21 Şubatta başlayan kara işgal hareketi, yaklaşık bir hafta sonra sona erdi. Hareketin sona erdiriliş biçimi ve zamanlaması
Türk egemen çevreleri içinde büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Büyük medya şaşkınları, muhalefet “isyanları” oynadı. Türk ordusu belki de ilk kez bu düzeyde ve derinlikte bir “hoşnutsuzlukla” karşılaştı. Hem de sıcağı sıcağına…
İtirazlar açık ve netti: “ABD, ‘Bir an önce hareketi sona erdirin ve çekilin’ diye bastırırken, hemen çekilmek, şık değildi, ABD’nin baskısıyla bağlantılandırılabilirdi; keşke hemen değil, 48 saat sonra geri çekilme kararı verilseydi ve gerçekleşseydi!”
Geri çekilmenin zamanlaması ve biçimi konusundaki bu şaşkınlık ve hazımsızlık, medyaya bir “bozgun” havasında yansıdı, sorular açıkça soruldu, eleştiriler yapıldı ve tartışmalar halen de devam etmektedir. Bu itirazlar, ordu ve hükümeti hedeflese de daha özel savaşçı ve kan emici bir düşünce yapısı ve ruh halinin dışa vurumu niteliğindedir. Yoksa demokratik bir eleştiri ve tavır alış olarak değerlendirilmemelidir!
Bir askeri operasyon sonrası yaşanan bu çok daha özel savaşçı itiraz ve şaşkınlık, tüm gerici yanlarına karşılık, “Ordu efsanesine”, onun dokunulmazlığına vurulan bir darbe niteliğindedir! Kaydedilmesi gereken birinci nokta budur!
Kuşkusuz politik bakımdan bir kez daha ortaya çıkan ve vurgulanan noktalar var, onların altını çizmek gerekir, bu, bundan sonraki politik gelişmeleri daha doğru kavramak açısından önemlidir! Öncelikle sorulması ve yanıtlanması gereken birinci soru şudur:
Son Güney işgal hareketinden en kazançlı çıkan kimdir, hangi güçtür?
Hiç kuşkusuz bu sorunun çok açık, net ve tartışmasız yanıtı var: ABD!
Neden ve nasıl?
Bilindiği gibi, 2003’ten bu yana Irak ve Güney Kürdistan ABD’nin işgali altındadır ve bu alanların egemeni ABD emperyalizmidir! TC’nin hava ve kara operasyonları, ancak ABD’nin izni, onayı ve açık desteği ile gerçekleşebilirdi. Olayların ve gelişmelerin de açıkça doğruladığı gibi, bu izin, onay ve destek 5 Kasım Anlaşmasıyla TC’ye sağlanmıştır. TC, bu anlaşmaya dayanarak Aralık 2007’de hava saldırılarını başlatmış, 21 Şubat 2008’de ise bunu bir kara hareketiyle başka bir aşamaya taşımıştır!
Sonrası gelişmeler de göstermiştir ki, 5 Kasım Anlaşması, ABD-TC, ABD Güney Kürdistan yönetimi ilişki ve dengelerinde yeni bir düzenleme anlamına gelmektedir! TC, Güney Kürdistan ve Irak politikalarında daha fazla söz hakkı elde etme, etki sahibi olma konusunda “mevziler” kazanmış”; buna karşılık Güney Kürdistan yönetimi sınırlandırılmış ve hareket zemini daraltılmıştır. PKK ise “ortak düşman” ilan edilerek ortak tasfiye süreci derinleştirilmiştir! TC, anılan anlaşmayla kimi önemli mevziler kazanırken, elbette ABD’ye belli tavizler de vermek durumunda kalmıştır. Bu tavizlerin içeriği ve kapsamı bilinmemekle birlikte, Afganistan’a asker gönderme, olası bir İran savaşında saldırı üssü haline gelme, askeri destek sunma, aynı duruşu Suriye karşısından sergileme gibi tavizlerden söz edilmektedir.
Kuşkusuz her anlaşma gibi bunun da belli bir çerçevesi ve sınırları vardı, bunun gereklerini yerine getirmek veya getirmemek gibi boyutları da… TC, Güney Kürdistan üzerinde daha fazla politik denetim, Kerkük sorununun Kürtler aleyhine çözülmesi, sınırlandırılmış bir özerklik, kendisinin belirlediği çerçeveden çıkmayan bir yapı bekliyor ve istiyordu.
ABD ise bu istekleri, kendi Güney ve Irak dengeleriyle dengelemeye, tarafları dıştalamayacak, tersine kendisine hizmet edecek şekilde “makul” ve kabul edilebilir bir noktada tutmaya çalışıyordu. Kara hareketinin sonlarına doğru çubuğu tersine bükme ihtiyacı bundan doğdu… TC’ye, “tamam seni anlıyorum, bu bağlamda sana belli bir hareket özgürlüğü tanıyorum, ama sen de benim dengelerimi ve duyarlılıklarımı gözetmek, bu anlamda sınırlarını çok net belirlemek zorundasın. Yoksa her şey tersine dönebilir”…
5 Kasım anlaşmasıyla ABD, Güney Kürdistan yönetiminin sınırlarını ve hareket olanaklarını yeniden düzenlemiş ve TC sopasıyla dikte ettirmiştir. 29 Şubatta gerçekleşen “geri çekilme” uyarı ve tehdidiyle TC’nin sınırlarını, hareket olanaklarını ve çerçevesini pratikte göstermiş ve dayatmıştır!
ABD, açıkça, “Irak’ın, Güney Kürdistan’ın gerçek egemeni ve belirleyeni benim, ancak benim istediğim olur, benim kararım geçerli olur! Diğerleri ve herkes buna harfiyen uymak durumundadır!”
Bu dayatmada TC’nin 5 Kasımda verdiği sözleri yerine getirmemesi gibi bir durum etken olmuş mudur? Örneğin basına da yansıdığı gibi ABD’nin Afganistan için daha fazla Türk askerine ihtiyaç duyması, açıkça Genelkurmay tarafından olumsuz bir yanıtla karşılanmıştı. Bu yanıt, ABD’nin son dayatmasında etkili olmuş mudur? Kuşkusuz ayrıntıları bilinmemekle birlikte bu etkenlerin belli bir etkisi olsa da bunun belirleyici olmadığını düşünüyoruz.
Sınırlandırılsa da Güney Kürdistan yönetiminin tümden dıştalanmadığı ve TC ile ilişkilerde belli bir dengenin gözetileceği mesajı verilmek istenmiştir. Ancak bu dengenin çok hassas, kaygan ve değişken olduğu da çok açıktır! Burada belirleyici olan ABD’nin emperyalist çıkarlarıdır, kısa, orta ve uzun vadeli hedefleridir.
Hiç kuşkusuz son birkaç ayın gelişmeleri, Güney Kürdistan yönetiminin nasıl hassas ve kaygan bir dengede durduğunu göstermiştir! Kaderini ve geleceğini ABD’nin insafına bırakmanın ne anlama geldiği son gelişmelerle bir kez daha açığa çıkmıştır! Güney yönetimi, TC saldırıları ve işgal hareketleri karşısında güven verici, doğru ve net bir duruş sergilememiştir. 5 Kasımdan bu yana sürekli kan kaybeden taraf olmuştur! Bu son sürecin gelişmelerini ve nedenlerini soğukkanlı bir biçimde ve daha bağımsız bir kafayla değerlendirip gerekli sonuçlara ulaşacaklar mı? Sanmıyoruz, çünkü üzerinde hareket ettikleri zemin kendilerinin değil, ABD’nin! Dolayısıyla kaderleri ABD’nin Irak ve bölge stratejisine bağlanmış bulunuyor!
Güney işgal hareketinin sonuçlarını değerlendirirken PKK/KCK hakkında birkaç söz söylememek eksiklik olur! Kuşkusuz işgale karşı direnmek, önemli ve her şeyden önce bir yaşam refleksidir! Ama bir önceki değerlendirmemizde vurguladığımız gibi, direnmenin gerçek anlamda politik bir anlam kazanması, politik bir kazanıma dönüşmesi için yaşam refleksinin ötesinde bir çizgiye, bir program ve stratejiye oturması gerekiyor. Ancak bilindiği gibi, PKK/KCK Kürdistan bağımsızlığı, özgürlüğü ve kendi kaderini belirleme hakkı bakımından bir program ve stratejiden yoksundur! En azami hedefleri, yayınladıkları “7 Maddelik Çözüm Deklarasyonu”nda belirtilmişti. Yani düzene kabul edilme karşılığında silahlarını bırakmaya hazır olduklarını vurgulamışlardı. Dayatılan özel imha savaşlarına karşı duruşlarının politik kapsamı bundan başka bir şey değildir! Direnişlerin politik anlamı da bu kapsamdadır! TC’nin bu kara kış koşullarında askeri olarak, gerilla karşısında bir başarı kazanması, çok güçtü; başarı ancak büyük hatalar nedeniyle mümkün olabilirdi. Anlaşılan o ki PKK/KCK, bu süreçte büyük bir askeri hata yapmak yerine gerilla kurallarına göre direnmiştir. Bu, kuşkusuz bir başarıdır; ama vurguladığımız gibi devrimci politik bir program doğrusunda akacak; geniş ve kapsamlı politik sonuçları olan bir başarı değildir! Ancak “iç tüketime” yarayan, Öcalan iktidar sistemini biraz daha güçlendirecek bir başarıdan söz edilebilir… Düşmanı daraltan, düşman ittifaklarını sınırlandıran, yeni politik olanaklar açan, yeni gelişmeler için bir birikim yaratan bir başarıdan söz etmek mümkün mü? Yoksa bunların tersi mi geçerli?
Hiç kuşkusuz, TC Güney Kürdistan stratejisinden vazgeçmiş değildir, PKK bahanesini kullanarak Güney operasyonlarına devam edecek, elverişli koşulların belirmesi durumunda bunları kalıcı ve stratejik bir işgal hareketine dönüştüreceği kesin gibidir!
Bir kez daha ortaya çıktı ki, Kuzeyde ve Güney Kürdistan’da devrimci öncülük ve devrimci çizgi ihtiyacı bir kez daha kendisini şiddetli bir biçimde dayatmaktadır. Son birkaç ayın gelişmeleri bu ihtiyacı vurgulamaktadır. Bu ihtiyacı karşılamak ise devrimci sosyalistlerin görevidir!
04 Mart 2008