0 0
Read Time:10 Minute, 31 Second

Son çeyrek yüzyılın sosyalist hareket içindeki en büyük tartışması şudur: Marksizmden yüz çevirenler, sosyalizmin çöktüğünü, kapitalizmin ise “küreselleşme” atağıyla birlikte durdurulamaz bir yükseliş içinde olduğunu düşünmekte ve cesaretlerini topladıklarında bunu dile getirmektedirler. Dünyayı anlamak ve değiştirmek için Marksist yöntemi kullananlar ise,

sosyalist inşa deneyimlerin yaşadığı çöküntü bir gerçek olmakla birlikte, bundan kapitalizmin sağlıklı ve güçlü olduğu sonucunun çıkarılamayacağını, kapitalizmin kendisinin büyük ve uzun bir kriz içinde olduğunu ısrarla anlatmaya çalışmaktadırlar. 2007 Temmuz ayından itibaren dünya çapında yeniden başlayan mali çalkantı, bugün tam hızla bir dünya ekonomik krizine doğru giderken bu tartışmayı yeniden hatırlamak gerekiyor. Hem de bunu bağlamına yerleştirerek. Bugün içine girmekte olduğumuz yeni ekonomik durgunluk dönemi, son otuz küsur yılda yaşanan bir dizi derin sancının devamı: 1974-75 daralması, 1979-80’de bir daralma daha, 1984 Latin Amerika borç krizi, 1987’de New York borsasının çöküşü, 1990-91’de yeniden bir ekonomik daralma, 1994 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 1999 Türkiye krizleri, 2000-2001’de ABD’de “yeni ekonomi”nin gürültülü çöküşü, 2001 Türkiye ve Arjantin’de mali çöküş ve ekonomik kriz. Bu otuz yılın krizlerini bir önceki otuz yılın çok daha hafif dalgalanmalarıyla karşılaştıran herhangi biri, tekrar tekrar patlayan bu kriz ve mali çöküşlerin ardında büyük bir sorun olduğundan en azından kuşku duyar, “küreselleşme”nin kapitalizmin gürbüz ve sağlıklı gelişmesinin ifadesi olduğu düşüncesini gözden geçirirdi. Ama moralsizlik ve ideolojik teslimiyet insanın en aşikâr olguları bile görmesine engel oluyor.

Elbette Marksizmin yöntemini terk etmiş olan sosyalistler tek tek krizler yaşandığında bunları yadsımıyorlar. Bunları sadece bir “yol kazası” olarak görüyorlar. Kapitalizmin geliştirdiği yöntemlerle kontrol altına alabileceği “yol kazaları”. 21. yüzyıl kapitalizminin hasar kontrolü tekniklerine sonsuz itimatları var. Ne var ki, bu tür bir itimat sosyalist hareket içinde ilk kez ortaya çıkmıyor. Eduard Bernstein adında bir Alman sosyalisti, bir başka yüzyıl dönümünde, 1899’da yazdığı ünlü bir kitapta, Marksizmin kapitalizmin ekonomik krizleri konusunda söylediklerin artık geçerliliğini yitirdiğini, bunların artık kontrol altına alınabildiğini çoktan söylemişti. Artık sosyalizme büyük sarsıntılar olmadan, barış içinde, parlamenter yollarla geçilebilirdi. Bernstein bunları yazdıktan 15 yıl sonra (1914’te) Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Otuz yıl sonra (1929’da) ise kapitalizmin tarihinin en büyük ekonomik krizi olan Büyük Depresyon!

Marksist yöntemi kullananlar ise kapitalizmin son otuz yılda üstüste yaşadığı krizleri kapitalizmin tarihinde düzenli biçimde görülmüş olan uzun krizlerin son otuz yıldır yaşanan yeni örneğinin birer ifadesi olarak kavradılar. Sorun ortaya böyle konulduğunda, kapitalizmin sağlıklılığına ilişkin genel bir ideolojik tartışmanın ötesinde, geleceğin öngörülmesi ve sınıf mücadelelerinde takınılacak tutum açısından son derecede önemli bir fark çıkar ortaya: Kapitalizmin bütün uzun ve derin krizleri bir depresyon eğilimi doğurur. Yani sermayenin büyük ölçüde atıl kaldığı, üretim ve yeniden üretim süreçlerinin büyük bir kesintiye uğradığı, işsizliğin ve yoksulluğun en zengin ülkelerde bile ciddi bir yükseliş gösterdiği bir durum. Bizim iddiamız, kapitalizmin otuz yıldır böyle bir eğilim içinde olduğudur. Bu eğilimin bugüne kadar kontrol altında tutulabilmiş olması, bundan sonra da böyle olacağı anlamına gelmez. Burjuvazinin her şeyi gayet bilinçli ve dakik biçimde kontrol edebildiğini ileri sürenler, kapitalizmin hiçbir aktörünün denetleyemeyeceği anarşik yapısından hiçbir şey anlayamamışlar demektir. Diyelim teorik düzeyde anlaşamıyoruz. Öyleyse haydi olgulara bakalım.

Ocak ayı panik ayı!

Dünya finans piyasalarında (borsalar, bankacılık, döviz piyasaları vb.) 2007 Temmuz’undan bu yana yaşanan çalkantının boyutlarını kısaca hatırlayalım. Çalkantının temelinde yatan ABD kökenli riskli konut kredileri (“subprime mortgage loans”) yüzünden hem konut finansman şirketleri hem de onlara kredi açmış olan bankalar dev zararlara uğradılar. Bugün dünya çapında bankaların bu krediler dolayısıyla uğradığı toplam zarar 135 milyar dolar düzeyine yükselmiş durumda. ABD’nin en büyük bankacılık grubu Citigroup sadece son altı aylık dönemde 25 milyar dolar zarar etti. Bankaların bu sarsıntısı, beraberinde genel bir kredi darboğazı yarattı. Bunun anlamı, kredi ile çalışan bütün şirketlerin sıkıntıya girmesi. Koşullar böyle olunca borsalarda da ciddi bir kaygı aldı başını yürüdü. 2008 yılının ilk üç haftasında dünya borsaları ortalama % 20 değer yitirdi. Bunun anlamı, borsalarda kote şirketlerin değerinden toplam 5 trilyon dolar (milyar değil trilyon!) gibi dudak uçuklatıcı bir tutarın buharlaşması.

Finans piyasalarında yaşanan bu korkunç çalkantıya son aylarda ABD ekonomisinin bir daralmaya (resesyon) doğru yöneldiğine ilişkin veriler eşlik etmeye başladı. Son günlerde açıklanan bir dizi rakam bu tehlikenin neredeyse fiili hale gelmiş olduğunu gösteriyor. 2007’nin üçüncü üç ayında % 4,9 olan büyüme hızı, son üç ayda keskin bir düşüşle % 0,6’ya gerilemiş durumda. Riskli konut kredileri dolayısıyla sarsılmış olan inşaat piyasasında faaliyette % 25 gerileme var. İşsizlik Aralık ayında aniden % 5’e sıçramış. Her şey 2008’de ABD ekonomisinin ciddi bir daralma yaşayacağını düşündürüyor.

ABD ekonomisinin dünya ekonomisinin dörtte biri büyüklüğünde olduğu düşünülürse, dünya ekonomisinin bundan ağır şekilde etkileneceğini anlamak mümkün. Zaten dünyanın öteki devi Avrupa birliği’nde de işler iyi gitmiyor. Bir kere, konut kredileri krizinden Avrupa bankaları da ağır yara almış durumda. Avrupa’nın en büyük bankası İsviçreli UBS bu yüzden 14 milyar dolar zarar yazdı, son iki çeyrekte toplam 18,4 milyar dolar zarar ilan etti. Fransa’nın en büyük bankalarından Société Générale bugünlerde bir çalışanının sahteciliği dolayısıyla 7,2 milyar dolar yitirdiğini ileri sürüyor, ama herkes bunun başka bir şeyi gizlemek için uydurulmuş ya da büyütülmüş olduğunu düşünüyor. Bundan da öteye bu banka konut kredileri krizi dolayısıyla 2,5 milyar dolar zarara uğradığını açıkladı. Konut piyasalarındaki kriz Avrupa’nın bazı ülkelerinde de (en azından İspanya, İrlanda, Britanya) ABD’dekine benzer bir gelişme gösteriyor. Bu ülkelerden Britanya’da bu alanda uzmanlaşmış olan Northern Rock bankası bir süre önce paralarını çekmek isteyen mevduat sahiplerinin hücumuna uğradı. Britanya’nın merkez bankası Bank of England, bankaya 51 milyar dolar kredi, mevduat sahiplerine de 30 milyar dolarlık garanti vermek zorunda kaldı. Şimdi bu neo-liberalizm çağında bankanın kamulaştırılması olasılığı konuşuluyor!

Krizin burada durması neredeyse olanaksız. Her şeyden önce, vadeli işlemler piyasasının göstergeleri, ABD’de konut fiyatlarının en az % 20 daha düşeceğini gösteriyor. Bunun somut anlamı milyonlarca ABD’li yoksulun, siyahilerin, Latinoların evlerinin haciz edilmesi, kendilerini sokakta bulmaları. Ama bununla elbette kimse ilgilenmiyor! Önemli olan bankalara ne olacağ! Yalnız ABD’li tüketicinin konut fiyatlarının düşüşü dolayısıyla kendini içinde bulduğu aşırı borçluluğun tüketim harcamalarını azaltması herkesi ilgilendiriyor, çünkü ABD’de ekonomik durgunluğu körükleyecek bu. ABD ekonomisindeki keskin yavaşlama, ABD ithalatının daralması yoluyla öteki ülkelerin büyümesini de vuracak. Kredi darboğazı şirket iflaslarının yükselmesine yol açarak krizi daha da yaygınlaştıracak.

Buraya kadar söylediklerimiz, sadece krizin çok ciddi boyutlara erişme potansiyelini gösteriyor. Ama kapitalizmin gücüne biat etmiş sosyalistlerimiz için söylenenler yeterli değil, çünkü onlar burjuvazinin uygun yöntem ve mekanizmalarla krizi yine kontrol altına alabileceğine inanmış durumdalar. O zaman burjuvazinin krizi kontrol altına alma çabalarına göz atalım. Altı aydır, bütün emperyalist ülkelerin merkez bankaları (ABD’de Federal Reserve, AB’de Avrupa Merkez Bankası, Britanya’da Bank of England, Japonya’da Japonya Bankası ve daha küçükleri) yüz milyarlarca doları piyasaya pompalayarak “likidite darboğazı”nı (yani günlük dille para kıtlığını) aşmaya çalışıyorlar. (Geçerken hatırlatalım: Dünyada yoksulluk artarken, sağlık ve eğitim sistemleri çökerken beş kuruş bulamayan bu burjuva kurumları, iş finans kapitale destek olmaya gelince muslukları sonuna kadar açabiliyorlar!) Federal Reserve faiz haddini adım adım indiriyor. Ama altı aydır paranın ucuzlatılması ve bollaştırılması için alınan bu önlemler, dünya ekonomisinin 2008’e daha da çalkantı içinde girmesine engel olmadı.

Ocak ayı panik ayıydı! İlk üç hafta borsalarda (yukarıda sayıları verilen) büyük düşüş yaşanınca, Bush 18 Ocak Cuma günü 160 milyar dolarlık bir destek paketi açıkladı. (Kamu harcamalarını arttırmak neo-liberalizm için tabu olduğundan, Bush vergi indirimi yoluna gitti.) Dünya borsalarının buna cevabı, 21 Ocak Pazartesi günü serbest düşüşe geçmek oldu. İroniye bakın! Piyasayı rahatlatmak için 160 milyar dolarlık önleme yanıt krizin derinleşmesi! Bunun üzerine ertesi gün, yani 22 Ocak’ta Fed bankalara kredi faiz oranını 0,75 yüzde puanı düşürdü. Bunun önemini iyi kavramak gerekiyor: O aşamada Fed’in olağan toplantısına daha bir hafta vardı. ABD merkez bankası bu bir haftayı bekleyemedi ve gizli telefon görüşmeleriyle son çeyrek yüzyılın en büyük faiz indirimini gerçekleştirdi! Burada panikten başka bir şey görebiliyor musunuz? Aradan sadece sekiz gün geçtikten sonra 30 Ocak’ta Fed olağan toplantısında faiz oranın bir kez daha, bu sefer 0,5 puan düşürdü. Yani sekiz gün içinde 1,25 puan. Bu sayede ABD faiz oranı altı ayda % 5,5’ten % 3’e düşmüş oldu.

Burada siz burjuvazinin ve devletinin ekonomi üzerinde soğukkanlı, kendinden emin, dakik bir kontrolünü mü görüyorsunuz yoksa panik ve umutsuzluk içinde kanamayı durdurmaya çalışan bir acil müdahale tablosunu mu? Üstelik, Fed şimdi burjuvazinin birçok uzmanı tarafından 22 Ocak’ta borsalar düşüyor diye bir panik tepkisi verdiği için eleştiriliyor. Kimileri ise dünya çapında enflasyonun da yükselme eğilimi gösterdiğine ilişkin verileri öne sürerek, Fed’in faizleri böylesine hızlı düşürmesinin enflasyonu azdıracağı için yanlış olduğunu söylüyor. Enflasyon korkusunu öne çıkaranlar öyle sadece kenardan konuşanlar da değil. Bütün Avro bölgesinin (yani dünyanın ikinci büyük ekonomisinin) merkez bankası olan Avrupa Merkez Bankası enflasyonla mücadelenin daha büyük öncelik olduğu düşüncesiyle faiz oranlarını indirmeyi reddediyor. Öyleyse, burjuvazi daha krizi kontrol altına almak için hangi stratejinin doğru olduğu konusunda bile kendi içinde anlaşamıyor. Neyin yapılması gerektiği bile belli değilken, bu müdahalelerin krizi nasılsa kontrol altına alacağını düşünmek biraz tuhaf değil mi? Marksizmin yöntemlerini unutan sosyalistlere bir önerimiz var: Bizi bıraksınlar, burjuvazinin sözcülerine kulak versinler. Onların iç tartışmalarından ve paniğinden kapitalizmin krizlerinin kontrolünün hiç de sanıldığı kadar kolay olmadığını anlarlar!

Ekonomik kriz ve sınıf mücadelesi

Markisizmin yöntemini terk etmiş sosyalistlerimiz, İstanbul üzerindeki deprem tehdidini görmezlikten gelenler gibi bir konumdadır. Dünya kapitalizminin depresyon eğilimi, diyelim bu sefer değil de bir sonraki sefer gerçeğe dönüşürse, yaşanacak büyük felâketlere hiçbir hazırlıkları yok. Onların düşünsel hazırlıkları yok, onlar şimdilik ağırlıkta oldukları için sosyalist hareketin ve işçi hareketinin pratik hazırlığı yok. Oysa bugünden başlayarak krizin sınıf mücadelesinde yaratacağı görevlere hazırlanmak gerekiyor. 2001’de yaşananlar hatırlardadır. Şubat ayında Türkiye’de büyük bir mali çöküş yaşandı, milyondan fazla işçi işinden oldu. Ankara’daki tek bir eylemde görülen mücadeleci ruh dışında ciddi hiçbir tepki görülmedi. Aralık ayında aynı tür bir kriz Arjantin’i vurdu. Bir ayaklanma yaşandı, on günde dört başkan devrildi. O günden bugüne fark çarpıcı: Türkiye ekonomisi büyümesine rağmen işsizlik azalmıyor. Arjantin burjuvazisi ise işçilerin ve emekçilerin çıkarlarını hesaba katmak zorunda kaldı!

Dünya krizi derinleştiği takdirde Türkiye’yi mutlaka vuracaktır. Türkiye ekonomisinin bir kriz durumunda topun ağzında olan ülkeler arasında ön sırada olduğunu İMF bile açıkladı. Türkiye’ye ekonomik bakımdan benzeyen ülkelerin büyük çoğunluğu dış fazla verirken Türkiye’nin dış ticareti kabaca 60 milyar dolar, cari hesabı ise 35 milyar dolar açık veriyor. Son yılların sürekli övülen ekonomik canlılığı büyük ölçüde ülke dışından akan sermayeye, en çok da sıcak paraya yaslanıyor. Bu para birden çekilmeye karar verirse, borsa da ekonomi de büyük çöküntü yaşar. Türk lirası aşırı değerli olduğu için gizlenen dış borç yükü en azından bir noktada çok belirgin bir kırılganlık yaratıyor: Özel sektör yabancı para cinsinden yüksek düzeyde borçlu. Döviz fiyatı aniden yükselirse, bankalar ve şirketler birer birer iflasın eşiğine gelme riski taşıyor. Türkiye’nin ihracatının yarısı AB’ye, ama AB ekonomisinin yavaşlayacağı kesin gibi.

Son beş yılın canlılığının bu yapısal denebilecek özelliklerinin yanına, 2007 yılında genel olarak ekonominin göstergelerinin bozulmasını ekleyin. Büyüme yavaşladı, enflasyon hedeflenenin iki katında karar kıldı, “bütçe disiplini” bozuldu. Üstelik Türkiye hem Ortadoğu’daki çalkantılar hem Kürt savaşı hem de burjuvazinin iç çelişkileri dolayısıyla siyasi istikrar bakımından tekliyor.

Dünya ekonomik krizi Türkiye’ye geldiği takdirde, en azından üç önemli alanda sınıf mücadelesinin koşulları değişecektir. Bunlardan birincisi, hükümetin ciddi şekilde zayıflaması olacaktır. AKP’nin 2007 seçimlerinde kazandığı büyük zaferin ardında yatan belki de en önemli faktör pek konuşulmuyor. Dünya ekonomisinin koşulları tam da AKP’nin ilk hükümeti döneminde son derecede olumlu olduğu için Türkiye AKP yönetiminde bir kriz yaşamadı, tersine ekonomik canlılık dikkati çekecek düzeye vardı. Bu durumu 2001 krizi ile karşılaştıran halk, çektiği sıkıntılara rağmen AKP’yi ötekilere göre yeğlenir bir yönetim gibi gördü. AKP’nin ikinci hükümet döneminin ekonomik kriz olmaksızın geçebilmesi neredeyse bir hayal olur. Bu, hükümetin büyük halk kitleleri nezdindeki prestijini ciddi biçimde sarsacaktır. Buna AKP’nin Kürt hareketine karşı geçen dönemde ciddi bir savaş yaşamadığını, ama sınırötesi tezkeresi ile birlikte bu koşulun da değiştiğini eklerseniz, Türkiye’de güç dengelerinin 2002-2007 dönemine göre farklı olacağını kavramak daha kolay olur. Elbette bugün AKP tezkere ve türban dolayısıyla gücünün doruğundadır. Ama bu eğilimin bir süre sonra tersine dönmesi beklenebilir.

İkincisi, dünya ekonomik krizi eğer bir depresyona dönüşürse, yani kriz geçici değil uzun soluklu ve derin olursa, “küreselleşme” stratejisi ve neo-liberalizm büyük bir darbe yiyecektir. Dünya ekonomisinin bölünmesi yönünde bir dinamik harekete geçecek, buna önce ekonomik alanda, ardından politik konularda milliyetçilik eşlik edecektir. Türkiye’de yıllardır, ama özellikle 2005’ten beri milliyetçiliğin faşist ve “ulusalcı” versiyonlarıyla yükselmekte olduğu hesaba katılırsa, dünya çapında bir milliyetçi dalganın burada çok derin etkiler yaratabileceğini anlamak kolaylaşır.

Üçüncüsü, işçi sınıfı ve emekçilerin en basit hak ve kazanımlarını korumaları dahi büyük mücadelelerin konusu haline gelecektir. İşsizliğe, ücretlere, yoksulluğa dair en basit meselelerde sınıfın çıkarları ancak büyük mücadelelerle savunulabilecektir. Bu koşullarda sendikal hareket içindeki sınıf mücadeleci unsurların da sosyalist hareketin de ciddi bir yığınak yapmaya şimdiden başlaması kaçınılmaz bir görevdir.

Tsunami geliyor. Başımızı başka tarafa çevirmek Bernstein’cı bir çılgınlık olur.

Kaynak: www.mavidefter.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter