0 0
Read Time:113 Minute, 13 Second

Pratikte ve nesnel olarak 1993 ve daha sonraki ateşkes süreçleri taktik düzeyde kalsa da arka planında Öcalan'ın düzen içinde kendine yer arama anlayışı var. Bu arayış, 1 Eylül 1998 ateşkes sürecinde daha tutkulu bir hal alır. 9 Ekimle birlikte gerçekleşen çok kapsamlı saldırıya rağmen ateşkes sürecini ısrarla sürdürmesinin temelinde, sistem içinde kendine yer edinme anlayışı vardır. Bu anlayışını Roma'da geliştirdiği yedi maddelik planla daha da somutlaştırır. İşte, Öcalan'ı 9 Ekim zorunluluğu karşısında Avrupa'ya yönelten en temel etken bu düzen içinde kendine bir yer arama arayışı ve anlayışıdır. Ama çaresizce bir arayış ve anlayıştır. Çünkü, nesnel gerçeklerin doğru bir değerlendirmesine dayanmıyor. Emperyalist sistem ve Kürdistan, Yeni Düzen ve PKK ile devrim gerçeklikleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı kavramayan bir anlayıştır. O nedenle trajik bir yenilgiye mahkumdu, hem de ta işin başında…

Öcalan'ı düzen içi çözüm arayışlarına yönelten başka bir etken daha var, kısaca şöyle: Yeni Düzenin kendisini oturtma sürecinde ihtilaflı tarafları "barıştırma" yöntemi de etkince kullanıldı. Bu, belli bir sonuç da aldı. İsrail-Filistin sorununda, daha önce El Salvador ve Afganistan'da bu yöntem denenmiş ve kendileri açısından başarılı bir sonuç doğurmuştur. Güncel planda da bu yönteme başvuruluyordu. Emperyalist şiddet ve saldırganlık ve onun etkisiyle "barışçı çözüm" yöntemi de kullanılıyordu. Ayrıca demokrasi ve İnsan hakları kavramları da önemli bir ideolojik hegemonya ve diplomasi aracı olarak kullanılıyordu. Bunlar da Öcalan'ı düzen içi arayışlarda motive eden birer etkendi.

Ama hesaba katmadığı bir şey vardı: PKK devrimci sosyalist bir partiydi ve bölge düzenini alt üst edebilecek yeni bir Ekim Devrimi potansiyeline sahip Kürdistan devrimine önderlik ediyordu, kendisi de böyle bir partiye ve devrime öndelik ediyordu. Bu devrimin ve ifadesi olduğu temel talepler, bu düzenle uzlaşmaz bir çatışma içindeydi. O nedenle dünyanın başka alanlarında denen "barışçı çözüm" yöntemleri Kürdistan için geçerli olmayacaktı. Dolayısıyla bu yönteme bel bağlamak kendi kendini kandırmaktan, geleneksel Kürt isyan önderliklerinin hatalarını tekrarlamaktan başka bir anlama gelmeyecekti.   

Şu soru çok önemli: Alınan bunca ateşkes kararlarına, yapılan barış ve siyasal çözüm çağrılarına rağmen başta TC olmak üzere Kürt sorunuyla şu veya bu düzeyde ilgilenen hiçbir devlet neden kılını bile kıpırdatmadı? Bu soruyu bir çok açıdan yanıtlamak mümkündür. Her şeyden önce devletler arası sömürge Kürdistan sorunu, Ortadoğu statükosunun göbeğini, kilit noktasını, Gordionu'nu oluşturmaktadır. Bu temel özelliklerinden dolayı emperyalist ve gerici dünya ile, onun bölgesel statükosuyla tam bir uzlaşmaz karşıtlık içindedir. Başka bir ifade ile bu gerici dünya düzeninde Kürtlere yer yok, onlara tanınan inkar ve imhadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla her defasında uluslararası güçler tarafından kolektif bir hareketle mücadeleleri ve istemleri bastırılmıştır. PKK devrimci sosyalist çizgisiyle bu gerici dünyanın korkulu rüyası olan bir sorunu bütün devrimci dinamikleriyle açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla emperyalist, sömürgeci ve gerici güçlerin buna güç verebilecek hiçbir girişime izin vermeyecekleri açıktır. Yine bu gerçekle birlikte TC, esnemez bir biçimde kurumlaşan bir devlet. Bu yapısı Kürtleri inkar ve imha siyasetinden kaynaklanmaktadır. Kürt sorununda verebileceği en sıradan bir tavizi bile kendisi için bir çözülme ve sonun başlangıcı olarak değerlendirmektedir. Bunlar ateşkes süreçlerini ciddiye almamalarının  ve görmezlikten gelmelerinin temel nedenleridir. Ama bunun yanı sıra başka nedenler de var bunları da kısaca not etmemiz gerekir.

TC ve emperyalist güç odakları, Öcalan'ın ateşkes ve "siyasal çözüm" konusundaki ısrarının ideolojik ve ruhsal arka planını yakalamışlar, bunun büyük bir zaaf ve yenilgi potansiyeli olduğunu anlamışlardı. Devrime güç verebilecek adımlar atmak yerine, devrimi bastıracak hareketlere ağırlık verecek, zaaf ve yenilgi potansiyellerine oynayacaklardır. 9 Ekim uluslararası karşı-devrim hareketinin planlamasında ateşkes süreçleriyle kendini belli eden zaaf ve yenilgi potansiyelinin de önemli etken olduğunu düşünüyoruz.    

Öcalan, kendisinden önceki Kürt ayaklanma önderlerinin tarihi hatalarını tekrarlıyordu: Kendi ve halkının devrimci özgücünü esas alacak yerde gözünü dışarıya dikmişti, çözümü onlarla uzlaşmada görüyordu. Bu, yenilgili bir çizgi ve ruh haliydi; sömürgeciler ve emperyalist güçler bu çizgiyi ve ruh halini çok iyi biliyorlardı. Öyle olduğu içindir ki, taleplerini özerkliğe kadar indiren Öcalan ve yedi maddelik "barış" planını hiç dinlemeyecek ve ciddiye almayacaklardı, mutlak teslimiyette ayak direteceklerdi… Öcalan, bu dayatmayı çok net görüyor ve tepkisini "Teslimiyetin gölgesini bile kabul etmem" biçiminde gösteriyordu. Avrupa'da mutlak teslimiyet dayatmalarına direnecek, ama en geri uzlaşma çizgisinden vazgeçmeyecektir. Bir yandan da 6. Kongreye savaş ve zafer perspektiflerini gönderiyor, bu doğrultuda kararlar alınmasını telkin ediyordu. Öcalan, kendisini devrimci savaş ve düzenle en geri noktada uzlaşma çizgileri, bu iki temel "araç" üzerinde var etmeye ve sürdürmeye çalışıyordu. Ama bu ikili sürdürüş tarzı artık ömrünün sonuna gelip dayanmıştı, 15 Şubat, "yeni" bir sayfa açacak, "yeni" bir mecrada yol aldıracaktı: Bu, artık, Tarihsel Yanılsamanın, Işık Yanılsamasının Sonuydu!…{

Geçmeden başka bir noktaya dokunmakta yarar var. Kimi sol gruplar, İmralı mutlak teslimiyet ve tasfiyeci çizginin 1993'le başlayan ateşkes sürecinin olgunlaşmış ve son şeklini almış bir biçimi olduğunu değerlendirmektedir. Görünüşte bu değerlendirme doğru gözüküyor. Ancak biraz daha yakından ve derinden bakıldığında öyle olmadığı anlaşılır. Elbette İmralı mutlak teslimiyet çizgisinin ateşkes süreçleriyle belli bağlantıları var; Öcalan'ı Avrupa'ya yönelten en temel etkenin sistem içinde kendine yer arama arayışı ve anlayışıdır. Bu, Kürdistan gerçekliğinin devrimci özüyle bağdaşmadığı gibi, genel devrimci sosyalist çizgiyle uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu girişim ve anlayışı sağ reformist, giderek teslimiyetçi bir eğilim olarak değerlendirmek mümkün. Yukarda da vurguladığımız gibi Öcalan'ın devrime alternatif olarak düzen içi bir arayışa yönelmesi ve bu doğrultuda gösterdiği çabalar, nesnel etkenler ve TC ve emperyalist güçlerin temel tutumlarından dolayı taktik düzeyde kaldı, gelişip olgunlaşma, son şeklini alarak programatik ve stratejik bir düzey kazanamadı. Bunun gerçekleşme olanağı, zamanı ve fırsatı olmadı. Bu nesnel bir olgudur. Koşulları ve gerekli zamanlaması olsaydı düzen içi arayışlar stratejik bir düzey de kazanabilirdi. Dünya devrim tarihinde bunun sayısız örneği var. Ancak İmralı mutlak teslimiyeti, normal bir sürecin, doğal bir evrimin sonucu ve ürünü değil, çok yoğun ve şiddetli karşı-devrimci darbenin sonucu ve onun ürünüdür. Burada yoğun şiddet Öcalan gerçeğini, onun yarattığı Güneş yanılsamasını da ortaya çıkarmış, netleştirmiş, gerçek ile yanılsamayı, devrimci değerler ile kişi kültünü bir birinden ayırmış, ayrıştırıcı bir işlev görmüştür. Kendini esas alan, her şeyi kendine bağlayan ve kendisini herkes için amaç haline getiren Öcalan, 15 Şubatla birlikte mutlak düzeyde teslim olmuş ve Türk özel savaş aygıtının hizmetinde bir partinin ve devrimin tasfiyesini adım adım yürüten bir tasfiyeci haline gelmiştir. Dolayısıyla bu durumda ve tutumda en geri ve reformist tarzda da olsa halka ait, ideolojik ve politik bir yan görmek yaşanan mutlak teslimiyeti görmemek olur. Kısacası İmralı çizgisi, PKK'nin sağ, reformist yorumu ya da herhangi bir versiyonu değil, uluslararası karşı-devrimci hareketinin bir sonucu ve ürünü, bu karşı-devrimci güçlerin ideolojik ve politik çizgilerinin kesin damgasını taşıyan, "barış" ve "Demokratik cumhuriyet" sosuna batırılmış mutlak teslimiyet ve tasfiye çizgisinden başka bir şey değildir. Bu görüşümüzü ilerleyen bölümlerde daha da ayrıntılı olarak açmaya çalışacağız…

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18
News Reporter