0 0
Read Time:7 Minute, 1 Second

Türkiye yıllardır burjuvazinin kendi içinde vermekte olduğu bir politik iç savaşla kıvranıyordu. Tayyip Erdoğan hükümeti, işçi sınıfına karşı açtığı savaşla cepheyi değiştirmeye çalıştı. Başaramadı. Başardığı bir şey var elbette: burjuvazinin iç savaşının yanına sınıf savaşını eklemek!

1 Mayıs olaylarının politik anlamını doğru kavramak gerekiyor. AKP hükümetinin işçi sınıfının 1 Mayıs’ı Taksim alanında kutlamasını yasaklamasının nedeni anlaşılmadan bu olayların politik anlamını kavramak mümkün değildir. Mesele ne bir “inatlaşma” meselesiydi, ne burjuvazinin “irrasyonel” bir tepkisiydi, ne de Taksim’e çıkmanın anlamı yaygın olarak söylendiği gibi bir demokrasi ve “temiz toplum” mücadelesiydi. Mesele kelimenin en arı anlamında bir sınıf mücadelesiydi.

1 Mayıs 1977’de kontrgerilla tarafından Taksim alanının kana bulanması, Türkiye burjuvazisinin 60’lı yılların başından itibaren tehlikeli bir yükselişe geçmiş olan işçi sınıfı mücadelelerine karşı bir askeri savaş açmasının başlangıcıydı. Bu savaş 12 Eylül ile zafere ulaştı. 12 Eylül burjuvazinin işçi sınıfının bütün mevzilerini yerle bir etmeye giriştiği, askeri yöntemlerle verilmiş bir sınıf savaşıydı. İşçi sınıfına Taksim Meydanı yasağı, burjuvazinin bu zaferinin asmbolik ifadesiydi. İşçilerin Taksim’i yeniden fethi, burjuvazi için bütün bir dönemin eğrisinin geri dönmesi anlamını ifade ediyor. Üstelik bu, tam da işçi sınıfının mücadelecilik eğiliminin yeniden canlanmaya başladığı, 14 Mart’taki iş bırakma eyleminin ve 1 Nisan ve 6 Nisan mücadelelerinin sınıfı bir bütün olarak hükümetin karşısına çıkarttığı bir dönemde daha da ciddiye alınacak bir mesele. Verilen savaş 12 Eylül rejimi üzerine asmbolik bir savaştı. AKP hükümetinin canla başla, gazla tekmeyle işçileri, emekçileri Taksim alanından uzak tutmaya çalışmasının uzun vadeli ve yapısal nedeni budur. Yani burada sınıf mücadelesi konuşmaktadır.

Yasağın bir de konjonktürel nedeni var. Burjuvazinin Batıcı-laik kanadı 2007 seçimlerinden itibaren adım adım AKP’den uzaklaşmış, Ocak ayında türban konusundaki girişimden sonra ise bu partiye iyice sırtını çevirmiştir. AKP Taksim meydanını burjuvazi adına kahramanca (!) koruyarak burjuvazinin bütününün gözüne girmeye, Batıcı-laik kamp ile arasındaki çatlağı onarmaya çalışmıştır. Ama bu taktik de iç savaşın üstünü örtmeye yetmemiştir. TÜSİAD, Erdoğan ile arasını bu konuda da açmıştır. Erdoğan işçi sınıfına “ayaklar” deyince, TÜSİAD bu ağır gafın işçi sınıfını radikalleştireceği kaygısıyla telaşa düşmüş ve başkanının ağzından bir “halkla ilişkiler” operasyonuna girişmiştir. Ardından yapılan yazılı açıklamada TÜSİAD, tarihinde ilk kez, 1 Mayıs’ın “Çalışma Bayramı” olmasını önermiştir. Nihayet, 1 Mayıs günü derneğin başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ DİSK başkanını arayarak “geçmiş olsun” dileklerini ifade etmiştir. Elbette TÜSİAD 1 Mayıs alanının işçi sınıfınca yeniden fethine taraftar değildir. Zaten başından beri de “inatlaşma”ya karşı çıkmış, sendikaları sorumlu olmaya davet etmiştir. Ama kendini Erdoğan’dan da ayırmayı ihmal etmemiştir.

Daha önemlisi, başta Doğan medyası olmak üzere burjuva yayın organlarının 1 Mayıs sonrasındaki yaklaşımıdır. Hürriyet gazetesinin 2 Mayıs manşeti her şeyi söylüyor: “1 Mayıs polis devleti”! Batıcı-laik burjuvazinin en önemli sözcüleri eskiden beri “terörist” gösterdikleri de dahil olmak üzere 1 Mayıs göstericilerini savunmuş, hükümeti, valiyi ve polisi yerden yere vurmuştur. Çünkü Batıcı-laik kamp, Erdoğan’ın halk kitlelerinin gözündeki en büyük kozlarından birini elinden almak istiyor. İster 27 Nisan 2007 askeri muhtırası karşısında, ister kapatma davası gündeme geldiğinde, AKP kendini hep demokrasi mücahidi gibi göstererek puan toplamıştır. İşte şimdi bu maske düşüyor.

Solda özeleştiri gerek!

Tarih, sol liberalizmi bir kez daha mahcup etti. Daha önce bütün önemli siyasi dönemeçlerde tekrar tekrar yanılan ve neredeyse düşman oldukları Marksizmin haklı çıktığını gören bu insanlar, hiçbir zaman özeleştiri vermeye yanaşmadılar. Acaba bu kez her şey bu kadar aşikârken ne yapacaklar? 1 Mayıs sol liberalizmin en azından üç alanda solu ve kitleleri yanlış yönlendirdiğini apaçık ortaya koydu.

Birincisi, AB meselesi. 1994 Aralığında AB Türkiye’yi aday üyeliğe kabul ettiğinde ve 1995 Ekiminde müzakerelerin açılmasına karar verdiğinde, sol liberaller AB taraftarı olduklarını gizleyen maskeleri attılar ve Türkiye’de bir “demokratik devrim” yaşanmakta olduğunu ilân edecek kadar ileri gittiler. İşte size “demokratik devrim” sonrasındaki Türkiye’den savaş manzaraları! AB’nin Türkiye’yi demokratikleştireceğine olan budalaca inanç, 1 Mayıs’ta gazlanmıştır!

{xtypo_quote_left} 2007’de ve 2008’in ilk aylarında işçi sınıfı 1997’den beri süregiden uzun uykusundan uyanmaya başladığını göstermişti. 14 Mart iş bırakma eylemi, dar sektörel çıkarların ötesine geçerek bütün sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının), hatta bütün emekçi halkın çıkarlarını savunmak bakımından nitel bir sıçrama oldu. Türk-İş’e bağlı 10 sendikanın 6 Nisan İstanbul Kadıköy mitingine katılma kararı, sınıf mücadelesi cephesinin Türk-İş merkezi bürokrasisine rağmen genişlemekte olduğunu kanıtladı. {/xtypo_quote_left} İkincisi, AKP meselesi. Eskilerin “hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” diye bir sözü vardır. Yani insan belleği unutmayla malûldür. Öyleyse hatırlatalım. Bugün AKP’ye muhalefet etmekten söz eden Ahmet İnsel, bakın 3 Kasım seçimlerinden sonra ne diyor. 3 Kasım seçim sonuçlarını “olabilecek en iyi sonuç” olarak niteledikten, “…seçim sonrasında beklenmedik biçimde olumlu bir tablo çıktı” dedikten sonra yazısının başlığına da yansıyan müthiş bir tespit yapıyor: “…seçim sonuçları 12 Eylül rejiminden göreli olarak sessiz ama bir o kadar kesin çıkışın siyasal ve toplumsal koşullarını oluşturuyor.” Görüldüğü gibi, İnsel AKP’ye 12 Eylül’ü tasfiye misyonunu bile atfediyor. (“12 Eylül’den Çıkış Kapısı”, Radikal İki, 10 Kasım 2002) Beş buçuk yıl sonra bu umutlar 1 Mayıs günü tuzla buz olmuştur. AKP, liberallerin saf inançlarının tersine, bir 12 Eylül partisi olduğunu kanıtlamıştır.

Nihayet, Baskın Oran’ın adaylığı. Bilindiği gibi, 22 Temmuz seçimlerinde liberal solun tamamı ve solun bazı başka kesimleri Baskın Oran’ı desteklemişlerdi. Fikirleriyle Beyoğlu ve Cihangir’e hitap eden bu aday için Gazi mahallesinde bürolar açmışlar, işçi sınıfını da ona oy vermeye çağırmışlardı. Bu satırların yazarı aday olarak metal fabrikalarını ziyaret ettiğinde bu partilerin taraftarı işçiler bizi gayet sıcak karşılamakla birlikte partilerinin adayının Baskın Oran olduğunu söylemişlerdi. Baskın Oran AKP’ye nasıl da umut bağlamıştı. Oradaki kendinden bile daha demokrat olanlarla grup bile kuracaktı! Hiç kimse Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın 1 Mayıs’ta polisin davranışını Çalışma Bakanı kadar bile sorguladığını duydu mu? Hiç kimse Zafer Üskül’ün bir meclis soruşturması önergesi verdiğini duydu mu? Günay, bakan. Alacağı tavır örneğin İçişleri Bakanı’nın istifasına bile yol açabilir. Üskül, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. Komisyonun yapacağı bir araştırma muazzam bir çatlak yaratabilir. Yarın işler gerginleştiğinde bunları yapmak zorunda da kalabilirler. Ama AKP’nin demokratlığına duyulan güvenin bir komedi olduğu şimdiden belli olmadı mı? Baskın Oran’ı destekleyen partiler ne diyorlar?

Görev: bürokrasiyi aşmak

2007’de ve 2008’in ilk aylarında işçi sınıfı 1997’den beri süregiden uzun uykusundan uyanmaya başladığını göstermişti. 14 Mart iş bırakma eylemi, dar sektörel çıkarların ötesine geçerek bütün sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının), hatta bütün emekçi halkın çıkarlarını savunmak bakımından nitel bir sıçrama oldu. Türk-İş’e bağlı 10 sendikanın 6 Nisan İstanbul Kadıköy mitingine katılma kararı, sınıf mücadelesi cephesinin Türk-İş merkezi bürokrasisine rağmen genişlemekte olduğunu kanıtladı. Türkiye işçi sınıfı iki ay içinde iki kez hükümetle karşı karşıya geldi ve gündemin merkezine oturdu. Mart’ta SSGSS dolayısıyla, Nisan sonu-Mayıs başı 1 Mayıs dolayısıyla. Bu olaylarda işçiler, eşitsiz biçimde olmakla birlikte, mücadele azimlerini ortaya koydular. Bugün mücadeleyi yeniden eski durgunluğa düşmekten kurtarmak için ana görev, sendika bürokrasisinin hareket üzerindeki sultasını kırmaktır.

Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu, seçileli altı ay olduğu halde sınıfa savaşın orta yerinde iki kez ihanet etmeyi becermiştir. Önce SSGSS yasasına karşı Emek Cephesi ile birlikte 19 taleplik bir deklarasyon yayınlamış olduğu halde, 14 Mart’ın hemen ertesinde hükümetin bir-iki konuda verdiği tavizler karşılığında savaş meydanını terk etmiştir. Sonra da 1 Mayıs’a bir gün kala hükümetin basıncına teslim olarak sendikalar cephesinin çatlamasına yol açmış, hükümetin elini güçlendirmiştir. Kumlu polisin bu kadar gaddarca davranmasında dahi sorumluluk taşıyor. Yaptığı, bir generalin savaş devam ederken karşı saflara geçmesinden farksızdır, hiç tartışmasız ihanettir. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin çıkarları Kumlu çizgisinden ikirciksiz biçimde kopmayı ve ona karşı mücadeleyi gerektiriyor. Bugün Türk-İş içinde Mustafa Kumlu’nun istifası talebi mutlaka yükseltilmelidir.

DİSK başkanı Süleyman Çelebi ise elbette başında bulunduğu konfederasyonun gelenekleri ve AKP’ye olan siyasi uzaklığı dolayısıyla Kumlu’dan farklı bir yerdedir. Ancak Çelebi’nin de 1 Mayıs’ın düzenlenmesindeki tavrı ciddi bir eleştiriyi hak etmektedir. Eğer DİSK yöneticilerince 1 Mayıs’ın yaklaşmakta olduğu günlerde defalarca ifade edildiği gibi “500 bin işçiyle” Taksim’e çıkılacaksa, bu ancak bir iş bırakma eylemiyle mümkün olurdu. Aksi, işçiyi patronuyla tek başına karşı karşıya bırakmaktır. Çelebi burjuvazi ile karşı karşıya gelmek istememiştir. Burjuvaziyle karşı karşıya gelmeyen 1 Mayıs olmaz! 1 Mayıs akşamüstü, televizyonlara demeç verirken, kendisini birçok insanın arayıp “geçmiş olsun” dediğini belirttikten sonra tek bir isim vermesi de bununla bütünleşiyor. Verilen isim TÜSİAD başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’dır! DİSK sendikalarının da Çelebi’nin AB’ci ve sınıf uzlaşmacı politik çizgisini aşması gerekiyor.

Görev Türk-İş, DİSK ve KESK’in sınıf mücadeleci sendikalarını bir araya getirecek, konfederasyonlar ötesi bir sendikal dayanışma güçbirliğine gitmektir. Sendika merkezleri arasında kurulacak bu güçbirliğinin yerel ayaklarını şubeler arasında örmektir. Fabrikalarda ve işyerlerinde bu doğrultuda komiteler oluşturmaktır. Nisan ayı enflasyon rakamı bile tek başına, yaklaşmakta olan krizin boyutları hakkında bir fikir veriyor. İşçi sınıfı 2001’de olduğu gibi krizin bütün yükünü sırtlamayacaksa, bugün toplumun içine sokulduğu kördüğümü kendi yöntemleriyle çözecekse, bürokrasinin ihanetinden ve sınıf işbirlikçi politikasından kurtulmak gerekiyor.

Sosyalist politika da eksenini bütünüyle buna göre belirlemelidir.

05 Mayıs 2008

www.mavidefter.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter