Üçüncü Dünya Postmodernizmi’nin son halkası / Soner TORLAK
Soner TORLAK, Hugo Chavez’in de sık kullandığı bir kavramı, kuramcısı Heinz Dieterich’i karşısına alarak eleştiriyor: “Dieterich göre 21. Yüzyıl Sosyalizmi, şu dört bileşenin hayata geçirilmesi sonucu varılacak olan bir sistem: Demokratik planlı eşdeğerli ekonomi, doğrudan demokrasi, akılcı-etik-estetik özne ve katılımcı kurumsallık.”
İlk defa Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu’nda Hugo Chavez tarafından telaffuz edilen 21. Yüzyıl Sosyalizmi kavramı, küresel ölçekte ciddi bir yankı uyandırdı. Birçok ülkedeki komünist ve sosyalist partiler, 21. Yüzyıl Sosyalizmi açılımını benimasme eğilimi gösterdiler, farklı siyasi görüşlerden birçok aydın, akademisyen ve siyasetçi bu yeni kavramı selamladı.
Kavram, kısa zaman sonra Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez’in danışmanlığını da yapmış olan Alman asıllı akademisyen Heinz Dieterich tarafından kuramsal bir çerçeve içinde de sunuldu. Burjuva uygarlığının sonunun geldiğini ilan eden Dieterich, bunun yerini eski sosyalist deneyimlerin hatalarını tekrarlamayacak, çoğulcu, katılımcı ve demokratik bir post-kapitalist düzenin alacağını iddia ediyor ve bu yeni düzenin ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel çerçevesini çiziyordu.
Ben, Dieterich’in sunduğu “kuram”ın ciddi sakatlılarla malûl olduğuna ve ’80 sonrası en önemli örneklerini sunan post-modern toplum kuramlarından bir olduğuna inanıyorum. Burada Dieterich’in her teziyle tek tek hesaplaşmak yerine, “kuramı”nı belirleyen temel bileşenler üzerinden bir tartışma yürütmeyi daha anlamlı buluyorum.
I) Kuramsal Çerçeve
Dietrich’e göre 21. Yüzyıl Sosyalizmi, şu dört bileşenin hayata geçirilmesi sonucu varılacak olan bir sistem: Demokratik planlı eşdeğerli ekonomi, doğrudan demokrasi, akılcı-etik-estetik özne ve katılımcı kurumsallık. Baştan belirteyim ki, her bir bileşenin hayata geçebilmesi önceki bileşenlere bağlıdır.
Demokratik planlı eşdeğerli ekonomi: Dietrich’e göre; Pazar’ın istikrarsız, demokrasi karşıtı ve doğası gereği barbar tavrı, yani ulusal ve uluslararası ekonomi seçkinlerince eşgüdümü sağlanan yarı-anarşik bir ekonomi tipi olması nedeniyle halkın ihtiyaçlarına cevap veremez durumdadır ve yerini post-kapitalist ekonominin en karmaşık altyapıya sahip olanı olan “eşdeğerli ekonomi”ye bırakmalıdır. Bugüne kadar tarihte planlamış bir ekonomi var olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. Bununla beraber Dietrich, bilgisayar teknolojisinin, geldiği noktada, bütün vatandaşların ürettiği ürünlerin, hizmetlerin ve emeğin ölçülebilir hale getirdiğini ve ekonomik planlamanın her zamankinden çok daha kolay olduğunu belirtmektedir. Peki kapitalist ekonominin temel bileşenlerinden biri olan “emek-değer yasası”na ne olacaktır? Dietrich’e göre, bu yasanın yerini “eşdeğerli emek sarfının takası” alacaktır. İleri teknoloji sayesinde emeğin yarattığı “nesnel” değer tam olarak belirlenecek ve siyasi iktidar sayesinde de eşdeğer değerler takas edilecektir. Ancak yine de bazı stratejik alanlarda değer üzerinden çalışma yapılabilir. Burada da eşit işe eşit ücret geçerli olacaktır. Aksi takdirde sömürü olur.
Doğrudan Demokrasi: Dieterich’in burjuva demokrasisinin yerine geçmesi gerektiğini söylediği doğrudan demokrasi, yine teknolojinin sağladığı imkânlar üzerinden ve eşdeğerli ekonominin yerleşmesi sayesinde var olacaktır. Mevcut teknolojik ve ekonomik koşullar, halklara yüzlerce yıldır gasp edilen haklarını geri alma fırsatı tanımaktadır. Dietrich, Atina’da başlayan demokratik katılım döngüsünün, tüm vatandaşların “elektronik elverdikçe” etkin ve bilinçli olarak kamu kararlarına katılması sayesinde tamamlanacağını iddia etmektedir (“insan elektrikler kesilirse ne olacak?” diye sormadan edemiyor).
Akılcı-Etik-Estetik Özne: Eşdeğerli ekonomi ilkeleri, toplumda bencilliğin, mülkiyet hırsının ve sömürünün yeniden üretilmesinin kurumsal mekanizmalarını tasfiye edeceği için, insanlar (özne), bu burjuva dejenere kurumlardan kurtulmalarıyla birlikte gerçek demokrasinin içinde akılcı (bilim), ahlaki (etik) ve estetik (sanat) yeteneklerini tümüyle geliştirecek bir ortama sahip olacaklardır. Burjuva kurumlarla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki ayrım, zengin-yoksul ayrımı, ırk-cinsiyet ayrımı ve köy-kent karşıtlığı da aşılmaya başlanacaktır ve insan kendini gerçekleştirme yolunda hiçbir kurumsal engele takılmadan kendisini ve toplumunu geliştirebilecektir.
Katılımcı Kurumsallık: Kısaca toplumda kötü bir davranışı, inancı ya da faaliyeti yok etmek için önce onun kurumsal altyapısını ortadan kaldırmak gerekir ve kısaca halkın yönetime katılabilmesi de ancak gerekli kurumsal yapı oluşturulabilinirse mümkün hale gelir. Önemli olan hızlı ve mekanik bir dönüşüm gerçekleştirmek değil, devrimi ve devrimci değerleri yavaş da olsa kurumsallaştırmaktır. Bu kurumsallaştırma, tek başına devrimci öznenin yaptığı bir şey değil, devrimci özneyle halkın karşılıklı olarak hayat geçirdikleri bir şeydir. Burada devlet bir sınıf devleti değildir. Devlet bütün toplumu temsil edecek bir yapı olarak dönüşecektir. İnsanlar, çalışma saatlerinden artı-değer üretip üretmeyeceklerine kadar her şeye kendileri karar vereceklerdir. Ne seçkin bir sınıf ne de ekonomik sömürü olacaktır.
Dieterich’in formüle ettiği 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ne geçiş dönemi, kapitalist gerçeklik ile katılımcı demokrasinin kurumsallaşmasının bir arada var olacağı bir dönemdir. Buna göre, öncelikle burjuva toplumun yeniden üretilmesini sağlayan ilişkilere, katılımcı demokrasiye uygun alternatif ilişkiler (Dieterich “karşı ilişkiler” diyor) aşağıdan yukarı örgütlenmeye başlanmalıdır. Burada “önce demokratik sonra sosyalist” gibi bir sıra yoktur, dönüşüm burjuva toplumun ve kapitalist sistemin içinde gerçekleşecek ve sürecektir. Bu dönüşümün öznesi ise “birçok sınıftan, etnik kökenden, kültürden ve cinsten gelen insanlar”dır.
Peki bu “totaliter, rüşvetçi ve yabancılaştırıcı düzen” nasıl dönüştürülecektir? Dieterich’e göre sermayenin reddedilmesiyle olamaz çünkü bu reddiye ortaya küresel bir dönüşüm stratejisi koymaz. Aynı şekilde küresel odak noktalarında (merkezi kapitalist ülkelerde – y.n.) geleneksel anlamda silahlı bir devrim için de koşulların oluşmadığı görülür. Soru ortadadır, peki nasıl dönüştürülecektir? Cevap Marx’tan yapılan bir satırlık alıntıyla pekiştirilir: Kitleleri kavradığı anda. Kitleler olarak kodlanan topluluk neo-liberal kapitalizmin kurbanları ve onun yandaşlarıdır.
II) Özne / Sınıf / Bilinç
“Özne”nin oldukça karmaşık bir kavram olması nedeniyle, Dieterich’in Aydınlanma’nın öznesi denli müdahil ve post-modern özne kadar atomize öznesinin eleştirisini yapmak, biraz meşakkatli bir iş. Bunun temel sebeplerinden bir diğeri ise Dieterich’in “özne” kavramını pek özenli kullanmaması ve çoğu zaman yeni düzenin temel bileşenlerini oluşturacak, radikal adımları atacak “özne”nin belirsiz kalması.
Dieterich’in “kuram”ında konumları değişken ve istikrarsız bir karşı-hegemonik eklektik özne söz konusudur. 21. Yüzyıl Sosyalizmi olarak kodlanan şey de bu eklektik öznenin karşı-hegemonyayı oluşturduğu siyasal alanında doğmaktadır, bunun adı da “demokratik devrim”dir. Ayrıca hegemonik ilişki, “sınıf antagonizması”na dayanmaz, burada “karşılıklı baskı” söz konusu olabilir ancak. Bu da kısaca toplumsal faillerin toplumda uzlaşmaz bir çatışmayla değil konumsal farklılıklarıyla var olmaları anlamına gelir.
Dieterich’e göre dönüştürecek olan “özne” de artık proletarya değildir, daha doğrusu burada şöyle bir durum vardır: Dieterich, çoğu post-modern düşünürün yaptığı gibi Marksizm’in ve reel sosyalizmin karikatürleriyle uğraşmakta ve onları mahkûm etmektedir. Her şeyden önce Marksizm’de işçi sınıfının evrensel bir sınıf olmasının nedeni, gerçek kurtuluşunun bir sınıf olarak kendisini de ortadan kaldırmasıyla mümkün olmasıdır, bu anlamda işçi sınıfı bir egemen güç olarak kendisini ve dolayısıyla devleti ortadan kaldırır. Ve “işçi” olmak, “hayatını emeğini satmadan sürdürememek, kazandığı ücretin sermaye biriktirmesine el vermemesi nedeniyle emeğini her gün satmak zorunda olmak” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Dieterich’in sanayi proletaryasının tarih sahnesindeki rolünün azaldığı ve işgücünün hizmet ve benzeri klasik olmayan sektörlere kaydığı tespitleri sonrasında “işçi sınıfı”nı ve ona ait mücadeleyi yeni bir düzen kurmak için arkaik sayması ve yine bunun yerine “bir kurbanlar topluluğu”nu koyması abestir.
Aslında bunun temel nedenlerinden biri, işçi sınıfının artık bildiğimiz işçi sınıfı olmamasıdır. Yani Marksizm’in özneleştirdiği sanayi proletaryası artık sınıf içinde oldukça azınlığa düşmüş ve istihdamın temel ekseni, üretim sektörüne kaymış durumdadır. İşçi sınıfının tanımlanması, devrimci özne olup olmadığı ve işçi sınıfının merkezi konumu tartışmalarının başlamasının yersiz olduğu söylenemez. Üretim ilişkilerini de doğrudan etkileyecek biçimde iş gücü örgütlenmesinde köklü değişimlerin yaşandığı ve bu tartışmaların, yeni bir toplumsal düzen arayanların gündemini meşgul etmesinde yadırganacak bir şey yoktur.
Günümüzde işçi olmanın anlamının karmaşıklaştığını ve zenginleştiğini söyleyebiliriz. Belirli bir sanayi havzasında ya da endüstriyel bir işkolunda çalışan ya da buna benzer homojen işçi topluluklarının bugünün hâkim işçi tipolojisini oluşturmadığı da doğrudur. İş-dışı yaşamın çeşitlenmesi ve karmaşıklaşması ölçüsünde de bir işçinin yaşadığı “kimlikler” ve dolayısıyla aidiyetler de çoğalmıştır. Ancak “işçi oluş”un artık sömürü ilişkisine dayanmadığı gösterilmedikçe, bir toplumsal konuma dayanan bir politik öznenin artık mümkün olmadığı da ileri sürülemez.
Dieterich’in hatalarından biri, işçi sınıfı denen toplumsal kesimi, sınıfsal sömürüden ve antagonizmadan soyutlayarak sadece “belirli bir dönem dâhilinde belirli şartlarda çalışanlar” olarak anlamaktır. Oysa olan şey, işçi sınıfının yok olması falan değil, sınıf içinde iç bölümlenmenin ve eksen kaymalarının meydana gelmesidir. Bu anlamda kol gücünün yerini ağırlıklı olarak kafa gücünün alması, yüksek ücret alan bir beyaz yakalı sınıfın ortaya çıkması ya da işçilerin sanayi yerine hizmet sektöründe istihdam edilmesi, sadece sınıfın geçirdiği iç dönüşümlerden bazılarıdır. Dolayısıyla burada işçi sınıfı yok olmamış, yapısal değişikliklere uğramış ve “yeniden-bileşmiş”tir.
Dieterich, öznesinin, “kurbanlar topluluğu”nun şunlardan oluştuğunu söylemektedir: küresel toplumun potansiyel demokratikleşme ısrarındaki özneleri; sıkıntılı sosyal sektörler, yerliler, eleştirel aydınlar, ilerici hıristiyanlar, bağımsız Yeni Ulusal Düzen yanlıları, etnik azınlıklar. Bunlar, “yeni düzeni kurmak için toplumsal konumundan kaynaklanan bir inanca saplanmadan ve aynı zamanda yazgısı ne Tanrının misyonuyla (kilise), ne tarihle (parti), ne cinsiyetle, ne etnik kökenle çizili, ne de fizik ötesiyle tanımlı bir özne olmadan” mücadele edeceklerdir. Dieterich’e göre, işte “yeni öznemiz” budur, yani “seçkin-gerici egemen öznenin karşısında yer alan tür-tarihsel olarak özgürleştirici özne (italikler benim –y.n.)”. Dolayısıyla Dieterich’e göre, ortada, uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıfların sömürüden kaynaklı bir çatışması değil, anti-demokratik piyasa buyruklarını dayatan egemen bir kast ile demokratikleşme yanlısı toplumsal kesimlerin çatışması bulunmaktadır.
Dieterich, sanayideki işçi sınıfının “kurbanlar topluluğu”nda önemli bir rol oynadığını ancak birçok nedenden ötürü 19. ve 20. yüzyılda kendisine biçilen hegemonyacı pozisyonuna geri dönemeyeceğini belirtmektedir. Bunun en önemli nedeni ise, sanayi işçilerinin 1.Dünya ülkelerindeki nispeten iyi yaşam koşulları nedeniyle oluşan “bilinci”nin onu, statükonun tutucu bir öğesi haline dönüştürmüş olmasıdır. Hatta Dieterich bu iddiasını Engels’in Kautsky’ye yazdığı bir mektuptan yaptığı bir alıntıyla da desteklemektedir.
1882 tarihli mektubunda Engels, “Bana İngiliz işçilerin sömürge politikası üzerine ne düşündüklerini soruyorsunuz. Politika üzerine ne düşünüyorlarsa onu. Burjuvazi neyi düşünüyorsa onu. (…) işçiler de İngiltere’nin sömürgeci tekelciliği ve dünya pazarıyla hovardalık yaparak zaman öldürüyorlar” sözlerini sarfetmektedir. Nereden başlamalı? Burada Engels’in kısaca vurguladığı şey, işçi sınıfının, üretim araçları gibi entelektüel üretim araçları da, dolayısıyla meşruiyet/rıza yaratma/yanlış bilinç yaratma mekanizmaları da elinde bulunan burjuvazinin belirlenimi altında olduğu yani kısaca “egemen ideolojinin egemen sınıfın ideolojisi olduğu”dur. Oysa Dieterich, buradan, proletaryanın artık tarihsel misyonu yerine getiremeyecek durumda olduğu sonucuna varıyor ve bu en hafif tabirle: ciddi bir tahrifat. İşçi sınıfında bilinç oluşumu, kendinde bilinç ve kendisi için bilinç, sınıf bilinci gibi kavramlar özenli bir tartışma gerektirir ve bu tartışmanın üzerinden Dieterich’in “bilinç” konusuna gereken en ufak özeni bile göstermediğini söylenebilir.
Bilinç konusuna kısaca değinmek gerekiyor. Sermayeyle çelişkisi içinde ele alındığında, işçi sınıfının, sömürülen sınıf olarak çıkarı, bizzat bu çelişkiyi ortadan kaldırmakta yatar. İşçi sınıfı hem belirli bir tahakküm altında bulunması sebebiyle olumsuz, hem de üretimdeki kilit konumu sayesinde kapitalist üretimi engelleme kapasitesine sahip olması nedeniyle olumlu bir özelliğe sahip durumdadır. Kısaca, nesnel çıkarını tarihsel olarak gerçekleştirmesine olanaklı kılan bir konuma sahiptir. Öte yandan yaşadığı sistematik sömürü ve burjuvazi karşısındaki zorunlu tabiiyeti, işçiyi, kapitalist toplumun “yapısal antagonizması”nın taraflarından biri haline getirmektedir. Ve bu özellikleri, onu “potansiyel” bir devrimci özne yapmaktadır. “Potansiyel”in hayata geçebilmesi ve kuvveden fiile çıkılması ise “nesnel çıkarının bilincine varması” sayesinde mümkün hale gelebilir.
Dieterich, “1.Dünya ülkelerindeki nispeten iyi yaşam koşulları nedeniyle oluşan bilincinin, işçiyi, statükonun tutucu bir öğesi haline dönüştürmüş olması”ndan bahsederken, karmaşık sınıfsal, etnik ve politik aidiyetlere ve konumlara sahip olan “demokrasi güçleri”nin, yeni bir düzen için mücadele etme bilinçlerinin nereden geldiğini belirtmemektedir.
III) Reel Sosyalizm
Dieterich’in kitabı şu paragrafla başlıyor: “Çağdaş toplumun ilk evresi sona doğru yaklaşıyor. Fransız devriminden günümüze dek iki yüzyılı aşkın bir süredir insan türü, önüne konulan iki büyük evrim yolunu geride bırakmıştır: sanayi kapitalizmini ve reel sosyalizmi. İkisinden hiçbiri insanların acil sorunları olan açlık, yoksulluk, sömürünün yanı sıra ekonomik, cinsel ve ırkçı karakterdeki baskıyı ve doğal yaşam temellerini yok etme olgusunu ve katılımcı demokrasinin eksikliğini gidermeyi başaramamıştır. Bu nedenle çağımız dünya tarihinin iki alametini de anlamlandırma aşamasında bulunmaktadır: Burjuvazinin ve tarihsel proletaryanın toplumsal projelerinin tükenişi, çağdaş burjuva uygarlıklarındaki kapitalist olmayan dünya toplumlarına geçişi: evrensel taban demokrasisi”.
Öncelikle, bahsedilen başlıklarda başarısız olma konusunda reel sosyalizm deneyimleri ile sanayi kapitalizmini aynı kefeye koymayı büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Buradaki ahlak aşağı yukarı şu: Post-modernist düşünürlerin modernizmi ve modernizme içkin saydıkları her şeyi topyekûn çöpe atarak yeni bir evreye girildiğine dönük kıymeti kendinden menkul iddiaları benzeri, Dieterich de, 21. Yüzyıl Sosyalizmi olarak kodladığı ve tek gerçek çıkış yolu olarak gördüğü “yeni evre”nin etkisini arttırabilmek için kendinden önceki bütün toplumsal düzenlerden çok yönlü bir “kopuş” tarif etmek zorunda hissediyor kendini.
Birçok post-modernist düşünür gibi Dieterich de, “kopuş”un, 20. yüzyılın ortalarından bu yana toplumsal yapıda hem yapısal hem de politik düzlemde ortaya çıkan dönüşümler nedeniyle gerçekleştiğini savunuyor. Laclau, Moeffe ve Touraine gibi düşünürlerden tek farkı ise yeni toplumsal yapıyı post-fordist, post-modern ya da post-endüstriyel olarak adlandırmak yerine “post-burjuva” olarak adlandırıyor olması. Öte yandan bu yeni evre, sınıf gibi evrensel kimliklere yaşam hakkı tanımayan bir çeşitlilik, farklılık, parçalanmışlık sergiliyor. Buradan yola çıkıldığında, birer işçi sınıf devleti olarak kurulmuş olan reel sosyalizm deneyimleri, üzerine bir dakika bile düşünülmeden tarihin çöp sepetinde kapitalist sistemle birlikte yerini alıyor.
Dieterich’in reel sosyalizme yönelik kaba saba yargılarına bir örnek: Bir şemada Dieterich tarih boyunca artı ürün sahiplerini gösterirken, reel sosyalizmde artı ürünün tek parti/politik sınıflara gittiğini göstermekte. Buradaki sorunu, Dieterich’in artı-ürünün temelinde yer aldığı “sömürü” kavramını yeterince anlayamamış olması olarak görüyorum. Öte yandan Dieterich’e göre 1917 Ekim Devrimi ve diğer sosyalist rejimlerin oluşmasıyla “yadsınan” kapitalist sistem, yeni açılan post-kapitalist dönemle “sentez”lenecektir. Bu formülasyonu da oldukça kaba buluyorum. Ayrıca Dieterich’in reel sosyalizm deneyimlerini, 21.Yüzyıl Sosyalizmi adı verilen toplumsal sisteme ulaşmak için yaşanması gereken uğraklar olarak mı ele aldığı konusunda da sıkıntı var.
IV) Sömürü / Mülkiyet
Dieterich, sömürüyü “bir kişinin başka birine ait bir işe bağımlı olarak parazit gibi yaşamasıdır” şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlamda örneğin toplumda bir emekli basbayağı bir çalışanı sömürmektedir çünkü onun aldığı emekli maaşı işçinin ürettikleriyle ödenmektedir. Oysa sömürü çok daha karmaşık ve teorik bir kavramdır. Her şeyden önce sömürünün ortaya çıkması için nüfusun bir kesiminin nüfusun başka bir kesimi tarafından “denetlenen” bir artı-ürün/artı-değer ortaya çıkarması gerekmektedir. Yani bir toplum kendi yaşamını devam ettirebilecek olan değer/üründen fazla bir değer/ürün meydana getirdiği zaman sömürünün önkoşulu hazır olur, bu ürün/değer çeşitli mekanizmalarla toplumun bir kesimi tarafından elde ediliyorsa, burada “sömürü” vardır. Ve sınıf çatışması olarak kodladığımız çelişki, işte bu sömürüden doğmaktadır. Dolayısıyla Dieterich’in “21. Yüzyıl Sosyalizmi’nde ekonomik sömürünün olmayacağı” önermesi, 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nde sınıfların olmayacağı anlamına gelir. Peki, o zaman devlet nedir? Sınıfların olmadığı bir yerde var olan devlet nasıl bir devlettir?
Kısaca, “sınıf çıkarı”, “sınıf mücadelesi” ve “sınıf sömürüsü” kavramlarından vazgeçtiğiniz zaman, kurmak istediğiniz yeni düzenle ilgili tahayyülleriniz de somutlaşamaz. Dieterich’in çıkmaz sokağı burasıdır. Dolayısıyla 21. Yüzyıl Sosyalizmi adı verilen düzen de “post-kapitalist” olarak tanımlanan ve bol bol ahlaki yargıyla beslenen bir hayali düzen olmaktan kurtulamamaktadır.
Bu hatanın temelinde üretim araçları üzerindeki mülkiyetten kaynaklanan emek-sermaye çelişkisinin yerine “farklılıkları koymak” yatıyor. Hataya neden olan bir diğer sebep ise “işçi sınıfının homojen bir yapıda olduğu” karikatürüne dayanarak, artık böyle olmadığına yönelik yapılan vurgu. İşçi sınıfı bir sınıf olarak var olduğu süre boyunca her zaman çok parçalı bir yapı arz etti. Sadece farklı ücretler alma, yaşam standardı ve kol/kafa emeği çelişkisi değil, ırk, etnisite, dil ve cinsiyet gibi birçok etken de işçi sınıfını kesen bir yapıya sahip olmaları nedeniyle, emek-sermaye arasındaki çelişkide ve iş sınıfının içinde önemli roller oynadılar ve oynuyorlar.
Mülkiyet konusunda ise Dieterich, reel sosyalizmdeki kamusal mülkiyetin de vatandaş üzerinde dışlayıcı ve yabancı bir olgu olarak var olduğu gibi yüzeysel bir sonuca ulaşarak, kavramlar üzerindeki özensiz yaklaşımını bir kez daha sergiliyor ve yeni düzende –çok ciddi ve yapısal bir mesele olan- mülkiyet konusuna çalım atıyor.
V) Devlet / Sivil Toplum / Demokrasi
Dieterich’in formüle ettiği 21 Yüzyıl Sosyalizmi’nde devlet bir sınıf devleti değil, anti-kapitalist bir devlet olacaktır. Dieterich’in kendi sözleriyle, “burjuva sınıf devletinin yerini sınıfsal işlevini yitirmiş olan, toplumu temsil eden ve genel çıkarların yasal yönetimine dönüşmüş” bir devlet alacaktır. Dolayısıyla kurulan yeni düzen de bir sınıf mücadelesinin sonucunda meydana gelmeyecektir. “Demokratik devrim” yatay biçimde yayılacak ve bütün toplumsal ilişkileri bu çerçevede dönüştürecektir. Ancak bu ilişkilerin nasıl dönüşeceği bir muammadır. Dieterich’e göre ekonominin devlet erki tarafından “demokratik planlı eşdeğer ekonomi”ye dönüştürülmesi burada başat rol oynar.
Dieterich bir de tarihsel ilerleme şeması veriyor bize. Buna göre, 21. Yüzyıl Sosyalizmi, birçok büyük aşamanın bir arada yaşanması sonucunda gerçekleşecektir. Bu aşamaların en önemlilerinden biri, “aynen tarihsel (reel) sosyalizmde olduğu gibi, küresel burjuva toplumu artığı öğeler ile yeni post-burjuva dünya toplumunun öğelerinin yan yana durduğu bir ara dönem”dir. Dieterich’e göre bu “ara dönem” zorunludur çünkü “post-burjuva” dönem sayesinde, birinci dünya devletleri ile yeni sömürge devletler arasındaki gelişkinlik düzeylerinin teknolojik, eğitimsel, ekonomik, politik, kültürel, askeri vs. anlamda uyum içinde olmalarına olağanüstü katkı sağlayacaktır. Dieterich, bu geçiş aşamasının “siyasal olarak 90’lı yıllardaki eleştirel düşüncenin yeniden doğmasıyla başladığını ve şu sıralarda da post-burjuva toplumun bir programının oluşturulma sürecinde olunduğunu” söylemektedir.
Dieterich’e göre bu aşamadaki demokratikleşme savaşımının dinamiği, üç etmen arasındaki ilişki tarafından belirlenir. 1: Sınıfsal yapılar ve bilinç düzeyleri 2: Yeni toplumsal projenin (21.Yüzyıl Sosyalizmi’nin) stratejik hedefleri 3: Çağın sosyo-politik baş aktörleri arasındaki güç dengesi. Çok uzatmayayım. Dieterich’e göre, bu süreçte çoğunluğu öyle bir bilinç seviyesine ulaştırmak gerekir ki, “dünya ölçeğindeki güçler dengesi demokratik güçlerin yararına doğru kaysın, dolayısıyla küresel toplumun gelişme mantığını oldukça etkileyecek olan, kapitalist sistemin ve onun seçkinlerinin artan ölçülerde etkisizleştirmesi sağlansın”. Kısaca, Dieterich, sınıf savaşımının yerine demokratik savaşımı koyuyor ve bu demokratik savaşımın öznesini de bir anlamda toplumsal hareketler olarak görüyor.
Toplumsal hareketler her ne kadar bir kısmı ücretli emek dışı (ev hanımlığı, öğrencilik vs.) kesimleri kapsıyorsa da bu hareketlerin mücadele başlıkları (barınma, eğitim, sağlık hakları, cinsel özgürlük vs.) anti-kapitalist bir nitelik taşıdığı ölçüde sınıf mücadelesini bir parçasını oluşturmaktadır. Sınıf-dışı olarak tarif edilen toplumsal hareketler, aslında, mücadelelerinin kaynağını kapitalizmin sınıfsal ve yabancılaştırıcı yapısından aldıkları ölçüde sınıf mücadelesinin dışına düşmemektedirler.
Öte yandan yeni toplumsal hareketlerin taleplerinin işçi sınıfının talepleriyle birebir örtüşmeme ihtimalini de dışlamamak gerekiyor tabi ki. Bu duruma en önemli örneklerden biri, feminist hareket ve işçi sınıfı hareketi arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan gerilimdir. Erkek-egemenliğin kapitalizm öncesinde de var olduğunu ve kapitalizmin bu yapısal “defo”yu kendi çıkarına sürekli yeniden ürettiğini ve karmaşıklaştırdığını teşhis etmeden, işçi sınıfının anti-kapitalist programıyla feminist hareketin programı arasındaki gerginlik ciddiyetini korumaya devam edecektir. Öte yandan –bana göre- feminist hareket, toplumsal hareketler içinde sosyalist harekete göre özgüllüğünü, sosyalist bir iktidar şartlarında dahi korumaya devam etme gibi istisnai bir özelliğe sahip olacaktır.
Demokrasi konusuna dönersek, aslında kilit soru şudur: Kapitalist toplum tipine karşı sosyalist toplum tipini teorik-ideolojik ve politik olarak savunmadan kapitalist toplumda üretim alanının dışına itilmiş olan “demokrasi”yi nasıl olup da üretime ilişkin kararlara katılıma dönüştürebiliriz? Toplumsal sınıfları ekonomi düzeyine hapsedip, ideoloji-politika’yı “ulus/halk”a havale edildiğinde, günümüz toplumsal mücadelelerini belirleyenin, bu özne konumları arasındaki hegemonya mücadelesi olduğu ve solun bu mücadeledeki hedefinin ise “radikal demokrasi” olduğu sonucuna varırsınız. Bunu gerçekleştirmek için de sivil toplumda “demokratik halk blokları” oluşturmak dışında bir seçeneğiniz kalmaz. Dieterich buradadır.
VI) Sonuç
Dieterich’in 21. Yüzyıl Sosyalizmi “kuramı”, her şeyden önce veri aldığı ekonomik ve teknolojik gelişmeler nedeniyle Batı-merkezcilikle malûldür. “Kuram”a göre 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ne geçmek isteyen bir ülkenin yeterli derecede sermaye birikiminin ve teknolojik gelişmenin sağlanacağı bir “ara dönem”e ihtiyacı vardır. Ve bu “post-burjuva” dönem sayesinde, birinci dünya devletleri ile yeni sömürge devletler arasındaki gelişkinlik düzeylerinin teknolojik, eğitimsel, ekonomik, politik, kültürel, askeri vs. anlamda uyum içinde olmalarına olağanüstü katkı sağlanacaktır. Öte yandan “kuram" bir refah devletinin varlığını önkoşul olarak görmekte ve bu anlamda evrenselci iddiasını da kaybetmektedir. Burada Dieterich’in Venezüella’da petrol fiyatlarının artması sayesinde yaşanan ekonomik büyümeyi veri aldığı açıktır.
21. Yüzyıl Sosyalizmi’ne giden yolda devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiler bulanıklaşmaktadır. Sınıfsal bakışı kenara bırakması nedeniyle “devlet”i bir sorun olarak görmemeye başlayan Dieterich, üretim ilişkilerinden kaynaklanan toplumsal antagonizmayı da yok sayarak, işveren ve işçinin, sermaye ve emeğin bir arada var olabileceğini ve bu sınıfların ilerici bölümlerinin “radikal demokrasi” amacı yolunda uzlaşabileceğini vaaz etmektedir.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve kapitalizmin küreselleşmesi sonrasında sınıfsal mücadelelerin ve aidiyetlerin geriye çekildiği ve yerine daha karmaşık kimliksel aidiyetlerin geçtiği bir ölçüde öne sürülebilir. Burada sorun, Dieterich’in toplumsal hareketleri mücadelenin öznesi haline getirirken, bunların emekçi kesimlerle olan ilişkilerini tanımlamamış olmasıdır. Diğer anlamda ise toplumsal hareketlerin farklı isimlerle kodladığı mücadele başlıklarının (Dieterich buna genel olarak demokratikleşme yanlılığı diyor), emek mücadelesiyle olan bağlı oldukça muğlâk kalmakta ve hatta demokratikleşme eğilimi sınıflar üstü bir algı gibi sunulmaktadır. Herkesin “demokratikleşme”den anladığının farklı bir şey olduğunu da söylemek gerekiyor tabi.
Dieterich’in demokratikleşme yanlısı dinamikleri net olarak tanımlayamamasının, sadece mevcut sistemden bir şekilde rahatsız olanlardan ve çoğunluktan bahsetmesinin, toplumsal hareketler ve sınıf arasındaki ilişkiler ve hatta sınıfın ne olduğu neleri kapsadığı gibi oldukça ciddi tartışma başlıklarını dikkate almaması nedeniyle olduğunu düşünüyorum. Dieterich, yeni bir düzenin en önemli kavramları olan, özne, sınıf, sömürü, mülkiyet ve devlet kavramlarına gereken özeni göstermemesinin yanında yeni ve eskisinden tamamen kopmuş bir evreyi var sayması anlamında büyük oranda Laclau ve Moeffe’nin çizgisine bağlanıyor.
Dieterich, toplumda var olan nesnel kimliklerden uzaklaşırken, üretim ilişkileri, sınıfsal çıkar vs. tarafından belirlenmemiş soyut bir evrensel demokratik kimliğin varsayma hatasına düşüyor. Bu hata da, sınıflardan alınan “politik özne”liğin “rastlantısal kimlikler”e terk edilmesinden kaynaklanmaktadır. Dieterich’in dikkate almadığı şey, nesnel toplumsal belirlenimler ve konumların “kendiliğinden” politik özneyi oluşturamayacağı, yani politik öznelerin kimliklerinin belirli bir anda bir sorun etrafında mücadele etmekten ibaret olarak ele alınamayacağıdır. Bu anlamda, Dieterich’in “kuram”ındaki demokrasi için mücadele eden kitle, kendi başına salt bu durumu gereği bir özne değildir.
Bütün bunların ışığında Dieterich’in öznesi, maddi-ekonomik çıkarlar yerine “demokratik, evrensel, ekonomi-dışı” hedeflerce belirlenen ve nesnel toplumsal ilişkilere dayanmayan, sadece ideolojik-politik düzeyde oluşan “sınıflar-ötesi birlikler”den başka bir şey değildir. Özünde ise Dieterich, Venezüella özgünlüğünde gerçekleşen bir siyasal/ toplumsal/ ekonomik süreçten yola çıkarak bir “kuram” oluşturmaya çalışması nedeniyle alfabetik denilebilecek hatalar yapmaktadır.
15 Temmuz 2008
Kaynakça;
[1] Acar-Savran, Gülnur (2006) Özne-Yapı Gerilimi: Maddeci Bir Bakış, İstanbul, Kanat Kitap
[2] Arrighi Giovanni / Hopkins, Terence / Wallerstein, Immanuel (2004) Sistem Karşıtı Hareketler, İstanbul, Metis Yayınları
[3] Bottomore, Tom (Yay.Yön.) Marksist Düşünce Sözlüğü, Çev. Derleyen Tunçay, Mete, İletişim Yayınları
[4]Dieterich, Heinz (2007) 21. Yüzyıl Sosyalizmi: Küresel Kapitalizmden Sonra Ekonomi, Toplum ve Demokrasi, İstanbul, Pencere Yayınları
[5] Laclau, Ernesto / Mouffe, Chantal (1992) Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul, Birikim Yayınları
[6] Nemci Zekâ (Haz.) (1990) Postmodernizm: Jameson, Lyotard, Habermas, İstanbul, Kıyı Yayınları
[7] Wallerstein, Immanuel (1993) Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, İstanbul, Metis Yayınları