Dick Cheney’in Türkiye ziyaretiyle birlikte ABD’nin füze kalkanı projesi yeniden gündeme geldi. Haluk GERGER, füze kalkanı projesini ve planda Türkiye’nin rolünü, Mavi Defter için yorumladı:
“Şimdi ABD; İran, Kuzey Kore gibi ülkelerin gelişmekte olan füze programlarını bahane ederek, “füzesavar sistemleri”ni yeniden devreye sokmaktadır. Bu yeni gelişme, özünde, ABD’nin dünya hakimiyetine yönelik büyük saldırısının stratejik bir parçasını oluşturmakta, başta Rusya ve Çin olmak üzere bütün olası askeri rakiplerini hedef almaktadır. Söz konusu yönelim, Kuzey Amerika’ya görece bir savunma altyapısı kazandırarak, ileride, topyekûn bir nükleer kapışmayı göze almayı, böylesi bir savaştan da olabilecek en az zararla çıkarak nükleer felakete uğratılmış dünyada rakipsiz üstünlük kurma hedefini içermektedir. “
ABD Başkan Yardımcısı savaş kışkırtıcısı Dick Cheney’in Türkiye ziyareti, ABD’nin “füze kalkanı” projesini ve bu planda Türkiye’nin rolünü yeniden gündeme getirdi.
“Füze kalkanı” projesinin kökenleri yıllar öncesine, Reagan döneminin “yıldız savaşları” saldırısına uzanıyor. O dönemde, “İkinci Soğuk Savaş” diye adlandırılan ve büyük bir silahlanma hamlesiyle başlatılan saldırının bir parçası olarak, Reagan yönetimi, uzayda da konuşlandırılan “füzesavar sistemler”le Sovyet füzelerinin vurulmasını öngören kapsamlı bir savaş stratejisi geliştirmişti. İki ülke arasındaki “dehşet dengesi”ni ABD lehine bozmayı hedefleyen ve bir nükleer savaşı kışkırtmakla suçlanan Reagan iktidarının ardından sözkonusu proje, siyasal sakıncalar, teknik zorluklar ve maddi sorunlar nedeniyle rafa kaldırılmıştı. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki “dehşet dengesi”, her iki tarafın da, bir ani nükleer saldırı sonrasında dahi, saldırıda bulunana kabul edilemez ölçüde ölümcül zararlar verebilmesine dayanmaktaydı. İki taraf arasındaki “nükleer denklik” durumu öyleydi ki, Sovyetler ya da ABD, ani ve topyekûn bir saldırıyla dahi, saldırıya uğrayan rakibinin, kendisine de benzer yıkım getirecek misilleme imkanını ortadan kaldıramamaktaydı. Bu teknolojik denge, zamanla, iki taraf için de intihar anlamına geleceğinden, nükleer savaşı önleyen “stratejik gerçeklik” olarak kabul görmüştü. “Dehşet dengesi”nin bu istikrarının bozulmaması için iki taraf bir hukuki çerçeve de oluşturmuş ve 1972 yılında ileri “savunma sistemleri” kurma arayışlarını yasaklayan “Anti balistik füze antlaşması”nı imzalamışlardır. Böylece, istikrar ve güven için, bir nükleer saldırı ve dolayısıyla da savaş felaketini önleme amacıyla, iki ülke, fiilen ve hukuken, kendi topraklarını hasmının öldürücü karşılık verebilme olanağına açık tutmayı, dolayısıyla da nükleer saldırıyı intiharla eşanlamlı yapmayı taahhüt etmiş oluyorlardı.
Ne var ki, ABD emperyalizmi böylesi bir denkliği ve dengeyi hiçbir zaman içine sindirmedi. Nihayet, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla, Bush yönetimi “anti-balistik füze savunma antlaşması”nı feshetti.
Şimdi ABD; İran, Kuzey Kore gibi ülkelerin gelişmekte olan füze programlarını bahane ederek, “füzesavar sistemleri”ni yeniden devreye sokmaktadır. Bu yeni gelişme, özünde, ABD’nin dünya hakimiyetine yönelik büyük saldırısının stratejik bir parçasını oluşturmakta, başta Rusya ve Çin olmak üzere bütün olası askeri rakiplerini hedef almaktadır. Sözkonusu yönelim, Kuzey Amerika’ya görece bir savunma altyapısı kazandırarak, ileride, topyekûn bir nükleer kapışmayı göze almayı, böylesi bir savaştan da olabilecek en az zararla çıkarak nükleer felakete uğratılmış dünyada rakipsiz üstünlük kurma hedefini içermektedir. Bir zamanlar, ABD’li stratejistler, 30-60 milyon kayıp ve 1940’lı yıllara geri dönüşü, topyekûn bir nükleer savaşta ABD için “kabul edilebilir zararlar” olarak görmekteydiler ve Sovyetlerin fiilen taş devrine geri döndüğü böyle bir dünyada ABD’nin rakipsiz üstünlüğü imkanının buna değeceğini düşünmekteydiler. Bugün, kendini bir ölçüde karşı saldırılara kapatabilmiş (koruyabilmiş) ABD kalesinin görece dokunulmazlık ayrıcalığından tüm dünyaya saldıran bir ABD imajı emperyalist düşleri süslemektedir.
Şimdilik, hedefler olabildiğince mütevazı ölçülerde sunulmaktadır. Buna göre ABD; İran, Kuzey Kore gibi ülkelerin füze tehdidini önlemeye yönelik sınırlı kapasitede bir “füze kalkanı” oluşturmak istemektedir ve esas olarak da kuracağı sistemlerle müttefiklerini korumayı hedeflemektedir.
Pazarlanmaya çalışılan projeye göre, uçaklara monte edilmiş nükleer-lazer başlıklı füze sistemlerinden doğrudan ABD ve müttefik ülke topraklarında konuşlandırılmış Patriotlar gibi “klasik” kısa-orta erimli füzesavar sistemlerle uzun erimli füzelere, füze katili uydulardan gelen saldırı füzesini doğrudan çarparak imha eden kinetik silahlara uzanan bir dizi silah geliştirilmektedir. Elbette bunlar ileri radar, muharebe eşgüdüm, komuta-kontrol ve iletişim sistemleriyle birlikte geliştirilmektedir. Uzay, bu yeni silahlanma projesinin nihai alanını oluşturmaktadır.
Bir balistik füzenin hedefe uçuşu üç aşamada gerçekleşir. Birinci aşama, ateşleme ve yükselme aşamasıdır. Ardından füze, atmosfer dışındaki “yörüngesi”ne girer ve en uzun uçuş süresini bu aşama oluşturur. Nihayet, füzenin taşıdığı savaş başlığı yeniden atmosfere girerek yerdeki hedefine doğru inişe geçer.
ABD projesi, her üç aşamada da, füzelerin vurulmasını öngören farklı sistemlerden oluşmaktadır.
Bir füzenin en kolay vurulabileceği aşama, ilk aşamadır çünkü bu aşamada ateşlemenin yaratacağı ısı nedeniyle saldırının başladığının saptanması ve füzenin tam süratine ulaşmadan yakalanması görece kolaydır.
İşte bu noktada, yeryüzünün şekli (yuvarlaklığın) ve füzenin balistik yörüngesi dikkate alındığında, füzenin “görülebilmesi” ve asıl hızına ulaşıp “uzayın derinlikleri”nde “kaybolması”ndan önce “yakalanıp vurulması” için, “savunma sistemi”nin konuşlandırılacağı yer çok önemlidir.
Bu bakımdan da, İran ve Rusya’ya olan coğrafi konumu gözönüne alındığında, Türkiye özel bir önem taşımaktadır.
Teknolojide ve silah sistemlerinde pek çok değişikliğin ortaya çıkmış olmasına karşın, konunun tarihsel kökenlerine de ışık tutması açısından, benim 1985 yılında Kalem yayıncılık tarafından yayımlanan “Yıldız Savaşları: Teknolojisi, Sorunları, Sakıncaları” başlıklı kitabımdan, Türkiye’ye ilişkin özel ek bölümden kısa bir özeti aşağıya alıyorum ve inanıyorum ki, bugün, o günkü gözlem ve uyarılarım geçerliliğini korumaktadır, dikkat çektiğim tehlikeler yine kapımızdadır.
(Kitapta esas olarak o zaman önde olan “x-ışını başlıklı füzesavar füzesi” ele alınıyor. İşin bu tarafı önemli değil. Ayrıca, okumayı kolaylaştırsın diye özette dipnotlarını da çıkarttım.)
“… bir füzeyi vurabilmek için, sistemin hemen çok yükseklere çıkarak ufuk çizgisinin üzerinde hedef füzeyi ‘görebilecek’ ve vurabilecek bir pozisyona ulaşabilmesi gerekmektedir. Doğal olarak x ışını silahını taşıyan füze ile hedef füzenin fırlatıldığı yer arasındaki mesafe ne kadar fazla olursa, savunma füzesinin uzayda tırmanması gereken nokta da o ölçüde yüksek olacaktır. Bu ise, savunma silahının tırmanma için harcayacağı sürenin artması demek olacak ve hedef füzelerin yükselme aşamalarının zaten birkaç dakika sürdüğü düşünülecek olursa, savunmaya imha için yeterli zamanın kalmaması sonucunu doğuracaktır. Örneğin, Sovyet füze rampalarına uzak olan ABD’den (mesela Alaska’dan) fırlatılacak savunma füzesinin, Sovyet füzelerinin motorlarının çalıştığı birinci aşama içinde ufuk çizgisinin üzerine yükseltilmesi zaman açısından olanaksızdır. Savunma silahının tırmanması gereken nokta çok yükseklerde olacak, ateş hattına tırmanana kadar da geçecek süre içinde Sovyet füzesinin yükselme aşaması bitmek üzere olacaktır ve dolayısıyla da savunmaya darbe için yeterli zaman kalmayacaktır. Bu nedenle, sözkonusu sistemin ABD topraklarının çok uzağında ve Sovyet füze rampalarının bulunduğu bölgelere mümkün olduğu kadar yakın yerlerde bulundurulması gerekmektedir. Sovyet füze bölgelerine yakınlık, savunma füzesinin uzayda tırmanmak zorunda kalacağı noktayı kısaltmakta ve savunmaya zaman kazandırmaktadır. ABD’den örneğin İngiltere’ye taşınması durumunda da savunma füzesinin tırmanması gereken mesafe, gerekli süreyi sağlayacak kadar kısalmamaktadır. Buna karşılık, en yakın Sovyet füze rampasına 1, 200 km. uzaklıkta olan Umman Denizi’nde bulundurulacak bir denizaltıdan fırlatılacak savunma füzesinin, ufuk çizgisi üzerinde hedef füze 110 km. yükselmişken onu yakalayabilmesi için tırmanması gereken noktaya 120 saniyede ulaşabileceği hesaplanmıştır. Bu geçen iki dakika sonunda imha işlemi için kalan süre o kadar azdır ki, bu savunma sistemine güvenmek olanaksızdır. Hele füzelerin yükselme aşaması 120 saniyenin altına indirilip, bir de 110 km’den daha aşağı yüksekliklerde tamamlandırılabilirse, o zaman x ışını silahı hiç işe yaramaz. Ünlü fizikçi Bethe ve arkadaşları ise, Sovyet füze rampalarından 4, 000 km. uzaklıktaki denizaltılardan atılacak savunma füzesinin, uzayda ateş hattındaki gerekli noktaya erişebilmek için 940 km’lik bir mesafeyi katetmesi gerektiğinden hareketle, en hızlı bir savunma füzesinin bile bu mesafeyi ancak yine 120 saniye içinde alabileceği görüşüyle, bu süre içinde 200 km. yüksekliğe erişmiş olacak hedef füzenin vurulabilmesi için yeterli zamanın elde edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Stanford Üniversitesi’nde Drell ve arkadaşları ise, Sovyet rampalarından 3, 000 km. uzaklıktaki bir yerden fırlatılacak savunma füzesinin “hedef füzeyi 200 km. yüksekliğe eriştiği sırada yakalayabilmek için 350 km. yüksekliğe tırmanması gerektiğini hesaplayarak, saldırı için eldeki 180 saniye içinde tüm imha işlemlerinin tamamlanmasının neredeyse olanaksız olduğuna işaret etmektedirler.
Şimdilik, esas olarak, x ışını silahını taşıyacak füzelerin inşa edilecek küçük denizaltılarda bulundurulması düşüncesinin yaygın olduğu görünmektedir. Tasarım ile ilgili eleştirel yayınlardaysa, hesaplara temel oluşturan bölgeler Hint Okyanusu’nun Güney Pakistan’a yakın yerleri, Umman denizi, Norveç kıyılarına yakın yerler alınmaktadır.
İşte bir notunda, eleştirel yayınların 3 – 4 bin kilometre uzaklıktaki yerleri hesaplarında ölçü için seçmelerini eleştiren Lawrence Livermore Laboratuarı ‘O’ Grubu fizikçilerden Lowell Wood, ‘aslında birçok kez, ülke çapındaki çeşitli hükümet toplantılarında, uygun yerlerdeki x ışını Iaserinin’ çabuk yanan, yani yükselme aşamasını kısa süre içinde tamamlayabilen füzeleri dahi yakalayabileceğinin bu eleştirel bilim adamlarına izah edildiğini öne sürmüş, bununla birlikte bu uzmanların hesaplarında yine de olumsuz sonuçlar veren uzak yerleri kullandıklarından şikayet etmiştir. Yalnız Dr. Wood sözkonusu ‘uygun konuşlandırma yerlerinden’ somut örneklere notunda yer vermemiştir. İlginç olan bir başka noktaysa, sözkonusu notunda Wood’un yalnızca denizaltılarda bulundurulacak x ışını silahından değil , aynı zamanda, karada konuşlandırılmış sistemlerden de sözetmiş olmasıdır. Gerçekten de (…) denizaltıların bu açıdan çeşitli sorunları mevcuttur… Böyle olunca, ‘en azından, bazı sistemlerin karada Sovyetlere yakın uygun yerlerde konuşlandırılmasının da düşünülüyor olması akla yakın gelmektedir.
Lowell Wood’un daha önce kendisinin yazmış olduğu bir makaleyle ilgili notunu yanıtlayan Amerikalı fizikçi Robert Jastrow ise, notun yer aldığı dergiye gönderdiği mektupta ‘Doğu Akdeniz ile Japon Denizinin Sovyet silolarına daha yakın’ ve üstelik buraların Amerikan ‘denizaltılarına siyasi açıdan da daha açık’ olduğunu yazmıştır. Hans Bethe, Richard Garwin ve Jeffrey Boutwell tarafından daha sonra yayımlanan bir incelemede de, uygun yerler arasında Doğu Akdeniz’den de bir kez daha böylece sözedilmiştir.
Bu noktada, özellikle, genel olarak Yıldız Savaşlarının, özel olarak da x ışını laserinin hararetli yandaşı Wood ve Jastrow’un ‘baklayı ağızlarından çıkarmalarıyla’ üç olasılık ortaya çıkmaktadır. Bunlar: x ışını sisteminin karada da yerleştirilmesinin düşünülebileceği; Doğu Akdeniz’in, hem coğrafi yakınlık, hem siyasal uygunluk açılarından yeğlenecek yerlerden biri olabileceği; ve dolayısıyla da, ‘siyasal mülahazalar’ın konuşlandırma açısından temel ölçütlerden biri olarak kabul edildiği, bu konuda çeşitli hesapların şimdiden yapılmakta olduğudur.
Bu olasılıkların Türkiye’yi yakından ilgilendirdiği kuşkusuzdur. Bu noktada, Milli Savunma Bakanı Zeki Yavuztürk’ün bir Amerika gezisi dönüşünde, 10 Mayıs 1985 tarihinde Cumhuriyet gazetesine verdiği demeç dikkat çekici olmaktadır. Milli Savunma Bakanı ‘Türkiye’nin Yıldız Savaşları projesine katkısı olacak mı?’ sorusuna şu yanıtı vermiştir: ‘Batılılar, Sovyetlerle ABD arasında bir eskalasyona gideceği ihtimali karşısında projeye biraz çekingen bakıyorlar. Fakat mühendislik açısından bakıldığı zaman, uzay dışında böyle bir sistemin yapılması, füzeleri yakalayan bir sistemin yapılması, yalnız laser ışınlarının değil, bir de bu projenin yerüstü teçhizatı var. Atış rampaları var, radarların çelik karkasları var, inşaat işleri var… Türkiye’nin katkısı, alınacak projeye bağlı. Bu işlerin inşaat işleri söz konusu olduğunda, bizde de birikim var, üniversitelerimiz var. Bu konuda adı geçen ciddi çalışmalar yapan enstitüler var. Mesela TÜBiTAK gibi. Projeye Türkiye’nin katkısı tabii yapım sahasındaki işlere olacak. Türkiye’de rampa kurulması meselesi değil öncelikle. Esasen rampaların nereye kurulacağı da henüz belli değil. Daha araştırmanın başlangıcındayız.”
Bakan’ın sözünü ettiği ‘atış rampalan, inşaat işleri’, Yıldız Savaşları sistemleri içinde sadece ‘x ışını’ laserini taşıyacak füzelerde sözkonusu olabilir. Tabii bu füzelerin bir bölümü Türkiye’ye yerleştirilirse, Türkiye’nin bu sistem için gerekli ‘atış rampaları, radarların çelik karkasları, inşaat işleri’ni alması sözkonusu olabilir. Aksi halde, x ışını sistemi denizaltılarda bulundurulursa, herhalde ‘atış rampaları, inşaat işleri’ diye bir şeyden sözetmek mümkün olamaz. Bakanın ‘rampaların nereye kurulacağı da henüz belli değil’ demesi de, şimdiye dek Amerikan resmi belgelerinde sadece denizaltılardan bahsedilmesinin pek de önemli olmadığını göstermektedir. Şayet karada yer seçimi sözkonusuysa, kesin olarak bilinen tek şey, x ışını sisteminin füzelerin muhakkak Sovyet füze silolarına mümkün olduğu kadar yakın yerlerde bulundurulmasının zorunlu olduğu ve bu yerlerin seçiminde “siyasi uygunluk”un çok önemli bir ölçüt olarak kabul edildiğidir.
X ışını laserinin ve bunları uzaya taşıyacak füzelerin Türkiye’de yerleştirileceklerine, yani ABD’nin böyle bir amacı ve teklifi olduğuna Türkiye’nin böyle bir şeyi kabul edeceğine dair somut bir kanıt kesinlikle yoktur. Bununla birlikte, yukarıda değinilen zayıf belirtiler dahi, gereksiz bir şüpheciğliğin ve abartmanın sonuçları sayılsalar bile, bu konuda dikkatli olmayı gerektirmektedir. Türk-Amerikan ilişkilerinin ve Amerikan dış politikasının tarihi, böyle uzak gibi görünen, hayal ürünü sayılan olasılıkların günün birinde nasıl emrivakilere dönüşebileceğinin örnekleriyle doludur.
Türkiye’nin herhangi bir katkıda bulunmadan Yıldız Savaşları programına siyasal bir tavır olarak ‘evet’ demesi dahi, onun projenin getireceği tüm siyasal ve yasal sorunların sorumluluğuna ortak olması, olumsuz tüm gelişmelerden etkilenmesi sonucunu doğurur. Sözkonusu sistemleri ülkeye yerleştirmek ise, Türkiye’yi tam bir bunalımın ortasına sürükler. Böyle bir durumdaysa Türkiye sadece bir çatışma anında hedef olmaz. X ışını taşıyan füzeler daha önce değinilen zaman sorunu nedeniyle politik kararlara olanak tanımadan, daha ilk uyarıyla, hatta çatışma beklentisiyle ateşlenmelidir. Bu demektir ki, Türkiye daha fiili çatışma başlamadan, bir bunalım anında karşı tarafın darbelerine hedef olabilir. Askeri bir ilke, ‘silahların hedefe en yakın yerlerde bulundurulması’nı öngörür. Ama yine askerlik bilimi en yakındaki silahların en kolay hedefler olduğunu da söyler. Bir başka deyişle, Sovyet hedef füzelerinin yakınına onları vurabilecek silahları yerleştirmek doğru gibi görünebilir ise de bu silahların Sovyetler açısından kendilerine yakın hedefler olacağını unutmamak gerekir. Türkiye’de bulunan Jüpiter füzeleri yüzünden ülkenin Küba Bunalımı sırasında nasıl ‘nükleer top’un ağzına geldiğini ve bu füzelerin kışkırtıcı, üstelik vurulması kolay hedefler olduğu için Türkiye’den nasıl söküldüklerini anımsamak, bu konuda ne denli dikkatli davranılmasını göstermesi açısından önemlidir…”
23 yıl önce yazdıklarım bunlar. Şimdi 2007 yılındaki bir başka haberle bu yazımıza noktayı koyalım:
“Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün katılımıyla Brüksel’de yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısında Rusya’nın tüm itirazlarına karşın Washington’un Orta Avrupa’ya yönelik füze kalkına destek verilirken Türkiye’nin de dahil olduğu Güney Avrupa ülkelerini de kapsayan ek bir füze kalkanına ilişkin etüdlere ‘yeşil ışık’ yakılması dünyada yankı buldu. New York Times gazetesi, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Azerbaycan önerisine karşın NATO Savunma Bakanlarının Bush yönetiminin füze kalkanı projesine destek verdiklerini belirtti. NATO askeri uzmanlarının ayrıca, Washington’un Orta Avrupa için önerdiği sistemin kapsamadığı müttefikler için kısa ve orta menzilli bir füze savunma sistemiyle korumalarına ilişkin etüdler yapacaklarını kaydederken bu ülkelerin arasında Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’ı saydı. İngiliz Financial Times gazetesi, NATO toplantısına ilişkin haberinde, ‘NATO bakanları, tiyatro füze savunma sistemi olarak adlandırılan ve ABD sisteminin kapsamadığı, Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ülkelerini korumaya yönelik olan sonraki adımı attılar’ diye yazdı. Gazete, savunma sisteminin başlangıç unsurlarının 2010 yılına kadar konuşlandırılabileceğini, 2015 yılına kadar da tam operasyonel olabileceğini kaydetti. Fransız Le Monde, Rusya’nın itirazları ve alternatif önerilerine karşın NATO’nun adım attığına dikkat çekerken ‘Kuzey Atlantik İttifakının 26 bakanı, Amerikan projesi ile korunmayacak Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’yı kapsama alınmasına olanak sağlayacak bir NATO kalkanı konusunda bir etüd yapılmasına yeşil ışık yaktı’ değerlendirmesini yaptı. (ANKA)”
20 Mart 2008