0 0
Read Time:11 Minute, 2 Second

Sömürgeci devlet terörü hızından bir şey kaybetmeden tırmandırılmaktadır. Kuzey-Güney ve Doğu Kürdistan ekseninde kara ve hava’dan operasyonlar devam ediyor. İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte yaygınlık kazanarak devam edeceğe benziyor. Özellikle, yaz mevsiminde askeri hareketlilikle birlikte çatışmalarda gözle görülür artışlar yaşanacaktır. Bu askeri yoğunluğun pratikte ne gibi olumsuzluğa sebep olabileceğini kavramakta zor olmasa gerek. TC’nin saldırganlığına karşı bütün yurtsever Kürtler seslerini yükseltmelidir.

Kürdistan asmalarnda görmeye alışık olduğumuz 21.yy’ın gelişmiş teknoloji ürünü uçaklarla sömürgeci barbarlığın zulmü bombardımanlar eşliğinde sürüyor. Ülkemizi harita üzerinde parçalara bölenler eğer imkân olsaydı çizilen sınırlara aldırış etmiyormuşçasına uzanan sıradağları dümdüz ederlerdi.

Dağlar ülkesi Kürdistan’ın halkını, yabancı egemenliğin herhangi bir biçimiyle uzlaşmamış ve yüzlerce yıldır direnişçi kimliğini muhafaza eden halkımızı esaret koşullarına mahkûm etmeleri önünde sırtımızı dayadığımız ve dayayacağımız dağlarımız var. Dağ olgusunu değerlendirirken coğrafik tanımlamalardan bahsetmeyeceğiz. Deniz seviyesinden yüksekliği, karasal ve iklimsel özellikleri vb. anlatmak istediklerimiz bunlar değil. Sömürge ulusun bağımsızlık umudu ve özlemleriyle anılması, özgürlük mücadelesinin tarihsel gelişiminde önemi yadsınamaz direniş alanı olmasından kaynaklı sömürge orduları büyük seferler düzenleyerek Kürt direnişlerini bastırma ve kurtuluş umutlarını beraberinde toprağa gömmeyi hedefliyorlar.

Kuzey Kürdistan direniş tarihi içinde yaşanan isyanlara ev sahipliği yapan dağlar, hem üslenme hem de korunma açısından stratejik alanlar olmuşlardır. Düşünün; Sömürgeci kölelik sisteminin boyunduruğu altında ezilen, geleneksel imha ve inkâr politikalarıyla teslim alınmak istenen, ülkesi tepeden tırnağa mutlak hâkimiyet-tahakküm adına işgal altında tutulan, sömürgeci barbarların kendi egemenlik düzenleri için varoluş gerekçesi yaptıkları devlet terörüyle susturulması amaçlanan Kürt halkının boynuna geçirilmek istenen prangayı kırıp atması ve ulusal kurtuluş mücadelesini verebilmesi için yönünü dağların engin doruklarına çevirmesi özgür geleceğini tahin etmesinde hayati derecede önemliydi.

1920-40’lı yıllar arasında Kemalist Cumhuriyetin Kürdistan topraklarında yaptığı zulme karşı Kuzey parçasında belirli aralıklarla irili-ufaklı onlarca direnme hareketi gelişti. Dağların yükseltilerine kurulan karargâhlarda toplanan direnişçiler, Ulasal köleliğe son vermek için sözler vermiş, dağlardan şehirlere doğru mücadeleyi genişletmişlerdir. Parçalı hareketler olmaları, belirli bölgelerle sınırlı kalmaları ve askeri yeteneklerinin zayıflığına rağmen o tarihsel koşullarda ulusal özgürlüğün hangi yolla ve nasıl kazınılacağını kendilerinden sonraki nesillere gösterdiler.

Kemalist Cumhuriyetin Kürdün özgürlük mücadelesine dönük sınır tanımaz saldırganlığı kuruluşundan günümüze sürüp gelmektedir. Sömürgeci saldırganlığın gerçekleştirdiği katliamlarda onbinlerce Kürt hayatını kaybetti, yaralandı ve sakat kaldı. Yüzlerce yerleşim yeri ya haritadan silindi ya da kullanılmaz hale getirildi. Bu katliamlarda şans eseri ölmeyip hayatta kalanlar ise ülke topraklarından zorla kopartılarak yabancı diyarlara sürgüne gönderildi. Sömürgeci devlet, kurduğu “istiklal” mahkemeleriyle sağ ele geçirdiği Kürt direnişçilerini göstermelik ve alelacele yapılan yargılamalarla kafileler halinde darağaçlarına yolladı. Şehir meydanlarında, zindanların avlularında genç-yaşlı yüzlerce direnişçi,” Yaşasın Özgür ve Bağımsız Kürdistan” diyerek idam sehpalarında can verdi.

Kürtler, Kürdistan asmalarında ölüm kusan uçakların bombardımanlarıyla 1938’de Dersim’de sonrasında Ağrı’da tanıştılar. O zaman uçaklarının adı tayyare bugün F-16 vb.1938’den,2008’e işlevleri hep aynı kaldı. Dersim’de katliamdan korunmak için Munzur dağlarının uçurum boğazlarında bulduğu mağaralara sığınan kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan Kürt köylüleri tayyarelerin hedefi olmaktan kurtulamadı. İlk önce dev kanatlarıyla tepelerinde daire çizen bomba yüklü tayyarelerin gövdelerini gördüler. Birçoğu başta anlam veremedi. Bombardımanın başlamasıyla dağları inleten patlamaların kulakları sağır eden şiddetiyle sarsıldılar. Kucaklarında yavrularıyla kaçışan anaların feryatları kan ve barut kokusunun sindiği uçurum kenarlarında yankılandı. Bombardımandan geriye parçalanmış bedenler, uçurumların derinliklerine gömülen vatan kurbanları kaldı. Munzur dağlarında katliamın izleri hiç silinmedi ve hürriyet günlerine kadar da kanayan yaramız olarak kalacaktır.1938’de Dersimi bombalayan pilotlardan Sabiha Gökçen aynı zamanda Mustafa Kemal’in evlatlığıydı. M. Kemal evlatlığıyla ne kadar övünse azdı. Tarihe, onbinlerce kürdün katili olarak geçen M. Kemal’in evlatları Kürt ve Kürdistan düşmanlığında ata’larını her vesileyle anmakta, icraatlarını kesintisiz sürdürmektedir.1938’de Dersim’i bombalayanları “şeref” madalyalarıyla ödüllendirmişlerdi. Gayeleri bir parça özgür vatan toprağı olan Kürtleri katletmenin şerefsizliğini onların boyunlarına astıkları madalyalarla kapatamazlar. Er ya da geç zulüm son bulacak ve hesap defterleri açılarak adalet tecelli edecektir.

Türk sömürgeciliğinin Kürt katliamı üzerinden kurumlaştığı o yıllarda bugün’de olduğu gibi Kürde direnişi şahsında bütün Kürt ulusu aşağılanıyor, küçük düşürücü yaftalarla anılmalarına çalışılıyordu. Dönemin ordu komutanları, siyasetçileri ve basın organları benzer jargonlarla Kürde fütursuzca saldırıyorlardı. Hepsinin ilk etapta uzlaştıkları nokta Kürt diye bir ulusun yeryüzünde özcesi Misak-i Milli sınırları içinde bulunmadığıydı. Aklın ve bilimin katli anlamına gelen deli saçması dil ve tarih teorileriyle neredeyse bırakalım Kürtleri dünyanın diğer ulusal aidiyetlerini bile yok saydılar. Kendini dev aynasında gören bir zavallının paranoyaklığını andırıyorlardı. Bu paranoyalar yaşamın katı yasaları tarafından tuzla buz edilse de, Türk sömürge sisteminin yürütücülerinin bilincinde kemikleşti, resmi ideolojinin toplumsal kabule oturtulmasında kullanılan objeler olageldi.

Herkesin Türk kabul edildiği,”ne mutlu Türk’üm” demeye zorlandığı sistemde Kürt sözcüğünün ne anlama geldiğini de zahmet edip açıklamışlardı;”Dağa yaşayan insanlar karda-kışta yürürken kart-kurt diye ses çıkarıyor(muş) bu nedenle de dağlılara Kürt denir(miş).Orta Asya bozkırlarından gelerek bu coğrafyaya yerleşmiş Türk boylarıydı bunlar. Ovaları beğenmemiş olacaklar ki dağların eteklerine yerleşmişler. Evvel zaman içinde de öz dilleri Türkçeyi unutmuş, Farsça, Arapça ve Türkçeden oluşan toplamda birkaç yüz kelimeden ibaret yabani bir dil türetmişlerdi.”Lakin inkârın ve yalanın ölçüsü yoktu. Mevzu bahis ettikleri Kürt inkârıydı bu nedenle de gerisi teferruattı. Atış serbestti. Türk sömürgeciliğine göre Kürt yoktu yok olmasına da yine de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Jandarma baskısını enselerinde hissetmeliydiler.”Vatandaş Türkçe Konuş” dayatmasının mağdurlarıydılar. Dönemin gazetelerinde yayınlanan karikatürlerde Türk tunç yumruğunun altında ezilmeleri lazım gelen Cumhuriyet düşmanlarıydı onlar.”Varlıkları Türk varlığına armağan olsun-mu, olmasın-mı?” Tartıştıkları konuların başında geliyordu. Sömürgeciler, Mustafa Kemal’in diline doladığı “bir Türk dünya’ya bedeldir” sözünün tılsımına kapılmış, efendi ulus safsatasına bel bağlamışlardı. Kendileri, Misak-i Milli hudutları içinde sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir kütle idiler. Bu vakit arada kaynatıp, hak-hukuk diyenlerin sonu da “Türk’e kefen biçenlerin” sonları ne olmuşsa aşağı-yukarı benzer akıbetlerle karşılaşıyorlardı. Kuzey Kürdistan onların değimiyle “şark bölgesi” her daim sakıncalıydı, rejimin esenliği içinde askeri ve siyasi dikta kurallarıyla yönetilmeliydi. Muassır medeniyetler seviyesine yükselmelerinin yollarından biri de “şark bölgesini” izole etmekten geçmekteydi. Öyle de yaptılar.

“Eski başbakanlardan Ferit Melen; …(şarkta) 1950’lere kadar büyük baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Onların her şeyi jandarma onbaşısı idi. Zaten Güneydoğu Anadolu memnu bölge durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi… Diyor ve ekliyor; Devletin söylenmeyen politikası(Kürtler) zenginleşmesinler, okumasınlar şeklindeydi. Örneğin askerde yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belirli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı.”

“Bölgede sadece güvenlik için yatırım yapılırdı. Hizmet amaçlı yatırım tehlikeli sayılırdı. Örneğin, okullaşmaya karşı çıkan Fevzi Çakmak,” Ne okulu? Biz cahili ile başa çıkamıyoruz, okumuşuyla hiç halleşemeyiz” diyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü içinde Kürt sorunu bir güvenlik sorunuydu.1946’da Celal Bayar’la yaptığı bir görüşmede” Doğu da parti teşkilatları kurmayalım. Siz kurmazsanız biz de bizimkileri lağvedelim… Particiliğin milli birliği bozmasından endişe ederim.” Önerisinde bulunuyordu.”

( Tarık Ziya Ekinci, Radika iki gazetesi,11 Kasım 2007)

“Şark bölgesinin” insanlarını kaderlerine razı hale getirmek be Türkleştirmek doğrultusunda totaliter devlet katılığı ile indirgemeci politikalar peşi sıra uygulandı. Sömürgecilikle iç içe geçen, aşağılanma pahasına Türk siyaset kurumuna eklenti olan ağa-tüccar eşrafta günden güne palazlandırılmıştır. Yine Kemalist Cumhuriyeti’nin Kürdistan’ı yeniden sömürgeleştirme sürecine karşı gelişen Kürt milli direnişlerinde, direniş cephesinde yer alan dinsel yapıların tasfiye edilmesinin sonrasında sömürgeci sistemin çıkarlarıyla örtüşen, Türk-İslam çizgisinin rengini verdiği cemaatsel güçlerin ulusal ve toplumsal bilincin gelişiminde dalga kıran rolü oynadığını belirtmekte yerinde olacaktır. Farklı sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelecinde sömürgeci devletlerin karşısında konumlanan dinsel eğilimlerin tarihsel anlamda olumlu pratikleri vardır ve yaşana gelmektedir. Kürdistan’da din olgusuna göre şekillenen cemaat ilişkileri ise Kürt uluslaşmasının altını boşaltma rolüne soyunmuştur. Olumlu sayılabilecek bir duruşları söz konusu değildi, günümüzde de aynı misyonlarını sürdürmektedirler.

1950’li yıllarla birlikte sosyo-ekonomik yapı da değişimde ivme kazandı. Tarımdaki geleneksel üretim ilişkileri çözülmeye başlamış, kol gücüne dayanan araçların yerini makineler almaya başlamıştır. Ancak, bu süreç kapitalist gelişmenin dinamiklerini güçlendirmeye başlasa da Kürdistan’da feodal ekonomik yapı hâkimdi. Sömürgeci devlet, uyguladığı politikalarla kapitalist üretim ilişkilerinin Kürdistan’a girmesini geciktirmiştir. Sömürgeci devletin ” milli” burjuvazisini yaratma yolunda Cumhuriyetlerinin ilk yıllarındaki programları biliniyor. Azınlıkların elinde toplanan sermaye birikimine göz koymuş, talan ve yağmayla sermayenin el değiştirmesi amacını uygulamışlardır. Cumhuriyet, kendi sonradan görme burjuva sınıfını da bir oldubitti ile var etmiş oldu. Kürdistan üzerinde salt askeri bir ilhakla değil, ülkenin bütün zenginliklerini gasp etme ve ucuz (bedava) hammadde deposu olarak sömürme şeklinde askeri-siyasi ve ekonomik kurumlaşmayla sömürgeci egemenliklerini derinleştirmişlerdir. Dönemin Kürt toprak beyleri de, Türk burjuva sınıfının kırıntılarından paylanan, sömürgeci yapının yerel uzantıları haline getirilmiş, Türkleşmiş bir tabakadır.

1960’lı dönemlerde tarımsal alanlardaki modernizasyonla koşulların bir sonucu olarak kırdan kent’te doğru göç olgusu da canlanmıştır. Bu yıllardaki göç başlangıçta yığınsal özellikli değildir. İlk etapta çalışabilir emek gücünün yani yoksulların yaşamlarını idame ettirmek için Türkiye’nin büyük şehirlerine giderek mevsimlik ve tortu işlerde çalışması, aralıklarla bunu tekrarlaması biçiminde cereyan etmiştir. TC devleti bu süreçte emperyalist-kapitalist dünya düzeniyle nikâh tazeliyor, yeni-sömürge ülke olarak içte siyasal ve ekonomik yapıyı düzenleme maksadıyla “çok partili sisteme” geçilirken, montaja dayalı sanayileşmeye de ağırlık verilmiştir. Uluslararası düzlemde de emperyalist saldırganlığın bir parçası, yerel ve bölgesel alanlarda emperyalistlerin jandarmasıdır. TC, sosyalizme ve UKM’ne karşı emperyalist egemenlerine sadakat temelinde kendisinden isteneni harfiyen yerine getirmektedir. NATO’ya alınması, Marshall yardımlarından yararlanması bahsettiğimiz karşı-devrimci kimliğinden ötürü gerçekleşmiştir.

“Çok partili sistem” düzenlemesinin ardından hükümet olan Demokrat Parti, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin beklentilerini kıstas alarak, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma demagojilerine öncelik verdi. TC’nin iktidar yasasını kendi lehlerine değiştirmeye çalıştılar. DP hükümeti, ABD ve Avrupalı emperyalistlerle kurduğu uşaklık ilişkisine güveniyor, TC’de iktidar iplerine sahip olmak istiyordu. Hükümet olanaklarıyla iktidar olunabileceği hesapları 27 Mayıs 1960’da ordu darbesiyle son buldu. Emperyalistlere göre de, TC ordusu Türk siyaset kurumuna oranla daha kalıcı, sadık bir uşaktı. Emperyalistler, DP hükümetinin kanlı tasfiyesine sessiz kaldılar.

27 Mayıs darbecileri tarihe 1961 Anayasası olarak geçen hukuksal düzenlemelerle TC’de gerçek iktidar gücü olduklarını bir kez daha kanıtlamışlardı.1900’lü yılların başından alırsak İttihat Terakki geleneğinin uzantısı ordu iktidarı paylaşmaya yanaşmamış, siyasal tasfiyelere başvurmaktan çekinmemiştir. TC devletinin kurucu gücü ordu’dur, sömürgeci sistemin gerçek sahibi de kendisidir. Cumhuriyeti koruma ve kollama yetkisi sadece ona aittir.27 Mayıs darbesiyle bunu yeniden teyit ettirdiler. MGK,27 Mayıs darbesinin ürünü olarak kurumlaşmıştır. TC devletinde stratejik kararların hepsi MGK’da görüşülür, onay verildiği takdirde “tavsiye kararları”nı dikkate alan siyaset kurumu üzerinden hayata geçirilir. Siyaset kurumunun “tavsiye kararları”nı dikkate almama şansı-hakkı yoktur. TC’de düzen partileri “hizmet”leri ölçüsünde hükümet olabilir, yandaşlarını zenginleştirebilir, devlet arpalığından beslenebilirler ancak “gaflet ve dalalet” içine girip iktidar yasaları ve resmi ideolojiyi sorgulamayı mevcut dengeyi bozmayı denerlerse hem siyasal hem de fiziksel tasfiye tokacından kurtulamazlar.

1960’lı dönemlerin sonlarına yakın sistemin yapısal krizlerinin artmasına paralel toplumsal muhalefet odakları da gelişmeye, siyasal gündeme damgasını vurmaya başladı. Avrupa kıtasında özellikle’de Fransa’da devrimci gençlik hareketinin estirdiği sol rüzgâr Türkiye ve Kürdistan gençliğinde de karşılığını bulacaktır. Vietnam ve Küba ulusal kurtuluş savaşlarının enternasyonal dayanışmanın da güçlü desteğini alarak zafer kazanmaları devrimci iktidar düşüncesinin güçlenmesinde önemli etkisi olmuştur. Türkiye’de öncülüğünü Üniversite gençliğinin çektiği arayış ve eğilimler belirginleşme durumundadır. İşçi ve Emekçi kitle hareketi içinde aynı şeyler söylenebilir. Bağımsız sendikal araçlar yaratma noktasında sergilenen ileri duruş Saraçhane mitingi ve 15-16 Haziran işçi direnişlerinin önünü açmıştır. Kürdistanlı gençlerde, devrimci-demokratik mücadelenin ve Güney Kürdistan’daki ulusal gelişmelerin etkisiyle bilinçleniyor, ulusal kurtuluş ve sosyalizm üzerine düşünce ve eylem oluşturma ihtiyacına göre arayışlarına yön vermeye başlamışlardır. TC devleti, yükselen devrimci muhalefeti etkisizleştirmek ve dağıtmak için sivil-faşist örgütlenmeleri harekete geçirdi. Dinci gericileri de aynı oranda kullandı. TC, anti-sosyalist sisteminin rüştünü emperyalistlere bir kez daha ispatlamak doğrultusunda devrimci güçlere yönelik saldırganlığını yoğunlaştırdı. Mahir, Deniz, İbo’ların şahsında yaşamsallaşan devrim bilinci ve umudunu yok etmek için 12 Mart 1971’de ordu darbesi yapıldı. Türkiye devrimci hareketleri dağıtılarak, direnişçi kadroları katledildi. Ezerek, katlederek ve devrimci mayalanmanın ideolojik moral dayanaklarını parçalayarak sonuç alınabileceğini düşündüler. Ama yanıldılar.

1970’li yıllar Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrim mücadeleleri açısından kitle tabanlarını genişlettikleri, TC devletini daha radikal önlemler almaya zorladıkları aşamalara ulaştıkları bir dönemin adı oldu.12 Eylül 1980’de,ordu darbesi, planlaması ve hedefleriyle öncekilerden daha kapsamlı ve şiddetli saldırganlıkla gerçekleşti. Darbenin bilançosu kısaca aşağıdaki örnekte veriliyor.

650.000 kişi gözaltına alındı.

1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi için idam cezası istendi.

517 kişiye idam cezası verildi.

Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı).

İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.

71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.

14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.

300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.

937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.

3 gazeteci silahla öldürüldü.

Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

39 ton gazete ve dergi imha edildi.

Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

14 kişi açlık grevinde öldü.

16 kişi kaçarken vuruldu.

95 kişi çatışmada öldü.

73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.

43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

Türkiye devrimci -demokratik hareketleri 12 Eylül faşizmi karşısında direnme araçları yaratamadığı gibi sonuçları çok ağır olan ve bugünü de etkileyen yenilgi gerçekliğiyle yüzleştiler. Devrimci mücadeleden kaçış, mültecileşme ve düzeniçileşme olguları Türkiye solunun genelini etkisi altına aldı. İktidar ufku körelen hareketler mücadele alanlarını terk-i diyar ederek kaçışlarını teorize etmekle miatlarını doldurdular.12 Eylül faşizminin kurumlaşmasıyla devrimci damarı daha da zayıflayan Türkiye solunda sağ-tasfiyeci ve sosyal-şoven çizgilerin etkinliği de hissedilir oranda artış gösteriştir.

Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin “80’li yıllarını ve günümüze uzanan mücadelenin özetine bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.

ferhat.ucoluk@gmail.com

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter