0 0
Read Time:34 Minute, 25 Second

 

 

Yabancılaşmanın İlk Durağı:Yaratıcı Enerjinin Öznesinden Ayrılması

Bu temennilerden sonra kapitalist toplumda yabancılaşmanın ilk uğrağının, emekçinin kendi enerjisinden ayrılması ve hayatı dönüştürme enerjisini meta biçiminde kapitaliste sunması olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayrışma için ilk başlarda zor kullanılmıştır. Kapitalist meta üretiminin egemenliği bir yabancılaşma ile gerçekleşir hale gelmiştir. Sermayedarın ihtiyaç duyduğu emekçi değildir, emekçinin sahip olduğu enerji ve dönüştürme gücüdür. K. Marx, 1844 El Yazmaları’nda bunu acı bir şekilde dile getirmiştir:

“Ekonomi politiğin, proleteri, yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emekle ve tek yanlı ve soyut emekle yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak gözönünde tuttuğu kendiliğinden anlaşılır. Öyleyse ekonomi politik, ilke olarak, onun tıpkı herhangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda, insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır.”(Marx, 1844 El Yazmaları)

Burada bir parantez açarak endüstri/sanayi devriminin insanların ihtiyaçlarını doğadan elde edilen ürünler üzerinde işlem yaparak dönüştürme ile karşıladıkları bir düzeneği işaret ettiğini belirtelim. Yani Aşık Veysel’in söylediği gibi toplumsal zenginliğin kaynağı “bir verdim bin verdi” anlamında geleneksel tarımsal üretim değil (ki burada da yani tarım toplumunda da üretim toplumsaldır, bin vermess için vir dizi düzenek gerekir) doğadan elde edilen ürünler üzerinde işlem yaparak toplumsal zenginliğin/ihtiyaçların yaratıldığı bir toplumsal düzeneğe geçişten bahsediyoruz. Yani kullanım değerlerinden kullanım değerleri yaratılmaktadır. Emekçinin emek-gücü dönüştürmenin gerçekleşmesi için gereklidir. O yüzden A. Smith bir toplumun zenginliğini o toplumun sahip olduğu emek miktarına bağlar. Ama bu ne pahasına: emekçinin kendi eylemi üzerinde söz sahibi olmaması pahasına.

 

Şeyleşmenin ilk durağı:

Emekçi emek-gücünü bir meta olarak kendinden ayırdığı an, yani emek-gücüne piyasanın belirlediği koşullarda bir değer biçilmesi gerçekleştiği an, sadece emekçinin emek-gücüne yabancılaşması gerçekleşmez, ama çok daha önemlisi sermayedar ile emekçi arasındaki ilişki metalar arasındaki bir ilişkiye dönüşür. Sermaye, emekçinin emek-gücüne kullanım değeri olarak ihtiyaç duyarken, emekçi için ise kendi emek-gücü bir değişim değeri olarak görünür. Sanki onun eylemliliği ona dışsal bir gerçeklikmiş gibi. Bir baltaya sap olamadım ifadesi biraz da abi bu enerji ve eylemliliğimi bir türlü kendimden ayırıp piyasaya süremedim anlamına gelir. (Nitelikli emek yani değişim değeri olarak emek-gücünün değerlenme süreci ona yatırım yapılması, kişilerin kendi emek-güçlerine bir baltaya sap olmak için yatırım yapmasını daha sonra ele alıp işleyeceğiz.)

Sermaye ve emekçi arasındaki bu ilişki artık bir meta biçimine dönüşen/dönüştürülen emek-gücü üzerinden biçimlenir. Meta dolayında kurulan bu ilişkinin en belirgin görünümü ise ücret formudur. Yani bir meta olarak emek-gücü, ücret üzerinden kendini ifade eder hale gelir. Böylece ilişki metalar arasında gerçekleşen bir ilişkiye dönüşmüştür. Şeyleşmenin ilk durağı, metalaşan emek-gücü dolayında biçimlenmiş olur. Yakın bir tarihte Müslüm Baba ya da başka önemli bir simaya, en uygun emek-gücünün kendilerinde olduğuna dair reklamlarla karşılaşabiliriz. 19 Şubat 2004 tarihli Resmi Gazete’de ‘Özel İstihdam Büroları’na Dair Yönetmelik’ yayınlandı. Bu yönetmeliğin 2. maddesi aynen şöyle: “Bu Yönetmelik, yurt içi ve yurt dışında iş ve işçi bulma faaliyetinde bulunacak olan özel istihdam bürolarının seçimi, izin verilmesi, izinlerin yenilenmesi, iptali ile çalışma ve denetimine ilişkin usul ve esaslar ile özel istihdam bürolarına ilişkin diğer esasları kapsar.” Bu Yönetmeliği heyecanla karşılayan TİSK, İşveren dergisinde İstihdam Büroları’na olan ihtiyacı şöyle dile getirmiş: “Günümüzde artık işverenlerin dönemsel ve geçici işgücüne bakış açıları büyük ölçüde değişmiştir. Dönemsel ve geçici pozisyonlar için ‘burada birisi bulunsun’ geleneksel yaklaşımından, işgücü ‘gerçekten olması gereken zamanda, olması gereken pozisyonda bulunmalı’ yaklaşımına geçilmiştir. Bu nedenle geçici işçi seçimi, eğitimi ve bu işgücünü kalıcı kılmak üzere kurulan İstihdam Büroları, yeni ekonominin çok önemli bir parçası ve iş dünyasının vazgeçilmez tedarikçileri haline gelmişlerdir. Geçici Özel İstihdam Büroları işletmelere gerektiği sürece işgücü temin ederek insan kaynakları konusunda esneklik sağlamakta, böylelikle işletmelerde personel şişkinliğinin önüne geçilerek personel giderlerinde tasarrufa gidilebilmektedir.”

Evet çok yakın bir zamanda emek-gücü tüketicisi olan sermayedarlar için ve onlara uygun emek-gücünün elinde olduğunu söyleyen ve emek-gücü ihtiyaç listesini açıklayan reklamlarla karşılaşacağız. Reklamda gülen kahverengi nesneler olarak emek-güçlerinin, bürolarda, atölyelerde, fabrikalarda ayaklar altında dolaştığını göreceğiz. Emek-güçlerinen başka bir şeyi olmayan insanlarda bu gülen ve ayaklar altında dolaşan kahverengi nesneler/metalar olabilmek için kendilerine yatırım yapacaklar (beşeri sermaye) ve bu da yetmeyecek bu yatırımı yaşam boyu yeniden yeniden yapacaklar. Öyle ya bir defa emek-gücünü satınca iş bitmiyor, onu sürekli parlatmak zamana ve zemine uygun hale getirmek gerekiyor (Yaşam boyu eğitim diyorlar ya.) Köle ile işçi arasındaki farkı bir yerlerde Marx nasıl açıklamıştı, köle bir defa sahibine satılır. Emekçi ise emek-gücünğ sürekli yeniden satmak zorundadır . Böyle ise bu emek-gücü listeslerini açıklayan reklamlar neden olmasın ki. Zaten geçenlerde yeni sanayi bakanımız ama 26 yıllık sanayicimiz TV-2 programında ne demişti aslında Türkiye’de işsizlik yok. Kendisi bir kaynakçı aramışta bulamamıştı. Yani emek arzı ile talebi birbirine uymuyor. Yokk yaaa bizim emek güçlerimiz talebe uygun değil. Ne yapmak lazım. Uygun hale getirmemiz gerekir. Öncelikle meslek liselerini memleket meselesi olarak yeniden ele alınmalı. Mühendisler ve avukatlar, doktorlar gerçekten talebe uygun olduklarını belge ile belgelendirmeleri gerekiyor. Şeyleşmenin belki de bu yöndeki en önemli Türkiye gerçeğindeki durağı geçen yıllar çıkan Mesleki Yeterlilik Kurumu Yasası olmuştur. İş dünyasının alkış ve heyecanla karşıladığı bu yasayı anlamadığımız bir şekilde işçi sendikasının yöneticileri de olumlu karşılamıştır. Oysa yasa ile ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak, teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek, denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için Mesleki Yeterlilik Kurumu oluşturumuştur. Standartlaşma, denetim, ölçme, değerlendirme, belgelendirme, sertifikalandırma kavramlarını yan yana yazdığımızda emek-gücünün metalaşmsına ait başka bir şey söyleme ihtiyacı duyarmıyız. Duyarız, duyarız. Çünkü içselleştirilmiş normalleştirme ve şeyleştirme öyl ebir noktaya ulaşmış ki, bu konuda da en yakın arkadaş ve dostlarımız başta olmak üzere tartışırız, hem de bu tartışmalardan de yoruluruz,


Şeyleşmenin ve Yabancılaşmanın İkinci Durağı:

Emek-gücünü emek piyasasında satın alan sermayedar, emek-gücünü emekçiden ayırıp üretim yerine götüremeyeceği için, emek-gücünün emekçiden ayrılması, yani sermayedar için kullanım değeri olan emek-gücünün işe yaraması için belirli üretim mekanlarına taşınmaları gerekir. Emek-gücünün üretim için gerekli diğer bileşenlerle belirli bir yerde birleştirilmesi gerekiyor. İşte bu yer ve yerlerin adı önceleri ev, sonraları atölye ve daha sonra fabrika, bürolar oldu. Günümüzde ise hemen hemen yaşamın her alanı üretim mekanlarına dönüşmüştür. Korunmasız ve farklılaşmış emek güçlerine ulaşmak için erkek egemen yapılanmanın sağladığı olanaklarla kadın emeği, geçim derdine düşen ailelerin çocuklarının emekleri izlenir bu bulundukları mekanlarda bulunur ve tüketilir. Tabii açıklanan ihtiyaç listeleri ne uyum sağlama çabaları da bunu emekçiler kanalıyla destekler. Satın alınan emek-gücünün belirli bir yerde kullanılması, emekçinin de bu yerlere belirlenen zaman dahilinde bağlanması anlamına gelecektir. Fabrika ve atölyeler, bürolar emek-gücü üzerinde kontrol kurma mekanlarıdır. İşletme, işletme mühendisliği ve burada sayamadığım birçok disiplin, fabrikalarda emek-gücünün nasıl kontrol edileceğinin bilgisini sermayedarlara sunarlar. Emekçinin belirli zamanlarda belirli yerlere bağlanması, emekçinin sahip olduğu zaman üzerinde de sermayenin egemenliğini kurması anlamına gelir. Meta üretiminin genelleşmesi için eş zamanlı olarak, hem emek-gücü için emek üzerinde kontrol kurulması ve hem de emekçinin kendi emek-gücünü bir meta olarak algılayacak biçimde kendi eylemliliğine/enerjisine yabancılaşmasını gerekiyor. Bu gereklilik de oldukça bilinçli bir şekilde yerine getiriliyor. Yabancılaşma + kontrol olmazsa kırmızı gülen nesne/metalar da olmayacak. Ne kadar yabancılaşma ve kontrol, o kadar çok gülen kırmızı nesne. Ne kadar gülen kırmızı nesne, o kadar çok kontrol altına alınmış, ayaklar altında dolaşan kahverengi emek-gücü. Sakallı amca ne güzel özetlemiş:” Sermaye ölü emektir, vampir gibi sadece canlı emeğin enerjisini çekip aldığında yaşıyor, ne kadar çok canlı emeğin enerjisini çekip alıyorsa o kadar güçleniyor ve daha fazla yaşıyor(Marx).

Meta biçimine dönüşen emek-gücü, esas işlevini yararlı enerjisini üretim araçları dolayında üretim sürecine aktardığında yerine getirir. Üretim sürecine aktarılan, emekçinin eylemliliği/enerjisidir. Her el-kol hareketi, her alınteri, harcanan her kalori üretim sürecinde yaratılacak yeni metayı var eder, biçimlendirir. Böylece meta harcanan enerjide hayat bulur. Yani gökyüzünde dolaşan Müslüm Baba’nın kırmızı ve gülen metaları tam da bu enerjilerin ürünüdür. Emekçinin üretim sürecinde açığa çıkardığı yararlı enerji, sonuçta nesneleşmiş, metada biçimlenmiştir. Çalışma zamanı bittiğinde çalışanın enerjisi de bitmiştir. Evrensel Gazetesi’nin işçi mektupları köşesinde bir işçinin sözleri ne çok şeyi anlatıyor: “Sekiz saat çalışıyorum, 16 saat çalışmış gibi yorgun hissediyorum.” Neyse, çalışma zamanı ve çalışma yoğunluğunu daha sonraki bir yazımızın konusu. Tüm bu yorulma ve enerjinin harcanması sonucunda yaratılan yeni kullanım değeri yani meta üzerinde çalışanın hakkı var mıdır? Tabi ki yok. Diğer yandan çalışanlardan çekilip alınan enerji, yaşamını meta formunda ve daha sonra ise para formunda dönüşerek sürdürür. Genelleşmiş meta üretiminin egemenliği birçok dönüşüm ve farklılaşmayı ve birçok yabancılaşmayı içinde taşır. Böylece üretim süreci sonucunda açığa çıkan metalar, bir yandan birilerinin (tüketici) ihtiyacını karşılayacak özelliğe sahipken, diğer yandan ürün üzerinde söz sahibi olan sermayedar için ise metaın değişim değeri özel bir önem kazanır. Müslüm Baba’nın eline ihtiyaç listesini veren, anlaşılacağı gibi ne tüketici ne de işçilerdir. İhtiyaç listesi metalara içkin olan ve emek-gücünün yarattığı değere ulaşmak isteyen sermayedardır. Bu anlamda da kapitalist toplumda meta biçimi yabancılaşma, nesneleşme ve dolayısıyla fetişizmin farklı uğraklarından geçer. Burada daha sonra ücret ve sınıflar konusunu ele alacağımız için kısaca meta formunun tüm bu fetişistik özelliklerinin sömürü ve dolayısıyla sermaye-emek çelişki ve ilişkisini de içerdiğini kısaca belirtelim. O sevimli nesnelerin üretimden sonra hayatlarını sürdürmelerinin bir bütün olarak yaşam tarzları ve gündelik zaman ve mekan kullanımlarını da belirlediklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda tüketim toplumu kavraması ve nitelemesi veya nedenini kaybetmiş sonuçlar toplamı varoluş hali de yine meta biçiminin ulaştığı aşama ile ilişkilidir. Ama Marx ve Engels bizi daha 1848 yılında yani Komünist Manifesto’da bu yeni toplumsal ilişkilere daha dikkatli ve uyanık bir kafa ile bakmamız gerektiği konusnda uyarmışlardı. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Marx, fetişizme sadece özel bir bölüm ayırmamıştır. Aslında tüm Kapital’i meta fetişizmi üzerinden kurgulamıştır. Konunun önemini de şöyle dile getirmiştir: Bu “İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi gelir.” Ama metaın tahlili diye açıklamaya devam eder. “Aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir. Kullanım-değeri olduğu sürece, o ister insan gereksinmelerini karşılayabilen özellikleri açısından, ister bu özelliklerin insan emeğinin ürünü olması yönünden ele alınsın, gizemli bir yanı yoktur. İnsan, çalışmasıyla, Doğanın sağladığı maddelerin biçimini, kendisine yararlı olacak şekilde değiştirdiği gün gibi açıktır. Sözgelişi ağacın biçimi, masa yapılarak değiştirilir. Ama gene de masa, o alelâde günlük şey olmakta, ağaç olmakta devam eder. Ne var ki, meta olarak ilk adımını atar atmaz, tamamen başka bir şey olur. Yalnız ayakları üzerinde yerde durmakla kalmaz, tüm öteki metalarla ilişki içerisinde amuda kalkar ve o ağaç beyninden, ‘masa yürütmek’ten çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.” (Marx,Kapital-I).

Metaların bu garip varoluşları tamamen kapitalizme özgüdür ve toplumsal-sınıfsal koşullarca biçimlenmiştir. Marx’ın Kapital’ini fetişizm kavramı üzerinden okuyan I. Rubin’in haklı olarak göstermeye çalıştığı gibi kapitalizmde üretim ilişkileri metalar arasında gerçekleşen ilişkiler olarak görülmez, ilişkiler metalar dolayında kendini açıklar. Bu toplumsal-sınıfsal koşullar, metaların bizlere hep dolaşım alanında yani o gülen kırmızı sevimli halleri ile görülmelerine neden olur. Paketlenmiş o sevimli şeyler, çeşitlenip çoğalarak hayatımıza girdikçe, metalar dolayında sınıf ilişkileri derinleşir. Üretim süreci sonucunda metalar, kendini yaratan güce değil kendini kontrol eden güce güç katar. Sonunda işçiler ve işçilerin hayatları olabildiğince bir rutin içinde görünmez kılınır, işçilerin enerjileri ile renk bulan ve gülücükler saçan metalar sokaklarda, evlerde dolaşmaya başlar.

Şairimiz Nazım bu yabancılaşmayı gündemine almaz mı? Alır, hem de çok güzel ele alır. İşçilerin görünür olduğu zaman, yani en şanlı tulumlarıyla ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştıkları zaman, sadece onların değil bütün dünyanın özgürleşeceğini muştular

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5
News Reporter