Suriye, kararını Mervan Zeki aracılığı ile Öclan'a bildirir: Bir an önce Suriye'yi terk etmelidir, aynı zamanda Lübnan'da da barınamaz! Öcalan'ın yapacak pek bir şeyi yoktur. Terk edecektir. Ama nereye? Önünde iki yol vardır. Biri, kendi deyimiyle "Dağ yolu", diğeri, Avrupa! Hangisini tercih etmeli? Kendisi daha sonra yapacağı değerlendirmelerde her iki yolun da tutulduğunu söylemektedir. Gerçeklik böyle midir? Kürdistan, gerilla en doğru, en sağlıklı ve güvenlikli yol değil miydi? Evet öyle, ama bunun için, her şeyi kendisiyle açıklayan, kendisini her şeyin üstünde gören ve kendisini her şey için amaç haline getiren bir yaklaşıma ve "sistem"e sahip olmaması; bunun yerine ideolojik-politik çizginin ve bunların güncel pratik gereklerinin yerine getirmesi gerekirdi. Ama Öcalan ve kurduğu "sistem" gerçekliği farklıydı, ona göre önemli ve esas olan, herkes ve her şey için amaç olan kendisiydi. O olmasa her şey biter ve yaşayamazdı. Dahası kullandığı etkili yöntemlerle bu mistik, gizemli büyüyü, idealizmi partiye ve halka da egemen kılmış, bir kültür ve ruhsal şekillenmeye yol açmıştı.
Devrimci savaş ve gerillaya tam olarak güveniyor muydu? Ya devrimci sosyalist ideoloji ve politikaya?.. Peki 1990'ların başından sonra geliştirdiği ateşkes ve siyasal çözüm süreçlerinde somutlaşan yaklaşımı nasıl açıklamalı, bunun düzen ve devrim karşısındaki anlamı ve duruşunu nasıl anlamalı ve açıklamalı? Bu soruların yanıtı verilmeden neden Avrupa sorusuna da doğru ve sağlıklı bir yanıt verilemez.
Gelişmeler çok hızlı, bölgemiz hızla bir savaş ortamına sürükleniyor. TC bastırıyor, sınıra askeri yığınak yapıyor, askeri tatbikat yapacağını da açıklamış bulunuyor. ABD Suriye'ye ültimatom veriyor. Suriye çaresiz, Öcalan'a kapıyı gösteriyor, siyasal ve moral açıdan çok şey yitirmesine rağmen TC ve ABD'nin ültimatomuna boğun eğmek durumunda kalıyor. Öcalan'a yol görünüyor. Kürdistan ve gerillayı uygun bulmuyor. Aslında Öcalan tercihini çoktan yapmıştır. Yönü Avrupa'ya doğrudur. Neden Avrupa? Neye dayanarak Avrupa? Hangi politik ve diplomatik ilişki ve zemine güvenerek Avrupa? Devrimci sosyalist bir partinin önderinin yönünü emperyalist kapitalist sistemin merkezine çevirirken belli bir ideolojik ve politik değerlendirmeye dayanması gerekmiyor muydu? Peki hangi değerlendirmeye ve öngörüye dayanarak rotayı Avrupa'ya çizdi? Kaldı ki, normal koşullarda ve emperyalist kapitalist hükümetlerin bilgisi dışında kendi öz inisiyatifiyle gelişen bir süreç değil. Bu tartışmasız olgu, neden Avrupa, neye dayanılarak Avrupa sorularının yanıtını çok daha önemli kılmaktadır. "Her taraf tutulmuştu" diyor, ama yine de her yanı "kurt kapanı"na dönüştürülen bir alana yöneliyor, neden? Peki Suriye seçeneğinin bir gün tükenebileceği büyük bir olasılıktı, neden değişik seçenekler geliştirilmedi, neden bu konuda sağlıklı ve güvenlikli bir hazırlık çalışmasına başlanmadı? Yaptığı "çözümlemeler"de gerillayı aşağılayan, başarısız diye her defasında mahkum eden, hatta kendisi ve çabaları olmazsa 24 saat bile dağda dayanamayacağını söyleyen, bütün olumlu gelişmeleri ve başarıları kendisiyle, başarısızlıkları gerilla ve partiyle açıklayan Öcalan, ciddi bir saldırı karşısında görüldü ki hiç de hazırlık değilmiş, peki neden? Bunu nasıl açıklamalı? Daha da önemlisi Avrupa kararını tek başına veren kendisi, ama bunun sorumluluğunu ise "yetersiz yoldaşlığa" bağlıyor; peki bunun siyasal, ahlaki bir anlamı var mı, bunu siyasal ahlakla bağdaştırmak mümkün mü? Bütün bu soruların açılımına geleceğiz, ama önce "bizim" tasfiyecilerin unutturmaya çalıştığı TC'nin 9 Ekim-15 Şubat uluslararası karşı-devrim hareketi içindeki baş rolüne biraz değinmemiz gerekiyor.
"Bizim" tasfiyecilere bakılırsa, TC ve Türkiye de uluslararası komplonun bir "kurbanı"dır. Henüz devletin kendisi bu "gerçekliğin" farkında olmasa da bu yine böyledir. Tasfiyecilerin hazırladığı bir kitapta, TC'nin komplo içinde değerlendirilemeyeceğine ilişkin maddi gerçeklik ve mantık sınırlarını alt üst eden değerlendirmeleri var, aktarmamız gerekiyor. "Saçmalığın bu kadarı da fazla" dedirtecek cinsinden bir değerlendirmeyle karşı karşıyayız. Şöyle deniliyor: "Türkiye'yi böyle bir komploda değerlendirmek fazla doğru ve gerçekçi değil. Çünkü, savaş yürüten bir güçtür, bir taraftır. Savaş içinde Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni ve Önderliksel gelişmeyi ezmeyi ve yok etmeyi önüne görev koymuştur; bunu savaş düzeyinde yürüten bir güçtür. Bu amacına ulaşmak için de her türlü yöntemle savaştı. Her türlü savaş aracını da kullandı, çok değişik ittifaklar da yaptı. Savaşan bir taraf olarak, Türkiye'nin komplodaki yeri üzerine tartışmak fazla anlam ifade etmiyor." (Mahsum Şafak, age. Sayfa: 77) Demek ki, TC'nin savaşan bir taraf olması, onun komplo içinde yer almasını önleyen belirleyici bir etkendir, bu nedenle "Savaşan bir taraf olarak, Türkiye'nin komplodaki yeri üzerine tartışmak fazla anlam ifade etmiyor." En sıradan mantık ve akıl kuralını bile alt üst eden, bir deli saçmasından başka bir şey olamayan bu değerlendirme üzerinde uzun uzadıya durmanın bir anlamı yok. Bu konuda Öcalan ise şöyle demektedir: "Aslında plan daha Suriye'de iken NATO kapsamında olmakla birlikte, oldu bittiye getirilme durumu da vardı. Görünüşte Türkiye için çok acil ve haklı bir nedene dayalı olan, benim etkisizleştirilme durumum, özünde Türkiye'nin bu amacının çok ötesinde kullanılmaya çalışıldığını görmek açısından da önemlidir. Sanırım her iki tarafın acil ve sıkışık yönleri görülerek geliştirilen, derinleştirilen bir plandır bu. Yunanistan ve İsrail'in konumu bu noktada önem taşıyor. Merkezi planlama Londra kaynaklıdır. '25'e de oldukça benziyor. ABD büyük güç olmanın gereğini yapmaktadır." (7. Kongreye sunulan Politik Rapor) Gerçekliğin kaba bir çarpıtmasından başka bir şey olmayan bu sözler üzerinde uzun boylu durma gereğini duymuyoruz. Ancak burada TC'yi temize çıkarmak, karşı-devrimci rolünü örtbas etmek için tasfiyecilerin nasıl bir deli saçmalığına yönelmek durumunda kaldığını not etmekle yetinelim.
Öcalan, Özgür Politika ile yaptığı ilk röportajda Avrupa'ya çıkışının gerekçelerini anlatırken TC'nin durumuna, niteliğine Kürtlere yönelik tutumuna ve komplo içindeki yerine de değinmektedir. Daha sonra bunların tam tersini söylese de o dönemde gerçeklere dokunmaktadır. Daha sonra komplonun hedefleri ve TC hakkında yaratılan yanılsamayı daha net ve açık görebilmek için bir alıntı daha yapmak yararlı olacaktır. Kasım 1998'ın ortalarında Öcalan şöyle diyordu:
"Aslında buraya, giderek Avrupa'nın tümüne uzanmak istememin bir nedeni de insanlık uygarlığına beşiklik etmiş, Mezopotamya ve Anadolu'nun kültür, halklar ve özgürlükler değerlerine dayatılan çok acımasız ve insanlık dışı bir terörün neler yaptığını buranın sistemine anlatmak ve demokratik değerlerine, sistemini 75 yıldır bin bir hile, demagoji ile kullanan bir rejimin iç yüzünü açıklamak. Bunda hem Avrupa'nın payını ve sorumluluğunu göstermek, rolünü olumlu anlamda işletmek içindir. Unutmayın ki tarihte en eski halklardan olan Ermeni, Asuri, Grek (İlk Hıristiyanlar) halklarını tüm kültürel zenginlikleriyle yok eden Türk barbarizmidir. Kürtler ise başarılı olamazsak, uzatmaları acıyla oynanan ve kaybedecek son eski halklar kervanına katılıp, tarihin yitik halklarından olacaktır." İmralı'da "sorgulanırken kendisini sorgulayan" Öcalan, tersine dönüyor, Türk barbarizmine övgüler dizmekten kendini alamıyor, kendi teslimiyetini meşrulaştırmak için soykırımcı bir devleti, barbar bir egemenlik sistemini bağlı olması gereken "Yüce devlet"imiz olarak selamlıyor…