Bu kadar çok yalnızlık olan ülkede, güzellikten bahsetmek için bir 16 Haziran daha görmek gerektir
Sadece bizlerin değil, ağaçların, kuşların, Ilgaz Dağı’nın, yerli malının da yurdu olan Türkiye’miz bıraktığımız yerden devam ediyor.
At ulan o golü!
İsviçre maçında Türkiye’ye gol atıp da sevinmeyen Türk kökenli futbolcuyla başlayalım. Bir sezon önce Galatasaray’a alınan ama Şükür ekibinin içine alınmayan Hakan Yakın gol atıp da sevinmeyince çok duygulandı ülkemiz. Örneğin, Brezilya’ya gol atıp da sevinmese Mehmetleşen Marco Aureluo’ya tepkimiz ne olurdu ya da İsviçreliler ne kadar da olgun karşıladı Hakan Yakın’ın sevinmeyişini demedi tabii. Bizden yanaysa, her halükarda iyiydi. Bize karşı bir şey varsa sinirlenirdik hemen. Kaçırdığı ikinci golü bilerek kaçırdığı söylentileri de çıktı hemen Hakan Yakın’ın. Paranoyak bir memleket Türkiye uzun süredir, malum. Ama bu söylentiyi İsviçre’den duymadık; oysa oradan duymamız gerekirdi sanki. Bir düşünelim Marco’nun attığı gole sevinmeyip ikinciyi kaçırdığını. Neler olurdu? Üstelik bununla da sınırlı değil, Türk’ün Türk’e ettiği. Kadrodan çıkarılan üç futbolcudan ikisi Alamancı tabir ettiğimiz gurbetçi çocukları. 2002 dünya kupasında da kadro dışında bırakılan İspanya’da oynayan ve gurbetçi olan Tayfun’du mesela. Bu çocuklar, Türkiyemiz’in Türkleri tarafından hemen dışlanabiliyor. Zira kendileri hem Türk görülmüyor belki, hem de muhtemelen kime nasıl yalakalanacaklarını pek bilmiyorlar. Kodaman dayıları da olmuyor arkalarında. Sonra ne oluyor? Memleketi bize rağmen seviyorlarsa duygulanıyoruz; sevmiyorlarsa kızıyoruz. Yalnız ve güzel ülke denilen yer burası işte. Yalnızlaştırmalar ülkesi.
Sev ulan Atatürk’ü!
Bu yalnızlığa biraz daha yakından bakalım. Nuray Bezirgan isimli türbanlı kız, geçtiğimiz günlerde Atatürk’ü değil de Humeyni’yi sevdiğini açıkladı. Daha doğrusu açıklamadı da ‘Atatürk’ü seviyor musun?’ ucubeliğine maruz bırakıldı, “başıma bir şey gelmeyecekse hayır” dedi, daha ağır bir cevap olarak. Cumhuriyet zorbalığına tamamen tepkisel olarak verdiği cevaplarla, linç edilip ‘Müslüman Azize’ mertebesine çıkarılmasına ramak kaldı. Kanada’ya ilticacılığından ıncığına cıncığına kadar ortaya serilerek, bel altı çalıştı Türk basını. Koca koca gazeteler, kızı şişlemek için manşetler atıp durdu. Neymiş, Atatürk’ü sevmiyormuş. Oysa fotoğrafın bu kadarına bakmak bile Atatürk’ü neden sevmediğini anlamak için yeter. Ağzında bir Atatürk lafı, her haltı yiyen, her zorbalığı eden insanlar yüzünden, eğer Atatürk’ün kendisi yüzünden değilse bile. Ayrıca sevmek denilen bağ, en görünmez, en kendiliğinden, en iradi olmayan bağ türü olsa gerek. Seveceksin ulan! diye bağırıyor beton kafalar. Bu yüzden sevmiyor işte Atatürk’ü genç kız. Karşısına Humeyni’yi koyması da tamamen provokasyon sonucu; Kemalist provokasyon. Atatürkçülere acı verme isteği. Alın size, Humeyni’yi seviyorum da Atatürk’ü sevmiyorum. Sonra cevap geliyor: nankör. İşte güzel ülkenin güzelliği burada. Kendisinin yaptığı her şey mubahtır ona. İstediğini asar, istediğini keser. 33 köylüyü kurşuna dizdiren komutana birliğin adını ısrarla vermeye kalkar. Benzer bir şey başına gelse, faili cehennemden bile kovulur onlara kalsa. Hem belki diyorum, bu türbanlı kızlar, kazansalar devlete karşı modern yaşam haklarını, belki ailelerine de itiraz edecekler. Çok mu uzak?
Öleceksin ulan!
Ama güzellik tek suçu değil bu ülkenin, yanız da ülke. PKK’nin Dağlıca baskınında hayatta kalmayı başaran askerlerden Hasan Tarkan, Hakkari’de mayına basarak hayatını kaybetmiş. Savaşın, bir insanı, bir üniformayı ne kadar ısrarla kovaladığını gösteriyor bize. İnsanların, ölüm tarlasına sürülmesinde ne kadar ısrarla davrandığını, Allah zeval vermesin devletimizin. Hani, ölene kadar cepheye sürüyorlar çocukları. Onlara ölmeyi emrediyorlar. Atatürk sevilsin ki biz de sevilelim istiyorlar. Ama işte, sevilmiyorlar. Onlar da bu yüzden yalnız.
Sustur ulan o çanı!
Yalnız insanımızın durumundan pek şikayeti yok. Erzurum’da bozulan bir meydan saati yaptırılmıyormuş. Zira bu saat kilise çanı gibi her saat ‘çın çın’ ötüyormuş. Bu da dini bütün Erzurumlular’ı rahatsız etmiş tabi. Saatin tarihi, kültürel önemini dinlememiş, ne ulan biz Hıristiyan mıyız? diye celallenmişler. Ermenilerin yaşadığı topraklarda yaşamaktan mı geliyor bu hassasiyet bilinmez ama, her kurtuluş gününde düzenlenen tiyatrolar geliyor insanın gözü önüne. Mutlaka ki Müslüman’dır Erzurumlular. Şahsen benim hiç şüphem yok.
Doğur ulan erkeği!
Bununla bitmiyor memleket insanı. İkinci çocuğuna hamile olan karısının yine ‘kız doğuracağını’ öğrenince karısını ölesiye döven insanların da ülkesi burası. Üzülmüş adamcağız bir tosunu, potansiyel bir Yasin Hayal’i olmayacağı için belki. Ama biz sevinmeliyiz sanırım. Kız, eğer doğmayı ve hayatta kalmayı başarabilirse canavar olmayacak.
Benim basının işini bilir
Basınımızın farkı ise memleketten de güzel olmasının dışında yalnız olmaması. Algısı dışa açık basınımızın. Sanırım Çin’de sırtında penisler doğan çocuğun resminde, penisi buğulama hassasiyeti örnek bir güzellik ve dışa açıklık mesela. Ne de olsa ahlak diye bir şey var. Suudilerin, düzenlenmeye başlayacak özel uzay seferleriyle uzaya akın etmesi de gözde haberler arasında. Sonra ise muhtemelen uzayda duyulan ezan sesleri başlayacak. Bir de Carla Bruni var tabii. Sarkozy’nin eşi. Kendisi bir şarkı yazmış ve şarkıda ‘Kolombiya’nın kokaini, Afganistan’ın eroini gibisin’ türünde bir söz varmış. Kolombiya ayağa kalkmış (niye?). Ancak Afganistan’dan ses çıkmazmış niyeyse… Bir de iç meseleler var tabii gündemimizde. Malum günümüzde basın ikiye ayrılıyor. Vakit ve diğerleri. Vakit bağlamış Türk basınının kıçına tenekeyi sallayıp duruyor. Rivayete göre sanılandan çok daha fazla kayıt varmış elinde Vakit’in ve bu kayıtlar, efendime söyleyeyim, gazetecilerle anayasacıların arasındaki bağlantıları gösterir nitelikteymiş. E hükümetin gazetesi var da liberallerin yok mu? Ordu içindeki liberaller, anlaşılan Taraf gazetesini pek sevdiler ve Kara Kuvvetleri Komutanı, müstakbel Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile Anayasa Başkanvekili Osman Paksüt’ün gizli bir görüşme gerçekleştirdiğini üfürüklemiş. Hani şu beni takip ediyorlar diye yaygarayı basan hakim. Bu görüşme o kadar gizliymiş ki birlikteki kameralar bile karartılmış. Üstelik bu görüşme, kapatma davası açılmadan sadece 13 gün önce gerçekleşmiş. Bak sen…
Kapat ulan o partiyi!
İlker Başbuğ demişken devam edelim. Yaklaşık bir buçuk iki ay önce gazeteler hemen starlaştırdı Başbuğ’u, filozof asker diyerekten. Nato görevleri de dahil başarılı sicilini aktarıp, çocukluğunun geçtiği Kuleli dönemlerine kadar uzanan, anne tarafı asker ve komşuları azınlıklardan gelen Başbuğ’a bir sürpriz de Vakit yaptı. Vakit gazetesi, İsrail’deki Ağlama Duvarı’nın önünde isim vermeden bir bürokratın resmini yayınladı. Bürokrat İlker Başbuğ’a olan benzerliğiyle dikkat çekiyor. Tabii ima hemen yerine gidiyor: Yahudi, mason, sabetayist. Ama görünen o ki, erken başlamış faaliyete İlker Paşa.
‘İdare et bizi be hocam’
Askerlerle devam edelim öyleyse. Geçenlerde gördüm, bir Türk paşası zamanında Varşova Paktı’na katılsaydık NATO yerine şimdi AB üyesiydik demiş. Kendince çok haklıdır eminim, ama işte Türk’ün ve devletinin bakış açısını anlatan bir örnek. Sanki NATO’ya katılma nedeni ABD’ye jest yapmakmış da, Varşova Paktı’na katılmak da kendileri için mümkünmüş de gibiymiş de… Ayrıca AB’yi hem bir ‘uygarlık projesi’ olarak değerlendirip hem de ABD torpiliyle girmeye çalışmak da başka bir işgüzarlık örneği. İşte yalnız ülkemizin, yalnız yöneticileri.
‘Pıssss… Bana müsade’
Ve haftanın olayı eski anarşist, sonra yeniden Alevi Reha Çamuroğlu’nun AKP’den istifası. Alevilerin ‘bozuk düzende sağlam çark olunmaz’ sözlerine rağmen askere karşı AKP’ye sarılan liberal solcuların izinden giden Çamuroğlu, görevinden istifa etmiş ve ederken de sormuş: kaç Alevi vali var? Ben Alevilerin kaçı kaypak değil, kaçı pısmamış bilmiyorum ama bu ülkede elbette aleviler de yalnız.
Dolayısıyla bu kadar çok yalnızlık olan ülkede, güzellikten bahsetmek için bir 16 Haziran daha görmek gerektir.
15 Haziran 2008