0 0
Read Time:47 Minute, 58 Second

II.

MİLLİ SAVAŞTA DİNİN KULLANILMASI

1919-1922 tarihlerinde gelişen Türk Milli Savaşı'nda dinî motiflerin çok sık ve etkince kullanıldığını biliyoruz. Dinin kullanımı, salt ideolojik düzlemle sınırlı bırakılmıyor. Kimi bölgelerde din adamları "gizli örgütçüler" olarak değerlendiriliyor. Örneğin Isparta müftüsünün durumu böyledir. Ayrıca milli savaşın " cihat" olarak ilan edilip meşrulaştırıldığını da biliyoruz.

Milli Savaş sürecinde Mustafa Kemal'in dine yaklaşımı konusunda şu somut olguların altı çizilebilir: Bunlar, dinin nasıl kullanıldığı noktasında somut bir fikir verir sanırız.

Bir: 23 Nisan I920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, dualar ve kuran okunarak açılıyor.

İki: 1921 Anayasası'nda; (Teşkilat-ı Esasi) İslami ve "Halife-Sultan'ı" kurtarmanın bir amaç ve hedef olduğu yazılıyor. "Halife-Sultan'ı kurtarmak" söylemi çeşitli defalar ve birçok yerde dillendirilmiştir.

Üç: Mustafa Kemal Ankara'ya gelirken Hacı Bektaş'a uğruyor. Alevi-Bektaşi topluluğunun önderleri ile görüşüyor ve onların desteğini alıyor.

Dört: Mustafa Kemal, aynı ilişkiyi Sünni tarikat liderleriyle geliştiriyor ve bunları savaşta yanına çekmeye ve onlar aracılığı ile halkı etkilemeye çalışıyor.

Başka olgular da sayılabilir, ancak bunlar yeterlidir. Mustafa Kemal, dinsel motifleri Anadolu Müslümanlarını harekete geçirmenin yanı sıra, diğer Müslüman halkları etkilemek için de ideolojik bir araç olarak kullanıyor. Bu konuda Ş. Mardin'in değerlendirmeleri kısaca şöyle: "O (Mustafa Kemal, bn.) mukavemet hareketini yönettiği 1919-1922 yılları arasında Türkiye dışındaki Müslümanların yakınlıklarına ihtiyaç duyup sık sık İslam birliği temasını kullandı. İslam tema'sını, aynı zamanda, müttefiklerin fiili bir hapishanesi durumundaki İstanbul'da görevine devam eden Osmanlı hükümetine karşı Anadolu Müslüman eşrafının hislerini harekete geçirmek için de kullandı." (Ş. MARDİN, age, Syf: 63)

Mustafa Kemal, daha sonra Hilafeti ilga edecek, tarikatları kapatacak ve daha bir dizi Kemalist laik kurumlaşma yönünde adım atacaktır. Konumuz, bu iki dönem arasında görünen "çelişkileri", Kemalist laikliğin ayrıntılı bir tartışmasını yapmak değil. Böyle olmakla birlikte, bir noktayı vurgulamadan geçmiyoruz. Bize göre, Kemalizm'in her iki döneminin yaklaşımları arasında ilkesel bir çelişki ve tutarsızlık yoktur. Kemalizm'de esas olan, dinin kontrol altına alınması ve devlet için kullanılmasıdır. Kemalist laiklik şunu dayatıyor: Dinin başkaları tarafından siyaset aracı olarak kullanılması yasaktır, onu ancak devlet kullanabilir; bu, bir tekel durumudur. Kemalist laiklik, devletin din üzerindeki tekelidir.

Devam ediyoruz. Cumhuriyet, Osmanlı'nın bütün diğer alanlarda olduğu gibi, din ve devlet ilişkileri konusunda da devamıdır. Bu olgu, Milli savaş ve kuruluş yıllarında çok net görülebiliyor.

Cumhuriyet' in kuruluşundan sonra İslam'ın çeşitli muhalefet çevreleri tarafından bir "siyaset aracı" olarak kullanılabileceği endişesi, çok geçmeden somut bir tehlikeye dönüşüyor. Ulusal istemleri önde ve esas olmakla birlikte Şeyh Sait ayaklanmasında dinsel motiflerin kullanılması, Kemalist rejimi bu yönde radikal tedbirler almaya yöneltti. Bunlar, sıradan ve geçici tedbirler değil tabii. Kemalist laiklik kurumlaşması olarak geliştirilen politikadan söz ediyoruz. Buna göre, din bütünüyle kontrol ve gözetim altına alınıyor, hiç bir muhalefet'in dinsel bir kimlikle ortaya çıkmasına veya dinsel motiflerin kullanılmasına olanak tanınmıyor. Tarikatlar ve medreseler kapatılıyor, bütün dinsel unvan ve işaretler yasaklanıyor, kılık kıyafette yeni düzenlemelere gidiliyor. En başta da dinin siyasete alet edilmesi eylemi, "vatan hıyaneti" olarak değerlendiriliyor ve ağır suç kapsamına alınıyor.

Kemalist laiklik doğrultusunda geliştirilen politika ve kurumlaşmaları genişçe tartışmayacağız.     Şunu vurgulamaya çalışıyoruz. Tek şef, tek parti ve tek ulus yaratma peşinde olan Mustafa Kemal,   o dönemde İslam'ın toplum hayatındaki ve siyasetteki yerini ve rolünü biliyordu. Hangi noktadan çıkış yaparsa yapsın, toplumsal ve ulusal cephede gelişebilecek muhalefet hareketlerinin dinsel motifleri kullanmak durumunda olduklarını çok iyi kavramıştı. Din'in muhalefetin elinden alınması demek, bir bakıma muhalefetin silahsız ve donanımsız kalması anlamına geliyordu. Öte yanda komünizm de kontrol altına alınıyor ve siyasal yaşamda yasaklanarak yer altına itilmesi demek, muhalefetin yasaklanması demek oluyordu.

Kemalist laikliğin kurumlaşması, aslında İslam dininin özüne ve kendisine karşı bir hareket değil; İslam'ın muhalif bir dinamik olasılığına karşı bir kurumlaşmadır. Bu konuda M. Kemal çok net anlatıyor. Aktarıyoruz:

"Siyasetimizi dine aykırı olmak şöyle dursun, din açısından eksik bile hissediyoruz.

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek İstiyorum. Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum." (abc) (Aktaran Taha Parla, Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları. Cilt 3, Syf 288, İletişim yayınları, Baskı, İstanbul)

1924'te söylenen bu sözler, oldukça açık olmalı. Kemalist laiklik, başkalarının İslami kullanmasına karşıdır, dini kullanma tekeli, ancak ve ancak devlete aittir; Kemalist laikliğin özü budur!

Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında, ilk on-onbeş yıllık döneminde laiklik kurumlaşmasının kimi uç uygulamaları, boyutları oluyor. Bunlar bir olgu. Örneğin ezanın Türkçe okutulması gibi… Ancak buna rağmen dine esas yaklaşım aynı kalıyor.

Anılan uç uygulamaların olumlu sonuç verecek yerde sürekli tepki kaynağı olmasının anlaşılması üzerine, "düzeltilme" yoluna gidiliyor. 1947 CHP Kurultayında başlayan uç noktaların düzeltilmesi eğilimi, Demokrat Parti ile devam ediyor ve önemli boyutlar kazanıyor. 1947'de başlayan 'yumuşama', Kemalist laikliğin "halklaştırılması", daha geniş bir halk tabanına oturtulması hareketi oluyor. Bu amacın yanı sıra, şunu da çok net görüyorlar. Üzerinde yaratılan kontrol ve geliştirilen baskı, dinin rejim karşıtı bir silah olarak kullanılma olasılığına önemli bir darbe vurmuştur. Başka bir deyişle, siyasal baskılarla soluksuz bırakılan "Halk İslami" artık düzene entegre edilmelidir. Dişi ve tırnaklan çekilmiş bir İslam'ı sisteme bağlamanın daha akılcı olduğunu düşünmüş ve bu yönde bir politika izlemişlerdir.

1950'lerden sonra DP eliyle devlet, dinsel akımlara daha "yumuşak" bakıyor ve davranıyor. Gerçi kontrolü kaldırmıyor, gevşetmiyor. Onları ideolojik olarak yeterince iğdiş ettiğini anladığı için "tavizkar davranıyor, başta tarikatlar olmak üzere İslami çevreleri sisteme monte etmeye çalışıyor, rejime içeriyor.

İslamcı akımların 1960 yılına kadar DP'yi, sonra da onun devamı sayılan AP'yi desteklemiş olmaları, yukarıdaki görüşlerimizi doğruluyor. Bu, aynı zamanda İslamcı eğilim ve çevrelerin rejimle bütünleşmesi ve onun bir parçası konumuna gelmesi demek oluyor.

1950'lerden sonra devlet ile İslami çevreler arasında içice gelişen bir ilişkidir. Devlet, partiler, özellikle "muhafazakâr" denilen partiler aracılığıyla tarikatları ve İslami çevreleri sisteme bağlıyor, rejimin bir dayanağı yapıyor ve kimi durumlarda rejimin selameti için kullanıyor. Buna karşılık İslami çevreler de devlet olanaklarını güçlenmenin ve etkinlik sağlamanın aracı yapıyorlar. Devlet kurumlaşması içinde kadro, para ve diğer olanak, kolaylıklar elde ediyorlar. Artık ortada bir bütünleşme, içice geçme ve birlikte yaşama olgusundan söz edilmelidir.

Bu noktada devlet mi laik niteliğinden vazgeçiyor, yoksa İslamcı hareketler mi şeriatçı programlarından vazgeçiyor? Yoksa her ikisi orta bir noktada mı buluşuyorlar?

Bu sorular, çeşitli çevrelerce tartışılıyor, yoğunca sürdürülen bu tartışma henüz sonuçlanmamıştır; sonuçlandırılmaktan uzak gözüküyor.

Bu sorulara yanıtımız şudur, kısaca: Devlet ve İslami çevreler arasında yaşanan karmaşık içice ilişkilerde inisiyatif her zaman devletin elindedir. Devlet kontrolünde İslam'a tanınan "özgürlük" aslında resmi İslam'a tanınan özgürlüktür. Devletin din örgütlenmesi, Diyanet, imam Hatip okulları, vd. büyüdüğü ölçüde, İslami çevrelerin devlet içindeki olanak ve mevkileri büyümüştür. Partilerin tarikatlarla geliştirdiği ilişki ise laikliğin, halklaştırılmasından başka bir anlama gelmiyor. Demek ki ortada devletin kesin kontrolü ile devletle palazlanan, ama düzen içine oturtulmuş ve onun bir öğesi haline getirilmiş, resmi bir İslam söz konusudur.

Devletin İslami çevreler üzerindeki ideolojik hegemonyası ve siyasal denetimi, devletin sola karşı, sosyalizme karşı mücadelesinde oldukça işine yarayacaktır. Örneğin bir "Kanlı Pazar" olayı var. Bu, devletin İslamcı hareketi sosyalist sola karsı kullanmasının en kanlı örneklerinden biridir. İslamcılar, bu olayda Amerikalı deniz piyadelerini sol'a ve onun protestolarına karsı korumak için şiddet uyguluyorlar. 1960'Iarın ikinci yansında uç veren bu eğilim, devlet için vazgeçilmez bir karşı-devrim silahı haline geliyor.

Devlet sol'a,  sosyalizme karşı İslam ve İslami çevreleri hem ideolojik mücadelede kullanıyor; hem de fiili saldırılarda… "Komünizmle Mücadele Dernekleri" deneyimi bunun somutlaşan ilk örneği oluyor. Görüldüğü gibi İslami hareket, tüm anti-laik söylemlerine rağmen, artık laik cumhuriyetin yanında ve emrinde sosyalizme karşı bir nefer konumdadır!

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5
News Reporter