Bir kez daha tekrarlamalıyız ki, 1 Eylül ateşkesi Öcalan'ın öngörüleri ve inisiyatifi ile gelişmemiştir. Bunu kendisi de birkaç kez açıklamıştır. T. Talipoğlu ile yaptığı röportajda Öcalan bu konuda şunları söyler: "Bu bizim 1 Eylül barış sürecimiz ciddiydi. Ben halen merak ediyorum, yani bize bu önerileri getirenler nerede? Çünkü ben o sürece kendi adımımla girmedim. Bana çok akıllı ölçülmüş biçilmiş öneriler getirildi." (Tuncay Özkan, Operasyon. ) (abç) "Ben o sürece kendi adımımla girmedim" sözlerinin anlamı çok açık değil mi? Her şey çok açık olmasına rağmen tasfiyeciler her şeyi inkar ettikleri ve çarpıttıkları gibi 1 Eylül ateşkes kararını da başka türlü göstermeyi bugünkü teslimiyetçi tutumları açısından zorunlu görüyorlar.
Gerçekler çok açık ve belgeli olmasına rağmen uluslararası karşı-devrim hareketini bugün çok farkı göstermek, teslimiyeti ve tasfiyeciliği teorileştirmekten başka bir anlam ifade edebilir mi?
Çok net bir biçimde açığa çıkmıştır ki, 1 Eylül ateşkesi, Türk özel savaş kurmaylığının inisiyatifiyle gündeme girmiş; Öcalan ve PKK'yi oyalamaya ve dikkatlerini dağıtmaya dönük, 9 Ekim saldırısının önadımı niteliğinde bir olgudur. Emperyalizm ve Türk özel savaş kurmaylığı burada Öcalan'ın düzen içi arayışları konusundaki zaafını kullanmış ve aynı zamanda da kışkırtmıştır. 9 Ekim saldırısı başladığında Öcalan'ın Avrupa'ya yönelmesinin temel nedeni sistem içinde kendine bir yer arama arayışı ve bu bağlamda attığı ateşkes adımıdır. Bir de bu ateşkes kararıyla emperyalizmin oyununa gelmiş ve onların zemininde kendi sonunu hazırlayan serüvenin ilk adımlarını atmıştır. İşte 1 Eylül ateşkes kararının anlamı ve sonuçları en kaba hatlarıyla böyledir…
9 Ekim karşı-devrimci saldırının startı 16 Eylül 1998 tarihinde Kara Kuvvetler Komutanı Atilla Ateş'in Suriye sınırında yaptığı sert konuşmayla verildi. Atilla Ateş, açıktan Suriye'nin adını anarak, "sabrımız taştı" dedi, PKK ve Öcalan karşısındaki tutumunu değiştirmediği durumda savaşa başvuracakları işaretini verdi. Bu açık bir savaş tehdidiydi. Bu tehdit, herhangi bir tehdit değildi, uluslararası bir planlamanın ilk icraatı niteliğindeydi. Bu adımı takip eden gelişmeler de oldu. 29 Eylülde TC, Suriye sınırına askeri yığınak yapmaya başladı. Süleyman Demirel, 1 Ekimde Mecliste yaptığı açılış konuşmasında Suriye'yi çok kesin bir biçimde savaşla tehdit etti. Son olarak zamanın başbakanı Mesut Yılmaz, Samandağı'nda yaptığı konuşmada TC'nin tutumunu bir kez daha tekrarladı. TC'nin istemi çok açık ve netti: Öcalan ya yakalanıp kendilerine teslim edilecekti, ya da Suriye'den sınır dışı edilecekti. Tersi durumda savaş kaçınılmazdı! ABD ve NATO, TC'nin arkasındaydı. NATO, İskenderun Körfezinde tatbikata başlamıştı, bunun da zamanlama açısından verilen bir mesaj olduğu açıktı.
Aynı dönemde ABD diplomatik alanda da boş durmuyor, Suriye yönetimi üzerinde baskılarını arttırıyordu. Daha sonra açığa çıktığı gibi, 9 Ekimden bir hafta önce ABD Büyükelçisi, Suriye yönetimine "ya bir hafta içinde Öcalan'ı sınır dışı edersiniz, ya da bir savaşı göze alırsınız" biçiminde bir tür bir ültimatom veriyor.
Durum ciddidir, savaş tamtamları çalmaktadır. Suriye çaresizdir. Yoğunlaşan baskılara karşı koyacak güce sahip değildir, çok fazla gerek de duymuyor. Öcalan için bir savaşı neden göze alsın? Kaldı ki olası bir savaşın kendi yönetiminin sonu olacağını da anlamakta güçlük çekmiyor. Dolayısıyla yoğunlaşan baskılara boğun eğmekten başka bir yol bulmuyor. Savaş baltalarının topraktan çıkarılmasından sonra Mısır devreye girer. Yüklendiği misyon, Türkiye'nin ciddiyetini Suriye yönetimine anlatmak ve Suriye'yi "ikna" etmektir. Devlet başkanlığı düzeyinde yapılan bu "arabuluculuk" girişimlerinde başarılı olur. Suriye ikna olmuştur, "gerçekçi" davranmıştır. Öcalan'ı sınır dışı etme kararını vererek savaş tehlikesini savmıştır. Bu, siyasal ve moral prestij yitimi pahasına da olsa sağlanmıştır. Aynı dönemde Mısır'ın yanı sıra İran da devreye girecektir, ama pek etkili olduğu söylenemez.