0 0
Read Time:7 Minute, 0 Second

Dünyanın mali krizden sonra gıda kriziyle de boğuştuğu günlerde, Türkiye adeta bir darbe atmosferinden geçiyor. Malum her darbe süreci aynı zamanda bir “iç” savaştır.

Geçtiğimiz iki hafta, egemenler arasında yılbaşından bu yana şiddetlenen “savaşın” dinginleşmiş gibi göründüğü, ama aslında tarafların yeni saldırı hazırlıklarına girişmek için ellerini güçlendirmekle meşgul oldukları ve halk muhalefetinin de hareketlendiği bir dönem oldu.

Tasfiye edilme tehdidini ensesinde hisseden T.Erdoğan, sakinleştikten sonra, ilk olarak hızla AB desteği arayışlarına yöneldi. O.Rehn ve J.M.Barroso’nun ziyareti, başta kapatma davası olmak üzere, AKP’nin arkasındaki AB desteğini pekiştirdi. TCK 301’in tadilatı ve açılmış davaları dışta bırakacak şekilde parti kapatmanın zorlaştırılması gibi ataklarla “demokrasi şovunu” genişletmesi beklenen AKP, karşı tarafı sıkıştıracak hamlelerden de geri kalmıyor. Antalya’da Fethullahçı Emniyetin günler önceden bilgisi ve yetkisi dahilinde tezgahlanan Akdeniz Üniversitesi provokasyonu, AKP kontrgerillasının hareket halinde olduğunun kanıtını oluşturdu. Yandaş basında “büyük provokasyonlar bekleniyor” yayınları eşliğinde gerçekleştirilen ve bazı MHP militanlarının da seferber edildiği bu hamleyle, AKP bir taşla birkaç kuş birden vurmak istediğini ortaya koydu. Bir yandan, “provokasyon olacak” korosu eşliğinde, birden bire “sağda solda bulunmaya başlanan bombalar” örneğinde olduğu gibi, Antalya’da da olayların arkasında “Ergenekoncu provokasyon” arandı. Diğer yandan da yaklaşan rektörlük seçimleri öncesinde yeni bir Yücel Aşkın (Van 100. Yıl Üniversitesi), yeni bir Ferit Bernay (Samsun 19 Mayıs Üniversitesi) vakası yaratılmak istendi. Tabii bu arada MHP’nin de “provokatörlük” suçlamasından aklanması gerekiyordu. Şimdilerde “gerici-faşist ittifakın” tetikçiliğini yapan MHP’nin aklanması için Antalya il yönetimi görevden alındı. Ayrıca, MHP’nin “Ergenekoncuları temizleme” adı altında kendi içindeki ulusalcıları tasfiye etmesinin önü açılırken, Amerikancı-liberal çizgiyle daha da bütünleşmesi sağlanmış oldu. Taraf’ta Neşe Düzel’in Bahçeli’nin başdanışmanı Bilgin ile yaptığı röportaj son derece aydınlatıcıydı.

AKP’nin hamlelerinin bunlardan ibaret olmayacağı açık. Aydın Doğan soruşturmasının yine gündeme geleceği anlaşılıyor. Elbette bunlara karşı Doğan ve TÜSİAD’ın da boş durması beklenmemeli. Erdoğan ve AKP’yi uzlaşma hamleleriyle sıkıştırmaya çalışan TÜSİAD Başkanı’nın “ciddi bir ana muhalefet partisine şiddetle ihtiyaç duyulduğu” açıklamaları, değişim rüzgarının dışında kalamayacağının göstergesi. Ankara’da 14 Nisan’ın yıl dönümünde oldukça vasat bir miting gerçekleştiren ulusalcıların manevra kabiliyetleri gittikçe daraldı. Kendi içlerinde sağ-sol ayrışması yaşamaya başlayan ulusalcıların, vuruşarak geri çekilirken, farklı farklı siyasal mecralara yönelmeleri kaçınılmazlaşıyor.

Bu süreçte gerek İslamcılar ve AKP, gerek ordu gerekse CHP ve MHP yontularak, Amerikan politikalarına bütünüyle angaje olmuş yeni bir egemen bloğun oluşturulmasında rol almaya doğru ittiriliyor. Emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin de yenilenmesi zorlanmalarıyla birlikte, ülkede yeni bir siyaset düzleminin oluşma sancıları yaygınlaşıyor.

***

Türkiye bu gelişmelere sürüklenirken, dünyada mali krizin yanında ciddi bir gıda krizi de başladı. Gerekçe olarak ileri sürülen kuraklık kapitalist tüketim çılgınlığının yol açtığı küresel ısınmanın bir sonucu. Ama madalyonun öteki yüzünde gıda krizinin dünya mali krizinin ve kapitalist tarımın öbür yüzü olduğu gerçeği var. Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin geleneksel tarımları IMF ve DTÖ politikaları tarafından çökertilirken, çokuluslu gıda tekelleri verimli topraklara insanlar için değil, biyo-dizel üretmek için el koyuyor. Mali sermaye çöken emlak piyasalarının yerine yeni spekülasyon köpükleri yaratmak için gıda ve enerji piyasalarına akarak fiyatları iyice yükseltiyor. Dünya piyasalarını tam bir çöküşten “kurtaran” Asya, 25 dolarlık ortalama işçi ücretleriyle daha da yoksullaşırken, gıda krizinin ilk sonuçları yoksul ülkelerdeki açlık isyanlarıyla ortaya çıkıyor. Yoksul emekçiler dünyanın her yerinde “pirinç, mısır ve buğday” yani ekmek için ayaklanıyorlar. Açlık krizi, dünyadaki toplumsal hareketlerde yeni bir sayfa açacağa benziyor.

***

Dünyada ve Türkiye’de egemenler büyük kriz anaforlarının içinde boğuşurken toplumsal muhalefet içinde de aynı anda iki karşıt süreç işlemeye başladı. Birincisi aşağıdan gelen kendiliğindenci bir kitle muhalefetinin belirmeye başlaması. İkincisiyse durumun barındırdığı olanakları kavrama yeteneği olmayan, kavrasa da refleksleri doğru müdahaleye uygun olmayan, dolayısıyla da aşağıdan gelen dalganın şiddetini kırıp, onu uysallaştırarak yönetmeye çalışan bürokratik-yönetici elitin çabaları.

Ülkemizde 12 Eylül sonrasında yaklaşık on yılda bir ortaya çıkan ve toplumsal muhalefet açısından kritik eşikler oluşturan kendiliğindenci patlama dönemleri, her seferinde solun öznel eksiklikleri nedeniyle kalıcı etki ve kazanımlar yaratamadan geçti. 1989’daki işçi baharı ve onun gecikmeli ardılı olan Zonguldak yürüyüşü solun neo-liberalizm karşısında tutarlı politikalara sahip olmaması ve kendi geçmiş hesaplaşmasını tamamlayamamış olması nedeniyle, Türk-İş’in sendikal bürokrasisinin yenilenmesine; sosyal demokratların kof yerel seçim galibiyetine ve 1970’lere öykünen kısa erimli bir sol dalgaya yol açmaktan öteye varamadı. 1999’da emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı yükselen eylem dalgası ise çok daha sınırlı etkiler yaratabilmişti.

Bugün SSGSS yasasına karşı yükselen eylemler, AKP’ye karşı büyüyen tepki ve dünyadaki mali krizin ve gıda krizinin olası etkileriyle birleşebilme potansiyeli taşımaktadır. Neoliberal dönem boyunca, egemenler arası çatışma hiç bu denli şiddetlenmemiş ve toplumsal muhalefetin egemenlerin çatlaklarından yararlanması için hiç bugünkü kadar elverişli bir ortam oluşmamıştı. Üstelik aradan geçen 30 yıla yakın sürede, sol -tüm yenilgilerine rağmen- neo-liberal politikalar karşısında tutarlı bir muhalefet çizgisinin nasıl yürütülebileceğine dair önemli deneyimler biriktirdi. Liberal solculuk, ulusalcılık, ulusalcı solculuk, Kürt milliyetçiliği, Kürt liberal-milliyetçiliği, dogmatik solculuk, militarist solculuk, işçicilik gibi akımların tümü ülkemiz toplumsal muhalefeti içinde denendi ve hiçbirinin bu dönemin ihtiyaçlarını kavramaya yetmediği, dahası muhalefetin krizini derinleştirmekten öteye gitmediği görüldü. Diğer yandan fiili-meşru zeminde yürütülen hak mücadelelerinin içinden bir yenilenme hareketi olarak gelişecek olan yeni bir düzen dışı muhalefet akımına ilham oluşturacak çeşitli deneyimler birikti. Soldaki savrulmalara karşı yıllardır sürdürülen ideolojik-teorik mücadele azımsanmayacak bir birikim yarattı. Elbette 30 yıla yakın süredir, kesintisiz bir yenilgiler süreci içinde boğulmaktan kendisini kurtaramayan sol, derin öznel problemler yaşıyor. Siyasal yaşamları başarısızlıklarla geçen kuşakların, atak bir muhalefet çizgisi izlemek açısından son derece büyük zaaflar taşıdığı gerçek. Ancak yenilenmeci bir devrimci akıma dönük toplumsal ihtiyaç da her geçen gün daha şiddetle büyüyor.

Bugün solun tüm öznel zaaflarına rağmen, muazzam nesnel avantajlarla dolu yeni bir döneme girdik. Toplum çok ciddi bir politizasyon yaşıyor. Toplumsal muhalefetin tüm unsurları, eskiden olduğu gibi birbirlerine karşı değil, AKP’ye karşı mücadeleye öncelik vermeye başladı. Yaşanan, kutuplaşma Türk-İş’i bölünmenin eşiğine getirdi. Uzun bir aradan sonra ilk kez kendiliğinden kitle hareketi anlamlı bir yükselme seyrine girdi. Son aylarda grevler, işçi direnişleri görece arttığı gibi, hak elde eden, kısmi ya da bütünsel başarı yakalayan işçi mücadeleleri de belirmeye başladı. Her tür kitle eylemine katılım artıyor. Çok kısa sürelerde örgütlenen 14 Mart ve 1 Nisan eylemleri beklenenin oldukça üstünde katılımlarla cereyan etti. İşyerlerinde yaygın iş bırakmalar gündeme geldi. Üstelik, konfederasyon yönetimlerinin hiçbir ciddi katkılarının olmamasına, hatta sürekli olarak belirsizlikleri arttırıcı tavırlarına rağmen bu katılımlar gerçekleşti. Son haftalarda “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformları” İstanbul’da 35 bin kişilik, İzmir’de 30 ve 20’şer bin kişilik mitingler gerçekleştirdi. Kitle mücadelesinin atak eylemleri asmpatiyle karşılanmaya başladı. Eğitim-Sen’in bölge mitingleri, özellikle güçlü çevre il, ilçe katılımlarıyla oldukça kalabalık ve canlı geçti. Çanakkale’de ‘altıncılara’ karşı mitinge 20 bin kişi katıldı. Tuzla’da işçi ölümlerine karşı tepkiler giderek büyüyor. Rize’de çay üreticileri yürüdü, Maraş’ta mısır üreticileri miting yaptı.

Bu hareketliliğe zemin oluşturan nesnel koşullar geçici değil. Türkiye için durgunluk içinde enflasyon tehlikesinden daha çok söz edilir oldu. Buna karşın SSGSS yasasından sonra, AKP “İstihdam Yasası” ile kıdem tazminatlarını budamayı, bölgesel asgari ücreti dayatmayı, esnek çalışmayı derinleştirici önlemler getirmeyi hedefliyor. Köprü, otoyol özelleştirmeleri meclis gündemine girdi, hastane özelleştirmeleri, emekli maaşlarının düşürülmesi kapıda. Zamlar çığ gibi geliyor. Üstelik gelecek bahar, büyük bir hesaplaşma içeren yerel seçimler var.
Ekonomik ve sosyal krizler derinleşirken, egemenler arası çatışmadaki tutumlar da değişiyor. AKP karşısında meşru bir kitle mücadelesine ihtiyaç duyulduğunu egemenlerin bazı kanatları da görmeye başladı. Ulusalcıların kitle desteklerinin düşmesinde, solun meşru zeminlerden geliştirdiği hak mücadelelerinin AKP’ye karşı muhalefet boşluğunu gidermesinin azımsanmayacak payı olduğu görülüyor. Erdoğan’ın SSGSS eylemlerinde solcuları hedef göstermesinin kaza eseri olmadığı ortada. Erdoğan, ülkemizdeki p’lik sağ tabanı eylemlerin etki alanının dışında tutmaya çalışıyor. Oysa ortaya çıkan, solun çok uzun bir dönem sonra, siyasal bir aktör olarak toplumun gerçek gündemine müdahil olabildiğidir.

Tüm bu gelişmelere rağmen, emek hareketinin yöneticileri durgunluk döneminin alışkanlıklarıyla davranmaktadır. Tabandan çok daha ileri eylem önerileri gelmesine rağmen durumu geçiştirmeye çalışmak ve kitleler karşısında yerli yersiz boy gösterme fırsatlarını kaçırmamak gerçek bürokratik yöneticilik örnekleridir. Tarihsel fırsatlarla dolu dönemlerde kitle önderlerinden beklenen, kitleleri ileri taşımaktır. Böylesi dönemlerde kitleler, mücadelenin rutinine kapılmış yöneticilerden daha ileri tutumlar takınabilirler. Gerçek kitle önderleri, kitlelerin ataklığının önüne set çekenler değil, dinamizminin önünü açan ve bu dinamizmden yararlanmayı başaranlardır.

Bugün kitle hareketi bir taban hareketi olarak, hak mücadeleleri ekseninde gelişmektedir. Bu gerçek, uzun bir süredir devrimcilerin liberal ve dogmatik sol karşısında ileri sürdüğü “hak mücadelelerinin yenileyici dinamizmi içinde geliştirilecek bir siyasallaşma sürecinin” solun önünü açacağı düşüncesini doğrulamaktadır. Bundan sonra yalnız protesto için değil, hak kazanımları için mücadeleyi hedeflemek kitle mücadelesinin önünün açılmasında kritik bir önem taşıyacaktır.

1 Mayıs süreci “neo-liberalizme ve gericiliğe karşı mücadelenin yükseltilmesi” ekseninde başta Taksim olmak üzere tüm ülkede en geniş, en yaygın biçimde değerlendirilmelidir. Taksim konusunda hiçbir tartışma veya Türk-İş’in olası bir ayak oyunu devrimcilerin kararlılığını değiştirmeyecektir. Taksim’in yeniden 1 Mayıs alanı olarak kazanılması toplumsal bellek açısından tarihsel bir kazanım olacaktır.

www.sendika.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter