Halkımızın ve dostlarının bu Roma Yürüyüşü, komplo karşısında önemli bir siyasal ağırlık oluşturmuştur. Suriye'den çıktıktan sonra inisiyatifi tümden yitiren ve gelişmeler tarafından sürüklenen Öcalan, halkımızın ve dostlarının Roma Yürüyüşü ve ortaya çıkardığı siyasal sonuçları yüzünden belli bir inisiyatif kazanmıştır. Bu noktadan sonra halk eylemliliğine dayanan bu inisiyatifle uluslararası karşı-devrimci güçlerle daha sonuç alıcı bir direniş sergilenebilirdi. Halkımızın Roma eylemliliği ve gösterdiği duyarlılık çok önemli bir direniş mevzisiydi, bu mevziîye dayanarak karşı-devrimin saldırıları boşa çıkarılabilir, 15 Şubat önlenebilirdi. Ama Öcalan, halkın eylemliğinin ortaya çıkardığı tarihsel olanağı ve mevziîyi esas almak yerine baskılara boyun eğdi, Roma Yürüyüşünün yarattığı mevziîyi ve direniş olanaklarını kendi elleriyle havaya uçurdu. Burada yine tarihsel ve yaşamsal bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Tercihini hangisinden yapacaktı, halkı, onun özgücünü ve eylemliliğini mi, yoksa yabancı güçlerin insafını mı? Kendimize mi, düşmanlarımız arasındaki çelişki ve çıkar çatışmalarına mi güvenecektik? Bu soruların yanıtı tarihimizde sayısız kez verilmişti, güncelde nasıl verilmesi gerektiği çok netti, tartışılmayacak kadar açıktı.
Öcalan, tercihini Roma Yürüyüşünde açığa çıkan halkımızın gücüne ve eylemliliğine güven, dostlarımızın enternasyonalist dayanışmasına önem verme anlayışı ve çizgisine değil, umutsuz emperyalist merkezlerle uzlaşma çizgisine devam yönünde yaptı, böylece kendisini biraz daha sona yakınlaştırdı, bu son, aynı zamanda tarihimizin en büyük Yanılsamasının da sonu olacaktı.
Uluslararası karşı-devrim hareketinin Roma etabı çok zorlu ve yoğun mücadelelere sahne oldu. Halkımız ve dostları Roma'ya akarak devrimci direnişlerini zirveye çıkarırken ABD ve TC ile diğer gerici güçler de boş durmadılar, bütün olanaklarını, güçlerini, ilişkilerini kullandılar, sonuca gitmek için her yolu ve yöntemi mubah gördüler. Her şeyden önce ABD, uluslararası karşı-devrim hareketini kendisi için stratejik önemde görüyor ve mutlaka başarıya gitmek istiyordu. Bu nedenle başta Avrupa ülkelerinde, İtalya, Almanya ve diğerlerinde beliren belirsizlik, hatta Kürt soruna el atma eğilimi ABD'yi açıkça rahatsız etti. Hemen ağırlığını koydu. İtalya ve AB ülkelerine verdiği mesaj çok net ve açıktı: "Bu sorunda sizin bir inisiyatif kullanmanıza, gelişmeleri başka türlü etkilemenize izin vermeyeceğim. Yapmanız gereken tek şey var, yürürlükteki karşı-devrim planına güç ve destek vermek!" AB ülkeleri bir kez daha ABD karşısındaki zaaflarını ve etkisizliklerini gördüler. Başta Kürt sorununa el atma eğilimleri vardı, bu doğrultuda kimi çabalar da sergilemişlerdi. Ancak ABD kesin tavır alınca bunlardan vazgeçtiler, komployu her yönüyle desteklemeye başladılar. Elbette AB'nin Kürt sorununa el atma eğilimi, uluslararası ve bölgesel bir politikaya oturmadığı, Avrupa'nın henüz böyle bir plandan yoksun olduğu için sadece değeri olmayan birkaç sözden öte bir anlam ifade etmedi, edemezdi. Açık ki, AB, henüz kendi başına, ABD'ye rağmen ve ona karşı bağımsız bir uluslararası ve Ortadoğu politikası geliştirmekten uzaktı. Bu, Kürt sorununda ve Öcalan'ın Avrupa'ya yönelişinde de bir kez daha açığa çıkmıştı. 15 Şubat bir bakıma AB'nin ABD karşısındaki güçsüzlüğünü belgeledi, gücünün sınırlarının ne olduğunu bir kez daha gösterdi. AB'nin bir kez daha açığa çıkan zayıflığı, TC için de önemli bir avantaj anlamına geliyordu. Hemen yanlış bir anlamayı önlemek için şu noktanın altını çizelim: AB'nin bir ara başlayan ilgisi, Kürtlere olan asmpatilerinden kaynaklanmıyor. Tersine kendi çıkarları bu ilginin belirleyici nedenidir. PKK ve devrim karşısındaki tutumu ise ABD ve TC'den farklı değildir. AB, Kürtler üzerinden Ortadoğu denkleminde kendine bir yer aramış, ancak bu arayışı kararlı bir stratejiye oturmadığı ve ABD karşısında buna gücü yetmediği için ta başta fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Öcalan'ın İtalya'da gözaltına alınmasından sonra TC bütün güç ve ilişkilerini, iç ve dış olanaklarını harekete geçirdi. Özel savaş kurmaylığı, başta MHP'li faşistler olmak üzere bütün şoven ve gerici çevreleri harekete geçirdi, İtalya'ya karşı yoğun ve etkili bir teşhir ve İtalyan olan her şeye karşı bir boykot kampanyası açtı. PKK ve Öcalan şahsında Kürtleri linç histerilerine varan ırkçı-şoven bir hareket örgütlendi. Bu iki hareket tam bir "milli seferberlik ruhu" ile iç içe yürütüldü. Devlet yönetiminde ve tam bir şoven-ırkçı histeri ile yürütülen bu anti-Kürt ve anti-İtalyan kampanya ile İtalya'yı dize getirmek, başka ülkelerin de kapılarını Öcalan'a kapattırmak ve Kürtleri baskı altıda tutarak etkisizleştirmek, hareketsiz bırakmak, Türkiye'de demokrat ve devrimci çevreleri sessiz kalmaya yöneltmek istiyorlardı. Çok örgütlü, planlı bir kampanya yürüttüler ve bunda etkili olduklarını da kabul etmek gerekir. İtalya tekellerinin kendi hükümetleri üzerinde baskı kurmalarında bu boykot ve psikolojik terör kampanyası önemli ölçüde etkili oldu. Başka ülkelerin hükümetleri üzerinde de etkili oldu. Kısacası Türkiye'de geliştirilen ırkçı-şoven ve psikolojik terör kampanyası yürütülen uluslararası karşı-devrim hareketine hatırı sayılır bir destek vermiş, TC ve ABD'nin siyasal ve diplomatik baskı çabalarına önemli olanaklar sunmuştur. Başka bir ifadeyle Roma'da kazanılan inisiyatifin korunamamasında, Öcalan'ın bunalmasında Türkiye'de geliştirilen kampanyanın önemli bir katkısı oldu.
Bu noktada durarak TC'nin uluslararası karşı-devrim hareketi içindeki rolünü yeniden hatırlatma gereğini duyuyoruz. TC'yi "kurban" olarak gösteren İmralı tasfiyecileri, 13 Kasından sonra Türkiye'de geliştirilen zincirlerinden boşanmış ırkçı-şoven histeri kampanyasını, linç gösterilerini neyle açıklayacaklar? Bu kampanyanın komploya katkısının ne olup olmadığını halkımıza anlatmak durumundadırlar. Ama açık ki, tasfiyecilerin 13 Kasımdan sonra Türkiye'de yürütülen kampanya ile ilgili söyleyecekleri bir sözleri yoktur. Yoktur çünkü, gerçeklere bağlı söylenecek her söz, Türkiye'nin de komplonun "kurban" olduğu demagojisini yerle bir eder…
Bu süreçte ABD emperyalizmi de hiç boş durmadı, bütün siyasal ve diplomatik baskı mekanizmalarını harekete geçirdi, İtalya ve AB hükümetleri üzerinde baskı kurdu, Öcalan'ı barındırmamaları yönünde kesin uyardı, bu uyarıları da sonuç verdi. Almanya Öcalan'la ilgili aldığı tutuklama kararını iptal etti. AB nezdinde kararlaştırılan "Uluslararası Mahkeme" tasarısının da içi boş ve karşı-devrim hareketinin bir parçası olduğu anlaşıldı.