Bundan 10 yıl önce bugün Sema YÜCE arkadaşımız gerçekleştirdiği eylemden kurtulamayarak tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Onun anısına 4 yıl önce kaleme aldığım yazıyı bir kez daha okuyucuların ilgisine sunuyorum. Önemli ve tartışılması gereken boyutlarının olduğunu düşünüyorum. 17 Haziran 2008 / M. Can YÜCE
Zilan ve Sema Yüce Yoldaşların Anısına…
Feda eylemleri Ortadoğu siyasal kültürünün çok önemli bir unsuru… 1970’li yıllarda Filistin’de tanık olduğumuz feda-intihar eylemleri, 1990’lı yılların sonlarında Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde de yaygınca gelişmeye başladı. Bugün çeşitli nitelikteki İslami grupların elinde intihar eylemleri çok önemli ve etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Bu değerlendirmemizde biz İslami grupların kullandığı intihar eylemleri üzerinde değil, Kürdistan’da gerçekleşen eylemler üzerinde durmaya çalışacağız.
PKK tarihinde gerçekleşen ilk fedai eylemi Mazlum DOĞAN’ın eylemidir. Ardından DÖRTLER’in eylemi gelir. Ondan sonra bu tür eylemler sayı olarak artar ve 1999 yılına gelindiğinde eylem sayısı artık yüze yaklaşır. Bunlardan en çok tartışılan, politik ve psikolojik etki bırakan 30 Haziran 1996 tarihinde Zilan (Zeynep Kınacı) tarafından gerçekleştirilen eylem oldu. Ardından Sema YÜCE’nin eylemi yankı yaratan başka bir eylem oldu. Ondan sonrakiler ise bu tür eylemlerin bir bakıma “sıradanlaşmasını” sağladı, politik etkileri çok daha sınırlı oldu, giderek o kadar yaygınlaştılar ki artık gündem konusu bile olamadılar. Ama psikolojik olarak Öcalan sisteminin beyinlerde ve yüreklerde, bilinçaltlarında daha derinlemesine yer etmesinde önemli bir rol oynadılar…
Hemen vurgulamalıyız ki, feda eylemlerini ve bunların gerçekleştiği koşulları değerlendirirken her türlü duygusallıktan uzak soğukkanlı bir noktada durmak gerekiyor. Burada iki noktanın birbirinden net ve kesin çizgilerle ayrıştırılması zorunludur. Bu eylemeleri gerçekleştiren arkadaşlarımızın duyguları, onları harekete geçiren idealleri, devrimci yurtsever olmanın koşulladığı feda ruhu, devrime kendisini sınırsız verme, katma isteği ve duygusu her türlü değerlendirmenin üstünde ve tartışma dışıdır. Onlar, gerçekten, insanüstü bir cesaret, feda ruhu ve bağlılık örneğini sergilemişlerdir. Bu özellikleri her zaman devrimciler tarafından örnek alınması gereken temel moral değerlerdir.
Ancak bir de feda eylemlerinin bir “taktik yöntem” olarak ideolojik ve siyasal boyutlarıyla tartışılması gerekir. Bugüne kadar bu konuda “bizim” cephede sağlıklı, aydınlatıcı ve doğru taktik anlayışa götürücü bir tartışma yapılmadı. Yapılanlar ise, eylemleri yüceltme, bunu yaparken doğrular ile yanlışları birbirine karıştırma ve sonuçta bir yanda bu tür eylemlerin yapılmasını istememe ile teşvik etme ikileminde yaratılan bir politik ve psikolojik iklim oldu. Düşünce düzeyinde bu tür eylemlere onay verilmedi, ama ardından yapılan yüceltme değerlendirmeleri bu tür eylemleri özendirici, teşvik edici, özellikle Zilan’ın eyleminden sonra bu tür eylemler, “Önderliğe bağlılığın” neredeyse “tek ölçüsü” görüldü ve gösterildi. “Zilan komutan, ben ise emir eriyim” değerlendirmesi, bunun en somut kanıtı olmaktadır.
Bu konuda sağlıklı bir değerlendirmenin, doğrular ile yanlışların kesin çizgilerle birbirinden ayrıştırılmasının gerekliliğine inanıyoruz. Bu tarih “bizim”, dolayısıyla tarihimizin bu kesitini doğru bir biçimde değerlendirmek, aynı zamanda bizim de sorumluluğumuzdadır. Çünkü biz de kısaca özetlemeye çalıştığımız siyasal ve psikolojik “iklimin” oluşmasına katkıda bulunduk. Bu işin bir boyutu, ancak esas boyutu, bu konuda net bir anlayışa sahip olma zorunluluğudur.
Böyle bir değerlendirme yapmanın, aynı zamanda Zilan ve Sema yoldaşlarımızın anılarına bağlılığın bir gereği olduğuna inanıyoruz. Onlara ve şehitlere bağlılık, aynı zamanda onların yaşam ve eylem çizgilerinin özünü kavramak ve bu kavrayış ışığında bir mücadele çizgisini sürdürmektir. Ancak ne yazık, bugüne kadar yapılan değerlendirmelerin çoğu bu özü yakalamaktan uzaktır, öze yaklaşılan değerlendirmelerde ise saptırıcı öğeler daha baskındır! Bu saptırıcı çabaları da göstermek ve esas özü en yalın bir ifade ile ortaya koymak kaçınılmazdır.
I. Devrimcilik ve Fedakârlık ya da Devrimcinin Yaşam Karşısındaki Duruşu
Devrimcilik, sevgi gibi, hesapsız bir veriş ve akıştır. Hiçbir bireysel beklenti içinde olmadan, kendinden vermek, ideallerine sınırsız akmak, bunu hiçbir hesap içinde olmadan yapmak, devrimci fedakârlık ve feda ruhunu anlatır.
Devrimci, aynı zamanda yaşama tutkuyla bağlıdır, sınırsız bir yaşam sevincine sahiptir. O, ölüme değil, yaşama sevdalıdır! Ama güzel bir yaşama, idealindeki yaşama tutkuludur. Yaşama bağlılık ve yaşama sevinci ile sınırsız feda ruhu, idealleri için kendini hesapsız veriş çelişkili değil mi, bu ikisi birbirini götürmez mi?
Hayır, bu ikisi, yani yaşama bağlılık ile sınırsız feda ruhu, devrimci kişilikte mücadeleci bir bütünlük içindedir. Felsefik olarak bu iki öğe çelişkilidir, ama aynı zamanda mücadele içinde bir bütünlüğü ifade eder. Kemal PİR’in “Yaşamı çok seviyoruz, hem de uğruna ölecek kadar” sözleri bu çelişkili bütünlüğü çok veciz bir biçimde özetlemektedir. Gerçek devrimcilerin yaşam pratikleri bu gerçekliğin kanıtlarını sunmaktadır.
Devrimcilik, aynı zamanda olağanüstü bir yaşam demektir. Yani devrimcilik iddiasındaki bir insan çok olağan bir sosyal yaşam sürdüremez. Bu, her açıdan fedakârlık anlamına gelir. Fedakârlığın en üst düzeyi ise devrimcinin gerektiğinde ve dayattığında gözünü kırpmadan en değerli varlığı olan yaşamını ortaya koymasıdır. Fedakârlık olmadan devrimcilikten söz edilemez. Bir yandan elini sıcak sudan çıkarıp soğuk suya koymayacaksın, olağan sosyal yaşamını sürdürecek, bundan en sıradan bir ödünü vermeyeceksin, ama ardından büyük büyük laf edeceksin. İşte bu olgunun adı devrimcilik olamaz! Bu anlamda devrimcilik, fedakârlıktır tanımı doğrudur.
Devrimci fedakârlık ile yaşama bağlılık aynı bütünün tamamlayıcı parçalarıdır ve ikisi birlikte devrimciliği anlatmaktadır.
II. PKK Tarihinde Devrimci Feda Eylemleri
İlk eylem Mazlum Doğan yoldaşımızın eylemidir. Bu eylemin özününü ve biçiminin çok iyi incelenmesi ve bilince çıkarılması gerekir. Bu eylem hangi koşullarda gelişti, özü ve mesajı neydi? Başka bir biçimi yok muydu, ya da neden böyle bir eylemi seçti? Bu eylem ve biçimi kaçınılmaz bir zorunluluk muydu?
Kimileri, Diyarbakır zindanlarında hiç direnmemiş, bırakalım direnmeyi direnişi aklının ucundan dahi geçirmemiş, ama rahat zeminlere geçtikten sonra en sıradan ahlaki ölçüleri bile ayaklar altına alarak “Raporlar”, “kitaplar” kaleme alanlar, Mazlum Doğan’ın eylemini başka türlü değerlendirdiler, bireysel etkenlerle, psikolojik gerekçelerle açıklamaya çalıştılar. Bu tür iddia ve yaklaşımları ciddiye almak doğru olmaz. Mazlum’un eylemi, mesajı ve özü çok açıktır. Konumuzla ilgili boyutlarına ağırlık vermeye çalışacağız. Önce 1980-81-82 Diyarbakır zindan koşullarına kısaca bakmamız gerekiyor.
12 Eylül Faşist Cuntasının Diyarbakır zindan politikası, TC’nin bilinen Kürdistan politikasının güncelleştirilmiş bir biçimiydi. Bu kez 1970’li yıllarda filizlenmeye başlayan kurtuluş umutlarını yok etmek, Kürt ve Kürdistan davasını Kürdistan zindanlarının karanlık dehlizlerine gömmek istiyorlardı. Amaçları korkunç olduğu için uygulama araçları da akıl almaz boyutlardaydı. Devlet, teslimiyet ve ihaneti dayatıyordu. Dayatılan salt ideolojik ve politik teslimiyet ve ihanet değildi, aynı zamanda bunlarla birlikte en sıradan insani özellikleri, insan onuru ve değerlerini ayaklar altına almayı hedefliyorlardı. Bu politikalarını, Diyarbakır işkencelerinin baş uygulayıcısı Esat Oktay Yıldıran, “Burası bir okul, askeri bir okul, sizler de öğrencisiniz; öyle bir ders alacaksınız ki, biz sizi bıraksak bile siz gitmeyecek ve burada kalmaya devam edeceksiniz” sözleriyle özetliyordu. Yani Esat, en sıradan insani değerlerini yitirmiş, utanç içinde bırakılmış, toplumun yüzüne bakamayacak duruma getirilmiş bir “yığın”dan söz ediyordu. Toplum içine çıkamaz insanlar haline getirilmek isteniyorduk. Bu, sıradan bir teslimiyet ve ihanet değil, bu, insan ve toplum olarak tüm insani değerleri yitirme durumudur! Bu duruma getirilmiş birey ve toplumların bir daha direnmeleri ve ayağa kalkmaları mümkün değildi. Sindirilmiş, korkutulmuş ve daha da kötüsü utanç içinde bırakılmış bir toplum yaratma hedefi, TC’nin geleneksel Kürdistan politikasının güncelleştirilmiş biçimiydi ve bu hedef Diyarbakır zindanlarında uygulanmaya konulmuştu, kısa sürede de sonuca gidilmek isteniyordu.
1981’in Mayıs ayının sonlarında direniş kırılmış, teslimiyet kuralları bütün cezaevine egemen kılınmıştı. 1981’in sonu ve 1982’nin başlarında ise itirafçılaştırma aşamasına geçilmişti ve bu politika etkin bir biçimde uygulanıyordu. Buna karşı mutlaka bir şeyler yapmak, etkili bir tutum almak gerekiyordu!
Ama nasıl?
1981 Direnişi kırılmış, ölüm orucu eylemi başarısızlığa uğratılmış, mahkemelerdeki savunma tavırları yaşanan gerçekliği belli ölçülerde yansıtmakla birlikte sürdürülen politikayı durdurmada herhangi bir etkide bulunmuyordu. Sessiz kalmak, kayıtsız durmak, gelişmeleri oluruna bırakmak demek, teslimiyetin derinleşmesi, ihanetin giderek egemen hale gelmesi, sonuçta TC’nin zindan politikasının başarıya ulaşması anlamına geliyordu. Bu uğursuz gidişe net ve kesin bir tavrın alınması zorunluydu. Bu, çok açık ve tartışmasız… Ama nasıl, hangi biçimde?
İşte can alıcı soru buydu!
Zindan koşullarında eylem seçenekleri son derece sınırlıydı. Yaşanan kısa süreli zindan deneyimi bu seçenekleri çok daha sınırlandırmıştı. Şöyle ki;
Kitlesel bir direniş, ayaklanama vb. bir eylem biçimi olanaksızdı. Bunların kısa sürede olması mümkün değildi. Ancak belli kadroların yapabileceği bir ölüm orucu olanaklıydı; ne var ki, bunun tartışmaları olmakla birlikte ‘81’de yaşanan ölüm orucu deneyimi bu seçeneğe gölge düşürmüş, başarı şansını psikolojik olarak zayıflatmıştır. Bir de bu eylem seçeneğinin tartışılması, planlanması ve kararlaştırılması daha çok zaman alabilirdi, yapılan iç tartışmaların seyri bunu gösteriyordu. Kısacası bu seçeneğin kısa sürede devreye sokulması pek mümkün görünmüyordu. Daha da önemlisi kısa sürede kesin sonuç almak, net ve tartışmasız bir mesaj vermek gerekiyordu. Koşullar ve zorunluluklar bunu dayatıyordu.
Bir halk, onun mücadelesi açısından yaşamsal bir tehlike var ve buna karşı bir şeyler yapmanın zorunluluğu kendisini şiddetle dayatıyor! Böyle bir anda öne çıkmak, hiç kimsenin yapmaya cesaret edemediği, hiç kimsenin göze alamadığı bir eyleme girişmek, tarihte “kahramanlık” olarak anılır. Cesaret ve fedakârlığın en olağanüstü örneğini sergilemek ve böylece dayatılan tehlikeye işaret etmek, bunu kendi yaşamıyla yapmak kahramanlık değilse nedir? Tarihin akışı üzerinde etkide bulunan bu tür eylemlerin bir belirleyici özelliği daha var. Bu tür eylemler, gerçekleştirildiği tarihsel koşullar, yerine getirdikleri rol bakımından tekrarlanamazlar! Belki aynı biçimde başka koşullarda benzer eylemler yapılabilir, ama bu, onların “kahramanlık eylemi” olarak anılması için yeterli bir neden olamaz!
Kahramanlık eylemleri “özel”dir ve tekrarlanamazlar!
Mazlum Doğan’ın eylemi bu türden bir kahramanlık eylemidir! Zindan politikası biçiminde somutlaşan TC’nin imha stratejisine karşı güçlü bir duruş sergilenmiş, direnişin kaçınılmaz zorunluluğunu göstermiş, karşı karşıya bulunan tehlikenin yakıcılığına işaret etmiştir. Her türlü spekülasyonun önüne geçmek ve eylemin politik mesajını net ve kesin bir biçimde vermek için eylemin zamanlamasını 21 Mart Newroz Bayramına denk getirmiştir.
Neden bu eylem biçimi seçildi?
Bu soru ve yanıtı da önemlidir. Bu sorunun yanıtını yukarıda kısacaca özetlemeye çalıştık. Bir kez Mazlum, kısa sürede başarılı, kendi içinde başarısızlık riskini taşımayan bir eylem koymayı zorunlu ve kaçınılmaz görüyordu. Kendini asarak yaşamına son verme eyleminin kimi çevreler tarafından yanlış yorumlanabileceğini biliyordu, ama bunu kesin bir biçimde önlemenin yolunu da düşünmüştü; eylemi 21 Mart Newroz’una denk getirmişti. Kesin sonuç alma ve “sıfır” başarısızlık riskiyle davranma gereği, hem yaşanan yenilgi deneyimi, hem de devletçe dayatılan tehlikenin büyüklüğü tarafından belirleniyordu. Ölüm orucu, anılan beklentilere denk düşmüyordu. Kendini yakma eyleminin malzemesi yoktu. Dolayısıyla var olan malzeme ve olanaklarla bildiğimiz eylemi gerçekleştirdi.
Gerçekten de Mazlum yoldaşın eylemi doğru okunmuş, mesajı ikirciksiz alınmış ve onun çizgisi esas alınarak zindan direnişlerinde yeni bir dönem açılmıştır. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu, Mazlum Doğan Eyleminde ortaya konulan çizginin en örgütlü ve sonuç alıcı bir somutlaşmasıdır!
Mazlum Doğan’ın gerçekleştirdiği devrimci feda eylemi, görüldüğü gibi, gereklik ve kaçınılmaz zorunluluğun kendisini yakıcı bir tarzda dayattığı koşullarda, olanaksızlıkların egemen olduğu bir zeminde, soluk almanın bile işkence konusu olduğu bir ortamda gerçekleşmiştir. Zorunluluklar kendini bu düzeyde ve nitelikte dayatmasaydı, çıkış için başka yol ve seçenekler olsaydı bu türden bir eylem konulmazdı.
Bütün bu genel özetten ortaya çıkan sonuç şudur: Devrimci feda eyleminde kendini feda etmek tek başına bir ölçü değildir. Elbette bir ideal uğruna yaşamını ortaya koymak, bir amaç için yaşamını feda etmek çok önemlidir. Bunlar çok soylu değerlerdir. Bununla birlikte içinde geçilmekte olunan tarihsel koşullar ve zorunluluklar, bu türden eylemler dışında başka eylem biçimlerine, başka çıkışlara olanak tanımaması durumu belirleyici niteliktedir. Böyle bir tarihsel zorunluluk karşısında konulan feda eylemleri, aynı zamanda, “Kahramanlık Eylemi” adını almaya da hak kazanır.
Mazlum’un eylemi bu türden bir eylemdir!
Tekrarı da mümkün değildir!
Dörtlerin Eylemi de bir devrimci feda eylemidir. Onlar, Mazlum Doğan’ın eyleminin mesajını alarak direniş mesajını ve çağrısını bedenlerinde yükselttikleri alevlerle büyüttüler. Mazlum çığır açtı, Onlar, çığırı büyüttüler. Mazlum’un eylemine rağmen teslimiyet ve ihanet politikası doludizgin yol alıyordu, dolayısıyla her türlü eylem ve duruşla buna karşı tavır almak tartışmasız gerekli ve zorunluydu. Dörtlerin eylemi gerçekleştiği dönemde feda eylemleri dışında eylem biçimlerini ortaya koymak hemen hemen olanaksızdı. Her şeyden önce gözetilen mutlak başarıdır. Eylem mutlaka başarıya ulaşmak durumundadır, başarısızlık, eylemi koyanlar açısından önü alınamaz bir süreç başlatabilirdi. Bundan dolayı eylemin başarısı esas alınmış, düşünce aşamasında bu belirlenmiş ve iç örgütlenme buna göre yapılmıştır. Dörtler seçtikleri eylem biçimiyle başarıyı kesinleştirmişlerdir. Bir de Mazlum’a bağlılığın bir gereği olarak onun seçtiği eylem biçiminin aynısını seçmişler ve hazırlıklarını buna göre yapmışlardır. Dörtler, Mazlum’un kedisini yakarak feda eylemini gerçekleştirdiğini biliyorlardı…
Ölüm orucu eylemleri “Feda eylemi” olarak değerlendirilemez. Ölüm orucunda zamana yayılmış bir “ölüm yollu” seçiliyor, bu nedenle çok daha büyük acıları yaşamak kaçınılmazdır; ama buna rağmen bu eylem sürecinde ve sonunda “ölüm” gerçekleşmeyebilir. Eylemin taleplerinin gerçekleşmesi durumunda eyleme son verilir. Böylece ödenen bedel feda eylemlerine göre daha sınırlı olur.
Daha sonraki dönemlerde çeşitli alanlarda gerçekleştirilen eylemler var. Kendini yakma, bombalaştırma gibi… Bu eylemler bir taktik anlayışın ürünü müydü? Merkezi bir planlamanın sonucu muydu? Bir çırpıda bu sorulara “evet” yanıtını vermek mümkün değildir. Bu anılan eylemlerde göze çarpan ilk özellik, “bireysel inisiyatif ve kararla” gerçekleştirilmiş olmalarıdır. Bunda, hiç kuşkusuz, Mazlum ve Dörtlerin eylemleri çok önemli düzeyde etkili olmuştur. Yine bunun yanında eylemlerle ilgili yapılan yüceltici değerlendirmeler ve bu temelde oluşturulan kültür çok önemli bir itici güç olmuştur. Bu anılan kültürün çok önemli bir bileşeni daha var. Kısaca şöyle:
Öcalan çözümlemelerinde kadro ve parti çalışanlarına yönelik yapılan en önemli suçlama ve aşağılama etkeni “başarısızlıktır”. Öcalan anlayışında başarılı olmak olanaksızdır. Bir tek başarılı kişi vardır, o da kendisidir. Bir de “şehitler başarılıdır”, ama onlar da kısmen… Bu başarı da aslında kendisine aittir! Şehitler, onun ancak kısmen gerçekleşmeleridir. Kısacası Öcalan sisteminde ve jargonunda başarılı olmak, şehit olmaktan geçiyor. Bu yaklaşım, kuşkusuz kadroları politik ve psikolojik olarak zorlamıştır. Kendini devrime vermek için gelen kadrolar, elbette her açıdan kendini katmak ve bunun sonucu başarılı olmak isterler. Ama başarı ise şehit olmanın dışında neredeyse olanaklı değil. Böyle bir kültürel hava, kadroları etkilemiştir. Kuşkusuz gerçekleşen feda eylemlerini sadece bu kültürel havayla açıklamak doğru olmaz, ama Öcalan sisteminin bu mekanizması ve siyasal kültürünün son derece zorlayıcı olduğunu vurgulamak durumundayız.
Bir de çatışmalarda kurtulma şansı bulunmayan gerillaların düşmanın eline sağ geçmemek için son kurşunu kendilerine sıkmaları, son bombayı kendinde patlatmaları veya bir uçurumdan kendilerini atmaları biçiminde gerçekleşen feda eylemler vardır. Bu eylemler de kaçınılmaz zorunluluğun bir gereğidir ve gerçek anlamda fedakârlık ve cesaretin en soylu örneklerdir. Bu eylem örnekleri başka tarihsel dönemlerde ve ülkelerin pratiklerinde de gerçekleşmiştir. Dolayısıyla her zaman takdir ve övgüyle anılmışlardır.
Zilan (Zeynep Kınacı) arkadaşın eylemi ve etkileri partilileri, halkı çok yönlü etkilemiştir. 30 Haziran 1996 tarihinde kendine bağladığı bombalarla bir özel savaş askeri birliğinin içine dalan, üzerindeki bombaları patlatan, onlarca askerin ölümüne ve yararlanmasına neden olan Zilan’ın eylemi, politik ve psikolojik sonuçları geniş ve derin bir eylem oldu. PKK tarihinde bu türden eylemlerin ilki olması nedeniyle geniş yankılar uyandırdı. Dost ve düşman cephesinde çok yönlü tartışmalara yol açtı. Bugün bu eyleme bir kaç açıdan bakılabilir. 1996 yılına gelindiğinde gerilla mücadelesinde bir tıkanıklığın olduğu görülmektedir. Öcalan, bir yanda devlete ve sisteme “uzlaşma” sinyallerini göndermeye çalışırken, bir yandan da intihar eylemlerinden söz etmekte ve böylece ciddiye alınması için gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Söz düzeyinde intihar eylemlerinden söz edilmesine rağmen bu konuda henüz bir taktik karara ulaşılmış değildir. Zaten bilebildiğimiz kadarıyla bu konuda taktik bir karara ulaşılmamış, Öcalan’ın yakalanmasından sonra belli kararlar alınmış ve bu bağlamda hazırlıklara ve bazı pratik yönelimlere başlanmıştır.
Zilan arkadaş bu dönemde kendini daha çok katmak ve özel savaşa darbe vurmak istemektedir. Bu amaçla feda eylemini yapma kararını alır ve bunu Dersim’de gerçekleştirir.
Eylemin temel özelliği, özü düzen içi arayışlara, “siyasal çözüm” olarak formüle edilen “uzlaşma” anlayışlarına karşı alınan net tavırdır. Zilan’ın eylemi, düzen içi anlayışları değil, devrimci çizgiyi anlatır.
Eylemden önce eylemin amacını ortaya koyan bir ses bandını ve bir mektup bırakır. Yazdığı mektupta Öcalan’a dönük yüceltici sözler eder, bağlılığını belirtir ve “büyük eylem sahibi olma” istediğini vurgular. O günün siyasal ve psikolojik ortamında böyle bir mektubun yazılmasının yadırgatıcı bir yanı yoktur. Öcalan, bu mektubu ve eylemi kendi sistemini daha da perçinleştirmede ve derinleştirmede kullanmıştır. Bu noktaya geleceğiz. Ancak önce bir noktanın altını çizmemiz gerekir. Burada Zilan’ın eylemi ve mektubunda dile getirdiği duygu ve düşünceleri, Öcalan ile açıklamak, ona ait görmek, onun için yapılmış bir eylem olarak değerlendirmek yanlıştır. Yanılsamalı da olsa Öcalan o dönemde bir asmboldür ve yapılanların, söylenenlerin onun adına bağlanması anlaşılır bir durumdur. Yani ne Zilan ne de başka bir arkadaş, kendilerini Öcalan için feda etmediler! Onlar, inandıkları devrim davası için her şeylerini verdiler. Yanılsamalı da olsa Öcalan’ı bu davanın bir asmbolü olarak algıladılar ve eylemlerini ona bağladılar. İşin özü bu, ancak her konu ve gelişmeyi kendi iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak değerlendirdiği gibi, Zilan’ın eylemini de böyle değerlendirmiş, “özelleştirmiş” ve kendisine mal etmiştir. Bununla yetinmeyerek bu eylemi partililer, özellikle kadın arkadaşlar için “Önderliğe bağlılığın” temel bir ölçüsü haline getirmiştir. Dar anlamda ve özü boşaltılmış olarak bu ölçüyü “Zilanlaşma” olarak formüle etmiştir. Bu ideolojik ve psikolojik bombardıman altında kalan kadın arkadaşlar büyük bir sıkışmayı yaşamış ve “Zilanlaşma”nın arayışlarına girmişlerdir.
Öcalan tarafından eylem bu tarzda ele alındığı için ve diğer partililer de bu genel havayı güçlendiren bir yaklaşım içine girince eylemin esas hedefleri ve yönleri arkaya plana itilmiş ve giderek unutturulmuştur. Taktik planda bu konuda süren belirsizlik ve boşluk eylemin etkisini süreç içinde yok etmiştir. Zilan’ın eylemi Öcalan iktidar sisteminin güçlendirici bir etkeni haline getirilmiştir. Özellikle bu sitemin kültürel ve psikolojik olarak tabulaştırılmasında bu kullanma yönteminin payı çok büyüktür.
Yukarda da vurguladığımız gibi, Zilan’ın eylemi merkezi bir taktiğin ve planlamanın bir sonucu değildir. Eylem tamamen bireysel kararın bir ürünüdür ve devrimci duygu ve düşüncelerin bir sonucudur. Ancak eylemin özü Öcalan tarafından saptırılmış ve eylemin kadrolarda ve halkta yarattığı büyük etkiyi kendi sistemini derinleştirmede, mutlaklığını bilinç ve bilinçaltlarına işlemde kullanılmıştır.
O koşullarda Zilan türündeki eylemler kaçınılmaz mıydı, Mazlum Doğan’ın eylemi gibi olmazsa olmaz türünden bir zorunluluğun gereği miydi?
Hayır!
Çok açık ve net olarak vurgulamalıyız ki, o dönemde bu türden eylemler kaçınılmaz değildir. Bu arkadaşlar tamamen devrimci yurtsever duygu ve düşüncelerle hareket etmiş ve her ketsen daha fazla kendilerini katmak istemişler, fedakârlık ve cesaretin en üstün örneklerini göstermişlerdir. Ama politik ve askeri açıdan bu eylemler kaçınılmaz değildir. Bir taktik olarak kararlaştırılmadıklarına göre, yapılacak değerlendirmeler bu gerçekliği net bir biçimde ifade etmeliydi. Ama bilindiği gibi, Öcalan olayın taktik ve politik yönleriyle ilgili değildi, o, kendi sistemini daha da derinleştirmenin çabası içindeydi, bir de kendi adının anıldığı, kendi adına adanan bu tür eylemleri kullanma fırsatını kaçıramazdı, yaptığı da en bayağı bir fırsatçılık ve kan emicilik olmuştur!
Sema Yüce arkadaşın eylemi de bir bakıma Zilan arkadaşın eyleminin bir devamı niteliğindedir. Hemen vurgulamalıyız ki, Sema arkadaşın Öcalan’a yaklaşımı ideolojik ve politiktir. O güne kadar hepimizin Öcalan algılayışı Sema arkadaş tarafından da paylaşılmıştır. Sema arkadaş, devrime ve sosyalizme kendisini herkesten daha fazla vermek, kadın özgürlüğüne kendisini katık yapmak istiyordu. “Kadının da yoldaş olabileceğini” ve bu davada büyük başarılara imzasını atabileceğini bu eylemiyle kanıtlamak istemiştir. Sema arkadaşımızın eylemi üzerinde çok spekülasyon yapıldı, sayısız saptırılmada bulunuldu. Ancak bunlar üzerinde durma gereğini duymuyoruz. Sadece Sema arkadaşın eylemi her açıdan belgelenmiş bir eylemdir, bu belgelerin tümü de arşivimizde durmaktadır.
Devrim, sosyalizm ve kadın özgürlüğü davası Sema’yı ve eylemini belirleyen temel temalar olmuştur. Bunun bir sonucu olarak teslimiyet ve ihanete karşı tavır Sema’nın eyleminde çok net ve somuttur. Zilan ve Sema, onların eylemleri, bu düzene sığmaz, “Barış” olarak adlandırılan İmralı ihanetinin payandası yapılamaz! Öcalan’ın ise bu ana temaların yanılsamalı asmbolü olmanın ötesinde bir anlamı olmamıştır. “Dışarı”da bu eylemleri yücelten ve kendi iktidarını derinleştirmede kullanan Öcalan, İmralı’da aşağılar; “yetersiz bilinç ve anormal duygular”la açıklamaya çalışarak devlete hizmette kusur etmemeye özen gösterir.
Sema’nın eyleminde Zekiye Alkan’ın eylemi önemli bir yer tutar. Zilan ise bu konudaki eğiliminin karar düzeyine çıkmasına yol açar. Kuşkusuz bu konuda çok daha geniş değerlendirmeler yapmak mümkün, ama konumuzla ilgili bu kadarı yeterlidir.
Sema arkadaşın eylemi de merkezi bir planlamanın bir ürünü değildir, taktik bir planın da bir gereği değildir. Kuşkusuz anılan eylem, politik ve askeri olarak kaçınılmaz ve zorunlu değildi.
Zilan’ın eyleminde olduğu gibi Öcalan bu eylemi de tam bir fırsatçılıkla değerlendirmiş ve kendi sistemini derinleştirmede ve bilinçaltlarına kazımada kullanmıştır.
Öcalan’ın Suriye’den çıkmasından sonra kendini feda eylemleri başladı. Bunda oluşan, oluşturulan duygusal iklimin payı büyüktür. Aynı zamanda Öcalan’ın o güne kadar yarattığı yanlış bilinç de bunda diğer önemli bir etkendir. Öcalan’ın hep beyinlere ve bilinçaltlarına kazıdığı şudur: “Bütün değerleri ben yarattım, bütün gelişmeler benimle mümkün oldu; ben olmazsam her şey biter!” Bu yanlış bilinç, Öcalan’ı koruma ve yaşatma reflekslerini harekete geçirmiştir. Kuşkusuz bu eylemleri geliştiren arkadaşlarımızı özünde harekete geçiren Kürdistan davası, onun özgürlük istemleridir.
Anılan bu süreçte gerçekleşen eylemlerin Mazlum, Dörtler, Zilan ve Sema’nın eylemleriyle benzerliği sadece biçimdedir. Bu eylemler, özel bir dönemin psikolojik koşullamasının bir sonucudur. Bu eylemler bir yandan merkezi olarak önlenmek istenmiştir, ama bir yandan da teşvik edici yaklaşım devam etmiştir. Bu türden eylemler, bir taktiğin gereği olmadığı gibi politik etkileri de son derece sınırlı kalan eylemlerdir, sayılarının artması sıradanlaşmasına da yol açmıştır. Somut durumu ve etkileri ne olursa olsun, bunca büyük bedel ve fedakarlık, teslimiyet ve ihaneti değil, davada ve değerlerde ısrarı, devrimci çizgide dönülmez bir direnişi koşullar. Ne var ki, Öcalan hiçbir değere bağlı kalmadığı gibi, anılan süreçte ortaya konulan kendini feda eylemlerine de ihanet etmede bir beis görmemiştir!
Öcalan’ın yakalanmasından sonra kararlaştırılan ve belli yönleriyle pratikleştirilen eylemler ise iyi planlanmadığı, iyi hazırlanmadığı için askeri açıdan başarısız kalan eylemler olmuştur.
III. Sonuç
Feda eylemlerinin, mutlaka kaçınılmaz bir zorunluluğa oturması gerekiyor. Bunun dışında yapılması ve tekrarı olmamak durumundadır.
Evet, devrimci fedakârlık, kendini feda duygusu, cesaret bir devrimcide olması gerekli soylu duygulardır ve kaynağını özünde ideolojik ve politik bilinçten, bir davaya adanmışlıktan alır. Ama bu noktada da devrimciler, zor ve uzun vadeli mücadele yolarını benimasmek, kendilerini milim milim katık etmek, bu konuda feda ruhu ile uzun soluklu yürüyüşü birleştirmek durumundadırlar!
Temmuz 2004