlı devletinde devlet ile din ilişkilerini Şerif Mardin şöyle özetliyor.

"…Osmanlı memurları, dini hareketlerin ortaya çıkaracağı tehlikeleri en aza indirecek, tam manasıyla hâkim bir dini anlayışı tesis etme ihtiyacı duydular. Bu maksatla bir takan tedbirlere başvurdular, ilk olarak Sünni İslam'ı empoze etmeye çalıştılar; ihanet içindeki Şiiliği sürekli göz hapsinde tuttular, ikinci olarak, tehlikeli gördükleri heteredoks (Hak mezheplere aykırı, hak mezhep dışı. Bn.) zümreleri imparatorluğun uzak köşelerine sürdüler. Üçüncüsü ve en önemlisi, dini bir elit ortaya çıkarmaya ve bu elit tarafından kontrol edilen bir eğitim sistemi kurmaya çalıştılar ki, bunların ikisi de devletin kontrolü altındaydı. Yüksek dini görevliler, Ulema, geçimleri devlet tarafından karşılandığı ve meslek hayatları sırasındaki yükselme yolu (tarik) devlet tarafından tespit edildiği için, gerçekte birer memur haline getirilmişlerdi. Yine yüksek rütbeli ulema, yönetime iştirak etmeleri gereken yerlerde Osmanlı politikasının işleyişine uygun bir anlayış kazandılar. (Bu sözler, sanki bugünü, Kemalist laiklik'i tanımlıyor. Devlet ile din ilişkileri konusunda da Cumhuriyet, esasta, Osmanlı'nın devamı niteliğindedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, Osmanlıda Şeyhülislam'ın güncelleştirilmiş biçimi olmuyor mu? Bn) Hiyerarşi piramidinin zirvesinde bulunanlar için -tahmin edileceği gibi-siyaset her yerde vardı." ( Türkiye'de Din ve Siyaset, Syf: 41-42, İletişim Yayınları, İstanbul, I. Baskı)

Devlet, ulema aracılığı ile İslam'ı kontrol altına alıyor, devletin iç ve dış politikasının hizmetine sunuyor. Ulemaya daha başka roller de oynatılıyor. Yine Ş.  Mardin'den aktarıyoruz: "Osmanlı imparatorluğunda ulema, devlet teşkilatı ile çok daha açık bir biçimde bütünleşmişti. Eğitimi, kazai ve idari çatıyı kontrol altında bulundurmaları sayesinde, devlet elemanları gibi hareket etmekte ve bu şekilde dolaylı olarak, devletin sosyal hayatı denetim altında tutmasını temin etmekteydiler," (age. Syf: 42) İlginç bir nokta daha var. Dinin bu kadar devletin kontrolüne girmesi dolayısıyla, "dinden sapma"nın ölçüsü, dinin temel anlayışı ve kuralları değil, devletin çıkarlarına ters düşmek oluyor.

Bütün bu bir-iki özet açıklamayı şunun için yapıyoruz: Osmanlı'da esas olan devlettir, sultandır, devletin bekası ve geleceği her şeyin üstündedir. Din, işte bu anlayışın emrinde ve hizmetindedir. Yaratılan resmî egemen İslam'ın devletle ilişkisinde böyle bir konumu ve rolü bulunuyor. Din ile devlet arasındaki bu ilişki tarzı, Türk egemenlerinin değişmez bir yönetim ilkesi ve pratiği oluyor… Anılan bu ilişki biçiminde vurgu şu veya bu öğeye yapılabilir, biçimin kendisi, içinde bazı değişiklikler geçirebilir, ancak roller ve konumlar değişmiyor. Kimi istisnaları dışta tutarsak, Osmanlı'da ve Cumhuriyet'te çeşitli kademelerdeki İslami çevrelerin devlet karşısında bağımsız veya özerk bir politik güç olamamaları ve eyleme kalkışmamaları gerçeği altında, bu din-devlet ilişkisinin etkisi ve rolü nedir? Bu soru, araştırılmaya değer bir sorudur.

Kanımız şudur. Osmanlı' da ve Cumhuriyet döneminde, İslam'ın kendi adına, bağımsız bir politik güç ve kimlik konumuna gelemeyişinin, daha doğrusu böyle bir eğilimi ve isteği taşıyamamasının en başta gelen nedeni, dinîn devlet tarafından kontrol altına alınması ve devletleştirilerek iğdiş edilmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz Aleviliği, Osmanlı dönemi için bu saptamanın dışında tutuyoruz. Söz konusu ettiğimiz Sünni İslam'ın kendisidir…

İslam'a vurulan bu ağır ve belirleyici devlet damgası, bir devamlılık sunuyor ve günümüze gelindiğinde bu, ağır ve derin hal alıyor.

Batı karşısında gerileyen Osmanlı, İslami motiflere daha fazla sarılma ihtiyacını hissediyor. Belirleyici kaygı yine devletin bekasıdır.

Batı karşısında sürekli gerileyen ve toprak kaybına uğrayan Osmanlı devleti içinde, "vatan" sorunu üzerine tartışmaların ve ideolojik arayışların başladığını biliyoruz.  "Osmancılık" adıyla oluşan bu ilk Türk milliyetçiliğinin odağında devletin bekası var. "Osmanlıcılık" eğilimi yerini Panislamizm'e bırakır.

II. Abdulhamid'in öncülük ettiği Panislamizm akımının iki temel amacı var. Biri, imparatorluk içinde kalan halkları kendi egemenliğinde birleştirmek ve bu birliğin devamını güvence altına almaktır. Diğeri ise, Batıya yayılma umudunu ve Batı'daki varlığını tümüyle yitiren imparatorluğu Doğu'ya, Müslüman ülkelere taşımak oluyor.

Ayrıntıya girmiyoruz. Ancak açık olmalı; Panislamizm, bir tür Türkçülük ve imparatorluk ideolojisi oluyor. Müslüman halkları egemenlik altında tutmayı, Sultan-Halife'ye bağlı tutmayı amaçlıyor. İslam'a bu ideolojik hegemonyacı bir rol biçmeye çalışılıyor. Bir kez daha İslam'ın Osmanlı devletinin hizmetine koşulması gerçeğiyle karsı karşıyayız.

Abdulhamid'in Panislamizm'i, olduğu gibi İttihat ve Terakki tarafından devralınıyor, bu, Türkçü öğeleri daha da zenginleştirilerek Pantürkizm ile yan yana ve içice yürüyor.

Bir Ziya Gökalp'ta Türkçü ve İslamcı öğeler birlikte vardır; Türkçü öğelerin biraz daha önde ve vurgulu olduğundan söz edilebilir.

Panislamist ve Pantürkist ideolojiye dayalı meşhur Teşkilat-ı Mahsusa'nın Rumların göçertilmesinde ve Ermeni kırımında oynadığı rol biliniyor. Bu iki harekette de İslam, yine Türk egemenlerinin elinde vurucu ve yok edici bir silahtır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5
News Reporter